4. Bölüm
ŞÇelik / Karmaşık Ağlar / B-3 Tonsuz Mu?

B-3 Tonsuz Mu?

ŞÇelik
scelik

 

Bu kurgu ve karakterler tamamıyla hayal ürünü olup gerçeklikle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.

 

Karakterler görsel olarak kullanılmıştır. Henüz belirlenmemiştir. Düşündüğünüz isimler varsa yorumlarda yazın.

 

Herkese Hellllllöööö Pandislerim, Karmaşık Ağlar'ın yeni bölümü sizlerle

 

Yorumlarınızı satır arasına kondurmayı unutmayınn, es geçmeyinnn, beni üzmayınnn olur mu?

 

Keyifli Okumalar;

 

B-3 Tonsuz Mu?

 

"Kuşkusuz ki en büyük ön yargı, etrafımızdaki herkesi insan sanmamızdır."

 

'Charles Bukowski'

 

Şarkılar;

 

Emre Fel- Rüya

 

Anıl Emre Daldal, Çağan Şengül- Her Kadın Güzeldir

 

Votka- Sigara

 

Kırık Pena- Ayrılık Sözü

 

Canozan-Ağlama Ben Ağlarım

 

Kıraç- Gecenin Kemanı

𓇼

 

2016 Kasım-Trabzon

 

Lisanını, insanlarını bilmediğin bir dünyaya açarsın gözlerini. Bunca bilinmezlikte kendini kaybetmen korkutmazdı seni. Ya tek anını hatırlamadığın aileni kaybetmek; işte bu korkuturdu. Bilmediğin bir yerde hiç kimsesiz kalmak en büyük korkusuydu insanın.

Kimsesizlik.

Hayat, uzun görünen lakin göz açıp kapayınca bitecek olan plansız bir yoldu. Yürüdüğüm yolun dikenleri ayağıma batıyor, ardımda bıraktığım her bir adımda kanlı ayak izlerim yolun çizgisini belirleyip, kaybolmam için arkamdan koşarak gelen kişinin pusulası oluyordu.

Durmak, bu sancılı acıyı durdurmak isterken ayaklarım benden bilinçsizce hareket eder şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Bıraktığım kanlı ayak izlerinin acısıyla gözlerimden boşalan yaşlar yürüdüğüm sisli yolu, buğulu hale getirdiği için burnumun ucunu göremiyor, fakat durmadan ilerlemeye devam ediyordum.

Yolun sonu neresiydi? Bu gittiğim yolun bir sonu var mıydı? Sık birbirinden uzun ladin ağaçları sadece yürüyerek geçilebilecek topraklı bir yol ve benim kanlı ayak izlerim. Arkamdan koşarak gelen birisi var mıydı, bilmiyorum ama olsun istedim. Terk edilmiş ormanda sadece ben olmayayım istedim.

Tanrının terk edilmiş beni reva gördüğü yer terk edilmiş bu güneşsiz orman mıydı?

Burnuma dolan is kokusu, yükselen dumanlardan ötürü boğazımı yakan o acımsı tat son gayretimi sol elimi kaldırmak için kullandım. Sanki vücudumdaki uzvumu son kez hareket ettire bilecektim. Sonrasında Tanrı benden bu yetiyi de alacak hareketsiz bir tahta bebek olarak kalacaktım. Elimi, yaşlardan dolayı dolup taşan gözlerime bastırdım, sızıyı hissettim. Kirpik diplerimin acısını kanlı ayaklarımdan ötürü hissedemedim sadece ufacık bir sızı vardı.

Kirpiklerim yavaşça kapanıp açıldıktan sonra karşımda duran cehenneme dönen ormana, içimdeki dehşetinin aksine sakince bakmaya başladım. Aynı zamanda bir an olsun yürümeyi bırakmadan ilerlemeye devam ediyordum. Şu an cayır cayır yanan ormana doğru gidiyordum, cehenneme adım adım yaklaşıyordum ve ben adımlarımı istesem de durduramıyordum.

Kimse yok muydu, beni çekip alacak kimsem mi yoktu?

Arkama bakamıyordum, ruhum bedenimden sıyrılmıştı sanki bakamıyordum işte. Kan asla durmuyor bıçağın deriyi sıyırdığı o ilk an olduğu gibi oluk oluk akmaya devam ediyordu. Bedenim güçsüzce ilerlemeye devam ediyordu, dudaklarım arasından kısık bir nefes verdiğim an. Arkamdan “Mahru!” biri bağırıyordu. Sesi bana fısıltı gibi gelse de aslında bağırdığını biliyordum. Kanlı ayak izlerim birinin pusulası olmuştu, ben terk edilmiş bu ormanda kimsesizliğimi terk etmiştim.

Çağıran kimdi? Bilmiyordum, ama çağırıyordu işte. Adımı söylüyordu, olmadı yürümeye devam ettim. Beni çağıran biri olursa dururum sandım ama olmamıştı. Ben yürümeye devam ediyordum. Ayak sesleri koşarak bana yaklaşmaya çalışan ayak sesleri duydum bu kez. Tek bir an arkama bakamaz mıydım?

Lanetli baykuş seslerini, rüzgarın ateşin cızırdayışına neden olan buğulu sesi gökyüzünün homurdanışı ve kime ait olmadığını bilmediğim ayak sesleri. O sesler arasına o sesi bir daha duydum, “Kar izi,” diyordu bu kez. Sonra her şey karanlığa gömüldü, kanlı ayak izlerim, yanan orman ve o ses. Beni kara deliğin dipsizliğine çekti, ve ben yine yapayalnız ve kimsesiz kaldım.

Uyandığım yerin rahatlığı ile bedenim, yumuşak dokuya daha da bastırdı kendini, gördüğüm rüyanın aksine burası sıcak ve güvenliydi. Kocaman yatağımda küçülen vücudum yatağa hapsolmak yumuşak dokudan her ne kadar ayrılmak istemiyor olsa da içimin denizinden taşan benim için oldukça heyecanlı olan o güne gelmiştim sonunda, dinmeyen bu duygu seliyle yatağımın yanında duran ahşap şifonyerin üstünde olan telefonumu uzun ve ince parmaklarım arasına alıp hızla kontrol ettim.

Daima olan, sadece bir bildirim vardı, Eril'e aitti. "İyi ki, bodur." diyen Eril'in her zaman yazdığı kısa mesajı her doğum günümde -13 Kasım- yerini bildirim kutusunda barındırıyordu. Adin ise uyandığımda ona dönüş yapmam adına bir mesaj atmıştı.

İçimde oluşan bir mutluluk denizi vardı. Dalgası ılıktır benim denizimin her zaman durağan olurdu. Sakin, huzurlu bir denize sahiptim. Şiddetli bir dev dalgalı tsunami çıkmazdı benim denizimde; Parlaktı, denizin en karanlığında dibe batmış bir istiridyenin içinde olan inci gibi parlak. Yaşadığım karanlığın, siyahlığına inat oluşmaya devam eden bir inci tanesi. Kâbusun beni etkilemesine izin vermek istemiyordum. Bugün olmazdı.

Heyecanla Adin'e uyandığıma dair mesaj atmış yaklaşık on dakika beklememe rağmen ardından cevap gelmemişti. Hızlı bir yıkanma için banyoya koşmuştum.

Günün devamın da Eril ve Alabora ailesinin doğum günüm için pasta kesmesi, bana aldıkları hediyeleri vermeleri ile geçmişti. Eril'in aldığı hediye ise cidden bana oluşturduğu zulanın bir diğer parçası olan çelik bir puro makası küçük beş dairenin yan yana dizilimi ile bir muşta olmuştu, yani kemik kıran olduğunu gösteriyordu.

Şaşkınlık dolu ifadem ile "Neyim ben terminatör mü? Yoksa bir seri katil mi?" dediğimde. Bana o müptelası olduğu sessizliği içinden bakmaya devam etti. Bundan önce bana bir samuray kılıcı hediye etmiş, ondan önceki doğum günümde ise levye ondan öncekinde özel yapım bir elektro şok, bir doğum günümde ise kelebek bıçak hediye etmişti.

Uzun siyah demir parmaklı dış kapının önünde dikilmiş duruyorduk ki kasti bir şekilde Eril'in bakışları beni almaya gelen Adin'den ve hemen yanında duran bedenimden oldukça uzağa saplanmıştı. Tek amacının her zaman beni korumak olduğunu dillendiriyordu, her şeyin tehlikeli olduğu bu evrende kendini benim çelik yeleğim gibi görüşü içimi ısıtıyor olsa da bu kadar korumacı davranışları bazen fazlasıyla sıkıcı olurdu hem her ne kadar kabullenmez olursa olsun Adin bana tehlike yaratmazdı.

Gergin ifadesi her daim yüzünde yer edinse de gözlerindeki endişeyi yok sayamayacağımı anladığım an "Geldiğim de bana bir bardak sütlü kahve ısmarlarsın, olur mu koca adam?" uzağa taşıdığı bakışlarını sesime, bana çevirdi. Dudaklarım tersine büzülmüş, kaldırdığım kaşlarım ve bakışlarım tam gözlerine bakarken hızla kırptığım kirpiklerim ile resmen atabildiğim en masum bakışı atmaya çalışıyordum. Köpek bakışı da diyebiliriz.

Yüzünde ki huysuz bir bakışı kırıştırdığı anlının tam ortasında bulunan bir yarıkla "Beş yaşındaki bir kız çocuğu gibi davranmaktan vazgeç." dedi gergin tuttuğu sesiyle.

Çenemi dikleştirip "O zaman sende beş yaşında bir kız çocuğuymuşum gibi tavır almaktan vazgeç. Bugün 18. Yaş günüm farkındasın değil mi?" diyebildim sadece.

Uyandığımdan bu yana içinde oluşan kötü bir sezgi olduğunu söyleyip duruyordu. "Şimdi reşit oldum, her kararı alırım klişelerini dinlemek istemiyorum, Mahru. Sadece telefonunu her koşulda açık tuttuğundan emin ol!" başını demir kapının dışında duran arabayı işaret ederek. İstekli olmasa da git mesajını vermişti. Yüzümde oluşan tebessüm ile koluna girip "Kahveyi döndüğümde ben yaparım, koca adam." sesimde küçük bir çocuğunun mutluluğu akıyordu.

Bakışları bendeydi, bir abinin kız kardeşine baktığı gibi korumacı olan bakışları şefkate bulanmış öylece duruyordu. "Şımarık, yumurcak bodur." anlının ortasında duran yarık yok olmuş dudaklarında hafif bir tebessüm esintisi geçti. Aynı anda saçlarımı karıştırıp arkasını bana dönüp malikane tarafına adımlayışını izledim.

Bazen olduğu beklemediğim bir an da ortaya çıkan o duygu yer edindi, gördüğüm kâbusun kanlı ayak izlerini gün boyu taşımıştım sanki. Arkasından baktığım zaman hayatımın bir gerçeği ile sıkıca sarıldı vücudum, ben aile sıcaklığını ilk defa Eril'de bulmuştum şu an bir kez daha fark ettiğim buydu. Sıcacık bakışları, şefkat ile sarılmış çok güzel bir kalbi vardı. Bir abi, bir anne bazen ise bir baba gibiydi. Aramızda okyanuslar olsa da bacağımı sehpanın sivri köşesine vursam dahi o hissederdi.

Ardından bakışlarım gecenin perdesini sardığı gökyüzüne çevirdim, karabulutlar tek bir yıldızın parlamasına izin vermez şekilde tüm fezayı sarmıştı. Eril'e her ne kadar belli ettirmemiş olsam da huzursuz hissedilecek bir ağırlık göğsümün tam ortasında benimleydi yok saymıştım yine öyle yapmaya devam ettim. Yağmurun bastırması her an beklenen olurken bulutlar ağlamamak adına gözlerini açmıyor ve yahut kırpmaktan korkuyordu. Tüm karanlığa, karabulutların sakladığı o yıldızların aksine içimi saran karabulutları bir kez daha yok sayıp, kovmaya çalıştım. Bu gece kalp atışlarımın kulaklarımı zonklamasına, içimde yeşeren ürpertili kaygıyı duymak istemiyordum.

Bu gece yok saydığım her endişem her kaygım benim farkında olmadan içine çeken çırpınışlarımın ilk adımı olan gece anlam kazanmadığı kara delikten farksızdı. Genç kız olduğum 18. Yaş günümde hayallerim benden izinsizce alınıyordu. Habersizdim. Şimdi o klişeyi yaşıyordum, yaşamak zorunda kılındığım yazgım olan o klişeyi.

Bugün yüzleştiğim en acı gerçek ise, benim hayallerim bana ait değildi.

Geldiğimiz yere vardığımız an gecenin siyahlığı yağan yağmurla Karadeniz'in üzerine düşen her yağmur damlasına baktığımda piyanonun ayrı bir tuşuna basılmasını andırıyordu. Ritmik görsele eklenen ise deniz canlıların hareketleri ışık yayılımı biyolüminesana neden olmuş. Deniz, içinde mavi ve mavi ton sür ton ışıltılar yer edindi. İyice bastıran yağmur da buna eklenince resmen karabulutların saklayıp tutsak ettiği her yıldız tanesi denizin üzerinde tutsaklıklarına itiraz ediyormuşçasına dans ediyor oluşunu seyrediyordum. Özgür oluşların sesi bir anda gökyüzünü saran yüzlerce örümcek ağına benzer görüntüsüyle çakan şimşek olmuştu. Bu kez gökyüzünün kapana kısıldığı, yedi saniye sürse de şimşeğin ağlarının içinde kalan o olmuştu.

Çünkü her zaman bir özgürlük bir başka tutsaklığı beraberinde getirirdi.

Bir kutuda veya hediye paketinde değildi evet ama en güzel doğum günü hediyem bu olmuştu, gözlerim bir an olsun denizden ayırmıyor her saniyesini kafamın içine olan anı kutuma yerleştiriyordum. Keza Kasım ayının başında yağmur yağması pek görünen bir olay olmazken bugün şanslı günlerimden birini yaşıyordum. Belki de son şanslı günümü.

"Muhteşem bir anı yaşıyoruz, bu çok güzel." hayranlığım sesimin titreyişiyle ortaydayken. Islanan saçlarım umursamadan hemen yanımda duran bedene çevirdim bakışlarımı. Adin'in gözleri ise bendeydi. "Evet, çok aykırı bir güzelliği var." dedi yüzünde tebessüm vardı, dudaklarında daima bana sunduğu o tebessüm. Bana çok güzel bakıyordu. Bunu biliyor muydu? Nedensizce bilmesin istedim ... Bunu sadece ben bilmek istedim, bu da benim en büyük bencilliğimdi.

Sanki Adin burada değil ve ona görmediği bir şeyi heyecanla anlatıyor gibi. "Bu mükemmel Adin, şuna bir baksana yıldızlar denizin üzerinde dans ediyor resmen. Yağmur taneleri özgürlüğünü denizin üzerinde dans ederek kutluyor. Burayı nasıl buldun sen?" gülüşüm yüzünden yanaklarım hafiften ağrımaya başlamasına rağmen durmayıp devam ettim.

Şehirden oldukça uzaktaydık. El değmemiş ıssız bir sahildeydik, baykuşların sesini bastıran yağmur sesinden ötürü ötüşleri sadece belirli süre geçtikçe fısıltı gibi uğruyordu kulaklarıma. Gözlerimi kapatıp derince deniz kokusunu içime doldurdum. İçimdeki mide bulantısı etkisi yaratan kaygıya rağmen. Huzurdu...

Attığım adımları takip eden hemen yanımda hissettim Adin'in bedenini "Şans eseri buldum. Tesadüflere pek inanmam ama." kendini alaya alıp kıkırdadı kısa bir an, duraksamanın ardından ise devam etti. "Aslında inanmam gerekirdi, tesadüf olmadığına şimdiye kadar talihim bana hep benim olanı getirdi." dedi.

Gözlerimi açtığım da Karadeniz'in denizi beni karşılarken, başımı sola çevirdiğimde ise benim denizim beni karşılamıştı. Gözleri çok güzeldi, hissiyatı özeldi. Mavi gözleri gecenin karanlığına aykırı şekilde parlaktı. O kadar güzeldi ki, bir çift mavi gözde boğulmak istetirdi insana. Bile bile, yürütürdü seni derinliklere.

"Şimdiye kadar yanlışı karşına çıkarmadı? Öyle mi düşünüyorsun?" neyin cevabını duymak istediğimi bilmeden yöneltmiştim sorumu. Aslında biliyordum sadece duymak fena olmazdı. Arkadaş gibi değildi, Eril gibi de değil... Bir ona ait olan bir sezgi vardı içimde, onunla karşılaştığımda ortaya çıkan bir duygu...

Sımsıcak bakışlarında "Sadece sana ait olan seni bulur diyorum. Her türlü zorlukta her türlü imkansızlıkta seni bulur ve sana gelir." gözlerinin üstünde sıcacık bir şefkat kaplıydı. Deniz gözler hoyratça değil de durgundu.

Beliren duygular hüzünlenmeme neden oldu. Bugün olduğum sandığım kişiden daha da duygusaldım, doğum günlerim de engel olunamaz şekilde ortaya çıkıyordu. "Bazen de sana ait olanları kaybedersin, tanımayıp bilmeden kaybedersin hem de." Ansızın olan berbat ayrılığın en sıkı düğümüydü. Çözülmeyecek olan o sıkı düğümün adı ise ölümdü.

Bakışlarım tekrar önüme çevirdim. Böylesi her zaman daha kolay oluyordu. "Yaşasalardı, en çok yapmak isteyeceğim onları tanımak olurdu. Neleri sevdiklerini ya da nelerden hoşlanmadıklarını can sıkıcı bir sürü soru sorar onları bezdirirdim sanırım. Benden bıkmalarını sağlayana dek kafalarını şişir, Eril'i şikâyet ederdim. Eril ise tüm asılsız suçlamalarıma sessiz kalır verilen cezayı hak etmemesine rağmen çekerdi, sonra cezaya maruz kaldığı için saatlerce ağlayıp. Sonunda Eril yine gelip beni teselli ederdi. Eril'i de severlerdi değil mi?" omzumu silkip hiç düşünmeden "Sevsinler, onu çok sevsinler hem de. Benden bile çok sevsinler. Çünkü en çok Eril kadar hak eder ki sevilmeyi." düğümlenen sesim cevabını asla duyup bilmeyeceği bir soruyu sordu. "Peki ya beni, beni severler miydi?" göz pınarlarımın sızladığını hissettim. Bir doğum günüm daha annem ve babam olmadan geçiyordu.

Ailem, yoktu. Sadece Eril aile gibi hissettiriyordu bir de onu tanıdığımdan beridir Adin.

Onları ziyaret edeceğim bir mezar taşı bile olmaması bu tür günlerde gerçekten kimsesiz olduğumu hatırlatıyordu. Gözlerim, onlardan nefret ediyordum. Bir yandan ormanı bir yandan toprağı andıran ela gözlerime her baktığımda biri anneme diğeri babama ait mezar oluşları canımı acıtıyordu, onlar oradaydı.

Gözlerim de olmaktansa yanımda dursalardı olmaz mıydı?

Nasıl göründüklerini bile bilmiyordum. Sadece elimde eski yırtık ve solmuş bir karenin içinde anne ve babamın deniz kenarında birbirine sarılmış bedeni annemin yüzü babamın göğsünde olduğundan belli olmazken babamın yan profili ise fotoğrafın kalitesizliğinden seçilmiyordu.

Arkasında yazan tarih ise 16.09.1996-İstanbul.

Ağlamak zayıflık diyenler her kimse onlara inanmayın. Ağlamak, içini dökmektir, fazlalıklardan kurtulmaktı. Her fazlalık, attığın adımda seni daha çabuk yorardı. Yük, insanı yavaşlatır, güçten keserdi.

Adin, "Seni tanıyan herkes sever Mahru, en güzel sen sevilirsin. Gitmeler, gerekli olduğu kadar yakıcı olabilir." bu kez önüme geçmişti. Eğik olan başımı nazikçe çenemden tutuşuyla kaldırdı. "Ağlamakta iyi gelebilir, o zaman sadece ağlarsın ama benimleyken başını eğip ağlamanı istemiyorum." çenemdeki parmakları hafifçe hareket etti. "Senin omuzlarını ve çenenin dik tutuşun bana güçlü hissettiriyor." gözlerim akan yaşlara rağmen şaşkınlıkla örtündü. "Buna bu kadar şaşırmamalısın, gücümün yarısını senden alıyorum ben." hayranlıkla bakıyordu gözlerime.

"Ben o kadar güçlü değilim ki? Sana nasıl o kadar güçlü hissettirebilirim?" Adin çok güçlüydü, gücünü nasıl olur da benden alırdı ki?

Kendini beğenen tavrıyla "Sandığından çok daha güçlüsün sen, kar izi. Zaten yarısını senden aldığımı dile getirdim hepsini değil." son cümlesiyle alaylı sırıtışıyla bakıyordu. Beni rahatlatmak için elinden geleni yapıyordu.

Yerimde huzursuzca kıpırdandım. Yanağımı ıslatan yaşları silerken "Diğer yarısını kimden aldığını falan merak etmiyorum, kim diye soracakta değilim. İstediğin kişinin seni güçlü yapmasını isteyebilir ve düşünebilirsin. Bu benim umurumda değil anlayacağın." alt dudağım dişlerimin altında ezmeye başladım.

Adin'in çenemde duran parmakları tenimden ayrılınca burun kemerini sıkmaya başladı. Dudaklarını saklıyordu sanki. İçimde oluşan merak dalgası şiddetlenirken birden Adin'den hafiften yükselen kahkaha sesiyle kısa bir süre bocalamış olsam da farkında olmadan bende kıkırdadım, bu kez o beni duymuş olacak ki bana bakıyordu yüz ifademi gördüğünde etkilenmiş bir ifadeyle baktı. Gülüşüm büyürken ifadesi farklı bir bakışa dönüşmeye başladı. Hayranlık Duyguları onu tanıdığım yıllar içinde olduğu deniz gözlerinin berraklığı şeffaflığı sayesinde belirgindi. Çocukluktan gelen bir güven aşılanmış kalplerimizi sarmalayan sarmaşığın içinde hissini bilmediğimiz duygular filizlenmeye başlıyordu. Onu ilk kez elimden düşürmediğim Eril'in bana aldığı ilk doğum günü hediyem olan fotoğraf makinemde çektiğim fotoğrafta hayatıma dahil etmiştim.

O zamanlar çatık olan kaşları şimdi düzdü. Tebessüm kıkırtıları büyürken en sonunda ise birbirimize bakarak kahkaha atıyorduk.

Bu bakışı özleyecek anılarım olacaktı, bilemeden daha fazla baktım. Sanki beynim bu anı kaydetmek için uzunca bakmaya devam ediyordu. Zaman, şimdi akmayı bırakabilir miydi? Yeni yılımdan dileğim bu olmuştu.

Bizim için akmayan zaman bizim için durmadı elbette... Seyrine devam etti...

Bana her şeye sırtımı dönüp gitmemi sağlayacak o gecenin ilk adımı odamda şifonyerin üstünde bulduğum zarfın içindeki mektuptu... Sonrası olmamıştı ta ki tekrardan Trabzon'a dönene dek...

 

𓇼

 

 

Şimdiki Zaman Karma Birliği Şehir Merkezi Garnizonu

 

Kanatlar, her canlının gardını aldığı kalkanı olur. Güvenli sığınağı, limanıdır. Bu ise kanatların her daim sırtında olması değil yanında, arkanda, önünde nerede olduğunu hissetmen ile gerçekleşir. Çünkü kanatlar seni tamamen kuşatan kimsedir.

Bunun nerede olacağını bilmene ise gerek olmaz, bazen asla bilemezsin. Senin kalkanın senin etrafında birden oluverip bedenini sarıvermiş bulursun.

Kanadın her bir tüyü bir çiçektir aslında, yüzlerce tüy yüzlerce çeşitten oluşan bir çiçek bahçesi. Her renkten, her cinsten oluşan bir çiçek bahçesi. Bahçeni iyi tutmak ona verdiğin suyu, onu iyileştiren sevginin büyüklüğünden kaynaklanır. Kim olursa olsun ister canlı ister cansız her varlık hisseder. Duygular hassastır, çiçeklerin verdiği duygular ise apayrı bir zevk hepsiyle ayrı bir hissiyata bürünürsün.

Merhamet, fedakârlık, aşk ve sahtelik...

Daha bunların nicesi sezgiler, Adin'in şu an da hissettiği tamamen öfkeydi. Diri bir öfke. Bunu yansıtmamakta oldukça iyi olsa da sezgilerim çok az yanılırdı. Önceden Adin, hakkındaki sezgilerim ise katiyen şaşmazdı.

"Mahzur, toplanma alanına karar kıldığımız bütün avcıları yirmi dakika içinde topluyorsun." Mahzur soru yöneltecekti ki keskin sesiyle "Bora Timi de dahil herkesi toplanma alanına istiyorum." dedi.

Mahzur hızla odadan çıkmış Adin ise masanın üstünde duran telefonunu büyük elleri arasına sıkıca tutarak parmağını üzerinde hareket ettirdi. Sanki elindeki telefon her an tuzla buz olacak gibiydi. Nefesini büyük bir sakinlik içinde dudaklarından bıraktı, bıraktığı nefes öfkesinin kurbanı olanları devirmesine yetecek şiddette olduğunu fark ettim.

Onun, bıraktığı nefes kurbanlarının fırtınası olacaktı.

Her ne kadar yanında olup gergin omzuna yaslanmak istemiş olsam da yerimde durdum ve onu izlemeye devam ettim. Sırtı görüş alanımda olduğundan sıkılaşmış gerili omuzları beklediğim dakikalara rağmen gevşemek bilmedi, balyoz yemiş beynimin yanında midem Asiye'nin uğradığı iğrenç saldırıyı kaldıracak durumda değildi.

Safranın o acı tadını neredeyse hissettim. Konuşamayan özel bir kız çocuğuna tecavüz edilmişti, bu o adi gecenin en berbat darbesi olmuş olmalıydı. Vahşice katledilmesi yetmezmiş gibi bir de cinsel saldırıya uğramıştı. Ülkeyi cehenneme çeviren Adin'in içindeki yangın buzullarda olsa dahi patlayan yanardağının içine damlayan bir yağmur tanesi etkisi yaratacak şekilde duruyordu. Asla dinmeyecek her daim devam edecekti, Asiye'ye bunları yapanı o ateşte yaksa da o ateş sönmeyecek yanmaya devam edecekti.

Mesafeye tahammülüm kalmadığından bir adım attığım anda botlarımdan duyulan tıkırtı sesi aynı saniyelerde odanın sessizliğine gömüldü. Beni davet ettiği cennetine adım adım yaklaşmaya devam ettim. "Canlı yayında bağlanan kişi beni davet gecesinde arayan o masadan kalkmama neden olan kişiydi." tam arkasında durduğum esnada topuklularım sayesinde yüzüm göğüs kafesinin hizasındaydı.

Adin cennet demekti, o ise yalnızca benim cennetimdi. Bu da Adin için bencilliklerimden bir dahaydı.

Gergin sırtı mümkünmüş gibi daha da gerildi demirden bir zırhı hissettiren sırtıyla kontağımı kesip ensesine baktım. "O, gece beni arayan sesin sahibi gölgelerin içinde hatırladığım ses o, Adin." sesim kısık olmasa da oldukça düşük bir tonla çıkmıştı.

Güçsüzce değil sadece biraz sessiz. Bana dönecek olsa da durdu ya da ben öyle hissettim "Asiye'ye olanlar için çok üzgünüm." dedim. Ardından yanında duran eline uzanıp serçe parmağını tuttum. "Çok üzgünüm..."

Alnım sırtına yaslanmamış fakat yok denecek az bir mesafenin eşiğinde duruyordu. Dudaklarımı kemirdim her daim sıcak olan elleri benim soğuk avuç içimi ısıtmıştı. Başını geriye yasladığı an başımın üstünde saç tellerinin varla yok oluşunu hissettim bu parmağını daha da sıkı kavramama neden oldu. Tek kelime etmedi sessizlik içinde planları dahilinde seçenek vermediği yaşanmış bu olayı düşünüyordu.

Atacağı ilk darbenin güçlü oluşu rakibini yerle yeksan etmek için önemliydi, failin ilk darbesi sarsıcı olmuştu. Adin'in ise yıkıcı olması gerekiyordu.

Sadece 17 dakika geçmişti karşımda yaklaşık yirmi kişiden oluşan bir grup duruyordu. Birbirinden alakasız ve aynı zamanda bir o kadar benzer iki grup dolusu insan vardı. İkiye bölünmüş kişilerden sağ tarafta duranlar daha önce hiç görmediğim simalarla doluyken, sol tarafta duranlar arasında tanıdığım iki kişi vardı.

Biri Javelin'e ait olan bu sima, diğeri ise küstahça konuşan adını öğrendiğim Mahzur'a aitti.

Boşluğa ifadesiz gözlerle bakan her iki grubun buraya gelişi Adin'in planı nedeniydi. Bora Birliği sağ tarafa dizilmiş, Karma Birliği ise sol tarafta duruyordu. Karşıda olan bakışları birbirlerine değerken bile tek anlaşılan kendini beğenen bir ifadeye kurulmuş olmalarıydı. Bora Timinde oldukça yabancı uyruklu avcı vardı. Her iki timin aralarında şimşeklerin göğü ikiye ayıran çakışını görürken bulunduğumuz odanın bir buz parçası kadar dondurucu olduğunu bir ben hissediyor olamazdım değil mi?

Birbirlerinden pek hoşlanmadıkları oturdukları koltuklardan görevlerini dinleyip bir an önce ayrılmak olduğu fazlasıyla belli olurken. Ortamın gergin atmosferi mekanik kapıdan duyulan otomatik sesle bir anlık olsa da dağıldı.

"Geç kalmadım umarım." diyerek bulunduğumuz odaya genç bir kadın girdi. Koyu kahverengi gür saçları dalgalıydı, üzerinde ise herhangi birlik üyesi veya avcısı olmadığına dair bej saten bir gömlek yüksek bel kahverengi bir bol paça pantolonu ile bej bir stiletto vardı. Deri koltukta oturan Adal Pusat'ın yanına oturmadan yanağından öpmüş. "Selam, hayatım." Gözlüğünü çıkardığı an onun Kayla olduğunu henüz fark edebildim. Cidden oldukça alımlı birine dönüşmüştü, resmen kafa bulanıklığıyla yıllar önce görmediğim kısa bir süre önce düğününe katıldığım arkadaşımı ilk görüşte tanımamıştım. Bana tebessümlü bakarken bende ona karşılık verdim. Son bir haftadır kafam oldukça kalabalıktı, yeni isimler yeni insanlar beni oldukça yoruyordu sanırım.

Oturduğumuz masa oldukça uzundu, baş köşede oturan Adin, Kayla'nın gelişi ile ayaklanmış şimdiye kadar onu beklemişti sanırım. Her iki elini masaya dayayıp hafifçe eğildiğinde kollarında beliren damarlara takılan bakışlarım beliren şişkin yeşil ve mavi damarları fark ettiğim an hafifçe yutkundum. "Tam zamanında geldin, Kayla." ifadesiz sesiyle bakışlarım hızla yüzüne dönmüş bulunduğumuz mekânın içimde oluşturduğu gerilim beni diri tutuyordu. "Burada bulunan her bir avcı kendi birliği tarafından gizli görev için özenle seçilmiştir. Beraber çalışmaya hevesli olmadığınızın farkındayım." Bora ve Karma Birliği avcıları arasında kıyasa bir rekabet hakimdi. İki birlikte ülkenin hatta dünyanın en iyileri olduklarını iddia ediyor bütün bu bakışlar ego içindi sanırım. "Herkes hangi birlikten olduğunu umursamadan bu görevi yürütecek, aksini yapacak olan herhangi şef veya avcı fark etmeksizin cezası sürgün olacaktır." Adin, herkese kartlarını açık oynuyordu. Olası bir olumsuzluğa yer vermeyecek insanları toplamasının asıl nedeni buydu. Gölgenin arkasına saklanmış kişiyi ortaya çıkaracak güçlü insanları bir araya getirmek istiyordu.

Mahzur'un hemen sol tarafında oturan kumral saçlı fazlasıyla iri olan avcının dudağı hafifçe yukarı seğirdi. Başını hafifçe esnetirken boynunun her iki tarafını saran dövmeler fazlasıyla dikkat çekiciydi. Boğaz kısmı ise tamamen temizdi. Giymiş olduğu deri üniformasının sol tarafında Groza yazıyordu. Aniden bana döndüğü için bakışlarımız kesişmiş donuk bakışları birkaç saniye sürmüş hemen sonrasında Adin'e çevirmişti.

Groza dışında sürgün kelimesini duydukları an beraber eğitim görmüş avcılar birbirleri arasında göz gezdirmeye başladılar sertçe yutkunanlar oldu. Sürgün olarak bahsettiği tam olarak neydi? Korkusuz gözlerde minik bir an tedirginlikle yoğunlaşan korkuyu gördüğüme yemin edebilirim hızla ifadelerini topladılar. "Görevden çekilmek için size bir şans sunuyorum. Bu görevde bulunmak istemeyen biri varsa hemen şimdi masadan ayrılsın herhangi bir yaptırım olmayacak. Aksi takdirde göreve başladıktan sonra ayrılmak istenen kişiye sunulan tek seçenek ölüm olacaktır." bunu yeni öğrendiğim için şaşkınlıkla sarsıldım. Bu kez ise avcıların ise yüz kaslarında ufak bir seğirme ne de ufak bir mimik kıpırdamadı ölüm kelimesi onlar için korkutucu değil lakin sürgün kelimesi korkutucuydu.

Karma Timi bunu göze almış bir dik duruşla odada bulunduğumuz süre içerisinden bu yana yaptıklarını yapmaya devam edip kendi karşısına duran Bora Timinin avcılarına ifadesizce bakıyorlardı. Bora Timin de bulunan avcılar da kıpırdamadan durmaya devam etti. Adin'in söyledikleri her gün duydukları bir şeymiş gibi tepkisiz kalmalarına herhangi bir sekte uğratmamıştı.

Kısa bekleme süresi içerisinde masadan kalkan hiç kimse olmamıştı. Herkes neyi göze aldığının farkındadır umarım, onlar yüksek eğitimli avcıydı işleri buydu lakin ölüme giderken korkusuz oluşları asıl korkutucu olandı. "Avcı olmakta ki altın özellik sanıyorum ki cesaret olmalı." hemen yanımda duran Eril'in kulağına fısıldamıştım. Ortam oldukça gergindi az önceye kadar beni diri tutan şey huysuzlaştırmaya başladı. Bunu sadece konuşarak kulak arkası edebilirim.

Eril, karşısında duran garnizona geldiğim ilk gün karşılaşmış olduğum küstah adama, Mahzur'a bakmaya devam edince "Ne yani şimdi de beni duymuyormuşsun gibi mi davranacaksın?" diyerek dikkatini bana vermesini istedim ama Eril karşısına bakmaya devam etti. "Huysuz koca adam." Yanaklarımı şişirip derin bir nefes verip Adin'e döndüm. "Görev için sınıra yakın bir dağ garnizonunda olacağız. Şimdi herkes kendi garnizonuna gidip toparlansın bu gece yola çıkılacak görevle ilgili diğer bilgiler dağ garnizonunda konuşulacak." diyerek yasladığı ellerini masadan çekip tam anlamıyla doğrulmuştu.

Oturduğum sandalyeden ona baktığım zaman ne kadar da uzun olduğunu fark ettim, boyu kaçtı ki? Buradan bakıldığında bir dev cüssesine sahip olduğunu düşünüyordum.

"Eğlenmek için yanınıza en sevdiğiniz oyuncaklarınızı almayı unutmayın sevimli şirinler." diyen kişi Mahzurdu. Yüzünde ise asla düşürmediği küstâhlı gülüşü.

Eril'de o an ayağa kalktığında fark ettiğim gerçek dev cüssesine sahip olanın Eril oluşuydu. Adin, arkasındaki masaya doğru gideceği sırada "Alabora ailesinin üyelerinin istihbarat için yurt dışına çıktıklarını biliyorsun." diyerek dikkatini çekmek istedim.

Adin, "Olanlardan haberdarım, Mahru. Dağ garnizonuna gelecek Alabora üyesi, Avukat Akça olacak, ona ihtiyacımız var planın her bilgisine sahip önemli bir duruşması olduğu için bu kez aramızda olamadı onunla dağ garnizonunda buluşacağız." beni cevaplıyor fakat bakışları deri koltukta sessiz olan erkek kardeşi Pusat'a çevirmişti.

Her ikisi de birbirine bakıyordu, gözlerinde ateşlenmeye hazır olan göz alıcı bir kıvılcım yer ediniyordu. Fitillemek için çakmağın taşını bir kez sürtünmesi yeterli olacaktı; sonra her yer cehennem alevine bulanacak yanıp küle dönüşecekti. Kız kardeşini kaybetmiş iki abi, iki kurşunu namluda bekleyen bir silah kadar tehlikeli duruyorlardı.

Boşalan salonla"Attila Barutçu, Hükümdarlık Masasının dokunulmazlığını kullandığı için hakkında herhangi bir karar çıkaramıyor emniyet."o an karşımda sakinliği insanı huzursuz edecek kontrolünü elinde tutan Adal Pusat Barutçuyu görmüştüm. Klasik giyimli havasına uyan az önceki ses tonu onun bu çağın insanı olmadığını bağırıyor gibiydi.

Triko kırık beyaz bol v yakası olan tişört bej renginde bol paça bir pantolonu ve takmış olduğu kahverengi deri kemeri oldukça pahalı ve eski bir parça olduğunu göz önüne seriyordu. Sanki buradan çıktıktan sonra sahafa gidecek bir hava içerisinde eli hemen yanında duran yüksek ahşap sehpanın üzerinde olan kahve fincanına uzandı ardından dudaklarına götürmeden hemen önce "Onun için tasarladığım bir plan var onu bana bırak sen onun tasmasının kimin tuttuğunu öğrenmeye bak, Adin Boran. Kendini saklamak konusundan sandığımızdan daha iyi biri, tahminimce onun kim olduğunu masa başkanı Luce Banavanture biliyor olmalı." kahvesinden yumuşak bir yudum aldı.

Luce Banavanture adi pislik!

Kayla, oturduğu deri koltukta hafifçe kıpırdaması cızırtıya mahal olmuş sanki daha doğrusu sadece benim dikkatimi çekmişti. Adin ve Pusat gözlerini ayırmaz şekilde birbirlerine bakmaya devam ederken. Kayla'nın omzu hafifçe Pusat'ın omzuna sürtündü ardından eli yan tarafta boşta olan elinin üzerini örttü. Hissettirmek istediği bir mesaj vardı. 'Yanındayım.' Pusat, elinin üzerinde duran parmakları hissedince odağını hemen ellerini saran ele ardından da yanında oturmuş Kayla'ya vermiş. Gözleri hızlı bir geçişle parladı. Kayla'nın gözlerine akan duygu yoğunluğunu aralarındaki çekim bulunduğumuz odanın dört bir köşesinin her milimine yayıldığını hissettiren güçlü çekimleri var oldu.

Barutçu kardeşler berbat bir dönemden geçiyordu. Belki de hayatlarının en zor dönemi de denilebilirdi. Her ne kadar göreceğim görüntü karşısında ne tepki vereceğimi bilemesem bile hemen yan tarafımda duran Adin'e baktığımda onun küle dönmüş mavileri Pusat ve Kayla üzerinde değil bende duruyordu. Koltukta bir kıpırdanış daha oldu ve bu kez onlara bakan ben değildim Adin'di.

Çıkan sesin nedenin Kayla'nın Pusat'a sarıldığını tahmin etmek zor olmamıştı ve tam o sırada Adin, kuruca yutkunurken âdem elması kavislendi. Düşünceleri, istekleri neydi bu kez tahmin edemeden onu izlediğimin farkında ama bir salise de olsa gözlerini bana değdirmeden ani hızla odadan çıktı.

Çivi gibi olduğum yere çakılmış hareket etmem imkânsızmış haldeydim. Gözlerim odadan çıkıp gözden kaybolduktan sonrasında bile arkasından bakmak olmuştu. Sabah gösterdiği o kırık kanatları yoktu, o güçsüz gördüğüm adam değil zırhını kuşanmış savaşçı şövalye olmuştu. Eski Adin değildi, o kral olmak yerine, kılıcını indirmeyen bir savaşçı şövalyeydi.

Kayla ve Pusat'ı yalnız bırakmak adına toplantı odasından çıkmıştım. Barutçu erkekleri buradaydı ama hepsi değil avcılar kendi aralarında konuştuğu an duyduğum iki isim vardı. Akif ve Özgür nerede oldukları hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Koridorda yürüdüğümde beyaz floresanların ışığı gözlerimi yormaya başlamış. "Bugün pek keyfin yok gibi Cici Gazeteci?" diyen sesin geldiği yöne kaldırdığım bakışlarım hemen karşımda duran kolona yaslanmış yeniden aynı ifadesini kuşanmış küstah bakışları ve iğneleyici sesi uyuz ediciydi.

Adin'in az önceki ifadesini hatırladığım an kalbime batıp duran iğnelerin yoğunluğu arttı. "Senin de keyfinde pek azalmış gibi görünmüyor küstahlık sende en belirgin özellik galiba." söylediklerim karşısında yüzündeki o anlamsız sırıtış daha da büyümüştü.

"Bak sen tırnaklarını çıkardığın zaman pek bir asabisin Cici Gazeteci." dedi alaya alarak. "Canını sıkan bir şeyler olmuşa benziyor konuşmak istersen iyi bir dinleyici olmasam da pek iyi bir yorumcu, durum kurtarıcısıyımdır." sonrasında ciddi oluşu ilk kez onda görmediğim bir ifadeye bürünüşü tuhaf gelse de rahatsızlık vermemişti.

Bu bir haftalık süreçte fazlasıyla kalabalık olmuş bugün çoğunlukla bir araya gelmiş her ortamda enerjisi oldukça yüksek rahat tavırlı biriydi. Ben tek kelime etmeden yanımdan ayrıldığı an soğuk havaya rağmen giydiği tişört oldukça ince duruyordu. Onun ise buz kesen soğukluğu hissettiğini düşünmüyordum. Sağ dövme kaplı kolu göze çarpan detayıydı. Omuzları üstünden bana baktı "Konuşmak istersen kafeteryada olacağım bu kez randevusuz bir istisna yapabilirim ama kahveler senden olursa her daim randevusuz konuşman için buna göz yumarım." ardından bir cevap vermemi beklemeden elleri cebinde önüne dönmüş. "Benim kahvem duble ve sütlü olsun Cici Gazeteci." ağzının içinden bir şeyler daha mırıldandı ama uzaklaştığı için anlayamamıştım.

Kafeteryada sipariş verdiğim kahveleri beklerken Mahzur'un oturduğu masada elinde yan çevirerek tutmuş olduğu telefonundan duyulan silah sesleri kafeterya alanında yankılanan en yüksek sesti. Bazı avcılar şaşkınlık içinde ona bakıyor diğerleri ise kendi hallerinde takılıyor gibi görünüyor. Şaşkınlıkla bakan kişiler, sanırım onların yeni aday oldukları belliydi.

"Buyurun Mahru Hanım kahveleriniz hazır." tezgâhın hemen ardında duran yaklaşık 2 metre boya sahip olduğunu tahmin ettiğim genç kızın sıkı bir at kuyruğu olan fazla uzun sayılmayacak saçları gergin toplandığı için kemikli yüzü gözler önündeydi.

Daha önce hiçbir hem cinsimin bu kadar uzun olduğunu görmediğim için ilk gelişimde bocalamıştım. Sabah aramızda ufak bir tanışma olmuş "Teşekkürler, Çisil." bana uzattığı tepsiyi almış Mahzur'un olduğu masaya doğru ilerledim.

Oturmadan hemen önce onunla büyük bir hırsla oynadığı oyundan dikkatini çekmeyişi ile başımı anlamsızlıkla sallamıştım. Kesinlikle onunla ne hakkında konuşacağımı bile bilmeden kendimi bir an burada bulmuştum.

Masaya oturduğumda tepside ona ait kahve bardağını önünde itelemiş kendi bardağımı ise tepsi üzerinde bıraktım. Kahvemden bir yudum alırken karşımda duran telefona odaklanmış Mahzur'u görmemiş gibi davranarak içinde bulunduğum durumu düşünmeye başladığım sırada. "Lanet olsun, canavar gibi sıkıyor şuna bak!" elinde tuttuğu telefonu masaya resmen fırlatmıştı. "Ha! Oyun içerisinde kolay cesaretin varsa karşıma çık, sikik herif!" derken oldukça sinirliydi.

Tam başka bir şey söyleyeceği an "Normal şartlar altında da cesaretim seninkinden fazla, Mahzur." diyen ses Eril'e aitti. Sırtı bize dönük ama kaldırdığı elinde tuttuğu telefonla bakışlarını da bize taraf çevirmişti. Şaşkın gözlerim bana bir yanıltmaca yapmıyordu değil mi?

Telefonun ekranında onun kazandığına dair bir ekran görünürken yüzünde tepkisizlik olsa da gözlerinde Mahzur'u yendiğinin zevki bariz görülen bir resimdi. Mahzur, sıktığı çenesi "Vay canına çocuk gibi etrafa sıkan sen miydin? Bende kim bu amatör diyordum ne o silah tutmayı kim öğretti sana bir bankacı mı?" dedi.

Ürkütücü yeşillere sinir eden bir sakinlikle bakıp "Hayır, dediğin gibi ben bir canavarım." diyen Eril. Onun kim olduğunu bilmeden önceki kelimesini vurgulamıştı.

Eril, boynundaki V.VI dövmesi ona buradan baktığım an ilk dikkatimi çeken nokta olmuştu. Yüzü her zaman olduğu gibi sağlam, dayanaklı bir duvardı. Gözleri ağırca bana döndüğünde ben zaten ona bakıyordum. 'Bu piç herifin yanında ne yapıyorsun?' der gibiydi.

"Konuşmak için can atınca ona bir şans vermek istedim malum senin nefes aldığını bile duymadığım için onun yardımcı olacağını düşündüm." kaşlarını hafifçe kaldırdı, bana alaya çevrili bakışları atarken. "Bu işe yaramaz herifin yardımcı olacağını mı düşünüyorsun?" gözleri Mahzur'un olduğu yönde ona tutunmuştu.

"Senin gibi dilsiz şeytandan gereken yardımı bulamayacağını anladığı için." diyerek bu kez kısa bir süre bana bakan Mahzur "Evet, benden yardım almak istedi." alayla parlayan yeşiller tam olarak Eril'in üzerindeydi.

"Ana okul çocuğu seni." derken sakinlik içinde söylediği kelimeler küfür etkisi yaratan cinstendi. Önüne dönen Eril kulaklığını takıp kendi evrenine sığınmıştı. Geniş sırtı gergindi dimdik duran omuzları asla hareket etmeden saatlerce durabilirdi sanırım.

"Piç herif!" sinirle hırlayan Mahzur'un yüzünde her zamanki alaylı gülüşü yoktu. "Ondan daha beter bir dilsiz olmak istemiyorsan benim yanımdayken Eril hakkında bu tür söylemlerde bulunmamaya çalış derim." Mahzur yüzümdeki ciddiyetle sarmalanmış öfkeli bakışlarımı fark edince "İyiliğin için bir tavsiye sadece." dedikten sonra kendimi sandalyeye geri yaslayarak kollarımı göğsümün üstünde bağlamıştım.

Karşımda duran adamın yutkunuşunu, Eril'in oturduğu taraftan gelen hafif bir kıkırtı sesini duyunca onun da konuşmayı duyduğunu fark ettim dudağımın kenarı yukarı tırmandı. "Aslının dışına çıkma, sen cici bir gazetecisin. Şu koca sevimsiz canavara benz-" tek kaşımı kaldırdığımı fark ettiği anda kelimeleri bir kılıç kesiğinin yarattığı etkiyle parçalanmıştı.

"Şu bakışlarını yok et, cici bir gazeteci ile konuşma kararı almıştım bir seri katil ile değil!" bulunduğumuz konum olmasa buna kahkaha atarak gülerdim ama şu an bu mümkün görünmez haldeydi. Birden bire durgunlaşan bedenimle o lanet geceye döndüm, ne yaşıyordum şu an düşen omuzlarımla ortam sessizliğe gömülmüş bir tek aldığım nefes, kalp atışlarım duyuluyor diğer her şey çıtırtı bir uğultuydu. Bedenim bir kukla beni tutan ipler kopmak üzereydi sanki. İpler kesilmiş olsa da henüz kopmamışken verdiği hissiyat sanki her an yere çakılabilir un ufak olup yok olacakmışım buna engel olacak kimse yoktu. Aklım benimle oynuyor, dengemi alt üst ediyordu.

Karanlığın her zerremde yayılan bir zehir oluşu beni tüketirken gücümü sömürüyor oluşu düzensiz nefes alışverişlerim hızla arttı her şey bir anlık gelişti. 'Cici Gazeteci, beni duyuyor musun?' artık Mahzur'un sesi çok uzaktan geliyor bir fısıltıdan daha da sessiz olan sesi bana uzaktı. Karanlık, beni içine sıkıştırmak için baskısının tüm gücüyle kullanmaya devam ederken kendi yalnızlığının ıpıssız olan derinine çekiyordu, durmanın imkânı var mıydı? Ardı arkası kesilmeyen sesler, fısıltılar hiç susmuyor olsa da ben onları asla seçemiyordum. Bir zamanlar durgun olan deniz hoyratça kıyıyı süpürürken kendi ile beyaz elbiseli bir ölüyü sahile vuruyor. Görünürde aydınlık ve huzur yoktu, kasvet ve karanlık hakimdi. Karabulutlar güneşi tutsak kılmış beni o siyahlığa sıkıştırıp, nefessiz bırakmak adına elinden gelen gayretin son kırıntılarını dâhi kullanmaktan çekinmedi.

'Signore, come aveta ortinata... Signore, come aveta ortinata... Signore, come aveta ortinata... Signore, come aveta ortinata...' fısıltıyı dinlemek daha fazlası olan konuşmayı duymak istedim. Unutmamak adına defalarca tekrarladım, hangi lanet dildi bu. Göl kenarında telefonuyla konuşan kişiye ait sesin fısıltısı bir an da sustu.

Sıkıca kapattığımdan bihaber gözlerimi açtığım anda nefesim düzensizdi. Ama karşımda önümde dizinini kıran Eril, yüzümü avuçları arasına almış. Korku dolu bakışları arasında hızla nefeslenmeye devam ettim. "Kahretsin! Neyin var, Mahru?" endişesi yüzünden suçlu olduğumu hissettim.

"İyi-iyiyim koca adam." düzenlemeye çalıştığım nefesimle onu inandırmaya çalıştım. "Cidden ne olduğunu anlamasam da şu an iyiyim, Eril." bu kez koluna sardığım elimle hafifçe sıkmıştım. Mahzur da tedirgince tepemde dikilmiş şekilde yüzümü incelerken gözlerinin içine bakıp Memnun olmadan nefesini koyuverip ayaklandığı an ’Signore, come aveta ortinata...' fısıltıyla söylediğim kelimeler onu ürkütmüş birkaç adım gerilemesine neden oldu.

"Tanrı aşkına ruhunu yamyam bir cadı mı aldı senin?" cidden korkmuş görünüyordu.

Geri adım atmaya devam ederken onu durdurmaya çalıştım ama buna izin vermedi. "Efendi misin köle mi? Her kimsen şu an Cici Gazetecinin bedenini terk ediyorsun, lanet İtalyan bir cadı mı? Cidden mi?"

Kafeteryaya baktığımda hiç kimse yoktu, tezgâh arkasında duran Çisil dahi kimsecikler yoktu. Mahzur'un son dediği ile hızla gözlerimi ona çevirdim, anında ayaklanınca biraz gürültü çıkarmış olsam da "Ne dedin?" diyerek ona doğru adımladım.

Eril, hemen sağ tarafımda durmuş benden korkan Mahzur'a bakıyordu. Cidden onun bir aptal olduğunu düşündüğünden emindim geri adım atmaya devam eden Mahzur'a doğru adımlarken "Hey! Uzaklaş benden İtalyan cadısı, Cici Gazetecinin ruhunu hemen geri getiriyorsun!" bunları söylerken ciddiyetini bir an olsun bırakmıyordu.

"Akılsız çocuk seni!" arkamda kalan Eril'in mırıltısını duymuştum.

"Mahzur, az önce söylediğim kelimeler İtalyanca mıydı?" bana normalde ürkütücü görünen bakarken şimdi ise çekingen gözlerle bakıyordu. Sanırım cidden ben olduğumdan emin olmak istiyordu. "Hadi ama, cidden ruhumun bir cadı tarafından ele geçirildiğini düşünmüş olamasın değil mi?" ona şaşkınlık içinde bakıyordum.

Kısık gözleri yüzümde biraz gezindikten sonra ben olduğumu anlamış olacak ki hafifçe öksürmüştü. Az öncenin aksine yüzündeki en belirgin olan küstah bakışlarını kuşanmaya çalıştı. "Tabi ki hayır Cici Gazeteci. Sadece ortamın havasını dağıtmak istedim. İyi bir durum kurtarıcısıyım demiştim değil mi?" her ne kadar şu an inkâr ediyor olsa da cidden inanmış ve korkmuştu.

Bunu şimdilik görmemezlikten gelip "Az önce tam olarak ne dediğimi anladın mı? Yani kurduğum cümleyi, ne söylediğimi?" diye hızla sordum.

"Evet, İtalyanca birkaç kelime söyledin tam olarak bir cümle kurmadın yani. 'Efendim, emrettiğiniz üzere...' evet dediğin tam olarak buydu." kollarını göğsünde bağlayıp hafifçe gerdiği geniş omuzları ile "Az önce tam olarak ne oldu, Cici Gazeteci. Cidden bir cadı görmüş gibi korkudan tir tir titremiş gibiydin." oldukça samimi bir şekilde sorduğu karşısında ilk yaptığım Eril'e bakmak olmuştu.

Onun da gözlerinde aynı soruyu ve merakı görebiliyordum. Bana tam olarak ne olduğunu bende anlamadım anlık bir şok girmiş ya da bir atak geçirmiş gibiydim ama bu olanla ilk darbeyi kime ve nasıl bir şekilde indireceğimizi artık biliyordum. "Beni o masadan kaldıran kişinin kim olduğunu artık biliyorum." her ikisinin gözlerinde merakla yanan ışığı gördüm. "Luce Banavanture." saldırıyı ilk Luce denilen aşağılık herife yapacaktık. Eril ve Mahzur duyduklarıyla bana sakince bakmaya devam ederken dağ garnizonuna varmadan önce bunu Adin ile konuşmam gerektiğinin farkındaydım.

Onları gerimde bırakmadan hemen önce "Yardımın için teşekkürler, şimdi Adin ile konuşmalıyım." demiş. Mahzur'a "Adin nerede olabilir herhangi bir fikrin var mı?" toplantı yapılan salondan ayrıldığımızdan bu yana onu görmemiştim.

Mahzur, ukala gülümseyişi ile bakmaya devam ederken "İlk katta bulunan 13 numaralı istirahat odasına bak garnizondaysa eğer şu an kesinlikle oradadır." başımı anladım derecesine salladıktan sonra teşekkür edip hızla adımlarımı konuşturarak istirahat odasının yolunu tutmuştum.

Etrafta bulunan her avcı kendi işi ile ilgileniyor ve yahut bir uğraş ile vakit geçiriyordu. Kimse etrafından geçen hiç kimsenin değil yüzüne arkasını döndüğünde bile başını çevirip bakmıyordu. Geniş hol köşesini döneceğim sırada üç kişilik bir kız grubundan oldukça açık renkli sarı saçları olan kızın yanında duran arkadaşının kolunu dürtüşüyle beraber benim hemen arkamda kalan tarafı işaret edişinden sonra gözlerinde parıldayan bir ifade geçmişti.

Hayranlıkla bakışları aynı hızda yüzlerine yayılan şapşal tebessümleri gittikçe büyüyordu. Merakla omuzlarım üstünden arkama baktığım an karşılaştığım yüz tanıdıktı. Toplantı masasında Mahzur'un hemen yanında oturan Groza adlı avcıydı.

Boyu sandığımdan uzun, hatta uzun kelimesi az kalırdı. Vücudunun fazlasıyla yapılı oluşu spordan çok genetik bir mirası taşıyor gibiydi. Yüzünün sağ tarafında, çene kısmına oradan köprücük kemiğine uzanan belli olmayan figürlü dövmesi vardı. İfadesizce yanımdan geçip giderken parlayan altın irisleri tam karşısında kalmaya devam etmişti. Üç kız aynı ifade ile ona bakmaya devam ediyordu fakat hiçte umurunda görünmüyordu. Kızların onu izlediğinin bile farkında değidli sanırım.

Başını bir an olsun karşına bakmaktan çevirmeden koridordan gözden kayboluncaya denk yürümüştü. Adımları seri değil fakat uzun bacakları sayesinde kısa olmayan mesafeyi hızla kapatmış ve gözden kaybolmuştu.

Gereğinden fazla değişik karakterlerin olduğu bir garnizon olduğu kesindi.

İstirahat odasını sonunda bulabildim. 13 numaralı odaya girmeden önce kapıyı iki kez tıklattım. İçeriden herhangi bir ses gelmediğinde ise Adin'in içeride olmadığını düşünerek dudaklarım arasından hızla nefes verdim. Mahzur, kesin bir dille burada olacağını belirmişti, uyuyor muydu yoksa?

Arayacak başka bir yer olmadığı için kapıyı yavaşça aralamak istedim fakat istirahat odasının kapısı kilitliydi.

 

𓇼

 

 

Dağ Garnizonu, Gece Yarısı 23:40

 

 

Gece olduğundan mı bilinmez fakat dağ garnizonu oldukça soğuktu.

"Senin şu kafayı sıyırmış kardeşin ve kuzeninin ülkeye girişi için ecel teri döktüğümün farkındasın değil mi, Boran? Bunun için bana bol sıfırlı ek ücret ödemelisin!" Akça'nın sözleri her ne kadar alaycı olsa da sesi bir o kadar hiddetliydi. "Araz Özgür her neyse de kıçını toplamaya çabaladığım kuzenin lanet bir suç makinesi mi?" pembe ojeli tırnaklarını kontrol ederken siniri geldiği andan bu yana düşmemişti.

"Davayı sen dışında kazanacak bir avukat var mıydı sanıyorsun?" masada bulunan parlak gümüş mektup bıçağını uzun parmakları arasına alarak hafifçe döndürmeye başladı. Ardından mektup bıçağının sivri ucunu Akça'ya doğru kaldırıp "Tamı tamına 4 aydır resmen avukat ordusunun alamadığı galibiyeti tek duruşmada aldın, Akça."

Derin bir nefes veren Akça "Sandığından daha zordu Boran. Şu an için istedikleri tarihte ülkeye giriş çıkış yapmalarında herhangi bir sorun yok. Ama Akif Görkay'ın ülke içerisinde motor ve türevleri araç kullanımı hâlâ yasak bu yüzden kaçık kuzenini ülkeye giriş yapmadan önce sıkıca uyar lütfen." önünde duran sıcak melisa çayından bir yudum aldı.

Sakinleşmesi yorgunluğunu almak adına her daim uyguladığı terapi yöntemi bitki çayları olurdu. Adin, "Bu davayı üstlendiğin için sana minnettarım. Güvenlik adına onların yanımda olmaları beni daha rahat hissettirecek olandı ve sen bunu başardın. Gerekli şekilde tembih edeceğimden emin olabilirsin." teşekkürünü nasıl ifade edeceğini bilemediğinden yüzündeki buz ifadesi şu anlık dağılmıştı. Sanırım Akça cidden yapılması zor olanı gerçekleştirmişti.

Adin'in takındığı tavır Akça'ya bakıldığı an onu bocalatmış gösteriyordu. Buzdan olan duyguları, buzdan olan bakışları yoktu. Baharın gelişiyle yeni çiçek veren bir elma ağacı gibiydi. Sahici ve içten. Her yerde kimliği bağırılan Buz adam değildi.

"O iri kıyım iki herifin gözünün önünde olmalarını bu kadar istediğini bilmiyordum. Kardeşini kaybettikten sonra..." attığı adım yanlış yolun ilk basamağı olduğunu hemen fark eden Akça dilinin ucunu ısırdı kısa bir sessizlik oluşmasının ardından "Onları yanı başında istemen aslında oldukça mantıklı bir hareketti kusura bakma çenem düştü sanırım. Bazen mahkeme salonunda olmadığımı unutuyorum." yanlış bir yere değindiğini fark eden Akça'nın telaşla ne yapacağını bilememesi alt dudağını iç taraftan dişlemesiyle tepkisiz kalan Adin'e bakmamaya çalışmasını hemen yanında oturduğum için fark edebiliyordum.

Hızla önünde duran buharı tüten çayı elleri arasına alıp hızla kafasına dikişi bu hareket sonrasında göğsünün yandığını hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Bıraktığı derin nefes sonucunda dudakları arasından buhar yükselmişti resmen hızla oturmuş olduğu deri koltuktan ayaklandı. "Ben dosyalara göz geçireceğim belki şu Gölgelerin arkasında saklanan ıskarta hakkında dikkatimizden kaçan bir ipucu olmuştur. İyi geceler." Adin sadece başıyla onaylamış elinde bulunan mektup bıçağında olan mavi irisleri kalkmamıştı.

Kalkmak onu yalnız bırakmak istemiyordum, baş başa olduğumuzda süre gelen sessizliği bozulmamıştı. Ölü sessizliği üzerine yapışmış bir is lekesinden farksız onunla beraberdi. Geçmeyecek bir iz onun buz bedeninde saatlerce sürülen buz pistinde patenlerin bıraktığı bir çizik gibi duruyordu. Mektup bıçağını sol avucunun içine alırken hareketleri fazlasıyla yavaştı. Burada değil gibi bedeni ondan habersizce hareket ediyor olsa da her hareketi işlevsiz bir anlamı yok gibiydi.

Burada olmalısın diyen yanım beni gurursuz biri gösterirse bile umurumda olacağını düşünmüyordum. Çünkü Adin, üşüyordu. Avuç içi sıcacık olan Buz adam üşüyordu, avuçları sıcak olan Buz adam mı olur mu demeyin, olurdu. Bir kez daha üşümüştü, onu tanıdığım günde üşüyordu. O gün olağanüstü şiddetle yağmur yağdığı için üşüdüğünü düşünmüştüm ta ki düştüğü çukurdan onu çıkarmak istediğimde eline uzandığım ana kadar, o gün de avuç içleri sıcacıktı. Sanki saatlerce yağmurun altında düştüğü hendekte oturmamış; bedeni saatlerce şöminenin hemen yanı başında durmuş haldeydi.

Duyguları zemheri olan Buz adamdı, Adin Boran.

Şehir merkezinin garnizonunda onunla karşılaşmadığım için konuşamamıştık. Dağ garnizonuna geldiğimizden bu yana ise Eril ve Mahzur ortalıkta yoktu. Saatlerdir tanıdığım kimseyi göremiyordum.

Benden çekilen sadece bedeni değil ruhuydu, benliği benden uzaklaşmak için önümüze setler kurmuştu. Bana yaslanışı, Asiye kaybından sonra benim ona dönüşüm sadece anlıktı bunun farkındaydım. Kendimi kandırmanın bir anlamı yoktu.

Varlığımın burada olduğunu, beni gördüğünden bile emin değildim. Mavi irisler hâlâ elinde tuttuğu mektup bıçağında, mantığı ise içinde olduğu mahkemedeydi. "Eril ve Mahzur'u çağırıp onlara sana bahsettiğim planı uygulamaları gerektiğini söylemek istiyorum." bekleyişim dakikalara tekabül etmiş fakat sessizliğe gömülen düşüncelerinden ötürü cevap gelmedi.

Ailesinden herhangi birini kaybetmek... Bu acıyı bilmiyordum, galiba hiçbir zaman öğrenemeyeceğim bir duyguydu. Adin ise iki kez yaşamıştı ilki onları terk eden annesinin aradan geçen 10 gün sonucunda Firuze Barutçu'nun intihar etmesi... Şimdi ise kız kardeşi, biriciği olan Asiye Firuze Barutçu'nun katledilmesi.

Anlamak, onun yerine kendini koymak kolay değildi. Hislerde aynı olmayabilirdi, lakin Adin'i bu çaresizlikle görmek çok zordu. Hissizleşmiş, gözler elinde tuttuğu mektup bıçağından bir an olsun kalkmadı.

Ona söylediklerimi duyduğundan bile şüphe ediyordum. Rahatsız olabilir düşüncesiyle "Ben de kalkayım yarın daha ayık bir kafayla gözden geçiririz." dedim hızlı bir şekilde.

Ayaklanacağım sırada "Ufak bir isteğimi dillendirebilir miyim, Mahru?" kısık çıkan sesini zorla duyduğumu söyleyebilirim.

"Tabi, dinliyorum."

"Birazcık daha otursan, sadece birazcık." başını kaldırmıyordu. Bana bakmıyordu, bu göğsümdeki sızının sancısını arttırmıştı. Sesi hem oldukça mesafeli bir yandan çocuksu bir istekle buğulanmıştı.

Masumiyetle, sarmalanmış bir rica gibi. Aynı zamanda emrini vermiş bir lider gibi, katiyen şaşmaz ve sert gibi.

Büyük bir nefes verdiğimde kalkmak için hazırlanacağım deri koltuğa iyice sindim. Aramızdaki sessizlik bozulmuyor, devam ederken. Adin'i izlemeye başlayıp durdum. Öylece sadece izledim... Saat ilerlerken ben yerimden ayrılmamış hâlâ onu izlerken, Adin önünde dağılmış dosyaları incelemeye koyulmuştu. Aramızda olan mesafe kapanır mıydı bilmiyorum lakin çözüme kavuşamayacak ise kulak arkası etmemiz gerekiyordu. Bu şekilde hiçbir verim alamaz dört koldan mücadele edemezdik.

Cümlelerimi içimde son bir kez toparladıktan sonra "Bunu yapmayı kesmemiz gerek, Adin." sesim asabi değil fakat gerektiğince ciddi çıkmıştı ki bu kez bakışları yüzüme kalktı. "Eğer bir çeşit özel görev için her iki birlikten avcı toplayıp, oluşturduğun liste de ilk isim ben isem geçmiş duygusallığı ya bu gece hallederiz ya da hiç olmamış gibi davranır profesyonelce yaklaşırız. Çünkü sana sunacağım fikirleri duymamış gibi davranman fazlasıyla onur kırıcı." dedim.

Durgun mimikler, yüzünden akan sıcacık bir ifade. Bir insan buz görünümün aksine bu kadar sıcak; samimi nasıl hissettire bilirdi.

"Geçmişi hiç olmamış saymak senin için bu kadar kolaysa beklediğin o yüzleşme hiç yaşanmayacak, Mahru." sesi de görünümüne eşti. Buz gibi... Keskin çenesi sertleşmiş olsa da. Söylediği kelimeler ve yahut ses tonu oldukça sakindi. Peki içimde acıyla yükselen duygu da neyin nesiydi. Profesyonelce yaklaşıyordu, samimi konuşması karşısında bu kez sessizlik içinde kalan ben olmuştum. "Bu arada seni duymamış gibi davrandığım falan yok sadece. Eril ve Mahzur şu an için Mirabella Riva'yı güvenli şehirden aldı ve dönüş yolundalar. Bir saate kalmaz garnizonda olurlar onu düşünüyordum." derken. Şaşkınlık içinde ona bakakaldım.

Gecenin yarısını çoktan geçtiğini duvarda asılı olan saate baktığımda fark ettim. "Sana danışacağım fikri nasıl anladın da Eril ve Mahzur, Luce denilen o adi herifin herkesten gözü gibi koruduğu sevgilisini aldı ve buraya geliyorlar." bu kadar kısa bir sürede bunu başarmaları mucizeden başka bir şey olamazdı. Az önceye kadar var olan sakinlik bir anda bir toz bulutuna dönüşmüş havayla karışmıştı bile. "Ben ne halt yemeye buradayım o zaman! Yapılan görevlerden son an- Ah pardon ben konuyu açmayana kadar haberim olamayacaksa neden bu cehennemdeyim!" hiddetli yükselmem karşısında sakinlikle masa başında oturmaya devam etti. Onun aksine yerimden gürültü bir şekilde kalktım.

Kül mavi irisler sakinleşmemi bekliyor olsa da şu an için mümkün olunmayacak bir bekleyişin onu beklediğini söyleyebilirdim. "Sağlanan her görevi bilen sadece ben olacağım sonrasında dahil ettiğim şef ve avcılar. Toplantı sırasında uyuklamak yerine dinlemiş olsaydın şu an bu kadar yükselmezdin."

"Bir sürü kural, yüzlerce bilinmesi gereken sıkıcı prensip! Hepsini belleğimde taşıyamam kusura bakılmasın!" sinirimin kurbanı olmak istemiyordum. "Her ne kadar kısıtlı bir zamanımız olsa da garnizon için alışma süresine ihtiyacım var. Ben sizin gibi yıllardır garnizon içerisinde değilim farkındaysanız. Yıllar sonra buradayım." ayaklandığım yerden kıpırdamamıştım.

Kurulduğu koltukta hareketsizce bana bakamaya devam etti. Ama irislerinin arkasında oluşan parıltıyı görmezden gelemedim. O gece terk edildiğini sanan genç adam şimdi gözlerimi başımı usluca önüme eğdirecek bir duyguyla bakıyordu bana.

Belki farkında değildi ama buz görüntüsünü örten sis bulutu yoktu. Soğuk ve buz hissi vardı, bana değil de içinde kendi hesaplaşmasını saran bir duygu. "Evet, uzunca geçmiş yıllar sonra buradasın... Karşımdasın." kısık sesi zemheri havasının ayazıydı.

Yutkunmuştum. Sadece bunu yapabilmiş esrarengiz mavi gözlerde boğulmak için debelenmeden kendimi onun derinliğine bırakmıştım. Belki saçmaydı, ama kısacık bir zaman dilimi böyle geçsin istedim. Belki de bencilce... Her neyse işte...

Derinlik hissi gittikçe artıyordu. Gözlerimi kapatmasam boğulup gidecektim. Sonunda beni bekleyen her ne olursa olsun ne kirpiklerim kıpırdadı ne de eğilme isteği ile yanıp tutuşan başım hareket etmişti. Nefessizce kül maviliklerine tutunmaya devam ettim. Koyu masmavi gözlere kapıldım; geç kalmamayı umarak. Derinlerine inmeye çalışma isteğiyle tutuşan benliğim dur durak bilmedi. Gözlerim tutunacak bir dal, ellerimi kavrayan bir el aradı. Oysa ki derinliği zifiri karanlık olmuştu. Bununla beraber soluksuz kalan ciğerlerim direnmeye, orada bana uzatılan bir el aramaya devam etti. Bulamadığım an yine debelenmedim; çok zordu lakin çırpınmamak adına var gücümle dayanmaya çalıştım.

Geçen her saniye sanki bir saati devirmeye aynı zaman dilimine eş değerdi. Nefes alamadığım her saniye sanki bir saat gibi uzundu; beni nefessiz bırakan bir deniz veyahut havasız bir yerde olduğum değil, Adin'in gözlerine bakmaktı. Beni nefessiz bırakan benim denizim olmuş bir çift gözdü.

Adin, hızla bakışlarını önünde bulunan kağıt yığınına indirdi. Bunu yaptığı an derince nefeslendim eğer bunu yapmış olmasaydı ben asla bakışlarımı ondan ayıramayacaktım. Adin elini masada bulunan kağıtların üzerinde aceleyle gezdirmeye başladı. "O gece," doğum günümden tamı tamına 8 gün sonra her şeyi arkama bıraktığım gün Adin, önünde bulunan kağıtlarla oyalanmaya devam ederken sesimle beraber elleri havada asılı kaldı. Anlamıştı, terk edildiği sandığı geceyi unutacak değildi ya "Gözlerime baksaydın, anlardın." dediğim de sesimin titreyişine engel olamadım.

Hızla gözlerimi buldu mavilikleri karşılaştığımız günlerden bu yana ilk kez sorgular bir kıvılcım yer ediniyordu. Anlıktı, çok kısa bir an sonra hemen söndüğünü görmek, beni üzse bile. Bu konuşma olmalıydı, kırgınlığı vardı bana karşı bu duyguyu tek başına göğüslenmeye kalkışması haksızlıktı. Dağ garnizonu oldukça yüksek bir konumda kaldığından pencereye vuran sert rüzgâr sesleri sanki sert birer tokattı; biraz daha zorlasa pencereler parçalara ayrılıp yere yığılacaktı.

O gün söylediğim kelimeler can yakıcıydı. Haykıran sesime değil de sessizce konuşan gözlerime baksaydı ya. Bakıp ta mı görmedi? Beni bilirdi halbuki, beni tanırdı. Bugün ise o güne inat gözlerime bakıyordu.

Gözlerime bakma, bakarsan dayanamam...

"Giderken bana sana ait hiçbir iz bırakmadın sen, kar izi." sözler bilinen yumuşak olmayan ses tonuna tezat şu an durgundu veyahut fazlasıyla hissizdi. Buna cevap vermeme izin vermeden "Terk ediliş benim yazgıma sinmiş bir lanet, bunu ilk annemde ikinci defa da sende yaşadım. Şimdi de-" duraksadı. "Asiyem. Arada bir fark ama sen ve anne bildiğim o kadın gitmeyi seçen taraf olmuşken, Asiye benden gitmemek için direnen olmuştu. Kara deliğim olan o lanet ise onu yutmaktan geri durmadı." zorlukla konuşması gereken bir konuyken Adin, duygularını kusursuzca ört pas ediyordu.

Bilmiyorsun, sen hiçbir şey bilmiyorsun haykıran iç sesimin ses telleri zarar görecek bir şekilde bağırıyordu. Dilim her en kadar susuyor olsa da gözlerimden taşan kelimeler vardı. Bunun farkında değildi, asıl beni görmüyor, duymuyordu. Ayakta duran bedenim bir adım geriye yalpaladı, "Senin sandığın, seni bırakmam mı? Şunu sakın unutma ben seni asla terk etmedim. Seni asla bırakmadım, benim gibi terk edilmeye mahkum bir bedenin birini terk etmesi nerede görünmüş ki?" açıkça konuşmuştum. Olanı bilmesi gerekiyordu. O babası Attila Barutçu değil ben de annesi Firuze Barutçu değildim.

Bazen gitmek mecburiyetten olurdu. Neden bilmiyorum, neden aramak gerekir mi onu da bilmiyorum. Ama bu terk etmek değildi, ben ondan uzaklaşmış olsam da onu terk etmemiştim.

Benim bir nedenim vardı, ama onu şimdi dile getirmek mümkün dahi değildi. Gözlerimde gerçek bir yorgunluk emaresinin varlığının bilincindeydim. Ve geçmişin yorgunluğu öyle bir anda yok olamayacak kadar hantaldı.

Şaşırmış göz bebekleri benden bu cevabı beklemediğini gösteriyordu. Sonra gerilen çene kemiği ile sertçe "Beni bıraktın." diyerek söylediklerimi inkâr etti. Kül buz mavisi gözleri, göz bebeklerimin tam üstündeydi. "Hiçbir gerekçesi olamayacak bir terk edilişti hem de. Seni her daim savunmaya çalışan yanım bile suspus olmuşken sen kendini haklı çıkarır mısın sanıyorsun?" bu kez sesi serinkanlı olsa da kırık kez darbe alsam bu denli sarsılmazdım.

Adin, ise sakin sakin uzunca bir süredir yaşadığı bir olayı anlatıyor gibiydi. Dolan gözlerimi hissediyordum, şimdi ağlayamazdım. Son sekiz yıldır gören kimse olmamıştı; gardımı düşürmezdim. Ağlamak içini dökmekti benim için Adin ile geçirdiğimiz yıllar içinde buna şahit olacak birçok anı olmuştu.

Ağlamamak gerçekten yüktü. Bu yük omuzlarıma değil bedenime bile fazlaydı.

Ama şimdi yanağımdan bir damla dahi aksın istemiyordum. Olmasın... Olmasın... Şu an değil... Sırası değildi...

Rüzgâr sesi daha da şiddetlendi o an için dışarıda kopan bir kıyamet varken dolmuş ama taşmaması için bin bir çaba sarf ettiğim gözlerle Adin'e bakmaya devam ettim. Nasıl olur da ondan gidebildiğime inanmıştı, onu özlemediğim tek günüm geçmemişken hem de. O gibi olmasa da bazen çivralarda, sahil kenarlarında, banklarda saatlerce denizin maviliklerini izlemiştim. Özlememi bir nebze dindirmek adına yapmıştım bunu. Hiçbir deniz, onun gözleri kadar deniz gibi hissettirmiyordu.

Bugün onun mahkemesinde hüküm giymiş bir mâhkum olduğuma tanık olduğumu anladım. Yüzüme tokat yemişçesine beni kendine getiren asıl gerçek buydu. Şimdi yere sağlam basacak mıydım?

Gözlerimde gördü mü emin değildim lakin tereddütle onu zorlayan yutkunuşu göz bebeklerim de bir gerçeği yakalamışa benziyordu. Umduğum buydu...

"En göz önünde sanılan gerçeklerin perde arkası gösterir ki onun asıl yalan olduğunu, gerçeğin her daim olduğu yerde durduğunu bir milim kıpırdamadığını fark ettiğinde bununla yakınan kişi olmazsın umarım." genzim zorlanıyordu. Yutkunurken dâhi bunu hissediyordum.

Arkamı ona döndüğümde konuşmasına ya da beni durdurmasına izin vermeden odadan ayrıldım. Kapattığım kapıya sırtımı yaslarken sol gözümden akan yaş ile içim acıyla kavruldu. Her daim ilk sol gözümden akan yaş beni bu kez de şaşırtmamıştı. Ne zamandır farkındaydım bilmiyorum ama ağladığım her an ilk gözyaşım sol gözümden akardı.

Bunu internette bir arama motorundan araştırdığımda okuduklarım beni pekte şaşırtmamıştı. Akan gözyaşı ilk sol gözden gelirse üzüntü, sağdan gelirse ise mutluluk anlamına gelirmiş. Bu tür hurafelere elbette ki inanıyorum.

Kendimi bildiğim bileli ise benim içimin bana ağladığıydı.

Yüzümdeki hüznün dağılması adına gözlerimi kapatıp derince nefesimi verip ardından tekrar aldım. Bu döngüyü yaklaşık kırık beş saniye tekrar ettikten sonra gözlerimi açmıştım. Kendimi daha iyi hissetmiyor olsam da bunu iç hesaplaşmama bırakmayı denedim. Buraya gelirken Adin ile yüzleşeceğimin farkındaydım sadece bu kadar yakın olacağımızı tahmin edememiştim. Tahmin edilmeyen fazlasıyla olay yaşadığımız için kişisel problemlerin gün yüzüne çıkması biraz ertelenmişti.

Bana tasnif edilen odaya gitmektense dağ garnizonun geniş avlusuna gitmeyi tercih ettim. Hem Eril gelirse biraz konuşurduk. Daha doğrusu ben konuşurdum o da her zamanki gibi dinlerdi. Koridoru geçmiş dışarı çıktığım an soğuk havanın kemiklerimi titretecek şekilde serin esişini umursamadım bile. Geniş avluya baktığımda oturmak için verilen alana doğru yürüyüp banklardan herhangi birine oturup. Başımı göğe kaldırdığımda şehrin aksine gökyüzünde milyonlarca yıldızın varlığını netçe ayırt edilebiliyordum.

"Gecenin kara kutusu," fısıldayışım ile gözlerimi yavaşça kapatıp. Derince nefes aldım, soğuk hava içime sığdırdığım yangınları serinletirdi. Söndürmedi ama, bir nefes kadar kısa sürecekse bile iyi geldi.

Bir tek kalbime batıp duran iğneye iyi gelmedi, durmadı sızısını hissettirmeye devam etti. "Senin kara kutun da sensin sanırım, Mahru Hanımefendi." yabancısı olduğum ses ile irkilip hızla sağıma baktım. Kimse yoktu, sonra sola baktığım da gece olduğundan karanlığın içine gömülmüş iri bir silüetin varlığını fark ettim.

Saati tam bilmesem bile gece yarısını çoktan geçtiğinin farkındaydım. Yabancı kimsenin olmadığını biliyordum, güvenlik hat safhadaydı. Dışarıdan bakıldığı an bulunamayacak konumumuz ise resmen dağın içinde gizlenmiş bir garnizondu. Kimsenin bulamayacağı bir şekilde kamufle edilmesi bir yana burada olan şef ve avcılar bile sınırlıydı. Yüzünü görmediğim karanlık gölgenin arkasında duran kişi ya bir şef ya da avcıydı.

Dağ garnizonun da bulunan iki şef vardı. Eril ve Mahzur Adin, onların şu anda garnizonda bulunmadığına dair ufak bir bilgiyi az önce bana verdiğinden. Onların Mirabella'yı almak için güvenli şehirden dönüş yolunda olduklarını bildiğimden oturan bir avcıdan başkası olamazdı.

Vücudu kapta kalıplaşmış gibi hareket etmeden karşısına bakıyordu. Alaycı bir kıkırtı olsa da derin sesini saklayamamıştı. Başını yavaşça bana döndürdüğünde "Gazeteci Hanımefendi, umarım sizi korkutmadım ya." ay ışığının yüzüne vurmasıyla sarı gözleri resmen parlamıştı. Avcı Groza yüzünü gördüğüm an adını hatırlamıştım.

Beklemeden "Groza, olmalısın." adını hatırlamamı beklemiyor oluşunun şaşkınlığını her ne kadar profesyonel olsa da gizleyememişti. Ya da gizlemeye çalışmamıştı bile.

"Ne yalan söyleyeyim adımı hatırlamanızı beklemiyordum." sesi resmen bir çelik gibi sertti.

Kısa bir yutkunuş ardından çenemi havaya kaldırıp "İsim ve ses hafızam oldukça kuvvetlidir." dedim. İri bedeni bana taraf dönmüyor başını hafif bir açıyla bana çevirmiş, o şekilde bakmaya devam etti.

Sanırım ufakta da olsa Eril'den bile iri bir vücuda sahip olabilirdi. Bu onu çelik bir kapı gibi görünmesini andırırken, koridor da fark ettiğim ifadesizliği yerli yerinde duruyordu. Mimiksiz yüzünde kasları hareket etmiyordu sanki. Tekrar karşısına bakmaya devam etti.

Sessizlik oluşturduğu için nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmeden bende karşıma çevirdiğim bakışlarım ile dağ garnizonun dev duvarlarını izlemeye koyuldum. Ardından "Ne zamandan beridir, birlikte görev yapıyorsun?" uzunca bir süredir buradaysa bana kurallar hakkında bilgi verirdi. En azından ufakta olsa farkına varacağım kilit noktalar olurdu. Neyin en olduğunu az da olsa öğrenebilirdim.

"Maalesef, Birliğin altın kuralları arasında Birlik için sunulan her soruda 'Sessiz kal! Sus!' yer alır." kendini açıklamış ve herhangi bir şey söylemeden karşısında duran duvara aynı ciddiyetle bakmaya devam etti.

"Yalnız ben Birlik adına herhangi bir soru yöneltmedim. Kişisel bir soruydu." derken bana taraf döndüğünü hissettim.

Ben de bakışlarımı ona çevirdiğim an tek kaşı havada bana baktığını fark etmiştim, "Gazeteci olan kişilerin hazır cevap olduğu sahiden de doğruymuş. Lakin Mahru Hanımefendi ben de Birliğin bir parçası olduğumdan ötürü ne yazık ki kişisel sorularınızı da cevaplayamam." dedi bir an olsun kaybetmediği ciddiyetiyle.

"Anladım." dedim ve bakışlarımı tekrardan dev duvarlara çevirip "Şu kuralları en yakın zamanda öğrenmem gerek artık." ağzımın içinden sessizce mırıldanmıştım. Bu kurallar can sıkıcı olmaya başlamıştı.

Baykuşların ürpertici rüzgârın güçlü sesleri birbirine girdi. Saçlarım geriye doğru uçuşurken hissettiğim esinti boynumu okşamıştı. Gözlerimi kapatıp tüm sesleri susturup telefonda konuşan kişinin 'Signore, come aveta ortinata... (Efendim emrettiğiniz üzere...)' takılı kaldım.

Yaşanan olaylar hiçbir şekilde kabul edebileceğimi düşünmüyordum. İş içindeysek herkesin kuralları vardır. Ben onların kurallarını bilmediğim halde yok saymıyorsam, onlarda benim kurallarıma uyum sağlayacaktı. Her türlü olaydan son anda mı haberdar olacaktım? Bu asla kabul edilir bir durum değildi! Söz konusu bile olamazdı!

Kapalı gözlerim her daim göremediğim, atladığım detayları göz önüme sererdi. Bundan sonra aynı ipte yürümeye devam edeceksek Bora ve Karma Birliği de benim kaidelerime uyacaktı!

Yarın sabah gazetelerde, haberlerde ve sokak duvarlarında tek bir cümle yazacaktı. 'İnsan insana değil, hiçbir tür bu kepazeliği yaşatacak kadar insaniyetsiz olamaz!'

O gölge olacak adi herif halka mı duyurmak istiyordu, kuşku duyulmasın yarın sabah manşetleri bu haber karşısında ülkeyi aşacak bir çalkantı yaşanacaktı. Habersiz yapmak gibi bir amacım yoktu. Fakat aynı gemide olduğumu sandıklarım sessizce ilerliyorsa bunu bende ziyadesiyle yapardım.

Cebimden telefonumu çıkardığım an iletişimin uzaklaşmadığı o numarayı ekranda parmaklarımı üzerinde gezdirip "Kar taneleri," dedikten sonra gözlerim siyah gökyüzündeyken "yarın sabah gökyüzünden salınsın, Miray." karşıdan onay aldıktan sonra telefonu kapatıp kargo pantolonumun yan cebine koydum.

Bulunduğumuz kâinat sadece insan bedenine hak verilmiş kişiler için yaşanılan bir yer değildi. İnsan olmak, gurur duyulup böbürlenilecek duygudan öte, olmak istenilmeyecek kadar gaddarca bir noktadaydı. Gözü, kendi dışında herkesi hor gören acizlerin egolarını tatmin edecek kadar berbat bir dünyaya dönmüş bir mekâna dönüşmüştü.

Ölümler, vahşetler, istismarlar, tacizler, hırsızlıklar ne yazık ki normalleştirilmiş bir noktadaydı. Sabah elimize aldığımız herhangi bir gazetede kadın cinayetini küçücük bir köşeye sığdıramadıklarını görmek olağan dışı olmayan durum haline gelmişti. Sokak ortasında öldürülen hayvanları başlarını başka yöne çevirdikleri an görmemiş gibi yollarına devam ediyorlardı.

Birlikler hakkında yaptığım mini araştırmada Bora Birliği yetimhanelere yoğunluk verirken Karma Birliği ise kadınlar için ayaklanmış oluşu tüm olan bu kötülüklerin karşısında duran insanların varlığının en büyük göstergesiydi. Normalleştirilmiş olan bu anormal olayların üstünü kırmızı bir fırçayla boyayarak ebediyete saklamak adına göz önünden silmek için savaşıyorlardı. Bakıldığında her iki birlik ülkenin güvenlik şirketleriydi aslında.

Bana göre bataklık olmuş çemberin tam ortasında yeşermiş iki lotus çiçeğiydi. İnsanlara umut olanlardı; Birliklerle beraber sessiz kalmamak elbette ki bizim görevimizdi. Acı bazen geçmek yerine katlanarak devam ederdi, kimsenin yarası kaybolmaz sadece belli bir müddet sonra kanamayı keserdi. Kanamayan yara daha çok acıtırdı halbuki.

Gözlerimi bu kez duvardan çekip sıkı bir güvenlik oluşturmuş kapıya çevirdim, Kolumda bulunan saat neredeyse üçe gelecekken ortam fazlasıyla sessizdi. Göz pınarlarım ağırlaşmaya başlarken esneyişim ile güçsüzce nefesimi verişimin ardından yavaşça kalktım. Uykumu açması adına soğuk havanın yüzüme çarpmasına izin verdim. Aynı anda siyah çelik kapıdan duyduğum açılma sesiyle Mahzur'un gülme sesi merakla bakışlarımı orada sabit tutmama neden oldu. "Javelin, sen B12 vitaminleri almaya mı başlasan, ne dersin?" alaycı sesi kulak tırmalasa da duymamaya çalıştım.

Görüş alanıma girmelerini beklerken sadece sesleri vardı. "Peki, şef yarından itibaren kullanmaya başlarım." diyen Javelin her zaman olduğu gibi ciddi bir şey söylemişçesine anında kabul etmişti. "Revirden Avcı Menhit'ten alırım."

Telaşla "Ahh, o cadı kesin revirde iksir falan hazırlıyordur." kısa süren sessizliğinin ardından "Hatta bir yamyam da olabilir. Cadıların yeri geldiğinde bir yamyama dönüştüğünü söyleyenler var, insan görünümlü yamyamlara." Mahzur'un sesindeki korkuyu almıştım. Tanrı aşkına bu adamın cadılar ile derdi neydi?

"Avcı Menhit, bir cadı mı?" dehşet içinde sorusunu yönelten Javelin'in sesini bu kez daha yakından duymaya başladım. "Yani bazen yamyam olan bir cadı olduğunu mu söylüyorsunuz, Şef?" yüzü görüş alanıma girdiği gibi bembeyaz olan suratını geceye rağmen fark etmiştim.

"Kesin sesinizi, ablavut çocuklar sizi." net bir şekilde konuşan Eril olmuştu. Sanırım bu saçma muhabbetin bir an önce bitmesini sessizlik içinde beklemeye tahammülü olmadığından uyarı yapmıştı. Karanlık tarafta kaldığımızdan ötürü henüz beni ve Groza'yı da fark etmemişlerdi.

Javelin, Eril'den aldığı uyarıyı dikkate alarak susarken Mahzur ise onu ciddiye almamış. "Javelin," başıyla Eril'i işaret ederek "sen aldırma bu da bir canavar aslında." aklına ne gelmiş ise "Hatta, şu Cici Gazeteci var ya o da arada bir cadıya dönüşüyor." gözlerinde oluşan korku perdesi nasıl bu kadar gerçek olabilirdi.

Eril, burnundan sertçe nefesini bıraktığı an Mahzur ona bakıp "İftira falan attığım yok bugün kafeterya da nasıl değiştiğini sende gördün? Birkaç dakika sürse de oldukça ürpertici görünüyordu." konuşan üç kişi olsa da takip ettiğim adımlar sekiz ayak olduğunu gösteriyordu.

Mirabella, resmen dev cüsseli adamların arasında kaybolmuştu.

Eril cevap vermeyip yürümeye devam ederken, bir an duraksadı. O durduğu için hepsi durmuş, yüzünden anladığım ise sanki birazdan yapacağı hareket onun her daim yapması gereken bir görevi gibiydi. "Burada Twilight mi çekiyoruz lan?" derken ciddi surat ifadesi ile çok tatlı görünüyordu. Beni savunmayı bir kez olsun bırakmıyordu.

"Oha! Cidden doğru mu? Ben Mahru Hanım'ın oldukça sıkı bir fanıydım. Nasıl bu kadar güzel bir cadı olabilir? Cadılar bu kadar güzeller mi yani?" ardı arkası kesilmeyen sorular soran Javelin ile sonunda tutamadığım kıkırtımı dudaklarım arasından bırakırken.

Dikkatleri olduğum yere kayınca "Euzu- Euzu- Euzuuu" diyen Mahzur bana ardından arkama değen bakışlarıyla hışımla Javelin'i önüne siper ederek "Devamı neydi lan devamı neydi besmelenin? Bu kez zebanisiyle gelmiş." diye söylendiğinde.

"Sen gerçekten kurtarılmayacak bir vakasın." diyen Eril olmuştu. Arkamda olan Groza da yanımda durduğu an Mahzur anında kendini toplamaya başlamış. Javelin'i ensesinden tutarken "Ne işin var ayak altında, Javelin?" dediğinde.

Javelin, sus pus olmuş bir edayla kirpiklerini hızla kırparken ona bakmayı sürdürdü.

"Cadı savar gibi önüne siper ettiğini ve neden ayak altında olduğunu mu soruyorsun. Mahzur?" omzumun üstünden sesin geldiği yöne baktığım sırada giriş kapısında duran Pusat önünde duran Kayla'yı göğsüne yaslamış sağ kolu belini sarmışken hemen yanında ise Adin vardı.

"Alınırım, Başkomiserim ve ayrıca teessüf ettiğimi de belirtiyorum. Benim gözümün gördüğü neyden korktuğumu gördünüz bunca yıldır?" öz güveni barizce kibirli tondaydı.

"Sorun da bu ya şu ana kadar cadılar dışında hiçbir şeyden korktuğunu görmedim." Pusat'ın dinlendirici sesiyle yaptığı yorumun ardından "Misafirimizi daha fazla yormadan dinlenme odalarından birine yerleştirin. Bu arada hoş geldiniz, Senorita Mirabella." salon beyefendisi edasıyla selamladı.

Mirabella'nın yüzünü görmesem de "Çok teşekkür ederim, Lui." nazik ve bozuk Türkçesini işitmiştim.

Senorita: İtalya da kadınlara hitap edilen resmi kelime anlamına gelir.

Lui: İtalya da erkeklere hitap edilen resmi kelime anlamına gelir.

Javelin, Mirabella'ya yardımcı olmak adına ona eşlik ederek garnizonun binasına girip gözden kayboldular.

Açık alanda kalanlar arasında Pusat ve Kayla garnizon da onların için ayrılan odaya geçmiş. Mahzur da dinlenmek için kendi odasına yönelirken. Groza'nın ne ara ortadan kaybolduğunu anlamamıştım bile.

Adin'in gözlerini kaçırmadan benim olduğum noktaya baktığını bilsem de bakışlarım onun olduğu yöne asla uğramadı.

Eril, ayak ucumdan bir iki adım mesafe bırakarak "Sanırım bu gece kafamı şişirecek gibisin." sesinde asla rahatsız olduğunu hissedeceğim bir tını yoktu.

"İnsanın, kendini açıklamak adına çaba sarf etmesi çok eziyetli." yüzümde olan koyu kahveler nasıl güneşmiş gibi içimi ısıtabiliyordu. O kirli bir sis bulutu olduğunu iddia ederken hem de. "Asıl olanı gözlere bakıp görmek çok mu zor?"

Her zaman ki gibi Eril sessizce beni izlemeye devam etti. "Henüz yolun başında olmamıza rağmen yorulmuş olmam normal mi, koca adam" sesimdeki yakarışın farkındaydı. İlk önce bedenini çevirip avluda eğitim yapılan yere doğru adımladı, anında peşine takıldım. Büyük adımları ona yetişebilmem için fazlasıyla yavaştı. Sonra konuşmama devam etmem için bana bakması yeterli olmuştu.

Adin ise ikimiz arkasında garnizonun kapısında kalmış, görmesem de bakışlarının üstümüzde olduğunu biliyordum.

"Yıllar sonra onun karşısında olmak beni her ne kadar mutlu ediyor olsa da, onu terk ettiğimi düşünmesi beni parçalara ayırıyor, Eril." dediğimde sesim titremeye az kalmış bir tondaydı. "Ama onu asla suçlayıp gönül de koyamam ki. Sonuçta bilmiyor, mecbur olduğum nereden bilebilir ki." tekrardan dolmuş gözlerimi tutmanın bir anlamı yoktu.

Gözümden akan yaşlar içimde sekiz senedir yanan ateşi söndürmeye yetmemişti. Burnumu çekip "Sana ve Akça'ya bile ilk bir yıl anlatamamışken bunun ne kadar zor olduğunu o ana denk fark edememiştim. Firuze Hanımla ilgili koca yalanın gerçekliğini ona anlatamamak zaten yeterince güç. Annesinin başına gelenler hakkında ufacık bir fikri bile yok onun Eril, zerre bir bilgisi yok. Onu ve kardeşlerini terk ettiğini düşünüyor." tek nefeste söylediklerimle adımları susan ben olmuştum.

Bilinen gerçekler kalp sızlatan cinstendi. Avuçlarımı yüzüme siper edip sarsılarak ağlamamı durduramadım. Saniyeler sonra Eril'in beni göğsüne çektiğini ve başımı baba şefkatiyle sevdiğini hissetmem ağlayışımı şiddetlendirdi. "Şşşt, prenses bodur." dedi aynı şefkat bu kez sesindeydi.

Omuzlarım sarsılmaya devam etmiş, içimi dökmem Akça odasına gittiği için ertelenmişti. Ekenden ayrılmış olmasaydı içimde bu kadar uzun süre tutmazdım. Onu rahatsız etmek istememiştim, adliyeden geç dönmüştü fazlasıyla yorgundu. Adin, hâlâ son bıraktığımız yerde miydi bilmiyorum ama yürüdüğümüzden olsa gerek biraz uzaklaşmıştık.

"Sadece yapmak istediğim bir faciayı engellemekti, Eril." hıçkırıklarım yüzünden cümle kuramıyordum.

"Biliyorum, Mahru." beni göğsünden çekerken yüzüm ne haldeyse iyi durumda olmadığımı fark etmişti. "Sana elmalı kurabiye ısmarlama mı ister misin?" sorusuyla içimdeki kız çocuğun gözlerimi ışıltı ile parlattığını hissettim. Hızla başımı onaylar anlamda sallarken bir yandan kırmızı olduğunu bildiğim burnumu çekmiştim.

"Bende, bende elmalı kurabiye istiyorum, Eril." diyen uykudan yeni uyanmış kısa sarı saçları hafifçe kabarmış olan Akçaydı. Üzerinde ki sarı gece takımının kolları kısa olduğundan dolayı üşüyordu. Üşüdüğünü yok etmek adına kollarını bedenine sarmıştı. Bedenine bol gelen takımıyla tam olarak sarı bir civcive benziyordu.

Hafif şişen gözler ile bize bakarken "Bensiz elmalı kurabiye yiyecek olmanızı hissetmiş olan ruhum beni derin uykumdan uyandırdı." dudakları öne doğru hafifçe büzülmüş iken gözleri her an tekrardan uykuya dönecek kadar kısıktı.

"Sizin için ayırmıştım Akça Hanım. Yarın sabah kahvaltıda yemeniz için verecektim." Eril'in Hanım kelimesiyle Akça'nın gözleri ışık hızında açılmıştı.

"Bana hanım dememen için seni uyarmıştım. Şimdi garnizonda ki herkese küçükken bir gorile benzediğini söyliyim de gör. Eşek kulaklı goril seni." diyen Akça'nın dediğiyle yüzümde tebessüm oluştu.

Arkasını dönüp "ERİL SİSA KÜÇÜKKEN BİR GORİLE BENZİYORDU." bağırarak avluda koşmaya başlayan Akça'nın bu cesaretini her zaman seviyordum, arada kendi gösterse bile çok mükemmeldi.

Beni güldüren ise Eril'in "Akça Hanım saçmalığınıza son verin." deyip.

"Kulaklarını gören herkes ona Uzun Kulak Ailesi çizgi filminde rol alması gerektiğini düşünürdü." ikazını umursamadan bağırmaya devam emişti.

"Akça Hanım size susmanızı istediğimi söylüyorum. Akça Ha-" kelimesinin yarıda kalmasının neden olan "HEM DE EŞEK KULAKLI BİR GORİLE BENZİYORDU." Eril’in çivi gibi yerinde saplanan bedeni şaşkınca irileşmiş gözleri.

Garnizon avlusunda bulunan birkaç avcı dikkatle Akça’yı izlediğinden onları fark eden Eril "Akça! Seni yakalayamayacağım kadar uzağa koşsan iyi edersin, çirkin bücür civciv!" hızlı adımlarının Akça'nın izinden gidip onu durdurmaya çalışması olmuştu

Akça, bağırarak ileriye doğru atılmış avlu içinde koşturmaya başlamışlardı. Bu gördüğüm kare çocukluğumun en güzel karesiydi. Her zaman olduğu gibi Akça'nın Eril'e laf atıp sinirlendirmesi sonunda ise Eril'in onu yakalamaya çalışması ile sonlanırdı.

Burukça ve özlemce avluda koşturan ikiliyi huzurla seyrettim.

 

                                                                                𓇼

Sadece iki saate yakın uyuyabilmiştim, garnizonun avlusunda eğitim yapmak adına ayrılan iki grubun birlik üyeleri karışıktı. Dün gece oturduğum banktan kalkıp kafeteryaya yöneldim. Kafeterya sakindi, duvara montelenen dev Tv'nin çok kısık olmayan sesi dışında duyulan bir şey yoktu. Tezgah arkasında duran Çisil den bugünün gazetesini istemiş. Bana arkasında bulunan raftan bir gazete uzattığı an açmıştım ki önüme uzatılan sütlü köpüklü kahve ile. "Sabah kahvenizi ben ısmarlayayım, efendim." bakışlarım elimde tuttuğum gazeteden Çisil'e çevirip "Teşekkür ederim, Çisil."

Boş bulunan masalardan birinin sandalyesini çekip oturduktan sonra karşımdaki sandalye hışımla çekildi. "Gazete de senin adına verilmiş haberi gördün mü?"

Bakışlarımı kaldırmadan "Bende tam olarak onu arıyordum, Akça." dedim heyecanla.

"Haberin var mı senin? Nasıl yani?"

"Çünkü haberi ve yazıyı hazırlayan bizzat benim." derken oldukça sakindim.

Akça, "Peki beni bunun dışında tutmanıza ne demeli?" sesinde kırgınlık vardı.

"Kimsenin bu haberi yayımlanacağından bilgisi yoktu. Benim ve ajanstan bir tanıdığım dışında." yüzünde ki ifade şaşkınlık ile yer değiştirdiğinde.

"Boran'ın da mı yoktu?"

"Kesinlikle yoktu. " sonunda aradığımı bulmanın verdiği mutlulukla "İşte burada!"

'İnsan insana değil, hiçbir tür bu kepazeliği yaşatacak kadar insaniyetsiz olamaz!'

Asiye, henüz 12 yaşında bir kız çocuğuyken yaşamak zorunda bırakıldığı ona yaşatılan tüm iğrençlikleri kullanmak isteyen canilerin varlığı adına yayımlanan bir haber olduğunu en başından belirtmek isterim. Olayın faillerinin hepsi olmasa da iki kişinin kim olduğunu sizlere duyurmak istiyorum. Hayat Asiye için çiçeklerle süslenmiş bir sahil yolu olması gerekirken, çabalaması gereken bir maratondu. O uğursuz gecede, bizzat yaşadığı kâbus,kaldırılamayacak kadar ağırdı. Özel bir kız çocuğu olduğundan dolayı yardım çığlıkları bile çıkamamıştı. Asiye, tertemiz olan her daim o şekilde kalacak olandı. Onun maruz kaldığı mahremiyetine el uzatmaya çalışan kirli ellerden biri İtalyan asıllı Mafya Lideri olan Luce Banavanture. Kendi ülkesinde saygın bir iş adamı olarak çizdiği sahte profilinin ardından gaddar bir zanlının ta kendisidir. Bir diğer isim ise bizzat öz babası olan Attila Barutçudur. Her ikisinin dahil olmak üzere Hükümdarlık masasında bulunan her üyenin konu ile bağlantısı olduğunun somut kanıt göstermek adına en kısa sürede tüm kamuoyuna sergilemek adına elimizden gelen gayreti zorladığımızı bilmenizi istiyorum. Gündemden düşmeyen konun muhatabının bizzat peşinde olduğumuzu bildirmekten, geri durmadığımızı sizlere sunmaktan geri kalmayacağız. Piyonların öne sürüldüğü hiçbir satranç maçı kazanılamaz, satranç zeka oyunudur; kendini zeki sanıp aptalların oynadığı bir oyun değil!

 

Yüzümde oluşan tebessüm kırıktı, Asiye için başlamamış savaş akmaya devam ediyordu. Ama bir nebze de olsun içinde umut olan insanların bir gün daha kalkması adına bir nedendi bu haber.

 

Tam o sırada kafeteryanın girişinde beliren bedenin varlığıyla bakışlarım o noktaya ulaştı. Sanırım gazetede yayımlanan haberi gömüştü.

 

Nefessizce karşımda duran bedeni izledim. Boran adını layığı ile taşıyordu, bilinmez bir sis bulutu gibi içine çekip insanı kaybettirecek bir büyüsü vardı. Onun büyüsünü yok saymak yapılamayacak kadar zordu. Hatta imkansız.

 

 

 

En beğendiğiniz sahne hangisi oldu?

 

Mahru ve Adin Boran Hakkında ki Düşünceniz?

 

Akif Görkay ve Araz Özgür bir diğer bölüm bizlere katılacak.

 

Hepinizi Kocaman Öpüyorum

 

 

Bölüm : 22.11.2024 21:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...