5. Bölüm
ŞÇelik / Karmaşık Ağlar / B-4 Puslu Bulvar

B-4 Puslu Bulvar

ŞÇelik
scelik

 

 

 

Heeelllllööööö Pandislerim

Sevgili Asil Okuyucularım (Bunu izlediğim dizide gördüm ve oldukça hoşuma gitti bunda böyle size böyle sesleneceğim.)

Karmaşığın yeni bölümü sizlerle, ona sevginizi vermekten lütfen çekinmeyin. Her zaman söylediğim gibi kitaplar hisseder.

Ufacık bir duyurum da olacak, Groza adlı karakterin ismi değişmiştir. Bundan sonra ona Kaya diyeceğiz.

Birde okumuş olduğunuz bu kurgunun gerçekle herhangi bir alakası yoktur. Tamamen hayal ürünüdür. Ama tamamen..

 

 

 

 

 

 

 

 

♬♫♪♫♬ Şarkılar;

Heize, Han Soo Ji -Round and Round

Göksel -Aşkın Yalanmış

Dedublüman -Yetemedim

Sezen Aksu- Ünzile

Fatma Turgut- İkimizden Biri

✵✵✵✵

 

 

 

 

 

 

 

 

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?

 

 

 

 

 

 

 

Dudaklar gülerken, insan ağlamaz mı?

 

 

 

 

 

 

 

'Victor Hugo'

 

 

 

 

 

 

 

✵✵✵✵

Pusun olduğu gecenin sabahı gizemli olurdu. Ortama yayılan beyaz sisler ise ortamı yutup saklayan ahşap birer kutu olur; kilidi vuran kişi o işlemeli ceviz ağacından yapılmış ahşap kutunun sahibiydi. Vurulmuş kilitli kutu mu güvenliydi; yoksa kutunun dışı mı? Acıların toz bulutu gibi kopup uçmak yerine kanaması öngörülür. Acının, derinliğinden çok izi insanı terk etmez, onunla beraber yaşamının sonuna kadar üzerinde taşıdığı damgası olarak hep bedeninde ve ruhunda kalırdı. Kilit bazen bir yara bazen ise bir eksiklik olurdu.

En çok merak ettiğim ise kildin sahibinin kim olduğuydu.

Şaşırtan senin asla yapmaz dediğin olurken, şüpheyle yaklaştığın kişinin asıl masum olduğunu, asılsızca hüküm vermenin sonucu yanlışlığının bizzat yanlışı sen olursun. Yargı, insana verilebilecek bir hüküm değil. Ön yargıların kırdığı büyük izi olan tabusu olmalı.

Trabzon'un kış ayları ekstra soğuk olurdu, yaz aylarında da görülen bu pus görüntüsü yabancısı olamayanın şaşıracağı görüntü değildi. Garnizon'un cam duvarlarına çarpan rüzgar sesi cama yaslanıp akan yağmur ardından yakında karın yağacağına işaretken. Bu yıl şimdiye dek yağmaması geçten ziyade mucizeye kaldığını gösterirken. Kafeterya içinde bulunan üç kişiden ikisi Bora Timinin bir diğeri ise Karma Timinin avcısıydı.

Kısa pembe saçlı hafiften beyaz tene sahip bir kız, hemen yanında saçları bir erkeğe göre uzun hafif kirli sakallı ve çatık kaşlı bir erkek. Her ikisinin Bora Timinden olduğunu ayırt edebildim. Bir diğeri ise anlına düşen saçları keskin çene yapısı sakalsız bir yüzü vardı. Dışarıdan fark ettiğim her iki birlikte bulunan avcıların gözlerinin renkli olsun olmasın fazlasıyla parlak oluşuydu. Onlar, kendi aralarında konuşmaya devam ettiler.

Adin, henüz sabah olmasına rağmen bir türlü aydınlanmamış havadan dolayı karanlık içinde kalan kafeteryanın uzun kanatlı olan demir kapısından durduğu için, üzerime değen buz gölgesini hissediyordum. Sanırım gazeteden çıkan haberden haberdardı. Rüzgar, öfkesini daha da hissettirdi, az önce ki gelen uğultunun aksine şiddetlenen sesten bunu anlamak güç değildi.

Karşımda ki sandalyede oturmuş Akça, "En azından Adin Boranı bilgilendirmen gerekmez miydi, Mahru?" dediğini duysam da ona bakmadığım da bile yerinden huzursuzca kıpırdadığını hissettim.

Adin'e bakmaya devam ettim, "Bu haberi yayınlamak için geç bile kaldım, Akça. İlk gün yapmam gerekirdi, o uğursuz gecenin sabahında gazetelerde yerini alması gereken manşet bu olmalıydı." çenemi havaya kaldırmıştım. "Bunca süredir," bu kez Akça'ya dönüp, "Sessiz kalışımın beni ne denli boğduğunu bilemezsin. O alçak herifi oltaya çekmeye, en çokta Asiye'nin ruhunun da iyi hissetmesini sağlamak istedim." içimde bir yer rahatlamıştı.

O, an içimde oluşan korku ya da tedirginlik yoktu. Bilakis yapmam gerekeni olduğundan fazla ertelemiştim, bu asla huyum değildi!

Ben Mahruydum hayat hikayesi henüz 9 yaşında ona bir kez anlatılmış bir kız çocuğuydum. Hayat, benim için geç kalmış olabilirdi, ama ben yapmak için yanıp tutuştuğum önceliklerimi görmezden gelmezdim.

Adin, hâlâ kapı eşiğinde ayakta duruyor, bedeni onu odasından buraya kadar taşımış olsa da o karşıma geçmek adına iki adım attırmıyordu sanki.

"Sikik puştların hoşuna gitmeyecek bir sabah ha! Şu kendini gölgelerin efendisi gören puştun surat ifadesini merak etmiyor değilim." keyifle söylenen isim Mahzurdu. Sesinden hemen sonra bedeni kafeterya kapısından göründü.

"Günaydın, Adin Boran. Gün bugün fazla parlak sanki ha?" demesiyle çakan şimşeğin gürültüsü ve yağmur sesi daha da bastırdı. Duyduğu sesin ardından "Thor'u gücendirmiş olmalıyım." dedi alaya alarak ardından koca bir kahkaha atarak içeri girdi.

Görünüşü, parlak yeşil gözler fazlasıyla ürkütücüydü, "Cici Gazeteci," bana bakmasıyla ismimi yavaşça tekrarlayıp, "Cici Gazeteci, senin etkisiz bir kart olmayacağını ilk anda anlamıştım." iki eliyle alkış tutup, "Tebrikler sayende Hükümdarlık Masası tam anlamıyla deşifre edildi ve hepsinin kıçının tutuştuğu haberleri kulağıma gelmeye başladı bile." sesi oldukça neşeliydi.

TV'den kısıkça duyulan "Evet yeni bir hedefin ortaya atılması, adına Hükümdarlık Masası denilen bir grup öğütün içinde bir çok ülke vatandaşları olduğu söyleniyor. İçinde bulunduğumuz durumun ciddiyeti gittikçe büyük sorunları öngörürken. Araştırmacı Gazeteci Mahru Kaner'in faili olarak görüldüğü cinayetin aslında, kurban olan A.F.Barutçu'nun başta babası Attila Barutçu olmak üzere doğrudan Hükümdarlık Masası adı verilen örgütün olduğunu, suçlamaları red ettiği açıklama gazete ve blog sayfalarında yayımladı. Daha önce de Hükümdarlık Masası hakkında pek çok haber düzenleyen Araştırmacı Gazeteci Kaner son haberi sosyal ağlarda ve Global haber sayfalarında gündem oldu. Herkesin sorduğu sorular arasında canlı yayın açıp açıklama yapan bilinmeyen kişinin kim olduğu? Mahru Kaner'i hedef göstermelerine neden olacak sebebin ne olduğu?..."

Bunun farkındaydım, amacım da buydu zaten onların rahatça ortalıkta gezmemelerini sağlamaktı. Bu henüz başlangıçtı, fakat onların ayağına dolanan sarmaşık zamanla tüm vücudunu saracak; ta ki hepsini yok edene dek sürecekti bu.

Mahzur'a baktığım da dudaklarım sadece hafifçe yukarı tırmandı, sessiz bir teşekkür olduğunu anlamıştı sanırım, çünkü o da bana anlam dolu bir tebessüm ile baktı. Yapmış olduğum doğru olandı.

Adin, ise bana kapı pervazından bakmaya devam etti. Ona bakmak için tüm gücümü toplamaya gayret göstererek gözlerim onun deniz gözlerine kaldırmıştım. Bazen masmavi olan gözler ışık saçardı; bazen ise koyu okyanusun en dip karanlığını taşır yine de mavi ışıltısı kendini gösterirdi.

Şimdi karanlık bakmıyor olsa da ışık saçan maviliklerin de kendini göstermesine izin vermedi. Dönmeden önce düşündüğüm olmuş bana vereceği ceza buydu sanırım, kaybetmeye farkında olmadan öğrenen ben. Kendi ellerimle, bana ait olan bir kalbi bırakmış gibi bakmasını kaldıramıyordum; ben onu bırakmadım. Bırakamazdım ki...

Gökyüzünden akan yağmur damlalarının yanağımdan akıp gittiğini hissediyordum. Orada yoktular bunun da farkındaydım; lakin benim içim bana hep ağlardı. Islanan yanaklarım değil ruhumdu.

Uzunca baktı bana yabancısı olmadığı sessizliğine gömülmüş, bakmaya devam etmişti. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum orada olan insanlar ne düşünüyor onu da bilmiyordum, onun gözlerinde kendi denizimde boğulmaya devam ettim.

Yüzme bilmez olsam da ben onun denizinin uçsuz bucaksız derinliğine atlamak için bir saniye düşünmezdim. Varsın, boğulayım en azından kimsemin olmadığı bir yer olmazdı.

Buz adamın denizi...

Asırlık gibi geçen saniyeler sonrasında "Odam da konuşabilir miyiz, Mahru?" sesinden akan yabancı tını vardı; ama yoktu da sanki. Benden beklediği cevabı ona kalkarak verdiğimde arkasını dönüp gözden kaybolması bir saniye sürmemişti.

Etrafıma hiç bakmayıp oturduğum yerden ayaklandım. Kafeteryadan ayrılıp Adin'i takip etmeye başladım. Sessizliği iyi miydi yoksa kötü mü onu birazdan görürdüm. Dün gece aramızda geçen konuşmadan sonra duygusallığı şimdilik rafa kaldırmamız gerektiğinin farkına varmış şekilde davranacaktım. Adin, konuyu açmayana dek bende bahsini etmeyecektim. Dün toplantı yapılan odanın karşısında bulunan sağ odaya girdiği gibi bende peşindeydim.

Kapı kapanır kapanmaz ona fırsat vermeden konuşmaya başladım, "Çıkan haberlerle başımın belada olacağını hatta daha da beter bir duruma girdiğimi söyleyeceksen zaten bunun farkındayım. Ben ne yaptığımın gayet farkındayım." söylediklerim karşısında sırtının gerildiğini fark ettim.

Bedenini aniden bana çevirip, "Neyin farkında olmadığını söyleyeyim o zaman sana! Asıl hedef haline sen geldin, Hükümdarlık dedikleri o boktan masanın ilk saldıracağı kişi bu sabah itibarıyla sen oldun, Mahru!" sesinden akan gerginlik , gözlerinden akan öfkenin kırıntısı olabilirdi. "Onları resmen deşifre ettin. Onların aksi haber çıkaran sana, kardeşimin katili damgasını yapıştıran o şerefsizler onları kamuya açık ettin diye sana ne yapmaya çalışır?!"

Benim için endişelenmesine mutluluk duymak hastalıklı gibi görünebilirdi, ama bunu umursamadım, "Sen benim için mi endişeleniyorsun?" daha çok kendime sorduğum soruyu dillendirirken burukça tebessümüm bile oluşamadı.

O da benim gibi daha çok kendi kendine konuşur halde, "Başına ne tür belalar çektiğinin farkında olurken yapıyorsun her şeyi. Seni herkesten korumaya gücüm yettirmeye çalışırken bir senden korumaya yetemiyorum." kül buzu gözler bir yabancıya ait olsa da, ses tanımadığım, yabancı bir melodi gibi uğulduyor olsa da varlığının hissiyatı. O kadar benimdi ki.

Bana bakıp sanki beni görmüyor gibiydi, "Belki de ben koruyamıyorumdur. Asiye'ye bak. Kız kardeşime bak. Koruyabildim onu, canını acıtmamalarına engel olabildim mi?" hislerim kelimelere sığmazken; okyanusun içine çekilen bir şelale hissiyatı dört bir yanımı sarmış durumdaydı. Ben ıslandığımı bildiğim halde sanki yeniden ıslanıyor gibiydim. Acı devasaydı lakin bir diğer darbe daha sarsıcıydı ve bedenim bunun olacak son darbe olduğunu dile getirirken ben dayanıyor bir diğer darbenin gelişine hazırlanıyordum.

Elimi kaldırıp ona uzattım, "Adin," omzuna bastırdığım avuç içim titredi. "sen yemeyeceğini düşündüğün bir yerden darbe aldın. Babanın bunu yapacağını bilemezdin." bastırdığım omzunu düştüğünü hissettim. Küçük bir kıpırdamaydı, sanırım ben öyle sanmıştım.

Kül buzu gözler bulutluydu, "Gözümün önünden ayırmayacaktım, yanımdan bir saniye de olsa uzaklaşmayacaktı." yandan baktığımda çenesini sıktığı için dişlerinin zarar göreceğini düşündüm. Susmamaya yemin edercesine, "Ben kalbimi buz olmuş toprağın altına gömdüm, Mahru. Nefret ettiği yerde onu bir başına bıraktım ben. Asiyem, orada buz gibi yerin altında yalnız, bir başına." canı yanıyordu. Adin'in buz olan kalbi cayır cayır yanıyor, o bunu bile hissedemiyordu.

Etrafında olan kardeşlerine birlik üyelerine, insanlara o kadar sarsılmaz bir duvar örmüştü ki; acısını yaşamadan kaldığı yerden devam ettiğini düşünüyordu herkes. Ama iyi değildi, kalbi parçalanmış biri yarına nasıl devam etsin ki?

Söylemese de anlamak güç değildi, zarar görmemi istemiyordu. Birini daha kaybetmek istemiyordu. Yaşadığımız hayattan kaçamazdık, bizi bekleyen felaketlerden saklanarak kurtulamazdık. Savaşacak ve gerekirse ölecektik, ama sonunda buna değecekti.

"Sen Asiye'yi bir başına bıraktığını mı düşünüyorsun? O, sen yanında olamazsan bile," sol elimi göğsüne yaslarken, nefes alamadım sanki "seni her zaman yanında biliyor, hissediyor. Kendini böylece suçlamanı bilse ne kadar üzülürdü." elini göğsüne yaslı bileğime doladı.

"Sana," sesi öylesine kısıktı ki, "sana bir şey olmasını istemiyorum Kar Çiçeği." duyduklarımla bekledim. Biraz daha da bekledim, sonra biraz daha...

Az öne dudağımın köşesine yerleşmeyen buruk tebessüm şimdi orada durur haldeydi, "Güzel günler gelecek, sonu görmesek de bir gün bu dünyanın onların krallık tahtı olmadığını öğrenenler olacak. Ne bir kadına, ne bir hayvana ne de insana zarar vermeden hep beraber yaşayacak insanların var olduğu bir dünya olmalı Adin."

Bu istek bencilce bir dilek değildi, olsa da dek umurumda değildi.

✵✵✵✵

Garnizondan çıkmadan önce havanın şiddetli yağmur bastıracağını düşünemediğinden sarı küt saçları çiseleyen yağmurdan dolayı biraz kabarmış ve ıslanmıştı.

Elinde bulunan ramen paketlerini kasadan geçirmek adına siyah bandın üzerine bırakırken, "Erişteleri pişirebileceğim bir yer var mı acaba?" yaklaşık 18 yaşında olan erkek kasiyer soruyla bakışlarını önünde bulunan küçük bilgisayardan kaldırmış.

"Evet, efendim. Sağda bulunan reyonları döndüğünüz gibi karşınızda cam duvarın önünde uzun bir masa bulabilirsiniz. Sıcak su ve mikrodalga fırın sayesinde erişteyi de pişirebilirsiniz." güler yüzle uzunca açıklama yapan genç adama tebessüm ederek baktı, Akça.

"Ahh, çok teşekkür ederim." cevabının ardından kredi kartı ile ödemesini yapıp kasiyerin tarif ettiği yöne doğru adımladı. Saat gece yarısına yaklaştığından ötürü süpermarket kalabalık değildi. Aradığı noktayı bulmasıyla önce üzerinde ki kırmızı uzun montunu çıkarmış rastgele boş sandalyenin üzerine atmıştı. Etrafa bakındığı an uzun masanın en köşesinde bir erkeğin silüetinin olduğunu fark etti fakat umursamadı.

Bileğinde olan açık kahverengi tokayla kısa saçlarını ensesinde toplamış bunu yaparken kısa olan bir kaç tutam saçı alnına düşmüştü. noodle paketin üzerinde bulunan ambalajı tamamen açmadan içinde ki baharatlarını almış ardından sıcak suyun bulunduğu oldukça büyük termostan sıcak suyu yeteri kadar koyduktan sonra masaya tekrar dönüp ambalajı tekrar kapatmış chopstickleri de birbirinden ayırmadan ambalaj ve paketin hava almasını engelleyecek şekilde sıkıştırıp eriştelerin yumuşamasını bekledi.

Telefonunu zamanı öldürmek adına eline aldığında açmadan kararını değiştirdiği için tekrar masaya bırakmıştı. Başı son zamanlarda fazlasıyla doluydu, her ne kadar baktığı dosyaları büroda ki diğer avukatlara vermiş olsa da zihnini boşaltması gerekirken Asiye, dosyasında gözden en ufak bir ipucu kaçırmamak adına kendini zorluyordu.

Bir de en son Adin Boran'ın kardeşi ve kuzeni için Adliyeye uğramıştı. Ülkeye döndükleri an imzalamaları gereken yığınca evrak vardı. Sonrasında hep dağ garnizonunda olmuş bıkkınlık geçirmemek adına şehre inmeye karar vermişti. Gece yarısı olduğundan açık bir süpermarkete uğrayacakken şiddetlenen yağmur nedeniyle mola verip ardından tekrar garnizona dönecekti.

Her iki abisi ve erkek kardeşi kısa süreliğine yurt dışına çıkmıştı. Güvenli şehir denilen yeri incelemek adına gittiklerini dün sabah yapılan toplantı sırasında öğrenmiş. Babası ve annesini ziyaret etmek istemişti o da. Babası, Tufan Alabora hastalığını ilerletmiş bir seviyedeydi. Yaşı olduğundan dolayı kullandığı ilaçlar kısa süreliğine ağrısını alıyor olsa da tedavinin iyileşme evresini çoktan geçtiği için kronik kalp hastası olduğundan dolayı her an atak geçirme riski vardı.

Babası ile ilgili gerçekle yüzleştiği an her şey durdu. Düşünceleri bile durdu. Baba aşığı bir kızdı, Akça. Bu yüzleşmeden oldum olası kaçarken tek başına olduğu anlar da asla kaçamıyordu. Ormanın derinliğini andıran yeşil gözlerinde Karadeniz'in puslu, nemli havası yer edindi.

Babasını kaybetmeye hazır bir kız çocuğu değildi. Kimi kızlar için bazen kaybetmek en büyük armağan olurken, kimi kızlar için babalarından ayrılmak en ağır azaptı.

Akça, yanağından akan yaşın ısısını hissetti, tek bir gözyaşı döken gözü onu cehennemin dibine inmişçesine ve orada bedenini yaktığını hissetti. Masa üzerinde birleştirdiği elleri ile kalakaldı o sandalyenin üstünde, oturduğunda başını yaslayacak omuzlar vardı. Ama şimdi yapa yalnızdı sanki.

Şımarık bir kız çocuğuydu o.

Mesleğini icra etmediği her an şımarık küçük bir kız çocuğu olurdu, kimse onun içine attığı sıkıntısının olduğunu düşünmez. Vurdum duymaz sanırdı. Öyleydi de ama ailesi onun için sınırdı, ailesi dışında ki insanlara vurdum duymaz. Bir tek ailesi bildiği insanlara şımarıktı.

Bu da onun zırhıydı, Akça Alaboranın görünmez zırhı temiz kalbi, saf duygularıydı. Her şeyi toz pembe bilmesinin nedeni de buydu. Cıvıl cıvıl giydiği giysiler, taktığı dönem şapkaları, gözlükleri bu çağın insanı olmadığını ilan ederken. Bir vintage, dönem kadını olduğunu gösterirdi.

Yanağından akan yaşın ısısı yerini uzun, kurak bir kuruluğa bırakmıştı.

Daldığı düşüncelerden ileride oturan yabancının demir sandalyesini geri itmesiyle ortama yayılan sürtünüş bölmüş. Ayağa kalkan yabancının çöp kovasına elinde bulunan paketleri attığını sonrasında ise az önce Akça'nın geldiği yöne yürüdüğünü fark edince bedenini tekrar önüne çevirmeden hemen önce.

Başında siyah şapka üzerinde ise deri siyah birbirinden farklı biçimde görsellerin resim edildiği ceketini önüne döndüğü gibi fark etmişti. Yabancı bedenin varlığını saniyelik olarak arkasında rüzgar gibi geçtiğini hissetti.

Önünde duran eriştesine baktığı an mundar olduğunu fark ettiğinde, unuttuğu erişte hamura dönmüş artık yiyebilecek gibi değildi. Akça da eriştesini alıp çöp kovasına atmış sonrasında masada ki telefonu ve montunu alıp markettin çıkışını tutmuştu.

Çıkmadan hemen önce kasiyer çocuk onu fark ettiği gibi tebessüm ederek baş selamını vermiş o da aynı şekil karşılık verip çıkışa yönelmişti. Yağmur bir an olsun durmamış şiddetini inadına daha da bastırmıştı sanki.

Yağmur, bu gece gökyüzünün akıp giden gözyaşlarıydı. Markette mola vermek işe yaramamış daha da bastırmış durumdaydı. Yanına şemsiyesini almayı unuttuğu için hayıflandı, market ve araba arasında yaklaşık elli metre olduğundan ıslanmadan arabaya ulaşması imkansızdı. Saçakların altında bir müddet daha durmayı seçti.

Eğilmiş, elleri ile bacaklarını sararak akıp giden yağmur tanelerini izlemek her zaman sevdiği bir durumdu. Beklenmedik bir şekilde bu durum onu rahatlatmış, bedenini gevşetmişti. Yağmur kokusu çok güzelken, toprağa değdiğinde bir ayrı güzel olduğunu bildiğinden garnizona vardığı an her yanın toprak kokacağını düşündü. Merkezde olduğundan etrafta pek toprak alan bulunmuyordu.

"Yağmurun sizi ıslatmasından mahrum kalmak için burada çöktüğünüzü görmek çok acı." duyduğu sesle donup kalan Akça.

Hemen sağ tarafına dönmesiyle yüzünü taktığı şapkadan ve sırtına değen sokak lambasından ötürü görmediği yüze yönünü çevirdi. Çömeldiği yerden baktığı adam fazlasıyla uzundu.

Mesafeyle "Pardon," demekle yetinmiş.

"Yağmur damlaları insana zarar vermez, onlardan saklanmanıza gerek yoktur." ikinci bir şaşkınlığı yiyen genç kız karşısında kabaca konuşan adamın niyetini anlamamıştı.

Yüzünü görmediğinden, "Bunun sizi ilgilendiren kısmını öğrenebilir miyim?" her insan ıslanmaktan hoşlanmak zorunda değildi. Akça, yağmuru da yağmurlu havaları da severdi lakin arabasını ıslatmak gibi bir niyeti yoktu. Dağ garnizonu yolu tehlikeli olduğundan yağmurun biraz dinmesini burada beklemeye karar verdi. Usta bir şoför değildi.

Çömelmiş kızın yüzüne bakıp, "Yanlış anladınız beni ilgilendiren bir durum yok. Saklanacağınız o kadar durum varken size zararı olmayacak yağmurdan kaçtığınızı görmek tuhaf geldi." tam o sırada marketten başka biri daha çıkmış, bu az önce reyonların arkasındaki köşe de yemek yiyen kişiydi. Elinde bir şemsiye bir diğer elinde ise marketten aldığı ürünleri doldurulan poşet yer ediniyordu.

"Sonunda, kasa sırasında beklemekten nefret ederim." az önce Akça ile konuşan genç adam konuşmaya devam etti. "Hemen arabaya binelim yağmur daha da bastıracak gibi," Tekrar Akça'ya bakmış, "siz beklemeye devam edin. Yağmur sabaha olmadan dinmiş olur, lakin Karadeniz havası insanın kemiklerine çarpar dikkat edin." demiş Akça tepesinde dikilmiş iki adam arasında bir göz taraması yapmış olsa da iri kıyım iki beden, karanlık yüzler.

Yavaştan içine bir korku yayıldı, elini ceketinin derin cebine sokarken Eril'in ona verdiği elektro şoku sıkıca kavramıştı. Tam o esnada onunla konuşan kişi kendini akan yağmurun altından hızla aracının olduğu tarafa yönelmişti.

Diğeri de saçakların altından bir adım atmıştı ki durdu. Elinde ki şemsiyeye bakıp sonra bakışlarını omzunun üstünden saçakların altına çömelmiş olan Akça'ya çevirmişti. Yağmur bedenini ıslatırken o şemsiye açmak yerine yönünü tamamıyla Akça'ya çevirdi.

Yağmur taneleri üzerinde ki deri ceketten akıp giderken başında olan siyah şapkası saniyeler içinde sırılsıklam olmuştu bile. Akça, alttan alttan karşısında dikilmiş yabancıya bakakaldı. O kup kuruyken karşısında yağmurun altında duran yabancı adam ise ıpıslak bir haldeydi.

Sonra birden ona uzatılan şemsiyeye bakakalmış, hemen başını görmediği genç adama çevirmişti. Ona uzatılan şemsiyeyi almazken, genç adam da uzattığı eli indirmemişti. Gök gürültüsü kendini belli edercesine ses çıkarırken, şemsiyeyi saniyeler içinde Akça'nın kucağına bırakan genç adam. Arkasını döndüğü gibi seri adımlarla aracına taraf gitmeye başlamış.

Akça kucağına bırakılan şemsiyeye bir de giden adama sersemce bakarken "İyiliğin için minnettarım, yabancı." diyerek bağırmıştı. Engel olamadığı tepkiyi birden verdi.

Tam o sırada göğü ikiye ayıracak şiddette çarpan bir şimşek daha çaktı. Gece siyahına bürünen gökyüzünde masmavi incecik yolları olan şekiller yerini alırken "Yağmur seni hasta eder diye, yabancı kız." diyerek fısıldayan yabancı yağmurun biriktirdiği sulara postallarını sertçe vurarak ilerleyip siyah bir cipe binip önce bedeni ardından araç göz önünden kayboldu.

Akça ise şaşkın ve sonrasında hatırlamayacağı yüzündeki tebessümle kucağında duran şemsiyeye baktı.

Yağmur insanı hasta da ederdi; aşıkta...

 

✵✵✵✵

OLAY GECESİ;

Karanlık bir girdap görevini almışken, her yeri yakıp yıkan bir fırtınayı her daim beraberinde getirirdi, bu kez de yanıltmamış getirmişti. Bu gece yaşanmış ve yaşanacak olan kaderin bir yazgısı değil vahşiliğin en büyük örneklerinden biri olarak gelecekte anılacak olan Asiye Firuzenin hikayesi olacaktı.

Asiye Firuze, dünyalar güzeli olan henüz 12 yaşında bir kız çocuğuydu. Lal olması onun hiçbir zaman kusuru olarak görülmemiş. Abileri ve ablası tarafından yaşadığımız dünyanın aksine gökyüzünden yağan kar tanesi gibi bembeyaz olduğuna inandırılmış, kötülüklerin onların dünyasından çok uzakta olduğunu öğretmişlerdi.

Annesinin sesini bile bilmezken duyduğu en güzel melodi ona ait sayardı. Yavru kediler için sokaklara mama bırakır, odasının pencere kenarına kuşlar için geceden ekmek parçalarını ayırır koyar, malikanenin ormanında bulunan sincaplar için fındık bırakır, sokak çocukları için oyuncak alırdı. Ve sahip olduğu en özeli ise kedisi Reçel'di.

Yaşından fazlasını küçük elleri ve bedeni ile severek yapıyordu.

Uzun geceden alınmış siyah saçları aydan aldığı bembeyaz bir teni vardı. Adin abisi gibi o da annesinden almıştı mavi gözlerini, fındık burnu yuvarlak sevimli güzel yüzü meleği anımsatırdı. Yüzüne bakan her insanın tebessüm etmemesi imkansızdı. Asiye Firuze, adını annesinden alan fakat annesiz büyüyen, abilerinin tıfılı, ablasının bebeği olmuştu.

Oturduğu yerden davet salonun hemen giriş kapısının önünde bir erkek çocuğunu gördü. Gözleri ağlamaktan kızarmış, küçük çocuk endişe içinde etrafına bakıyordu.

Asiye, sol tarafında ellerinde kadehlerini tutuşturan ve delice kahkaha atan insanları fark edince yüzünü buruşturdu. Bu tür kalabalık ortamlarda her zaman kasılır ve rahatsız hissederdi. Tekrar erkek çocuğun olduğu noktaya baktığı zaman bu kez erkek çocuk tek başına değildi.

Önünde diz çökmüş, yeşil kadife elbiseli saçları ensesinde salık topuz yapan bir kadın vardı. Erkek çocuğu, sıkıca ellerini kadının boynuna sarıp daha şiddetli ağladığında, Asiye'nin yüzünde kırık bir tebessüm oluştu. Annesini bulduğu için mutlu olan erkek çocuğuna imrendi. Oysa ki o böyle duyguları beslemezdi.

O da annesini bulursa böyle, mutluluktan ağlar mıydı?

Sırtını sıvazlayan kadın da çocuğun sıkıca sarılışına karşılık verdi. Ardından omuzlarından tuttuğu yüzlerini karşı karşıya getirip çocuğun yüzünü avuçlarının içine sığdırdı, akan yaşların bıraktığı izleri silmişti. Anne eli bütün izleri siler alırdı. Asiye, öyle düşünüyordu, daha önce cevabını bilmediği bir konu hakkında kesin konuşmazken; içinden bunu kendinden emin şekilde geçirmişti. Dikleşen kadın sol elini erkek çocuğuna uzatınca minicik elleri kadının avucuna sıkıca kavramış, salonun sağ tarafında duran masalardan birine doğru adımlıyorlardı.

Asiye, başını çevirdiği an salon kapısında duran babasını fark etmişti. Onu izliyordu, yüzüne yayılan tebessümü ile izledi babasını. Bu kez tuhaf bir şey yaşandı, Attila Barutçu kızının tebessümüne karşılık vermemişti. İlk kez, gözlerini kızından saklıyordu. Asiye Firuze, yüzüne yaydığı tebessümün kırıldığını, yüzünün her bir yerine ufalandığını hissetti. Ve o gülücük dudaklarında donmuştu.

Gece önce dudaklarında ki gülücüğü sonrasında ise bedenini dondurmuştu.

Yanındaki sandalyede oturan ablası varlığını hissettirtmek adına elini omzuna dokundurduğu gibi Asiye bu kez de sol tarafına bakmıştı, "Bebeğim, bir sorun mu var?" ablasının işaret dilini kullanmasına ardından dudaklarından duyduğu sesini işittiği an yüzünü izledi bir müddet. Adin abisi ona bir cihaz getirtmişti. Seslerini duyabiliyordu, ama alışkanlık yapan ablası ve abileri bazen farkında olmadan işaret dilini kullanıyordu.

Doktoru, üzerinde pratik yaparsa konuşabileceğini bile söylemişti. Garnizonda revirden sorumlu avcı Menhit Asiye'nin ricası üzerine konuşması için ona yardımcı oluyordu. Bu defa kendini zorlamak istedi, derince bir nefes verip ardından küçük dudakları aralanmıştı, "İ-İy" boğazını zorlayarak, sıkı nefes alış verişi göğüs kafesini şişmesini sağlıyordu. Aralık duran ağzı boğazını zorlaması canını acıttı.

Feride, şaşkınca kız kardeşine ardından duyduğu üç harfin şokun getirdiği heyecanı yaşıyordu. Sevinci öylesine tarifi anlatılmaz bir histi ki. Gökyüzünde açan gökkuşağını ilk kez görmüş; şimdiye dek gökyüzünü boyayabilen bir fırçanın olabileceğini düşünmemiş olan birinin. Şimdi ise gökyüzünde yedi ayrı tonu, yedi ayrı ismi, yedi ayrı rengi olan renkler vardı.

"Sen, sen konuşmaya mı çalıştın az önce?" duygulu sesi avuçları arasında ki küçücük kız çocuğuna bakınca bu defa gözlerine de bulaşmıştı. Sorusuna Asiye başıyla onay vermişti. Kendini zorladığı anlarda boğazı gece yatmasını engelleyecek kadar ağrıyordu.

"Yapabildim mi bilmiyorum? Ama bir gün bende konuşmak istiyorum ablacım." parmaklarını hızla hareket ettirmişti. Feride, gözlerini parmaklarına indirdiğinde dudakları arasından verdiği nefesle beraber gülmüştü.

"Benim sana her zaman inancım var biliyorsun değil mi?" Asiye tekrar başıyla ablasını onayladı. "Ama kendini çok fazla zorlamanı istemiyorum, yapamazsan da üzülmeni istemiyorum bal böceği" ablasının benzetmesine küçük parmaklarını ağzına çok kısık duyulan bir kıkırtıyla gülmüştü.

Bakışlarını tekrara Feride'ye kaldırıp, "Bal böceği ne demek oluyor ablacım?" parmaklarını hareket ettirerek sorusunu sordu.

"Şu senin en sevdiğin çizgi film olan Arı Mayadan söz ediyorum. Onlar birer bal böceği sende benim bal böceğimsin, tatlı bal böceğim." dudaklarını siyah saçlarının tepesine kondurmuştu.

Heyecanla iri iri açtığı gözleriyle, "Bende mi arı mıyım artık? Arı Firuze miyim?" ablası tutamadığı minik kahkahasını atarken Asiye bunun keyfini çıkarmış ablasını seyretmişti. Feride'nin kahkahasını masalarına yakın olan maslarda oturan davetliler de duymuş, onların bulunduğu masaya göz çevirmiş ardından tekrar kendi önlerine dönmüştü.

Sadece bir kişinin bakışları çekilmemiş, uzun gecenin faciasının yaşanacağı ana dek sık sık gözlerini çekemeyen kişi Behzat olmuştu. Yıllar sonra Feride'nin kahkahasını duyan Behzat'ın yüzünde tebessüm yer edinmiş doyasına izlemeye devam etmişti.

Asiye, ona Firuze denilmesini isterdi. Annesinin ismiyle ona seslenildiğinde mutlu olurdu. Onu terk eden annesinden bihaber, annesinin kaybolduğunu sanırdı.

✵✵✵✵

Mucize olduğunu sandığım gerçek bu sabah bozulmuş uyandığımda her yerin bembeyaz bir örtüyle kaplandığı görmüştüm.

Dağ garnizonun patikalı yolları yağmaya devam eden kar yüzünden daha da puslu bir durum içindeydi. Gün geçtikçe hava koşulları şiddetleniyordu, burnumun ucunu göremiyordum. "Merkezi garnizona mı gideceğiz?" hemen sol tarafımda şoför koltuğunda oturan Adin'e bakmıştım.

Anlık bana bakıp sonra bakışlarını yola çevirmişti, "Hayır, almamız gereken bir paket var onu almaya gidiyoruz. Oradan da kalacağımız yeni eve geçeceğiz." demiş açık uçlu bir cevap vermişti.

Puslu bulvarlı yolu izlerken sessiz kalışım onun bedenini gergince kıpırdamasına neden oldu. Bana taraf bakmış olduğunu bilsem de ben yolu izlemeye devam etmiştim. Aramızda bir sessizlik yoktu, ama konuşuyor da sayılmazdık.

"Ne paketi? Neden biz almaya gidiyoruz, ev nereden çıktı? Diye onlarca soru sormayacak mısın?" sesindeki ince merak kırıntılarını hissettim.

Yoldan çekmediğim bakışlarım bu kez yolun iki kenarında duran ağaçlara değdirip, "Sormamı mı isterdin?" fark ettim de ne kadar da yükseklerdi.

"Susmanı istemem." hızlı cevabı beklediğim bir durum olmadığından hızla başımı ona çevirmeme neden olmuştu.

Ateş olup sönen kül göz bebeklerin buz saçağı parlaklığı beni soğutması gerekirken ısıtıyordu, "Konuştuğum zaman dilim yaralıyor seni." sesim cipin kapılarına vuran rüzgarın aksine oldukça kısıktı, kulağımızın dibinden geçen bir ıslık gibi.

Yüzünde alaydan uzak samimiyetten daha da uzak bir tebessüm kıvrılır gibi oldu, "Sesinin olmadığı anlardan daha fazla değil. En azından beni yaralarken bana yakınsın, sessizleştiğinde olduğun gibi denizaşırı bir mesafen yok." duyduklarımla kaşlarımı çattım.

Sessizliğim onu böylesine uzak mı hissettiriyordu? Kendime kızıyordum.

Bir süre düşüncelerim arasına daldığım için "Susmanı istemediğimi söylediğim için de bu kez konuşmayacak mısın?" sesiyle kendime gelmiştim.

Düşüncelerimi ondan saklamadan, "Sessizliğimin sende böylesine etki yarattığını bilmiyordum, onu düşünüyordum sadece."

"Sadece onu mu?" bu kez kısık sesiyle konuşan Adin oldu.

"Ne olmasını istiyorsun Adin?"

"Araya zaman girince eski içtenlik olmuyor desene?" söyledikleriyle kırgınlığını hissettim.

Aldığım nefes zehirliydi, etkisi öylesine güçlüydü ki ilk aldığım soluğumda beni güçten kesmişti, "Sana, konuştuğum zaman seni yaraladığımı söylemiştim." yakarışım kendimeydi. Biliyordum ki bundan sonra nereden tutarsam tutayım elimde kalacaktı.

Yüzünde ki soğuk kıvrılmayı hissettim, "Kalbim parçalanmış bir haldeyken ayakta kalmışım, bırak dilin göğsüme yumruklarını indirsin Mahru." kelimeleri kalp ritmimi hızlandırırken, sonrasında sızısını da bırakmaktan geri durmuyordu.

Bu benim canımı daha da acıtmaz mı? diyen iç sesim bağırıyordu. "Bu canını daha da acıtmaz mı?" sesimin titrediğini biliyor olsam da umursamak istemedim. Biliyordum ki benim canımı acıtan onu canını yakardı. Kalbi daha da acımasın istedim.

Yutkundu, "Arkamızda olan araçta Eril, Mahzur ve Kaya Mirabella ile beraber bizimle geliyor." refleksle hızla arkaya bakmaya çalıştığım için emniyet kemeri boğazımı hafifçe sıkmıştı. Acısıyla inlerken "Dikkatli ol," Adin'in ikâzını işittim.

Konuşmama fırsat olmadan, "Onlarla şu Luce olacak insan müsveddesinin canını sıkacağız biraz." susuşum onun konuşmaya devam etmesini sağlamıştı. "Kadın, onun zorla yanında tutulduğunu söyledi."

"Nasıl yani Mirabella üç buçuk yıldır zorla mı onunla berabermiş?" şaşkınlığıma engel olamadan cümlesinin ortasına dalmıştım. "Onlar, resmen örnek çift olarak gösterilirdi. Hatta, bunun hakkında birkaç ödül aldıklarını bile biliyorum."

Adin avuçları arasında olan direksiyonun tutuşunu daha da sertleştirdi, "Yazılan ve çizilen aslında insanlara göstermek istedikleri. Şimdi," demesiyle kül buzlarını bana çevirmişti ben zaten onu izliyordum, "olan biten bu düzen bile göz boyama değil mi? Bu gün buna Hükümdarlık Masası diyorlar, yarın ise bambaşka bir şey. Her zaman bulundukları duruma bir kılıf uyduruyorlar. Hepsi de birkaç beden büyük gömlek olduğundan üzerilerinde durmadığından saklanmayı beceremiyorlar. Bizde onları görüyoruz." sesi gazaplı bir ölüm fısıltısı gibiydi.

"Görüp te umursamayanlar da var körü körüne inananlar." cidden öyleydi. Yanlışın, yanlış olduğu terazi şaşar mıydı? "Mirabella adına, üzüldüm." diyebildiğim bu olmuştu. Bazı, durumlar vardı ki insan bir ömür konuşsa da az gelecekti ve ben şu an böyle bir durumun içindeydim. Ne söylesem az, ne söylesem eksik kalacaktı.

Zorla tutulduğu bir ev ve yıllarca süren bu işkence mide bulandırıcıydı. Şu an kurtulduğunu, özgürlüğün tadını umarım almaya başlamıştı. Dün yıllar sonra gece korkmadan rahatça uyuduğuna emindim.

Adin, sıkıntıyla nefesini verdi, "Üzülmemiz gereken onca kadın ve çocuk var ki? Öyle boktan bir zamandayız ki biz onlara yetişemiyoruz artık, hangi birine üzüleceğimizi bilmiyoruz." şiddetini arttırdığı sıktığı direksiyona bakarken parmak boğumlarının tüm kanını çekildiğini, ellerinin cesede dönmüş beyazlığını fark ettim.

Mirabella'yı daha nicesi bu durumda olan kadını, çocuğu düşünmek bile göğsümü sıkılaştırdı. Düşüncesi insana böyle hissettiriyor ya, birde acısını çekeni düşünmek istememek benim bencilliğim, bizim bencilliğimiz olsundu.

"Buradan şehir merkezine oradan ise şehir dışında olan malikaneye gideceğiz." içimdeki bu suçları protesto eden yanım bir an bile susmazken aynı zamanda Adin'i dinliyordum, "Şimdilik Mirabella'nın bizimle olduğunu kimse bilmemeli, bunu saklayacağız. Onun oyuna girmesine henüz var Mahru." neden şafak sökmeden yola çıktığımızın şu an mantıklı bir açıklaması olmuştu.

Ona yan gözle bakarken, "Neden dün gece garnizona geldi ki? Direk malikaneye gelselerdi. Böyle bir tehlikeye gerek var mıydı?" kurmuş olduğu özel Karma timinde ki avcıların bile bilgisi olsun istemiyordu. Dün gece Mirabella'yı orada gören herhangi bir avcı olsaydı bu çok tehlikeli olurdu.

Arabayı kullandığı için bana bu kez bakmadı, "Tehlikeli?" alaya aldığı sesiyle mırıldandı. "Riskler her zaman alınır Mahru. Attığın adımlarını hesaplamayı bir adımım kala değil, yedi adımlık mesafe bırakarak hareket etmeye başlarım. Mirabella'nın geleceğini ve burada olmasını bilmesini istediğim herkes şu an bu bilgiye erişmiş durumda." kendinden emin konuşmasıyla hataya tereddüt sunmuyordu.

"Ya herhangi bir avcı görmüş ise? Senin fark etmediğin bir anda." içimde bir kuşku uyanmıştı. Neden bilmiyorum ama sanki görmemesi gereken biri Mirabella'nın varlığını görmüş gibi panikledim.

Yandan bir bakış attığı sırada kaşını çatmış bir halde bana bakıyordu, "Şüphelendiğin biri mi var?" derin sesiyle sorduğu sorusuyla dudaklarım aralandı. Ne söyleyeceğimi bilemezsem de verebileceğim bir cevap varmışçasına dudaklarım aralanmıştı.

Adin'in bakışları anlık olarak dudaklarıma değmiş ışık hızında kül buzlarını gözlerime ardından da tekrar yola çevirdiği an araba hafifçe sola doğru kaymıştı. Adin, direksiyonu sıkıca kavrayıp ani hareketi hızlı refleksi sayesinde anında düzeltti.

Kuruca yutkundum, "Şüpheleneceğim kadar tanımıyorum hiçbirini sadece içime bir kuşku düştü." sonrasında Mirabella'nın garnizona geldiği an kimsenin tanınmayacağı bir halde olduğunu hatırladım. Yüzünü örten bir kar maskesi, Mahzur'a ait olduğunu öğrendiğim siyah bir kargo pantolon ve siyah kazakla olduğunu hatırlayınca ister istemez rahatladım, göğsüme bulaşan sis bulutları az da olsa dağıldı.

Adin'in yürüttüğü bir plan vardı, bunu ondan başka bilen birinin olmadığını tahmin etmek zor değildi. Asiye ölmüştü. Onun sessizliği en büyük fırtınası olacaktı ve bunu bekleyen her kimse beklenmediği an da yiyeceği darbeyle karşı karşıya kalmış halde olacaktı. İçine attığı duygularını göremiyor olsam da hissediyordum. İki saatlik süren araba yolcuğunun sonunda bahsettiği malikanenin önünde duruyorduk.

Araba istop ettikten sonra kapı koluna uzanmadan, "Mahru, küçük kardeşim Özgür o da burada ve Asiye'ye olanları bilmiyor." Asiye'nin ölümünün üstünden tamı tamına beş gün geçmişti. Beş koca gün.. Anlayışla bakmak istediğim kül buzlar yangın yeriydi, "Buraya geldikten sonra, bizzat benden öğrenmesini istedim. Ona kendim açıklamak istedim, benden duymasını istedim. Kardeşimizi koruyamadığımı kulağına ben fısıldamak istedim." duruşu sarsılmaz sesinde küçük bir çocuğun yalnızlığı vardı.

Omuzlamak istediği yük Adin'in bile omuzlarına büyüktü. "Yalnız, baş başa konuşmanız gereken bir konu bu. İki kardeşin yalnızca konuşacağı kadar derin bir durum bu Adin." söylediklerimle gözlerinde var olan yalnızlığı yüzüme indirilen şiddetli bir tokat darbesi gibi görmemi kolaylaştırdı, elimi bacaklarının üstünde tuttuğu eline doğru uzatıp işaret parmağını sıkıca kavradım. "Ama ben daima seninleyim, Buzadam. Elini uzatarak kapatacağın bir mesafe var aramızda, yanında olmamı istediğin an bana elini uzatman yeterli olacak çünkü ben daima seni izliyor olacağım."

Kül buzlar da anlık bir rahatlık yer edindi. Bıraktığı nefesi göğsünü rahatlattı, "Gözlerine bakınca ikna olmamak elde değil, Mahru. Böyle, gerçek gibi bakınca sana inanmamak elde değil." puslu bir yolda ilerliyorduk. Attığım adımı göremesem de yanımda kimlerin olduğunu biliyordum, yıllar önce Adin'den gittiğim gün gördüğüm bir kâbus vardı.

O günden bu yana kanlı ayak izlerim bir an olsun durmadan damla damla dahi olsa da akıyordu. Kanlı ayak izimin benim için gelen kişinin pusulası olduğunu biliyordum. Kanımın kurması gerekirken tükendiğim sandığım zaman o yarayı aldığım ilk anı tekrar yaşıyordum, kan bir an durmadan akmaya devam ediyordu. Ben, bilmediğim terk edilmiş puslu ormanda hâlâ tek başıma yürüyordum. Benim hayatımın kâbusu o gece başlamıştı aslında, şimdi ise sekiz yılın ardından acımı dindirdiğim yerdeydim.

O günde ona böyle bakmıştım, "Bakma bana böyle," dedi güçsüzce. "sen konuşmadığında bile inanıyorum zaten sana. Bir de böyle bakma Mahru." nasıl, nasıl hisleri böylesine kuvvetliydi. Nasıl oluyor da bunca yıldır benden bir adım bile gitmemişti. "Baksaydın anlardın dedin ya bana, bakamadım mı ben sana o gece? Bakıp ta anlayamadım mı seni?" duraksayıp "Yalnız mı bıraktım ben seni Kar Çiçeği?" nefesim kesiliyor gibiydi.

Kendini suçlaması nefesimi kesiyordu, o suçlusu değilde ben suçlusu değilsem bizim hikayemizin suçlusu kimdi ki?

"Adin," serzenişimin asıl suçlusu kimdi, bakışlarımı ve elimi ondan çektim. Hareket halinde olmayan arabanın içindeydik ben bakışlarımı tam karşıma mıhladım. "Suçlu olan sen değilsin. Bunca sorunun içindesin zaten, birde bunu düşünmeni istemiyorum. Dün gece konuştuk duyguya yer yok dedik. Bunları konuşmayalım dedik."

"Ben bunların hiçbirini söylemedim de onaylamadım da, Mahru." doğru söylüyordu. Ben konuşmuştum, "Bilinmeyen gerçekler elbet gün yüzüne çıkar önemli olan senin gerçeğinin sarsılmaması öyle değil mi? Sen, bana gerçek bakarsan ben de ona gerçeğim derim. Sen ne söylersen ben ona inanırım, senin adalet terazin beni her ne kadar acıtsa da, şaşırtmaz." söyledikleriyle gözlerimi yumdum.

Kendini bana bu kadar açıkça göstermekten neden çekinmiyordu. Gözlerimi tekrar araladığımda ondan uzak olacak tek nokta malikane olduğundan gözlerimi o tarafa kitledim. Ona verebilecek bir cevabım varsa da şu an dilim susmuştu. Ben Adin'in kalbini acımıştım. Bu gerçeği ondan duymak ağırdı, yükü fazla olan bir ağırlıktı.

Geçen süreyle Mahzur ve Kaya'nın Mirabella'yı malikaneye doğru götürdüklerini fark ettim. Onlar ise bizim olduğumuz tarafa bile bakmadan ilerliyorlardı, birkaç saniye sonra Eril de onlara katıldı. Malikanenin giriş kapısının önünde birkaç saniye durduktan sonra açılan kapıyla tanımadığım bir sima görüş alanıma girdi. Her şey saniyeler içinde olmuş, hepsi birden içeriye girdiler yabancı sima ise bulunduğumuz araca doğru bakıyordu.

Adin'in bahsettiği kişi olabilir miydi? Seçebildiğim kadarıyla Adin'den küçük kardeşi olacak yaşta değil gibiydi, "Kardeşin o mu?"

Adin, benim baktığım yöne baktığından olacak ki beni hemen cevapladı, "Hayır, o kuzenim Akif. Yurt dışına gittiklerinde Akif on üç yaşında Özgür ise dokuz yaşındaydı Akif ailesinin tüm bireylerini onlara yapılan suikasta kaybettiği için annem gidip tedavi olamasının daha sağlıklı olacağını düşündü. Gitmesi kendini toparlaması gerekiyordu. Akif iki yıl İsviçre de doktorların gözetiminde kaldıktan sonra Atilla onun tekrar ülkesine dönemsi gerektiğini ona burada ihtiyaç duyulduğunu söylemiş." Adin'in tüm anlattıklarını can kulağıyla dinliyordum, Akif den bahsedince sesine sakladığı içlenmeyi fark etmemek elde değildi.

Konuşmaya devam etmesi beni şaşırttı, hatta konuşması bile şaşırmış olsa da merakla onu dinliyordum, "On beş yaşında ki bir çocuğun nasıl ona yardım edebileceğini, ona böylesine iyi niyetle yaklaşmadığından hep şüphe ettim." nasıl bir neden yüzünden getirtmiş olabilirdi ki Akif onun işine ne şekilde yarayacaktı. Adin tüm merakımı hisseder gibi, "Babasından kalan servet," irice açılan gözlerimle Adin'e bakakaldım.

Yeğenini mal varlığını elinden almak nedeniyle mi ülkeye getirmişti. "Prosedürler için Akif'in burada olması vasisi olarak Attila Barutçunun olduğu belgeleri imzalaması gerekiyordu. Tüm bunları reşit olmadan elde etmesi gerektiği için apar topar yurt dışından gelmek zorunda kaldı neyse ki, amcam vasiyetinde her şeyi belirtmişti, Attila'nın da niyeti Akif'in zayıf olduğu dönemden yararlanmak gibi planları vardı ki her zaman olduğu gibi kendi ayakları birbirine dolandı tökezleyip yere kapaklandı." sonda kabaca konuştu.

Babasından ismini hitap ederek bahsediyordu, halbuki en son görüştüğümüz de baba diyordu. Babam demese de baba diyordu. Yıllar, Attila Barutçudan babalık sıfatını da almıştı sanırım.

Demir kapıya tekrar baktığım zaman orada kimseyi göremedim, Akif içeri girmişti. Zor bir hayat geçirdiğini Adin'in üstün körü anlattığı hikayesiyle düşünmem zor olmadı. Ailesine yapılan bir saldırı ve oradan sadece tek başına kurtulmuş on üç yaşında bir çocuk, hiç bilmediği ülkede tek başına iki yıl doktorların gözetiminde kalması ve daha nicesi yaşadığı olaylar. Trajik bir hayat hikayesi vardı. Bunca yıl yurt dışında ise neden ülkeye girişi yasaktı, neden tekrar yurt dışına dönmüştü? Peki Özgür, o neden Akif ile gitmişti?

"Şimdi," dedi Adin. "eve girip Özgürle konuşmam gerekecek." ardından kuruca yutkundu. Düşüncelerime ara verip odağımı Adin'e verdim gördüklerim beni berbat hissettiriyordu. Dün sabah garnizonda onu gördüğüm o halini sanırım asla unutamayacaktım, Asiye'ye olanlar için herkesten çok kendini suçlaması beni kahrederken ondaki hissiyatını tahmin bile edemezdim.

Derin bir nefes aldıktan sonra arabanın kapısını açmadan "Bundan daha fazla kaçamam." dediğini duydum. Ardından bende arabadan indim onu takip ederek bir adımlık mesafeyle arkasındayım. Adımları onu zorla sürükler gibi hantal ve yavaştı. İstemediği halde yürümeye, nasıl başa çıkamayacağı sandığı yüzleşmeye ağırca yürüyerek ilerliyordu.

Omuzları dik, başı dik adımları ise süratsizdi. Yıllarca hatırmda benim kanlı ayak izlerimi takip eden yabancı bir ses vardı; o sesin sahibini kaybettiğim sandığım an bu kez ben onun ayak izlerini takip ederken bulmuştum kendimi. Benimkiler kanlı onun ayak izleri ise görünmezdi. Benim gibi yalnız olmadığını bilmesini onun fısıltısını duyan benim, benim uğultulu sesimi duyacağını biliyordum.

"Tam arkandayım." dedim.

"Yanımdasın," dedi Adin umutlu bir sesle.

Kapı yarıca bir şekilde açık bırakılmıştı, aralık olan kapıyı ittikten sonra tamamen açmış olsa da önümde olan bedeni yüzünden görebildiğim sadece Adin'in geniş omuzlarıydı. İçeriden gelen hareketliliğin ardından "Abi?" heyecanlı bir ses duydum.

Ardından Adin önümden sıyrılmış bir paravan gibi sağa geçince Adin'e bakıp ayakta duranın Özgür olduğunu anlamıştım. Hızla bize doğru koşar adımlarla gelip sıkıca Adin'e sarılmıştı. "Abi," dedi tekrardan sadece tek kelime etmişti. Lakin, o kelimedeki özlemi burada bulunan herkes hissetmişti.

"Şu an seni tekrar görmek nasıl iyi hissettirdi, anlayamazsın." Adin sessizce Özgür'ün kulağına mırıldanmış olsa da hemen yanında olduğum için bunu bende duymuştum. Yüzümdeki tebessümle ikisini izlerken dolacağını hissettiğim gözlerimi tavana kaldırdım. Akmalarını istemiyorum.

Saniyeler geçti ve ikili bir süre sarılı halde kaldılar. Özgür, abisini uzunca bir süredir görmemiş gibi özlemle sarılırken, Adin sanki Asiye'ye henüz toprağı kurmamış kız karde%C

Bölüm : 18.12.2024 16:08 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...