6. Bölüm
ŞÇelik / Karmaşık Ağlar / B-5 KRİSTAL TANELER

B-5 KRİSTAL TANELER

ŞÇelik
scelik

 

 

Sevgili Asil Okuyucularım; Karmaşık Ağlar yeni bölümü ile sizlerle.

Okurken keyif almanızı , beğendiyseniz yıldıza basmayı ve yorum yapmayı unutmayın. Umarım kendinizi saklamaktan geri durmazsınız. Her daim dediğim gibi kitaplar hissederler.

Bu bölüm oldukça önemli isimleri öğrendik ve de bu yeni karakterler kurgumuz için oldukça fazla önem taşımaktadır. Yeni girecek olacak iki karakterimiz de var. Mahru'nun İstanbul da olan iş arkadaşı Miray Demir ve Çağlar Aksel bu isimler şimdi gelmeyecektir.

Kurgu ve karakterler tamamen hayal ürünü olup gerçeklikle herhangi bir söz konusu yoktur.

 

BÖLÜM 5 |KRİSTAL TANELER

Yanan, buz tutmuş denizi nasıl söndürebilirdim ki?

♪ Mabel Matiz- Karakol

♪ Billie Eilish - I Love You

♪ Dedublüman – Gamzedeyim Deva Bulmam

✵✵✵✵

...Yıl Önce;

Çamura saplanmadan ilerlemek istesem de hayli zordu, malikanenin ormanlık alanına girdiğim için Eril'in bana çok fazla kızacağını biliyordum ama burada fotoğrafını çekeceğim çok fazla şeyler vardı.

Altı gündür malikanede çekilmedik bir köşe bile bırakmamıştım, bahçe de dolaşırken ağacın üzerindeki karı fark ettiğimde bunu da çekmek istemiştim. Sonra devamdı da geldi, çam ağaçları çok güzel görünüyordu.

Yeşil en sevdiğim renkti.

Aslında, Akça'yı çağırmayı istemiştim, onunla beraber gelmek çok daha iyi olurdu. Hem onu da çekerdim, bir kerecik de olsa o da beni çekerdi. Ama şu an bale dersi vardı, o yüzden tek başıma gelmiştim. Parmak uçlarında durmayı asla beceremiyordum zaten. Bugünlük derse katılmak istemedim. Balerin olmak istemiyordum.

Gülerek elime bakarken kocaman sırıtıyordum. Tıpkı Erilin kulakları gibi kulaklarını hatırlayınca daha da sırıttım. Eril, bana hayatımda aldığım en güzel hediyeyi vermiş olabilirdi. Resmen bir yıl boyunca harçlıklarını toplamış ve bana bir fotoğraf makinesi almıştı. Elimde tuttuğum gri parlak makineme bakınca gülümsedim.

Son iki gündür, hediyemi inceliyordum. O kadar güzeldi ki... Eril iyi ki vardı.

Sonra bir anda çam ağacının üstünde olan karları başımın üstünde hissettim başımı kaldırdığımda bu kez yüzüme düşen karlar yüzünden gözlerim kapandı. Boşta olan elimle yüzümdeki karları silerken, fotoğraf makinesini açık olan montumun içine doğru sakladım.

Ona bir şey olmasını asla istemiyordum.

Ağacın üzerinde gördüğüm sincapla gözlerim irice açılmış, dudaklarım aralanmıştı. Fotoğraf makinesini hemen ona doğrultum.

Sincap birden kendini yere atıp koşmaya başlayınca, "Ya dur nereye gidiyorsun?" söylenerek bende peşine düştüm. "Dur, dur ki çekiyim seni sincapcık. Akça ile Eril'e gösteririm."

O koştukça benden peşinden ilerledim, ormana ağaçların en çok olduğu yere girdim ama umursamadım. Nefes nefese kalmış şekilde az ileride çalılıkların altında durmuştu, bende ağacın gövdesine yasladığım elimle adımlarımı durdurdum. Paçalarım ve botlarım çamura bulanmıştı. Zuhal yengecim bana kesin birazcık kızacaktı. Sonra tekrar sincaba baktığımda çoktan bunları unutmuştum. Çok güzeldi.

Sessiz olmam gerekiyor, hem de çok sessiz. Yüzümdeki gülümsemeyle birazcık izledim. Sincabın sırtı, bacakları ve kollarında bembeyaz tüyleri vardı. Yanakları şişmandı hem de çok şişman, "Ne de güzelsin, tombul sincapcık."

Kameramın lensini sincaba çevirdiğimde o sırada açıyı ayarlıyordum. "Eril kızacak bana ama bunu görünce azıcık kızar." hevesle parmağımı deklanşör düğmesine basmamla bir bağırış "KİMSE YOK MU?" patlayan flaş bir oldu. Aniden başımı arkaya çevirdim ama kimse yoktu, sadece ağaçlar ve kar vardı. Seste yoktu, kimsede.

Tekrar önüme döndüm ve az önce sincabın saklandığı çalılara baktığım an yerinde yoktu. Hemen fotoğraf makinemden çektiğim fotoğrafa baktım. "Hayır ya, hayır." diye söylendim her an ağlayacakmışım gibi.

Çektiğim fotoğraf buğuluydu, varla yok arası belli olan sincabın başı sola dönmüş. Ürktüğü için kaçmak istemişti. Elleri havada yanakları şişmandı. Ama tam olarak belli değildi işte. Bulanık ve buğulu.

Kendime bakınca "Ben bunun için mi bu hale geldim?" botlarım çamur içindeydi. Hem Eril hem de Zuhal yengecim kızacaktı. Aslında kış bitmek üzereydi, kar uzun süredir yağmıyordu. Hava güneşli olunca karlarda denize gidecekti, biliyordum. Ev dağın başında olduğu içindi aslında. Şehir merkezindeki evde hiç kar yoktu.

Tekrar, "HEY! Kimse yok mu? Sesimi duyan kimse yok mu?" kendi kendime söylenirken az önceki sesi bir kez daha duydum. Ormanın içinden geliyordu, başımdaki kırmızı beremi çekiştirip soğuktan ucu kızarmış burnumu çekmiştim.

Zuhal yengeciğim ormanın tehlikeli bir yer olduğunu, kurtların küçük kızları kaçırdığını söylerdi. Duyduğum ses bir kurt sesi miydi? Kurtlar bizim gibi konuşabiliyor muydu? Bunu ona hiç sormamıştım. Keşke sorsaydım.

Bizim gibiyse bilseydim, yardım etmeye giderdim hemen.

Düşününce "Zaten buraya geldiğim için Behzat abi, Bedir abi de kızacaktı bana. Herkeste bana kızıyordu. Ne yapmışsam sanki. Yalnız başıma dolaşmamam gerekiyormuş, tehlikeliymiş." Az ileriye bakınca evin sadece çatısının ucunu gördüm, yani çokta uzakta değildim. Eril de onlar gibi kendini büyük sanıyordu, ama onun boyu kısa kulakları uzundu.

Abilerin kulakları değil boyu uzun olurdu hem. Bana kızarsa ona elmalı kurabiye verirdim, belki sonra unuturdu.

Arkama baktım, ormandan ses gelmeye devam ediyordu. Sincapta kaçmıştı, bağıran kişi yüzünden. Yoksa o da mı anlamıştı kurt olduğunu ondan mı hemencecik kaçmıştı.

Masal kitabındaki kurt bizim kulübedeki Kara'ya çok benziyordu. Kara'ya benziyorsa onu da severdim. Evin çatısına doğru yürüdüm. İçimde korku vardı hem de çok korkuyordum. Ama ben yine de yürümeye devam ediyordum. Hemen eve gitmek istiyordum.

Kurt beni yerse ne yapardım?

Yürümekten bacaklarım ağrıyordu artık bata çıka devam ederken etrafıma baktım sadece ağaçlar vardı. Daha çok korkmaya başladım, ağladığımın farkında değildim. Sol yanağımdan akan gözyaşımı sildim sonra akan burnumu da çektim. "Uff ya, keşke Akça da burada olsaydı. Niye onu beklemedim ki, tek başıma buraya kadar geldim. Allahcım, bana yardım edersin dimi?" yüksek sesle ağlamaya başlamıştım artık. "Ben eve gitmek istiyorum Allahcım, n'olur gidiyim eve, söz bir daha Eril olmadan gelmem buraya." yerden aldığım uzun çalıyı yerdeki karlara batırıyordum.

Ağaçların arka tarafında kalmış alanda toprak vardı. O tarafta hiç kar yoktu, toprak ve çamurlar çok fazlaydı. Evin arka bahçesinde de böyle toprak vardı o tarafta olabilir miydi? "Ayy, buldum galiba, buldum. Teşekkürler Allahcım, çok teşekkür ederim." sevinçle oraya doğru koştum hemen.

Tam kenarında durunca büyük bir çukur olduğunu gördüm. Kenarından içine doğru eğilince içinde de bir çocuk vardı. Köşeye geçmiş kollarını bacaklarına sarıp oturmuştu. Başımdaki kırmızı beremi çekiştirdim. Uzun saçlarım birazcık ıslanmıştı, "Ne yapıyorsun orada?" diye sordum. Ağladığım için sesim titriyordu hâlâ ıslak yanaklarımı elimin tersiyle sildim.

Hızla başını kaldırıp bana baktı. Gözlerinin rengini görünce şaşkınlıktan ağzım açılırken. Onun yüzünde ise çelik bir ifade vardı, "Güneşleniyorum." dedi sertçe.

Söyledikleriyle çatık olan kaşlarımla ona baktım. "Ne diyorsun be sen! Yukarıda güneş mi var akıllım?" dedim gökyüzünü gösterirken.

Başını her iki yanına salladı, "Eğer akıllı olan sen olsaydın burada ne yaptığımı sormazdın." derken yine terslemişti beni. Konuşurken ağzından buhar çıkıyordu. Benden büyüktü. Ama büyük olduğu için korkacak değildim. "Sende akıllı olsaydın güneşsiz havada güneşleniyorum demezdin." bende sertçe konuştum onunla.

Kaba bir çocuktu.

Beni görmezden gelerek, "Sesimi duyan başka kimse yok mu?" diyerek bağırdı bu kez. "Aaa, o kurt sen miymişsin?" dedim safça. Çatık kaşları daha da çatılmış beni anlamıyormuş gibi bakıyordu. "Sincabım da senin yüzünden mi kaçtı ormana?"

O da benim şaşırmış, "Ne kurdu? Ne sincabından bahsediyorsun sen?" dedi bana bakarken "Hem bu ormanda kurt mu olurmuş?"

Olmuştu, tam karşımdaydı hem de. Mavi gözlü Kurt.

✵✵✵✵

Yanlış yolun; yanlış yolcusu.

Bazen yanlış olduğunu sandığın yolculuğun seni doğru durağa bırakır; yanlış tren seni olman gereken istasyona bırakırken etrafta tanımadığın kimsesinin olmayışı seni korkutmasın. Tanıyan, seni bilen kadar kimse sana zarar veremez.

 

Senin yaralarını, zayıflıklarını bilen insana olsun bu korku, tanımadığın insandan korktuğun korkuyu hissetme. Seni bilmeyen insanın neyinden korkacaksın ki.

 

Beni bilen kaç kişi vardı, ben bile kendimi tanımazken beni tanıyan insan var mıydı?

Tekrar gideceğimi bildiği halde güvenli olmadığı için şimdilik gitmemi istemiyordu. Kül buzlar cayır cayır yanarken ben onları söndürmeyeceğimin paniği içinde ona bakmaya devam ettim.

Yanan, buz tutmuş denizi nasıl söndürebilirim ki?

Gitme derken şimdiyi kast etmişti değil mi? Şu anı kast etmişti, onu burada bırakıp tekrar gitmem gerektiğini bilmeliydi. Bu zorunda olduğum çabamdı, Adin için yapmam gereken zorunluluğumdu.

"İstersen, dinlenebilirsin." dudakları arasından çıkan kelimeler boynumu sağa eğdirdi. Yapma diyordu gözlerim, bu anlayış bana fazla.

Yanımda duran Eril'in gitmekte kararlı olan bakışlarını yüzümde hissediyor olsam da gözlerimi Adin'den çektiğim an onunla aramıza milyarlarca yıl girecekti sanki ben bunu şimdi göze alamazdım. Onsuz geçen 8 yıl yeterince azaplı geçmişti. Bu cezamı ödediğim anlamına gelmez miydi?

"Konuşalım mı biraz?" ona bunu soracağımı tahmin bile etmeyecek bir ifadeyle baktı gözlerime. Yutkundu. Yutkundum.

İçeride bulunan herkesi görmedi gözlerim başını olumlu anlamda sallayınca onun peşine takıldım. Malikanenin ikinci katını da geçip üçüncü katına doğru yürümeye devam ettik. Burada bulunan merdivenler diğerlerine nazaran daha dar ve alanı küçüktü.

Adin'in iri cüssesi için küçüktü aslında ben rahatlıkla merdivenleri tırmanıyordum. Ahşap kapının önünde durduğumuz an derin nefesini alışı geniş omuzlarını kaldırdı, ardından kapı kulpunu bir kez çevirdi ve adımını içeri attı.

Sanki az önce derin nefes alan benmişim de, o derin nefesi dudaklarım arasından bırakmıştım. İçerisi karanlıktı, ayın vurduğu ışık açık olan pencereden sızan ise belli yeri aydınlatıyordu.

Kışın kıyametinden olsa gerek odanın içi buz gibiydi. Adin, pencerenin önünde durduğundan pencereyi kapatıyordu. Burası buzdan bir tabuttu sanki. İçimden bir ses sen burada olduğun için pencereyi kapattı diyerek bağırıp sesini bana duyurmaya çalışıyordu.

Kışın ortasında açık bırakılan pencere odayı zemheri ayazına çevirmiş gör ki, hisset dercesine. Hisset ki, unutma. Unutma ki, kaybetme.

Söylemesine gerek yoktu, ben zaten bunun farkındaydım. Asiye'nin gidişiyle kendine verdiği cezası buydu. Günahın urganını bir tek kendi boynuna asmış, altında tahtadan tabure değil koca bir buz kütlesi vardı.

Yavaş, yavaş eriyen ve can çekişmesine neden olan buz kütlesi.

İlerleyip uzun komodinin önünde durduğunda sürtünme sesi ardından sarı aydınlık bir ışık Adin'in elleri arasındaydı. Arkadan baktığım için görüşüm kısıtlıydı, sadece etrafa yayılan siyah gölgesini görebiliyordum.

Bedeninin gölgesi tavan ve yere sığamayacak kadar kocamandı. Sonra sarı ışığın tüm odayı görebileceğim aydınlığı bana sağladı. Ahşap büyük bir sandalye az önce açık olan boydan cam pencerenin önündeydi, sağ tarafta büyük ahşap çalışma masası varken, bir duvar sadece kitaplarla doluydu. Kitaplığın yanında ise uzun bir komodin ve sonra kocaman bir yatak vardı. Komodinin üzerinde dolu ve boş şamdanlar beyaz büyük mumlar vardı.

Oldukça sade bir odaydı, siyah ve ahşaptan oluşan sade bir oda.

Adin yaktığı mumla bedenini bana çevirmiş, "Konuşmak istediğin konu ablamın söyleyecekleri ise eğer, bir daha tekrarlanmasına izin vermeyeceğim." açıklama yapmasını bekliyormuşum da bunu bir an önce yapması gerekiyor gibi hızlıca konuşmaya başladı. "Onu da anlamaya çalışıyorum, kendi büyüttüğü kız kardeşini kaybettiği için kötü zamanlar geçiriyor ama bu tabii ki bir bahane olarak sunulamaz." dedi tek nefeste.

Gözlerinden ayrılmayan gözlerimle "Ablan zor zamanlardan geçiyor Adin, ama sadece o değil sende, yani kardeşler olarak hepiniz. Konuşmak istediğim konu bu değil, gerçi benim hakkımda söyledikleri yalan ya da yanlış konular da değildi." bunları benim için söylemek her ne kadar zor olsa da gerçek olduğunu değiştirmezdim. "Söylediklerine geleceksem eğer, sonuna kadar haklı olduğunu söylerdim. Onun yerinde olsam bende böyle düşünürdüm."

Ben bile böyle düşünürken sen nasıl hâlâ beni aklamaya devam ediyorsun demek isteyen yanımı güç bela susturdum. Dışım susarken içim bağırıyordu.

Ondan gittiğimi, onu terk ettiğimi düşündüğü halde bile nasıl olabiliyordu da yanımda olmadan bu kadar dibimde olmayı beceriyordu bunu asla anlamayacaktım.

Söylediklerim hoşuna gitmemiş olacak ki yanda duran eli yavaşça yumruk şeklini aldı, "Ablam zor zamanlardan geçiyor diye bunun faturasını sana kesemez. Bu evde yaşayan kaç ölü var biliyor musun sen, Mahru?" duyduklarım gözlerimi ondan ayırmama neden oldu.

Bakışlarım ellerime indi, "Bilmiyorum." dedim cevabını bilmediğim sorusuna çünkü bu evde çok ceset vardı, ancak ben sayısını bilmiyordum.

Gözlerim yeniden onunla buluştu cevabı ondan duymak istercesine baktım, uzunca bir süre mi geçti yoksa birkaç saniyemi geçmişti bilemez bir halde bakıyordum. Ona bakarken zaman kavramını her zaman ki gibi yitiriyordu, "Bende bilmiyorum." dedi bakışlarını bir an olsun kesmezken açıklığı karşısında şaşırdım.

Aslında verdiği cevap şaşırmama neden oldu. Her daim her şeyi bildiğini, bilmese dahi fikri olduğunu düşünürdüm. Zekası kıvraktı, oldukça kıvrak.

Başını hafifçe sağa eğip, "İnsanları zaman değiştirir derler Mahru, zaman seni büyütür, zaman seni büyütürken sen, artık eski sen olamazsın. Bir bakmışsın aynada gördüğün yansıma yabancıdır sana. Sen bile kim olduğunu bilmezsin." dediklerini anlamamıştım kafam karışık bir şekilde ona baktım sadece. Ağır cümle kafamın içinde tekrarlanırken bildiğim tek gerçek vardı.

Ama o eski oydu. Adin eski Adin'in gözleriyle bakıyordu bana, ya da ben orman da ilk kez gördüğüm çocuğa bakar gibi bana baktığını düşünüyordum, "Sen değişmemişsin ama. Zaman seni değiştirmemiş." dedim asıl düşüncemi söylerken.

Başını daha da eğerek "Değişmemiş miyim?" dedi sessizce, şaşkınlık sesi ve yüzünde ayırt edebildiğim tek duyguydu.

Aklıma gelen ile kaşlarım hafifçe havalandı, "Ben, ben değişmiş miyim?" kendi için değilse benim için mi kullanmıştı o kelimeleri. Onun gözünde eski Mahru değil miydim? Buz küllerinde gördüğüm cesetlerden biri benim miydi?

Bana, benden gitmek isteyen annem ve sen oldunuz ve gittiniz ama Asiye benden gitmek istememiş olduğu halde gitti demişti. Gerçekten bunu düşünmesi beni delirtecek gibi olsa da susmam zorunda olduğumu bilmek. Bu beni sadece çaresiz bir insan yapıyordu.

Kalın kaşları çatılınca kemik suratı sıkılaşmıştı. "Ben onu mu dedim? Ablamı size karşı değiştiren duygular ve olaylar yaşandı. İçindeki öfkesini sorumlu olan olmayan herkese kusuyor. O can acıtmaktan çekinmez, hele ki öncesinde yanan can onun olmuşsa." açıklamasının sonrasında bile aynı ifadeyle bana bakmaya devam etti.

"Anladım," dedim kabul ederek, "Az önce yanlış anladığım için de kusura bakma bir an sen öyle söyleyince yanlış anladım ben." omuzlarım düştü. Gözlerimi buzdan bembeyaz kesilen ellerime çevirdim, sanki damarlarımda akıp gezen bir damla kan yoktu. Kansız, renksiz bembeyaz...

Kendimle dalga geçmemek için bir neden yoktu. Bu tavırlarım sadece Adin'e gösterdiğim bu tavırlar başkaları için yabancı olan Mahru olurdu kesin. İş arkadaşlarım bu halimi görse onlara yüz yıllık dedikodu malzemesi çıkacağından şüphem yoktu.

Onlar çatık kaşlı, ketum suratlı, koca koyu ela gözlü benim duygusal bakış açıma alışık değillerdi. Çünkü kimse beni tanımazdı, isimim ve soy ismim dışında.

Sesli nefesini verdiği an ellerimden tekrar yüzüne çevirdim bakışlarımı, yüz kasları gevşemiş olsa da kutupların soğukluğunu alan gözleri rüzgarını estirmeye devam ediyordu.

Kuraktı.

Ardından "Mahru," dedi içli bir şekilde, Mahru, dedi can çekişir gibi. Sadece gözlerine baktım, baktıkça susan dilime nazaran nefes alamadan konuşan gözlerimi bir an olsun çekmedim ondan. Saklamadan, çırılçıplak baktım küle dönen buzlara.

Denizi, buza dönmüş denizinde kaç ceset vardı? Bilmek isteyip istemediğimden emin değildim.

Onu ilk kez tanıyan biri olsam, gözlerinde gördüklerime dışı buza hapsolmuş bir deniz görürdüm; içine sığdırdığı koca bir deniz, içinde yaşayan binlerce balık ve tutsak kalmış bedenlerin ardından kalmış ceset kalıntıları var derdim.

Onu tanıyan Mahru'nun gördükleri ise cehennem ateşinin bile eritemediği buzdu. Ateşle beraber yanan buz mavi bir deniz; dibine çökmüş kül tozlarının bir kısmı suyun dibine gömülmek için süzülüyordu.

Adin, yalnızdı. Etrafında olan sayısı fazla gölgeler vardı evet, ama o bunca yığın insanın içinde bile yalnızdı. Adin'in kabul ettiği ise donmuş denizin üzerine düşen kar taneleriydi. Zaman akıp geçiyordu, kar tanesi eriyip buza dönüşümünü tamamlıyor onun yerini bir diğer kar tanesi devralıyordu.

Kısıkça, "Dönmeyecek gibi bakarsan, beni arkanda bırakmayacak gibi bakarsan Mahru. Az önce senin söylediğine, senin sesinden duyduklarıma emin olduğum her ne varsa silip atar, unutur, güneşlerinin bağırdığı sese inanırım." ne zaman bu kadar yakınlaşmıştık ta aramızda bir karışlık mesafe kalmıştı. Başım döndü.

Adin'in denizi dibimdeydi.

Telaşımı dizginlemeye çalışarak "Babanı buraya getirecek olman ne kadar doğru bir karar?" yakınlığı aklımı bulandırdığı için konuyu değiştirmek istedim. "Öfkelisin ona ve bunu senin lehine çevirmek için elinden geleni yapacak gibi duruyor."

Dönecektim doğru ve bunu bir daha sesimden duymasını istemiyordum.

Benden duymak istedikleri bunlar değildi, biliyordum çenesini sıkışı yanağında iki çukur oluşturdu. Kül buzları kendini açan dipsiz denize dönüştü ve beni kendi girdabına almak adına sadece gözlerime baktı.

Bir insan susarken bu kadar konuşabilir miydi?

Ondan cevap beklediğimi anladığı an sessizliğini sonlandırdı, "O bize yapacağı en büyük kötülüğü bir an bile tereddüt etmeden yaptı, bundan sonra ne yaparsa yapsın saldıracağı darbe bizden istediği etkiyi yaratmaz." çelikten keskin ifadesiyle konuştu.

Onun içindeki yarası Asiyeydi ve bundan beter bir darbe onu yıkmak bir yana dursun sarsmazdı.

Çektiği acılar, onu içten içe yıkarken dıştan böylesine dimdik duruşu daha fazla darbe almasına neden oluyordu. Çünkü, bilirsin ki aldığın darbelerin seni yıkmadığını gösterirsen bir daha ki daha sert, daha keskin ve daha güçlü olurdu. Şimdi, tam şimdi anladım.

Anladıklarımla göğüs kafesimin ortasına kurşun yesem, kaburgalarım kırılsa kalbim şimdiki gibi sızlar mıydı bilmiyordum. Adin'in, gözleri uçsuz bucaksız bir deniz değildi; buz tutmuş Kıraç gölüydü. Asiye'nin kanı ile karışmış, Kıraç gölü.

Zayıflamış yüzüne bakarken "Yarın erken kalkmamız gerekiyor, biraz uyusan iyi olur." göz altları kızarmıştı. Uykusuzluktan olduğunu anlamak zor değildi. "Ben gideyim, sende biraz uyu."

Kapıya doğru yürüdüm, lambayı açmak yerine yaktığı mumlara kaydı gözlerim oda çok soğuktu "Önce şömineyi yak istersen burası buz gibi." dedim kısık bir sesle.

Sonra, "Ben kalbimi buz olmuş toprağın altına gömdüm, Mahru. Nefret ettiği yerde onu bir başına bıraktım ben. Asiyem, orada buz gibi yerin altında yalnız, bir başına." sabah garnizonda söylediklerini hatırladım.

Adin'in buz olmuş kalbi cayır cayır yanarken bu ateş onu yakmayıp üşütüyordu o bile bunun farkında değildi.

Omzum üstünden ona baktım, o ise zaten bana bakıyordu. Duruşunu bozmadan bakmaya devam etti, biliyordum ki şimdi gidersem o şömine yanmayacaktı.

Yakmayacaktı. Hatta belki pencereleri bile yeniden açacaktı.

Hiçbir şey söylemeden şöminenin kenarında dizilmiş kütükleri şöminenin haznesine yerleştirmeye başladım. Kütüklerin yanında olan çıralardan dört adetini hazneye yerleştirdikten sonra komedinin üzerinde olan kibrit kutusunu alıp kenardan bir çıra daha alıp onu yaktım ve haznenin tam ortasına koydum. Süreç boyunca beni izlediğini bilsem de dönüp de Adin'e bakmadım.

Ateş yavaşça harlanmaya başladı, kenardaki çıralar da tutuşunca yerdeki yünlü halının üstüne oturmuş kollarımı dizlerimin etrafına sarıp, şakağımı yaslar şeklide şömineye seyretmeye başladım. Ateş, var olan acıları da küle çevirir miydi?

Korktuğun ve kaçtığın her şeyi de ateşe atıp yok etseydi ya insan. Arkamdan gelecek mi, bir adım arkamda mı diye endişe etmeden yürüseydi önüne bakarak. Arkasına bakmadığı içinde tökezleyip yere düşmez, dizini kanatmazdı.

Arkamda bir hareketlilik hissettim, sonra yanıma devrilen bir beden. Ateşe bakmaya devam ettim, yüzüme vuran sıcak ısı bir yandan bedenimi gevşetirken, bir yandan da halsiz hissettirmişti.

Kendimi çok yorgun hissediyordum. Hiç olmayan bir yorgunluk bedenime düştü, başımı dizlerime yaslayıp yandan Adin'e bakmak istedim. "Burası çok soğuktu, sen soğuktan hoşlanmazsın." kül buzlar anında gözlerimle kesişti.

Dalgınca, "Sevmem dediğim ne varsa bu hayat bana onu mecbur kıldı." sözlerinde herhangi bir ifadeye rastlayamayacağım kadar tonsuzluk hakimdi. "Bırak, bırak sevmem dediğim buz gibi hava benim yaşarken çektiğim cezam olsun."

Gözlerim dolmuştu, söyledikleri karşısında en çokta kendine olan acımasızlığı göz pınarlarımı yaşlarla doldurdu, "Olmasın," dedim tek omzumu silkerek. Gözümden kayan yaş şakağımdan aktı.

Adin'in gözleri süzülen yaşa ardından bıraktığı izde uzunca diyebileceğim bir süre orada asılı kaldı. Yutkundu. Ağırca, boğazında kalan bir yutkunuşla. Bakıyordu, gözyaşımın izine.

Kendini benden uzaklaştırdı, bacaklarını ters yöne uzatıp. Dizlerimi bağlayan ellerimi çözdü dizlerim yünlü halıya değerken başını dizime yasladı. Yer soğuktu ama bunu umursamadı, başını yasladığı dizimden bu kez bana değil şömineye yanan ateşe bakıyordu.

Mavi gözlerine vuran ateşin kızıllığını izledim. Sonra başını çevirdi ve gözleri bu kez bendeydi, tam gözümün içine bakıyordu. Gözleri, kül buzlar okyanusun dibine daldığımı, aynı zamanda orada nefessiz olmadığımı hissettirdi. Başımı eğmiş onu izlerken "Sıcağı hissedersem Asiye'ye ihanet etmiş olmam değil mi, Mahru?" dedikleri ile bu kez benim bedenim buz kesti.

Benden cevap bekleyen kül buzlar da umut vardı, "Sen onun katilinin peşindeyken, o, sen sıcağı hissettin diye bunu ihanetten sayar mı sanıyorsun?" duyduklarından sonra kaskatı kesilmiş bedeni yavaşça gevşemişti.

Bana bakmaya devam edişi doğruluğuna kendini inandırması içindi. Gözlerimde ona söylediğim her kelimenin doğruluğunu kendi kül buzlarıyla arıyordu. Sonra gördü, gördü ve sanki günler sonra Adin ilk defa ısınmıştı.

Gözlerime bakarken yavaşça kapanan kirpikleri arasından "Saymasın," diye mırıldandı. O bile sesini duymazken ben duymuştum. Kaç gecedir bunu bekliyormuş gibi uykunun kolları arasına girdi bedeni.

Titrek sesimle "Saymaz." dedim mırıldanırken. Ben, bu soğuk yerde bu gece bir saniye olsa da uyumamış olsam da Adin günler sonra ilk defa derin uykuya benim dizimde yatarak girmişti.

✵✵✵✵

Nedeni olmayan sabahlar olmaz.

Nasıl ki her ayan sabahın bir nedeni varsa, batan güneşin de de bir nedeni vardı. Güneş, bugünde doğduysa eğer bu yapılacakların var olduğunu; durmamamız bizim de pes etmememiz için en büyük neden olarak ilk başta kendini gösteriyordu.

Güneşin pes etmeye gücü yoksa o etmiyorsa; ben mi edecektim?

Adin'in planı vardı, ondan başka bilen var mıydı bilmiyordum. Böylesine temkinli olmasının bir nedeni vardı işte. Bu bir plan mıydı yoksa başka bir şey miydi onu da zamanla öğrenecektim. Öğrenemeyecektim.

Zaman bize ne getirecekti?

Gittiğimiz bu yolda başarıya ulaşacak mıydık?

Asiye'nin katili kimdi, bulacak mıydık?

Bunu yapan kişinin asıl amacı neydi?

Adin'in bir planı vardı değil mi?

Dün hiç gece uyumamıştım. Şimdi salonda üç kişilik geniş deri koltukta otururken bir yandan dün geceyi ve aklımdan çıkmayan bir yığın soruları düşünüyordum. Kaya, yanan şöminenin sönmemesi için odunları hazneye yerleştiriyordu.

Derin düşüncelerime hız kesmeden yenileri eklendiği için bakışlarım dakikalardır üzerinde olan halının renginin bile farkında değildi. Kaya'nın şiddetli öksürüğü beni dalgınlığımdan koparmış, "Size, birkaç kez seslendim fakat bana cevap vermediniz, umarım sizi ürkütmemişimdir?" fazlasıyla düzgün diksiyonu, iri bedenini göz önünde bulundurduğumda oldukça aykırı duruyordu.

Boşluktan sıyrılmış "Ah, sorun yok Kaya. Asıl sen kusura bakma bana seslendiğini duymadım. bana ağırlık yapan göz kapaklarıma inat aslında oldukça dinçtim.

Kaya anlayışla başını sallarken elinde olan uzun demiri bir kez daha şöminenin haznesine uzatıp bir yandan karıştırırken, "Bugün, oldukça dalgın görünüyorsunuz." bir yandan benimle konuşmaya devam etti. "Kara kutunuzun içinde ne olduğunu öğrenebildiniz mi, Mahru Hanımefendi?" soru beni her ne kadar hazırsız yakalamış olsa da geçen geceki konuşmayı kast ettiğini anlamıştım.

Cevap için "Hayır, öğrenemedim." bir an duraksamış gibi olsam da "Kim olduğunu bulamasam da olmasını istediğim biri var aslında." kara kutumun olmasını istediğim kişi Adin'di.

Kaya, "Aslında," diyerek söze girdi. "beni yanlış anlamanızı asla istemem. Resmi olarak tanışmış olsak da siz benim patronumun," kısa süre gölgelenmiş gözlerle yüzüme bakıp ne diyeceğini, beni nasıl bir konuma taşıyacağını bilemediği için susmak zorunda kalmıştı.

Kaya'yı daha fazla bu zor durumumda bırakmamak adına "Arkadaşıyım." dedim bu kelime göğsüme ağır gelmişti. Nedenini sorgulayacak direncim yoktu. "Ben senin patronunun arkadaşıyım. Bana böyle seslenebilir hatta bunun yerine yalnızca Mahru, diyebilirsin. Hatta Hanımef-" hızla sıraladığım örneklerimi sıralayışım kurduğu cümlesiyle durdurdu.

Tereddütsüz şekilde "Siz Adin Boran Beyin, gamzedesisiniz." söylediği ile çatık kaşlarımla diktiğim gözlerim Kaya'nın parlak ela gözlerindeydi.

"Anlamadım?" dedim neredeyse titreyen sesimle.

Elindeki demir çubuğu şöminenin kenarına bırakıp "Sizin, işinizde oldukça başarılı Araştırmacı Gazeteci olduğunuzu ve dalınızda birçok ödül aldığınızı televizyon, dergi ve gazete gibi birçok yerde gördüm." sessizlik içinde Kaya'yı dinliyordum. "Ta ki, garnizona geldiğiniz gün sizin yüzünüzü görme şansım oldu. Mahru Hanımefendi ben, yıllarca esir kampında tutulmuş normal bir vatandaştım. Bundan 7 yıl önce Adin Boran Bey, beni iki yıldır esir olduğum kamptan kurtarıp kendi birliğinde görev almamı teklif etti." anlık şaşkınlığım ile Kaya'ya bakarken bana bunları neden anlatıyordu en ufak bir fikrim yoktu.

Esir kampların varlığını biliyordum, her ne kadar medya ve dünyaca büyük isimler yalanlasa da insanların tutulup yıllarca işkence gördükleri yerler vardı. Çete Liderleri ve masada bulunan diğer gizli üyeler bunu kesinliğini bilen kişilerdi.

Kaya, "Beni, esir kampında kurtarışını teklifini kabul etmeme neden olarak sunmak istemedi. Düşün," derken sesi eskiye kısa bir anlığına gitmiş gibi oldu "düşün dedi sadece düşünmemi istedi. Gelin görün ki düşündüm, hem de oldukça uzun bir süre düşündüm ve görüyorsunuz ki şimdi karşınızdayım." bedenini yasladığı duvardan ayırıp çaprazımda duran tekli koltuğa bedenini yavaşça bıraktı. Bacaklarını, omuz genişliğinde açarak kollarını dizlerine yasladı, bu sayede öne doğru bedeni eğilmişti.

Alttan bana bakmaya devam ederek, "Şimdi bunları neden size anlattığımı merak ediyorsunuzdur. Demek istediğim Mahru Hanım Adin Boran Bey, sizi arkadaşı olarak gösterirse Mahzur Şef gibi bir muamele gösterirdi. Avcı olarak görüyorsa benim ve diğer çoğu avcı gibi kalmanız adına düşünmenizi ister, kararını siz kararınızı verene dek belli etmezdi." sustu ve kıpırdamadan onu dinleyen bana baktı ve dudağının kenarı yukarı kıvrılacak gibi oldu.

Tok sesiyle "Gam; karanlık zede ise; maruz kalan demektir. Siz Adin Bey'in karanlığa maruz kalmasına sebep olan o karanlıksınız. O ise sizin kara kutunuz." son söyledikleri kalbimin çırpınışını hızlandırdı.

Dışarıdan böyle mi görünüyordu? Kaya, asla konuşkan birine benzemezken ikidir benimle daha önce bir tanışıklığı varmış gibi rahatça konuşuyordu. Kaşının bitiş çizgisinden boynuna dek uzanan yarası ilk gün dikkatimi çekmişti. Şimdi, parçaları yerine rahatlıkla oturtmaya başlıyordum.

Avcıların, çoğu esir kampından gelen kişilerden mi oluşuyordu, bunu şimdilik sormak istemedim.

Tam o sırada merdivenlerden gelen adım sesleriyle ben o tarafa bakarken Kaya, ise bakışlarını önünden ayırmadı, karşısında olan duvara bakmaya devam etmişti. Gelen kişi Mahzurdu.

Yeşil gözlerinde her zaman olduğu alaycı tavrı yerindeydi, "Sohbetiniz oldukça derin görünüyordu." bakışlarını Kaya'ya yöneltmesiyle "Sen konuşa biliyor muydun Kaya? Sesin veya dilin var mıydı senin?" yüzünde yer edinen alaycı tavır büyümüştü.

Kaya sadece hafif açıyla başını çevirdi, "Dilimin yaradığı birden fazla durum var, Şef." dedi salonu saran buz gibi sesi. Kalın ve ağırdı.

Yüzünü buruşturan Mahzur iğrenircesine, "Sabah sabah boş midemi bulandırma, senin libido şakalarını dinlemek istemiyorum. O yüzden şimdi siktir oluyorsun." dedi. Başıyla dış kapıyı işaret ederek.

Kaya, oturduğu yerden ayaklanıp başını emri alan bir asker gibi hafifçe hareket ettirdi, "Emredersiniz Şef." diyerek saniyeler içinde dış kapıdan çıktı.

Şaşkınlıkla Mahzur'a dönmemle "Şu an resmen Kaya'yı evden kovup, dışarı attın. Farkında mısın?" dedim sesime yansıyan şaşkınlıkla.

Parlak yeşil gözleriyle "Ast üst ilişkisi Cici Gazeteci." oldukça rahat tavrıyla bana bakarken "Bu arada ev içerisine avcı girmesi yasak! Adin Boran'ın kesin kurallarından biridir, Birliklere dahil olan herhangi avcı, şef veya aile üyesi olmayan herhangi biri ev içine giriş yapamaz!" yüz ifadem her nasılsa bu alaycı tavrını daha da arttırmış gibiydi.

"İki gündür evdesiniz farkında mısın? Kaya ve senin için hemen üst katta açılmış iki oda var. Ben varım, Akça ve Eril de buna dahil. Hepimiz buradayken sen eve girişin yasak olduğunu mu söylüyorsun?" iki gündür bu evdeydik ve o bana aslında öyle olmadığını söylüyordu.

Hem bu kadar yasak ne içindi.

"Bak Cici Gazeteci, bunu söylemekten her ne kadar memnun olmasam da şu oyuncak silah bile kullanamayan senin toz kondurmadığın, Eril de dahil olmak üzere sen ve Akça dışında bu evde yaşayan başka yabancı kimse yok." dişlerini göstererek sırıtmasıyla "Haaa, birde şu güzeller güzeli İtalyan Prensesi Mirabella dışında o misafir kontenjanlığından yararlanıyor siz ise birer istisnasınız."

Merakla, "Peki dışarıda ki korumalar, Kaya, Javelin sen nerede kalıyorsunuz?" dedim.

Dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı, "Adin Boran'ın da yanında bize alıştığını lütfen bu kadar gösterme, deli herifin ne yapacağını çoğu zaman kimse kestiremiyor." bakışlarında ki imayla yanaklarımın yavaşça ısındığını hissetmeye başladım. Sustuğumu gördüğü için bu kez soruma cevap vermişti yarım gülüşle. "Arazi içerisindeyiz sağ kanatta bulunan bir buçuk kilometre ileride olan malikanedeyiz. Korumalar ve garnizondan gelen avcılar orada konaklıyor." bilgilendirmesi bitmişti.

Başımı sallayıp, "Anladım. Ama anlamadığım bir şey var ki o da bunca yasağın ve kuralın olması." dedim sadece kafam karışık içinde bulunduğumuz durum çok daha karışıktı.

Mahzur bana bakarken ne düşündüğünü kestiremedim gideceğini düşünmüştüm ama o ayakta hareket etmeden bana bakıyordu. Üzerinde dışarıda yağmış onca karın aksine siyah bir atlet kamuflaj siyah pantolonu ve sıkıca bağladığı postalları vardı. Beline takmış olduğu gümüş silahın parlaklığı gözlerimi yakacak gibiydi.

Yeşil parlak gözleri benim üzerimde uzunca bir zaman kaldığından huzursuzlandım. Yerimde hafifçe kıpırdandığım sırada "Seninle ilgili çözemediğim bir sır var gibi Mahru Kaner." sesi kendinden emindi. Tehlikeli gibi olsa da sadece kararlı, "Senin, bir gerçeğin var ve bu asla ortaya çıkmaması gereken bir doğru." yeşil gözlerine bakmaya devam ettim.

Mahzur ilk kez adımı söyledi, bunu yaparken her zamanki alaycı tavrı yerinde yoktu. Soğukkanlı ciddiyetini kuşanmıştı. Böyle zamanlarda gerçekten korkutucu görünüyordu. Onun hakkında yapılan haberler onun bu yönünü görenler tarafından yapılmıştı sanırım. Mahkeme heyeti ve medya ona Kıyacı lakabını takmıştı. Onu benimseyen ve övgülerle bahseden hayranları bile vardı.

Sorularımı duymamazlıktan gelerek benimle bu şekilde konuşması ürkütücü olsa da benim bir gerçeğim vardı evet ama beni korkutan bunu sadece saniyeler içinde gözlerime bakarak anlayabilmiş olması oldu. Hemen inkar eden yanım beni "Ne demeye çalışıyorsun sen?" korumak adına konuştu.

Tek kaşımı kaldırmış azapla dolan gözlerimi ona dikmiştim.

Mahzur birkaç saniye daha bana baktı, "Ahh, ne fark ettim biliyor musun?" sorduğum ikinci soruyu da duymamazlıktan gelerek "İsimlerimiz sence de çok fazla benzemiyor mu? Mahru ve Mahzur baksana şuna ikiz isimleri gibi." yine o şakacı ve umursamaz tavrıyla konuşmuştu. "Bunu o huysuz Eril'in yanında da söyleyeyim de keyfi kaçsın. Ah," diyerek kollarını esneterek "bu sabah da mükemmel şu havaya bak." gökyüzü onu inkar edercesine gürültülü bir yıldırım çakmıştı.

Ardından benim ona cevap vermeme müsaade etmeden ellerini cebine koyarak dün gece öğrendiğim mutfak olduğunu bildiğim tarafa yürüdü. Huzursuz hissetmem normal miydi?

Ruh hali bozuk biriydi.

Saatler değil dakikalar sonra salon kalabalıktı, içeride oturmuş Mirabella'nın gizli tutulan davetlerin birini yakın zamanda gerçekleşeceğini öğrendiğimiz andan beri yeri ve zamanı için bilgi topluyorduk.

Utangaç ses tonuyla "Bildiğim kadarıyla masada bulunan ve masaya girmek için sırada bekleyen yardakçıların da içinde bulunduğu bir davet düzenledikleri." Mirabella'nın aksanlı Türkçesiyle söylediklerini dinliyorduk.

Asıl soru soruldu. "Peki, Lei Mirabella bu davetin nerede ve ne zaman yapıldığını biliyor musunuz?" Mahzur'u alışık olmadığım bir ciddiyetle gördüğüme şaşırmamaya başlıyordum artık.

Mirabella'nın "Evet, bu tür büyük davetler aylar öncesinden kararlaştırılır. Hazırlık yapmak oldukça uzun sürüyor, Rusya da olacak davet Hükümdarlık Masası üyeleri ve onların yanında olmak isteyen kalabalık bir liderler. Bu davet için Luce özel bir davetiye çıkardı aslında birazcık balo tarzı olacak maskeli balo." salonda bulunan herkes sessizlik içinde düşünüyordu. Bu davete sızmanın bir yolu olmalıydı.

Akif, tekli deri koltuklardan birine oturmuş sol eliyle hafifçe kaşıyor tam karşısında ise Akça vardı. Akça'nın kulağı her ne kadar Mirabella da olsa da gözleri Akif'in üzerinden bir an olsun ayrılmamıştı.

İzlendiğinin farkında olan Akif'in ise bakışları bir an olsun Akça'nın olduğu yöne değdirmemişti. Bunu kasti olarak yaptığı açıkça anlaşılır haldeydi.

Kaya, kollarını göğsünün üstünde toplamış yanan şöminenin duvarına bedenini yaslamıştı. Dev cüssesi korkutucuydu. Javelin de sabahın erken saatlerinde buraya gelmişti. Hatta bence Mahzur'un anlattığı gibi Halka adını verdikleri malikanede olmalıydı. Mahzur, oturduğu yemek masasının sandalyelerinden birinde oturmuştu.

Akif ve Pusat'ın Atilla'yı getirme planı kendi aralarında konuşulmuştu.

Ona bakmak için bakışlarımı boydan olan camın önünde duran bedenine çevirdim, buz tutan gölü ve karın kamufle ettiği ladin ağaçlarını izliyordu. Ama biliyordum ki asıl karşısında olan görüntü bu değildi.

"Bayan Mirabella, bizimle iş birliği yaptığınız için teşekkür ederim." bedenini bize doğru çevirdi. Sonra gözleri şöminenin yanında duran berjerde olan Mirabella'yı buldu.

Yüzünde oluşan duygular ağırdı, "Asıl ben, beni bir canavarın mahzeninden kurtardığınız için teşekkür ederim Lui Adin." Adin de olan bakışları minnet doluydu.

Sanırım kurtulduğunun henüz farkına varmış değildi, göz bebeklerinde korkunun emareleri vardı. Yıllardır gördüğü işkencelerin, şiddet duyduğu korku göz bebeklerine işlenmişti. Adin anlayışla başını sallamış fakat herhangi bir şey söylememişti.

Ardından "İzniniz olursa dinlenmek için odama dönebilir miyim?" dizlerinin üzerinde tuttuğu elleri dik duruşu fazlasıyla göze batıyordu. Robot gibiydi.

Adin, "Tabii, bu arada lütfen bir daha izin istemeden sadece müsaade isteyin. Burada tutsak değil, misafirimsiniz." dedi kibar sesiyle.

Bu kez Mirabella yüzünde utangaç bir tebessümle Adin'i başıyla onaylamış, oturduğu yerden ayaklanmıştı. Gözlerim, onun üzerindeydi merdivenleri tırmanıp gözden kayboluncaya dek sürmüştü bu hareketim.

İçimde oluşan duyguyu göz arkası etmek istedim, neyin nesiydi anlamadım, fakat huzursuzca yerimde kıpırdadığım sırada karşımdaki koltuğa geçmiş Adin'in bana alttan attığı bakışlarını fark ettim. Yüzümün aldığı şekil her nasılsa bunu fark ettiğini anladım.

Başımı dik tutmaya çalışmış olsam da Mirabella'ya nasıl baktığımı görmüştü. Dudağında mimik oynamasa da gözleri muzipçe parlıyordu. Ama yüzünde hareket eden tek bir mimik yoktu. Bununla beraber yutkundum.

Yerimden hızla ayaklandığım için birkaç kişinin dikkatini çekmiştim, "Ben su alacağım, isteyen var mı?" geçiştirmek adına aklıma ilk geleni söylemiştim. Daha iyisini yapabilirdin. İç sesime kriz yönetimim devre dışı demek istiyordum.

Hızla mutfağa geçmek için uzun olmayan holü yürüdüm, mutfak dolaplarını karıştırdığım sırada üçüncü açtığım mutfak dolabında bulduğum bardaklardan büyük olanı aldım. Tezgahın üzerinde bulunan sürahideki suyu doldururken.

Dilimi ısırıyordum, olmak zorunda mıydı? Fark etmek zorunda mıydı?

Doldurduğum bardaktan koca iki yudum aldığımda bardak henüz dudaklarım üzerindeyken arkamı döndüğüm sırada mutfağın kapı pervazına yaslanmış, kolları göğsünde birleşmiş Adin'i beklemiyordum.

Neredeyse içtiğim suyu püskürtecektim, onu yerine hızla yutmaya çalıştığım için su resmen boğazımda kaldı. Öksürük krizine girmiş gibiydim. Ardı ardına kaç kez öksürdüğümü sayamazken. Gözlerim yanmaya başladı ardından yaşların var olduğunu hissettim.

Adin hızla yanıma gelip eliyle sırtımı sıvazlamaya başladı. Yandan ona bakarken kül buzlarında endişenin kül taneleri vardı. Kirpiklerim, yavaşça gözlerimi örtüp açtı bunu birkaç kez tekrarladı ve ben sadece Adin'i izliyor ve öksürüyordum.

Elini sırtımdan çekmeden nazikçe sıvazlamaya devam etti. Ellerinde ateş vardı sanki ve ben onun elleri arasında kalmış buzdum. Yavaş yavaş eriyip tükenmeyi bekleyen o buz, "Yavaş, Mahru. Birden öyle hepsi yutulmaya çalışılır mı?" gözlerinde olan endişe tozları sesine de yansımıştı.

Öksürükler hafiflediğinden dolayı acıyan boğazımı yok sayarak, "Senin yüzünden," dedim hâlâ bir yandan hafifçe öksürmeye devam ederken "korkuttun beni! Ne yapacağımı bilemediğim için birden oldu." elimi dudağımdan taşan suları silmek adına kaldırmıştım.

Adin, kısa bir süre gözlerime ve dudaklarımı silen elime baktı sonra, "Kendi kendine mırıldanıyordun. Sessizce gelmedim anlayacağın, sen duyamayacak kadar kendinle konuşuyordun sadece." dedi.

Şaşkınlıktan dudaklarım aralanmıştı, duymuş muydu beni? Hiçbir şey söylemeden sadece kül buzlara bakıyordum. Sesli konuştuğumun bile farkında değildim.

Adin'in ise yüzünde eskiden tanıdık olan bir ifade geçerken "Az önce Mirabella'ya nasıl baktığını fark etmedim mi sanıyorsun?" sesi soğuktu ve ben dışarıda dizimi geçen kar yokmuşçasına sırtımdan kayan boncuk teri hissediyordum.

Dudaklarım mührünü kırmış zarf gibi aralanınca "Saklamak gibi bir düşüncemde, çabamda yoktu." cesurca verdiğim cevap tek kaşını hafifçe yukarı kaldırmıştı.

"Öyle diyorsan," kısık sesi ılık bir meltemdi.

Kuruca yutkunup başımı daha da dikleştirip, "Evet, öyle." dedim sesim sanki bir kelime daha konuşsam titreyeceği için ne diyeceğim anlaşılmayacaktı.

İçeriden yüksek sesle "Adin, çıkmamız gerek. Beklediğimiz haber geldi." şu an kimin konuştuğunu anlamamıştım.

Yüzümün aldığı ifade hoşuna gitmiş gibiydi. Kül buzların ışıldadığına yemin edebilirim. "Kendine, ben gelene kadar iyi bak." sıcak fısıltısını dudaklarımın üzerinde hissettim.

Biraz daha yaklaştı, sırtımda olan eli son kez sıvazladığı yerden ayrılırken dibimde olan denizler de geri çekilmişti.

Yakınlığı, baş döndürücüydü. Bir süre mutfakta kendime gelmek için beklemiştim, salona döndüğümde ise Akça dışında akimse yoktu.

✵✵✵✵

Barkun... Dışarısı hep kar, burası hep bir başka biçimde donar. Barkun'un kapısı çalınmaz, varlığı bilinmezdi. Burası Barkun'du.

Adin'in kendi özel mülküydü. Adı ise Barkun. Bark hane demekti. Barkun ise Adin'in hanesi, onun evi demekti.

Kışı bitmez, karı eksik olmayan Barkun'daydık. Ve burası gerçekten ev gibiydi.

Akça, Macbook'u dizlerinin üstüne koymuş dakikalardır parmakları klavye üzerinde hareket ediyordu. İşine odaklandığı belliydi, gelen giden kişilere bakmıyor, başını kaldırmadan ekrana çivilemişti gözlerini.

Ellerim arasında tuttuğum yuvarlak ağızlı büyük kupa bardağına tüm parmaklarımı sarmış. Buz tutmuş gölü izliyordum, evin içi sıcak olsa da dışarıda var olan karı görmek bile kemiklerimi sızlatıyordu. Yünlü bej çoraplarıma bakıp, sonra tekrar göle çevirdim bakışlarımı. Çok yakındaydı, "Burası, şehirden çok uzak değil mi Akça?" güvenli olduğu kesindi. Ama şehre oldukça uzaktı.

Evin etrafını saran korumalar, karın beyazlığının aksine giydikleri simsiyah kıyafetli oluşlarıyla o kadar aykırı duruyordular ki. "Öyle, konum olarak şehir merkezine tam tamına iki saat beş dakikalık bir mesafesi var. Sınırdayız, buranın yeri bile pek bilinmez. Sadece Barutçu kardeşler ve izni dahilinde olan birlik üyeleri." omzumun üstünden klavyenin bir an olsun kesilemeyen seslerin sahibi olan Akça'ya baktım.

Tempolu çalışması beni meraklandırırken, "Sen, kahvaltıdan bu yana ne yapıyorsun? Dava dosyalarını büroda bulunan diğer arkadaşlarına pasladığını söylemiştin. Çok acil bir dosya olsa gerek," gözlerim dokunmadığı kupasına anlık olarak değdi. "bitki çayına bile dokunmamışsın buz gibi olmuştur o." Buz gibi nefret ediyordum bu iki kelimeden.

Son söylediklerim Akça'nın klavye üzerinde oynayan parmaklarını durdurmuş, ekrandan başını hafifçe kaldırarak bana uzunca bir süre bakıp, "Bunu Adin ile konuşmalısın, benim söylemem doğru olmaz." dedi mırıldanarak.

Kaşlarım hafifçe çatılırken Akçadan böyle bir tepki beklemediğim için içimde şaşkınlık oluşsa da ifadesizliğimi korudum. Silik bir tebessümü becerememiş olsam da anlayışla başımı sallamıştım.

Bazen olduğun yeri sorgulamak aklına bile gelmez bir halde orada günlerce, aylarca zaman geçirirdin. En sonunda yanan ışık sana olduğun yeri sorgulatır, başını kaldırıp burası neresi diye sordururdu.

Benim bu soruyu kendime sorduğum en son yer, Asiye'nin cansız bedeni bir gölün üzerindeydi. Oraya nasıl geldiğimi, beni kimin getirdiğini bilmiyordum. Karmaşık gecenin izleri birbirine giriyordu. Hatırladığım iki şey vardı; biri o keskin koku bir diğeri ise yabancının fısıltısı olan 'Signore, come aveta ortinata...' cümleydi. Aradığım özelliklerin her ikisi de aynı kişideydi.

Efendisi kimdi? Beni oraya taşıyan şeytanın zebanisiydi, peki ya Asiye, Attila onu nasıl göl kıyısına getirmişti? Beynimi ağırlaştıran sesler susmuyordu. Evin içi sessizdi, aklım ise bir saniyeliğine olsa da susmuyordu.

Kaya, sabah ki konuşmanın ardından sessizce şöminenin yanında bulunan tekli deri koltukta birkaç dakikadır oturuyordu. Enerjisi oldukça değişik bir insandı, asla konuşkan bir hali yoktu. Bakışlarımı üzerinde hissetse bile bana bakmadı, "Ben dışarıya bir göz atayım bir seslenişiniz ile hemen burada olurum." diyerek yavaşça salondan ayrıldı.

Aslında geleli beş dakika bile olmamıştı, tekrar dışarı çıkıyordu. "Abi, evde herhangi bir durum yok, burası sakin. Dış cephede de," kulağına yasladığı telefona bir şeyler daha söylemeye devam etti ama salondan çıktığı için onları duyamamıştım.

Ev sessizdi, konuşan kişiler vardı ama yine de sessizdi. Gürültünün olduğu yerde sessizlik olur muydu?

Akça, tekrar Macbook'un ekranına çevirdi bakışlarını, sanırım gizli bir dosya üzerinde çalışıyordu. Bana söyleyemeyeceği kadar gizli olan bir dosya, merakımı depreştiren bir konu oldu. İstemsizce küçüklüğümüzü düşündüm o an, küçükken Akça ile aramızda konuşulmayan hiçbir şey olmazdı.

Eril ile olurken, hatta Akça ve ben Eril'den bir çok şey saklardık, ama ikimizin arasında gizlilik olmazdı. Saçma mı davranıyordum bilmiyorum ama içim huzursuzlanıyordu.

İnsan, uzun süre bir şey yapmadan durursa düşünmekten kafayı yerdi gerçekten. Zuhal yengemin, İnsanı yaptığı, sakladığı herhangi bir şey için suçlama Mahru, çünkü insan en çok kendine sessizdir. En çok kendine sır küpü ve kördür. İnsan en çok kendine sessizdir, öylesine doğru demişti ki. Sessizlik, insanı içine çekerdi, sen sustukça bir yığın gerçekler ile yüzleşirdin. Dile getirilemeyen gerçekler kaybolsaydı ya. Hatırlamak istemediği her bir anı hafızandan silinseydi ya. Olmuyordu... Unutmak istediğini daha da hatırlıyordu insan.

Sonuna geldiğinde derdin ki, şimdi söyleyemem. Artık söyleyemem. En başta söylemem gerekirdi. Ardına baktığında ise, geç kaldım derdin. O tren kalktı ki istasyondan. Sen geç kaldın gitmek isteyeceğin yere, konuşmak istediğin insana geç kaldın. Şimdi koşup aşsan o raylı yolları olur muydu bir önemi? Göze gelir miydi gösterdiğin çaba?

Ayakların kanaya kanaya koşsan faydasını görür müydün?

Ama benim ayaklarım ben koşmadan da kanıyordu dedi sağ yanım; sen lanetlisin de ondan Mahru. Lanetli olan insanın koşarken mi kanar ayağı, milim kıpırdamana gerek var mı sanıyorsun sen? Lanetin seninle durduğun yerde de kanıyor... İç sesim açıkladı bana görmezden gelmeye çalıştıklarımı.

Bir hafta sonra yılbaşıydı, yeni yıla girecektik. Yeni yıl bize umut getirsindi, hayatımızın düzene girebileceğinin ihtimalini ucundan gösterse çok mu olurdu?

Ama gerçeklerde vardı. Olmasını istemeyeceğimiz gerçekler. Görmek istemediğimiz gerçekler. Bunlara kör olsaydık ya. Ama, aması vardı işte.

Bizim, sonumuz mutlu biten masalların ki gibi tozpembe olmayacaktı. İlk sayfasından kırmızıydı, kan kırmızısı olanından. Kanlı ayak izlerim ise masalın başladığı noktaydı, Genç kız ormanda yürürken farkında olmadan kanlı ayak izlerini arkasından bırakarak ilerliyordu, izlerin farkına varan Mavi Gözlü Kurt da peşine takılmıştı. Simsiyah parlak tüyleri olan masmavi gözlü kurt. Sonrası vardı, peki şimdi masalın neresindeydik?

Karın örtüğü yer masum görünüyordu, mavi gökyüzü masum görünüyordu. Yeşil ağaçlar da öyle. Her şey böylesine masum görünürken, günahı işleyen insandı. Böylesine güzelliğin, günahını yine insan işliyordu.

Evin içinde Akça ve ben vardık sanrım, dün geceden sonra kahvaltı masasında da Feride'yi görmemiştim. Özgür, neredeydi ufak bir fikrim bile yoktu. Pusat ve Kayla kahvaltıdan sonra evden beraber ayrılmış. Eril, Mahzur ve Javelin ise Adin ile beraber Mirabella'nın konuşmasının ardından evden ayrılmışlardı.

Ha, evet unuttun galiba Mahru, ama bir de yukarıda odasında dinlenen Mirabella da evde. Onu, unutmak mümkün değildi. Aslında kadının yaptığı bir şey de yoktu ama içimde ki ses susmuyor imâ ve kinayeli şekilde konuşmaya devam ediyordu.

Başından geçenler zordu. Yaşadığı acıları, şiddeti sadece bir kelimeye sıkıştırmak berbat hissettiriyordu. Akça'nın önünden geçerken merdivenlere yöneldiğimi fark ettiğini bile sanmıyordum. Dikkati sadece önünde duran Macbook'un üzerindeydi. Merdivenlerden çıkarken bir yandan da Miray ile iletişime geçebilecek telefonumu odamdan almayı ve onunla konuşmam gereken konuları halledebilirdim.

Odamın kapısını açacağım sırada duyduğum ses elimi kapı kulpunun üzerinde hareketsiz bıraktı. Algılayamadığım kısık ses boş koridorda yankılanırken. Evde bizim dışımızda kimsenin olmayışı kısık sesi duymama neden oldu ve bu ses aksanlı bir yabancıya aitti.

Çatılan kaşlarım anlımı kırıştırdı, elim kapı kulpundan sıyrılarak ayrıldığında koridora doğru yürümeye başladım. Akçaya ait olduğunu bildiğim odayı da gerimde bırakınca. Sesin geldiği kapı Mirabella için kullanıma açılan odadan geliyordu.

Kendi kendine konuşuyor sempatisi yapacak durumda değildim. Anlamasam da, fakat bu kez tahmin edebileceğim o dilde İtalyanca bir şeyler mırıldanıyordu. Sesi öylesine kısıktı ki duyabilmek adına farkında olmadan kulağımı biraz daha kapıya yaklaştırmıştım.

Ne söylediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kendi kendine mi, tanrısı ile bir konuşma içerisinde miydi bilmiyordum. Elim, kapı kulpuna uzandı ve aniden kapalı olan kapıyı açtım. Refleks olarak yaptığım hareket beni bile şaşırttı.

Eli boyundaki kolyede irice açtığı gözleri ile bana bakıyordu. Gözlerinde telaş vardı sanki ben tarafından yakalandığını düşünüyordu. Farkında olmadan gözlerimi kısarak onu ve bedenini izledim, ardından odaya bir bakış attım. Mirabella ise kapıyı açtığım halinden milim kıpırdamamış şekilde yüzüme bakmaya devam ediyordu.

Daha fazla gerilim yaratmadan "Mirabella, kusura bakma," diyerek anlayışla ona yaklaşmaya çalıştım. Görünürde herhangi bir şey yoktu, "Odandan sesler gelince bir an sana bir şey olduğunu düşündüm." dedim sakince.

Gözlerinde ki telaş yerindeyken, "S-Sorun değ-il Mahru Lei." ellerini hızla kolyesinden çekerek "Ben, bazen kendi kendime konuşurum. Alışkanlık." hareketleri gibi aksanlı konuşması da oldukça hızlıydı. Yutkunarak, "Bundan sonra daha dikkatli olurum." bakışları etrafta gezinirken bana bakmamak adına bunu yapıyor oluşunu hissettim.

Son söyledikleriyle kendimi oldukça rahatsız hissetmiş, "Hayır, hayır beni yanlış anladın. Dilediğin gibi davran lütfen, ben sadece senin için endişelendim. Odana bu şekilde girmemem gerekirdi. Yanlış bir hareketti." duydukları hızla bana dönmesine ve onun yüzünde mahcup ifadeye dönmüş halde bana bakmasını neden olmuş.

Gözlerinden suç işlemiş bir ifade geçer gibi oldu. Dolan gözleriyle bana baktı, "B-Ben teşekkür ederim," söylemek istediği onlarca şey varmış ta, fakat o nasıl anlatacağını bilmiyordu sanki.

Başım hareketimi onu anladığımı düşünmesini bilen bir tavırla sallarken gözlerinde bu kez minnet vardı. Minnetle parıldayan gözleriyle bana baktı.

Mirabella'nın odasından ayrıldıktan sonra kendi odama geçmiştim, neredeyse bir saate yakındır odanın penceresinin önünde durmuş ve buz tutmuş gölü izliyordum. Mirabella, beni huzursuzlandırıyordu. Bir saattir düşündüğüm buydu. Gölü izlemek iyi geliyordu sanrım, bunu yapmak alışkanlık haline geldi.

Bu burada olduğum ikinci gün olsa da sanki bunu her zaman yapıyor gibi hissediyordum. Yatağın yanında olan komedinin üzerinde duran telefonumu aldım, ilk yaptığım bataryasını kontrol etmek oldu. Yarısı boşalmış görünüyordu, işime yarayacak kadar kullanabilecektim. Sonra şarj edecektim.

Rehbere girip kayıtlı olan numarayı aradım. Telefon çaldı, tekrar ve tekrar. Arama sonlanana ve operatörden duyduğum kayıtlı sesli mesajın ardından arama tamamıyla sonlandı.

Tekrar aradım, bu kez de aynı sonuçla karşılaşınca kaşlarım çatılmıştı. Miray, telefonunu açmamazlık yapmazdı. Önemli bir işi olduğunu düşündüm, ya da telefonu sessizde falandır. Bana geri döneceğini bilerek telefonu prize taktığım şarj aletinin kablosunu telefona takıp komedinin üzerine bırakarak tekrar boydan camın önünde durdum.

Aşağı inmedim odamda kalmış, Akça'nın benim için çıkarmış olduğu dosyanın bir kopyasını inceliyordum. Dosyanın sağ üst köşesine ataç ile sabitlenmiş fotoğrafta ışıldayarak gülümseyen kişi Asiyeydi.

Çok güzel bir kızdı, masumdu. Simsiyah uzun saçları bir prensesin bile kıskanacağı kadar uzun ve bakımlı görünüyordu. Tam bu sırada kapım iki kez tıklandı.

Açılmayan kapıya bakmaya devam ederken "Gelebilirsin," dedim. O sırada ayaklanmış yönümü tamamıyla kapıya çevirmiştim. Yavaşça aralanan kapı önce boşluğu sonra ise uzun bedeninin gölgesini içeri taşımıştı.

Malikanenin koridorlarında yanan mumlar yüzünden olduğunu bildiğim bu gölgenin sahibini beklemeye koyuldum, "Rahatsız etmiyorum değil mi?" diyen ses Özgür'e aitti. Beklemediğim kişinin gelişi yüzümde nasıl bir ifade yer almışsa Özgür bir an geri gidecek gibi oldu.

Aniden "Olur mu öyle şey, sadece seni beklemiyordum." dedim hızla. "Hatta evde olduğundan bile emin değildim." Özgür bana bakmaya devam etti. Konuşmak, için buradaydı, "Gel lütfen," bir an önce kapı pervazında durmuş bedeninin sancısına son vermek için içeri davet ettim.

Özgür, "Evde kimse yok, yurt dışından tanıdığım hiçbir avcı veya koruma da yok. O yüzden seninle konuşmak iyi gelir diye düşündüm." göz altlarında koyu kırmızı halkalar oluşmuştu. Saçları birbirine girmiş, sesi ise kısıktı. "Biraz daha kimseyle konuşmazsam kafayı yiyeceğim galiba." dün tanıştığımızdan çok farklı görünüyordu.

Pencerenin önündeki karşılıklı ikili berjerlerin birine o oturdu. Ellerini dizlerine yaslayarak başını eğmiş yere bakıyordu. "Konuşmak, insanın kafasındaki sesleri de ihtimalleri de susturur buraya gelmekle iyi yaptın." başını kaldırmadan olumlu şekilde yavaşça salladı.

Karşısında duran boş berjere oturdum. "Sadece susmak istersen susarız. Ama konuşmak istediğin konu her neyse ya da varsa kafanda oluşan sorular varsa eğer bana sorabilirsin Özgür. Sana yardımcı olmak isterim." konuşmak onun için güçtü. Onu davet etmiştim ama zorlamak gibi bir amacım olmayacaktı. Bunun farkındaydım, söylediklerimle beraber Özgür susmaya devam etti. Yere baktı uzunca bir müddet.

Konuşmak değil de daha çok yalnız kalmak istemediği için buraya gelmişti. Onun gibi yakınını kaybetmiş biri yalnız kalmak istemezdi. Yalnız, kalmayı istiyor gibi konuşur, hareket eder aslında yalnız kalmak istemezdi.

Hayatında unutamayacağı kadar zor bir kaybın yasını tutarken etrafında kırk yabancın olan biri varsa bile; onun desteğini hissetmek isterdin. Susarak olsa da hissiyat ayrıydı. Yalnız olmaktan çok daha iyiydi.

Bizzat yıllarca bunun hayat dersini almış birinin yaşadıklarıydı. Ve bu kişiyi çok yakinen tanırdım.

Derin nefesi omuzlarını yukarı taşıdı, "O gölün kıyısında sende varmışsın." oturuşunun dakikalar sonrasında kurduğu ilk cümlesi bu olmuştu. İçime yayılan korku bir an tüm vücuduma yayıldı. İhtimalini düşük tuttuğum Adin'in görmememi sağladığını gösterenler vardı. O da ablası gibi beni mi suçlu buluyordu? "Kardeşimi kurtarmaları için sen bağırmışsın, çok fazla bağırmışsın hem de Mahzur abi söyledi. Yaralı olduğun halde bağırmış ve yerinizi bulmalarını sağlamışsın." Özgür konuşmaya devam ederken yapabildiğim kıpırtısızca onu dinlemekti, "Baba bildiğimiz o herif, kendi kızını basamak olarak o şeytanlara verirken sen cansız bedeni suyun üzerine çıkmış kardeşimi kurtarmaya çalışmışsın." başını kaldırdığında yanaklarından akan gözlerini dolduran yaşlarla bana bakıyordu.

Gördüklerimle içim ezildi, göğsüm ezilmiş gibiydi. "Ben, sana teşekkür ederim abla." işte bunu beklemiyordum. Sesindeki minneti, kısık sesine nazaran teşekkür ederek bağıran gözlerini görmeyi hiç beklemiyordum.

Sol yanağımda hissettiğim alışık ıslaklıkla "Asıl ben özür dilerim Özgür, daha önce uyanamadığım için." hep bu düşünce aklımda vardı. Daha önce bilincim yerine gelse Asiye'yi kurtarabilir miydim? O ihtimal var mıydı?

Onun o küçük bedenini beyaz elbisesinin kanı yüzünden kıpkırmızı oluşu, uzun siyah saçlarının örttüğü göl gözümün önünden kaybolmuyordu. Gözlerimi her yumduğumda bunu görüyordum. Özgür, gözlerini yumunca yanakları kurumayan yaşlara yenilerini eklemişti.

Özgür, "Abla, ben nasıl dayanırım bilmiyorum. Bu yaz yanımıza gelecekti," daha fazla konuşamayacağını anlamış gibi başını önüne eğerek sessizce ağladı. Cümlesi bitmese bile ne söyleyeceğini anlamıştım. Omuzları sarsıldı, hıçkırıklarını içine akıtırken can çekişen sesini, nefesinin boğazından akıp gitmeyen soluğunu duyuyordum.

Bundan çekinmeden Özgür ağlamaya devam etti. Görmemden çekinmeden içini döktü. Dakikalarca bunu yaptı ve defalarca kez hıçkırıkları arasından kısık sesiyle sayamayacağım kez bana teşekkür etti. Tâ ki güçsüz düşen bedeni sonra tekli koltukta uykuya dalana dek, üzerine örttüğüm yünlü battaniyeden sonra onu izlerken küçücük bir erkek çocuğunun can çekişini izlediğimi ve elimden hiçbir şey gelmediğini gördüm.

Küçüktü, Asiye gibi Özgür de çok küçüktü. İçinde, büyütemediği çocuk yaşında kaldığında kalbin daha çok acırdı. Bedenin her ne kadar büyümüş olsa da kalbin o küçük çocuğun savunmasız, korkan halinde kalır. Acını çekmek her zaman çok daha güç olurdu. Masum kalbe, zarar olan bu dünyada yaralanmadan çıkmak zordu. En zoruydu.

Akşam olacaktı ve ev sessizliğini korumaya devam ediyordu. Sessizlik, iyi bir muhafız olsa da bir süreden sonra insanı delirtir.

Dosyayı detaylıca incelerken tekrar tekrar baktığım için kafam artık allak bullaktı. Öyle ki her satırı ezberlemiştim. Öte yandan Adin veya Eril den herhangi bir haber yoktu. Endişem ya da merak mı depreşiyordu emin değildim. Sanırım ikisinde aynı dozda almış durumdasın. Öyle, endişe ve merak tam olarak içimdeydi.

Tam bu sırada araç sesleri duyduğum an pencereye doğru resmen koşmuştum. Art arda üç siyah Merc-edes Benz bahçenin kapısından geçip içeriye girdiler. Bahçe içi ve dışına dağılmış koruma ya da avcı hangileri ise yerlerinden ayrılmadan sadece geçmelerini beklemeye devam ettiler.

Sonra en öndeki araç durdu, ellerim soğuk cama yaslandı ve izini bıraktığını avucuma yayılan ıslaklıktan hissetmiştim. İkinci araçtan inen kişiler Akif ve Pusattı. İlk araçtan ise Mahzur indi, Adin'i arayan gözlerim üçüncü araca takıldı. O araçtan inen kişi de Eril olmuştu.

Fakat ondan sonra inen herhangi biri olmadı, gözlerim tekrar birinci ve ikinci araca döndü fakat ondan da inen yeni bir yüz olmamıştı.

Adin dönmemiş miydi?

Daha fazla burada beklemek yerine hızla aşağıya inmeden önce koltukta uyumaya devam eden Özgür'e baktım. Şu an uyuyor olması çok iyi denk gelmişti. Salon da sadece Akça vardı ve sabahtan bu yana dizlerinde duran Macbook bu kez ortalarda görünmüyordu. Şöminenin yanında duran tekli koltukta oturmuş yanan ateşi izlerken bulmuştum onu.

Kafasını kurcalayan bir takım olaylar vardı. Bunun farkındaydım, henüz ona bunu sorma fırsatım olmamış olsa da. Onun sıkıntılarının üzerine bir de Akif meselesinin dahil olduğunu hele ki dün gerçekleşen bu olayında üzerinde olan etkisini kısa süre içinde konuşmak istiyordum. Sanırım bazen aramıza giren yıllar olduğunu unutuyordum.

"Bahçe kapısının açılan sesini duydum sanırım?" sesi kendini saklayan birinin üzerine örttüğü battaniyeyi anımsattı. Başını kaldırıp bana baktığı an az önce ki dalgınlığı kolayca saklamıştı. Yüzüne sabitlemeye çalıştığı tebessümü ile beni izliyordu.

Başımı olumlu anlamda sallayıp, "Evet, Eril, Pusat, Mahzur ve Akif'in arabalardan indiğini gördüm. Bende onlara bakmaya inmiştim." dedim derin bir nefes vererek. Onu yakaladığımı fark etmiş miydi?

Başını sallayıp ayaklandığı sırada karşımda ki küçük şımarık ve umursamaz görüntüsüne bürünmüş Akçaydı. Evde olduğu için geniş paça gri bir pantolon yumuşacık olduğunu gördüğüm gri yünlü kazağı ve bordo kalın kemer takıyordu. Ayağında ise sarı civciv desenli bir panduf vardı.

"Hadi o zaman gidip de ne avladıklarına bir bakalım." koluma girdiği sırada iki adım sonra durup bedenini hafifçe benden uzaklaştırır şekilde gözlerime baktı, "Ayy, Mahu sence üzerimdekiler nasıl? Çok mu paspal görünüyorum? Şu renkli takımlarımdan birini mi giyseydim?" gözlerimi kırpıştırıp Akça'ya bakakaldım sadece.

O da kafası karışmış şekilde bana bakıyordu, "Gayet alımlı görünüyorsun, Akça. Paspal gibi göründüğün falan yok." kendi üzerine son bir kez daha bakıp, ardından beni onaylayan bakışlarını gördüm. Kolumdan tutup çekiştirerek dış kapıya doğru götürmeye çalıştı.

Akça kendini kusursuzca saklayan biriydi. Onun görmek istemeyeceğin hiçbir şey görmesine izin vermezdi. Şu an, umursamaz ve şımarık davranmasının nedeni buydu. Onunla geçirdiğim çocukluk yıllarımdan öğrendiğim ilk özelliği bu olmuştu.

Kapıyı açtığı an sabahtan bu yana dışarıda bekleyen korumalardan biri hemen bize döndü, "Buyurun Mahru Hanım bir şeye mi ihtiyacınız vardı?" beyaz gömleği üzerinde siyah ceket ve onun da üzerinde kaşe kabanı vardı. Avcılara benzemiyor ve onlar gibi giyinmiyordu bahçede ki hiçbir adam.

Akça'ya baktım o ise karşımızda duran kişiye kitlenmişti, "Eril'in geldiğini gördüm, onun için çıkmıştık." adını bilmediğim adam bana ciddiyetinden ödün vermeden bakmaya devam etti.

"Eril Şef, paketi sağlam şekilde depoya yerleştirdikten sonra yanınıza gelecektir. Dilerseniz içeride bekleyebilirsiniz, kar şiddetle yağmaya devam ediyor, hasta olabilirsiniz." nazikçe bizi içeriye postaladığını gördüğüm adama bakmaya devam ettim.

Akça adamdan olan bakışlarını yavaşça bana çevirip, "Her yağan kar insanı hasta edecek olursa ne olur biliyor musunuz?" bakışlarını karşımızda duvar olmuş adama dikerek, yakasına ardından yüzüne bakmıştı. "Bu arada adınız nedir? Yanlış anlama olmasın hitap etmek adına soruyorum."

Karşımızda duran kişi bakışlarını bu kez Akça'ya çevirmiş, "Akça Hanım, adım Tu-" tam o sırada önümüzde duran korumanın arkasından önce kara batan ayak sesi "Yol verecek misin Tuncay?" sonra görüntüsüyle hemen kenara çekildi adını Tuncay olduğunu öğrendim kişi.

"Tabii, buyurun Akif Bey." dedi elini hızla önünde birleştirerek.

Akif, gözünü kimseye değdirmeden kapıdan geçti. Akça'nın kısmi felcinin tutacağını bildiğimden neyse ki tam zamanında kolundan kenara çekmiştim. Akif yanımızdan geçti, göze çarpan deri ceketinin sırtında açık kahverengi kanatlar ve ortasına gizlenmiş ya da silikliğinden dolayı tam fark edilmeyen kurdun gölgesini ayırt ettim.

Akça'yı kendine getirmek adına, "Akça, hadi ayaklarını kullanacaksın değil mi? Botlarımızı giyelim ve bir an önce Eril'in yanına gidelim." diyerek onu Eril'in yanına götürmek için çekiştirdiğim sırada

Akça, gözden kaybolmuş Akif'in arkasından bakarak. "Ya, Tuğkan demedi mi dışarıda kar yağıyormuş," ardından yeşil gözlerini bana çevirip "Hem hasta oluruz Mahu, hadi gel şöminenin önünde bekleyelim Eril'i." kirpiklerini hızla kırpıştırıp başını eğerek bana alttan bakmaya çalıştı.

Şaşkınlık nidam dudaklarım arasından kaçmak üzereydi, "Sen ne zamandır bu kadar flörtüz biri oldun acaba?" Akça hâlâ tatlı göründüğünü sandığı ve gerçekten çok tatlı şekilde olduğu yüz ifadesiyle bana bakmaya devam ederken.

"Ya cicim ne flörtüz hareketleri, şu uzun kulak Eril gibi konuşma lütfen. Sadece soğuk havanın bizi hasta edeceğini düşündüm, değil mi Tarkan?" diyerek hemen arkamızda kalmış, adını yanlış telaffuz ettiği Tuncay'a bakıyordu.

Tuncay ise aynı saniyede "Evet Akça Hanım." dedi kısa ve net şekilde.

Adını yanlış telaffuz ettiğini sorun dahi etmemişti, "Gördün mü Tanju da benimle aynı fikirde." içeriye adım atacağı sırada kedi yavrusu gibi ensesinden tutup kendime çektim.

"Yirmi saniye içinde nasıl olur da Tuncay'ın adını üç kez yanlış söylersin anlamıyorum cidden." iflah olmayacak şekilde başımı salladım. Benim arkadaşım cidden böyle değildi. Yani, bu şekilde davranan biri değildi.

Aşk, cidden aklı alıp, silip süpürürdü...

Akça'nın sonrasında ben ne yapıyorum dediğini biliyordum çünkü. Sabah, dün çok mu saçmaladım dediğinde ise ona şimdi arkasından baktığım gibi tebessüm ederek bakmıştım.

Akça içeri girdi ve bende Tuncay'a baktım. Evet kesinlikle bu iri yarma arkadaş depo denilen yere gitmemem için önümde set olacağa benziyordu. Bu nedenle "Eril'e onu salonda beklediğimi ve acil gelmesini söylebilirmisin Tuncay?" soruma olumlu anlamda başını sallayarak.

"Peki efendim." dedi ve depo olacağını tahmin edeceğim yere doğru yürüdü.

Birlik içinde kurallar vardı ve ben bunları bilmediğim için herhangi bir yanlış yapmak istememiştim. İçeriye girip soğuk havayı engellenmek için kapıyı örttüm.

✵✵✵✵

Bizler mağdur değil, mağdurun uğradığı zulme sessiz kalmayınız. Karma T.

Attila Barutçunun kafasına geçirilmiş siyah torbadan dolayı iki yanında duran Kaya ve Mahzur onu yönlendiriyordu. Adımları sendeler ve her an düşeceğinden dolayı endişeliydi, "Nereye götüreceksiniz beni?" korkudan titreyen sesiyle son söylediklerini yüksek bir tonla sordu. "Siz kimsiniz! Nereye götürüyorsunuz beni!"

Odanın ışık değmeyen köşesinden onları izliyordum. Pek nazik davranmadıkları Attila debelenmeye çalışıyordu, fakat buna gücü yetmez hali bedeninde baktığımda ayakta bile durması güç görünüyordu.

Odanın tam ortasında sarkmış olan metal abajur daire şeklinde ve derin olduğundan sadece üzerinde durduğu masayı aydınlatıyordu. Rahatsız edici beyaz ışık göz yoruyordu. Tipik sorgu odasını andıran ortada bulunan metal masa ve sandalye dışında sağ tarafta kalmış bir masa ve sandalye daha vardı.

Eril kolundan tuttuğu bedeni sertçe sandalyeye bırakırken Attila acı dolu inledi, "Ahh, nereye getirdiniz beni?" soru sormayı kesmez tavrıyla konuşmuştu. Ellerimi göğsümün hemen üzerine almış onları seyrediyordum.

"Vay amına koyayım, onca boka batıp birde seni tatile götüreceğimizi mi sanıyorsun, Atilla?" Mahzur'un sesi her ne kadar alaylı olsa da suratı yine o alaycı ifadesini bir köşeye atmıştı, ölümcül ciddiyeti oradaydı. Kıyacı.

Kaya ve Mahzur orta da bulunan masadan uzaklaşıp sağ tarafa bulunan masaya ilerledi, "Geldiğin yer neresi bilmiyorum ama gideceğin yer cehennemin dibi olacak Atilla." Eril'in tehlikeyle dolan sesiyle ortam kış olmasına rağmen yakıcı bir sıcaklığın kapısını açmıştı sanki.

"An-Anlamıyorum sizi." korkudan kekeleyen başına geçirilen siyah torba sayesinde hızla sağına soluna bakıp sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. " Masa mı gönderdi sizi? Masanın mı adamlarısınız? İstediklerini onlara verdim zaten, yap dedikleri her şeyi yaptım!"

"Neyini anlamıyorsun, Atilla?" Eril, adımlarını ağırca etrafında atarken bir yandan konuşmaya devam etti. "Peşkeşçi pezevenk seni. Demeye getirmiyor direk söylüyor anladın mı şimdi?" sorduğu soruyla Attila'nın suratının tam ortasına yumruk atması bir olmuştu. Yumruğun şiddetinden dolayı kırılan kemik sesini duyduğuma emin Attila bağlandığı sandalyeden geri düştü.

Acıyla inleyişi tüm depoda yankılansa da Eril umursamadan devam etti, "Şimdi kızını yem olarak verdiğin şu piç kurularından bahsetme zamanı." açık kahveleri cehennemin gazabını içine almıştı sanki.

Yanan ve kül olmamış diri ateş Eril'in gözlerindeydi.

Sandalyesini ters çevirip oturan Mahzur keyifli ifadesiyle yere serilmiş Attila'yı izlerken sıranın ona gelmesini sabırsızca bekleyen bakışları bu kez Eril'e döndü.

"Selam süfli babacığım," karanlık merdivenlerden gelen sesle hepimizin bakışları o tarafa döndü. "Umarım dostlarım sana layığıyla, aşağılık bir şekilde davranmışlardır. Aksi olursa sen yerini yadırgarsın," Adin'in iğneleyici sesiyle söyledikleri yerde yatan babasının ayak ucuna gelince durmuş.

Kanlar içinde kalmış yüzü saatlerce buz kütlesinin üzerinde tutulduğu için moraran çıplak ayaklarına bakınca yüzünde bir canavarın gölgesi olan gülüşü tüm yüzüne yayıldı. "Bakıyorum da olması gerektiğinin fazlasını gösterip, fazla misafirperver davranmışlar." dudaklarına bulaştırdığı korkutucu gülüşü silmedi.

Mahzur sandalyeden kalkıp geri çekildiği sırada asılı olan silahını demir masanın üzerine bıraktı, "Tam zamanında geldin Adin Boran, pislik babacığın iş birliği yaptığı bölge liderlerinden bahsedecekti." yeşil gözlerinin içinde oluşan tehlikeli kıvılcımlar Attila Barutçunun yüzündeydi.

Yerde iki büklüm olan bedeniyle "Sö- söyleyemem öldürürler b-eni" o an soğuktan mı yoksa korkudan mı kekelediğini kestiremedim. İkisini de hissediyordu. Solgun yüzüne yayılan korku yutkunmasını zorlaştırmıştı.

Tek kaşını kaldırarak sinsi sırıtışıyla "Ha, sen bizim seni yaşatacağımızı düşünüyorsun? Fazla hayalperest misin sen?" Mahzur'un her zaman ki küstahlı gülüşü korkutucu görünürken, bundan kısa bir an ürktüm.

O gece göl kenarında gördüğüm o adamdı, tanımadığım yabancı olan korkunç yeşil gözleriyle Attila'ya bakıyordu.

İkna edebilecekmiş bir tavırla, "Bakın, onlar sizin sandığınız ya da baş edebileceğinizi düşüneceğiniz insanlar değil. Haklarında en ufak bir bilgi verirsem bana neler yaparlar biliyor musunuz siz?" karşısında duran, ona ve Hükümdarlık masası dedikleri çapulculara kafa tutan kişileri şimdi yapacaklarıyla korkutmaya çalışıyordu.

"Neden onların üç kolu dört bacağı falan mı var? Amına koyayım, Iron Man onların tarafında mı yoksa? " Mahzur'un alaya alarak söyledikleriyle beraber Eril'in dudağı seğirdi. "Sakın bana senin de Loki olduğunu söyleme, işte buna gülerim." Tüm bu odada bulunan adamlar her zaman mı böyle korkutucuydu yoksa bu odada bulunan enerji mi kasvet yoğunluğu taşıdığı için miydi?

İlk kez Eril'in Mahzur'a pozitif fiziksel hareketi olduğuna şahit oldum Mahzur ise Attila Barutçunun yüzüne baktığı için bunu fark edememişti.

"Şimdi şuradan başlıyoruz." parmağını metal masaya bir kez vurdu, "Sen bize bildiğin esir kamplarının teker teker nerede olduklarını listeliyorsun." Adin, Attila'ya bakıp parmağını birkaç defa daha metal masasına vurmaya devam etti.

Konuşmayan Attila'nın karşısındaki kişinin sabrını zorladığını burada bulunan herkes fark ediyordu. Bunu en iyi bilen ise oğlunun en büyük düşmanına baktığı gibi ona baktığını gören Attila Barutçuydu.

Adin uzatmadan "Hangi, uzvundan vazgeçtikten sonra şakımaya başlayacaksın piç kurusu!" yüzüne tıslayarak konuştuktan sonra Attila'nın hemen arkasında karanlık alanda duran Kaya'ya saniyelik bir bakış atıp tekrar Attila'ya baktı.

Kaya, Atilla'nın sağ kolunu tutup sert bir hareket ile çevirirken sessiz oda da kırılan kemik sesini ve hemen ardından Attila'nın can çekişir gibi bağırışı duyuldu.

Adin yüzünde ki müthiş korkutucu tebessümle Atilla'yı izlerken işaret parmağını birkaç kez alnına vurup "Sen solaktın değil mi?" sakince sorduğu soruyla bu Kaya'nın alması gereken mesajmış gibi komut alarak bu kez kırılan koluna yasladığı elini tutup çevirdi ve serçe parmağı dahil olmak üzere aynı an da üç parmağını kırdı.

Yüzümü buruşturdum. Ve ardından Atilla daha yüksek bir sesle bağırdı. "O masa dediğin siktiğimin herifleri verdiğin bilgiler yüzünden seni öldürebilir." sesi ve görüntüsünde sadece ölümün isi vardı, "Ama ben sen öldün sandığın her an aslında senin nasıl ölmediğini sana en beter şekilde hatırlatırım! Bir canavarın varisi olmaz, ondan daha beter bir canavara dönüşmüş dölü olur." Adin'in kendi için kullandığı acımasız kelimeler göğsüme ağır gelmişti. Kan çekilmiş yüzüyle, "Şimdi bildiğin esir kamplarının yerini ve şu yakın tarihli davet ile ilgili bilgi ver." Atilla'ya konuşması için son bir şans vermişti.

Can çekişen Atilla, Adin'e korkarak bakıyordu. Kendi oğlunun gözlerine bakarken resmen korkuyordu. Çünkü biliyordu ki Asiye için onu öldürmekten beter hale getirecek kişi sadece büyük oğlu değildi. Adal Pusatta sıradaydı. Onun merhametsizliğini Adin'in kini mumla aratırdı.

Canavarın yetiştirdiği biri canavar olmazdı, Adin Boran asla bir canavarın duygusu olamayacak merhamete sahipti.

Sadece hak edene verilecek merhamet Atilla Barutçu'nun leş bedenine değmezdi. Kendi tüm bunları düşünmemiş gibi planları apayrıydı ama oğullarına yakalanmış ve bir fare gibi bu küflenmiş ve rutubet kokan depoya kapatılmıştı.

Attila titreyen bedeni ve sesiyle, "Sınıra yakın üç ayrı bölge de esir kampları var." kırılan kolu ve parmaklarının ağrısını göz arkası edemediği için gözlerinden akan yaşlar vardı. "Doğu sınırında bir esir kampı, Kuzey ve Batı Karadeniz'in kıyısında yurt dışından getirilen esirler var. Masaya oturan yeni bir bölge lideri var. Beş gün önce Avrasya kıtasında ki ülkeleri elinde tutan bölge liderinin çocuğu geçti." Adin hâlâ Atilla'yı izlerken Mahzur ve ben göz göze geldik. Hayvani sesler çıkararak acısını yatıştırmaya çalışırken ağlamaya devam ediyordu.

Masa yeni birini almıştı, fakat bu Atilla Barutçu olmamıştı. Kızını basamak olarak onlara sunmuş olmasına rağmen masada onun için sandalye verilmemişti. Onun gibi aşağılık birinin bataklık tarafında bile yeri yoktu.

Masada bulunan bölge liderleri için aile kavramı önemli bir husustur. Aile, onların kendi canının bile önüne koyduğu kurallarıdır. Hırs, uğruna kızını gözden çıkaran bir babanın o masada yeri olmayacaktı. Küçük kızları, genç kadınları hatta bazen erkekleri bile kaçırıp; insan kaçaklığı, fuhuş ve organ kaçaklığı yapanlar onlar değilmiş gibi.

Yıllarca onlar hakkında yaptığım araştırmalar Bölge Liderleri ve çete üyeleri arasında her daim sadakat olmalıydı. Onların altın kuralı Sadakattir. Kendi ailelerine ve sonra da masa da ki çete liderlerinin ailesine olan sadakat ve saygı.

Luce'nin yana yakıla Mirabella'yı aradığı gibi. Aldo çetesinin üyeleri bile aile üyesi konumdadır herhangi biri infaz edildiğinde veya öldürüldüğünde bu onların savaş başlatmasına neden olacak bir hamledir.

Aldo çete üyeleri aileden sayılır, yabancı olarak görülmezdi. Adin, ilk hamlesini İtalyanlara vurmuş, onların zaafına hedef almış ve ateşlemişti. İlk hamle olmasına rağmen oldukça güçlü ve akıllıca bir atakta bulunmuştu.

Masa Atilla Barutçu'ya küçük bir oyun oynamış ve o oyunun ilk turunda elenmişti. Aslında masa Atilla'yı için denmek için kızının canı üzerine pazarlığa oturmuştu. O da bu oltaya düşecek kadar akılsızdı. Şimdi ne oturacağı bir koltuk ne de küçük kızı Asiye vardı.

Yeni soru ise masaya oturan isim kim olabilirdi, Avrasya bölgesinde üç büyük aile vardı güç açısından iki aile daha baskındı. Kazakistan da bulunan Mugal çetesi, Gürcülerin olduğu Svan çetesi ve Veles çetesi vardı.

Veles ailesi yani Gaynell'ler yarı Kazak yarı Ruslardan oluşur ve aile gelenekleri yıllardır böyle devam ederdi. Gelinleri her daim Kazak kızlardan alınırdı. Allah kahretsin ki üç aile arasında şeytanın vicdansızlığını taşıyan da onlardı.

Acıdan inleyerek, "Masaya beni alacaklarının sözünü vermişlerdi." kırık olan uzuvlarını tutmaya çalıştıkça canı daha da acır sesler çıkarıyor hızlı soluklar alıp veriyordu. "Ama sözlerini yerine getirmeyip," leş kokan sözlerini daha fazla duymamak adına.

Acıyan canını umursamadan Adin'in yanından geçip avuç içlerimi masaya sertçe vurdum, "Salak salak cevaplar verip benim sinirlerim ile oynama sakın. Burada senin hikayelerini duymak için dikilmiyoruz. O leş ağzın sadece cevaplar için açılıp ve kapanacak!" Mahzur'un kocaman açtığı gözleriyle bana baktığını hissediyordum şaşırdığına emindim. Eril, ise en son köşede kollarını göğsünde toplamış bu tarafa bakıyordu. "Davet gecesi beni masadan kaldıran kişinin Luce olduğunu zaten biliyoruz, geri kalan bilgileri de sen vereceksin. Ne kadarını biliyorsan. Masaya geçen yeni bölge lideri Svan, Mugal yoksa Veleslerden mi? "

Bunları nasıl bildiğim sorgular gibi şaşkınca gözlerimin içine bakıyordu. Masmavi gözleri tam olarak bana bakarken, "S-sen nasıl bun-" diyecek oldu ki.

Hızlıca konuşarak "Sana soru sormak veya başka herhangi bir şey söylemek yok dedim! Sadece cevap vereceksin!" savunmasız veya güçsüz bir duruşum hiç olmamıştı.

Ben daima etrafımda ki insanlar tarafından soğuk ve mesafeli bir insan olarak görülmüştüm. Şu anda karşımdaki insan bile diyemeyeceğim bu adinin konuşması bir yana nefes alması bile benim için adaletsizliğin en büyük kanıtıydı.

Onun sadece bize gereken bilgileri verdiğinde dinlemek istiyordum. Başarısız olduğunu düşündüğüm sikik hayat öyküsünü dinlemek değil.

Çatık kaşlarımla ondan cevap beklerken "Velesler," dedi. Duyduklarımla gözlerim aynı hızla kapandı ve işte bu hiç iyi olmamıştı. Çete lideri Aleksei henüz sağlıklı bir insandı ama masaya kendi geçmektense çocuğunu oturtmuştu.

Acil Miray'dan Gaynell ailesi için daha detaylı dosya istemem gerekiyordu. Masada ki sessizlik, maskelinin ortaya çıkmaması gösteriyordu ki Mirabella'nın kaçırıldığını henüz kimse bilmiyordu.

Atilla acıdan bayılacak gibiydi, "Peki hangi çocuğu masaya geçti. Koltukta yerini alan kişi kim?" dedim hızla.

"Bilmiyorum, yemin ederim bunu henüz bilmiyorum. Ah," acıyan canı odada bulunan kimse için bir şey ifade etmiyordu. Bu iyi olmamıştı, masaya oturan üyeyi öğrenmiş olsaydık çok iyi olurdu. Geri çekildiğim sırada inleyişi daha da artmaya başladı.

Atilla, "Esir kampları ve yeni masa üyesi hakkında bildiğim sadece bunlar. Lütfen bir doktor çağırın, çok fazla ağrım var. Ahh," derken hâlâ o iğrenç canının peşindeydi.

Adin, "Doktor çağırıp ağrılarına son vereyim öyle mi?" dedi kısık sesiyle. "Senin, siktiğimin canı acıyor ve ben bunun için buraya doktor getirtip seni tedavi edeceğim öyle mi?" eğlenir gibiydi. Ayağa kalktığı an Atilla'nın üzerine eğildi, "Senin bu adi bedenin burada ki farelerin bile midesine layık değil ve sen benden bu canı tedavi ettirmemi istiyorsun?"

Ağrı yüzünden her an bayılacak gibi olsa da Adin'den korktuğu için kendini sandalye de geri yasladı, "Lütfen," diyerek yalvardı.

Ama bu Adin'in umurunda bile değildi, "Henüz ölmeyeceksin, henüz değil. Şimdi değil." dedi ve dikleşerek herhangi bir tarafa bakmadan depodan çıktı.

Oda da hareketlilik oldu, "Vay amına koyayım, bu leş faresine asla dokunamam." diyen kişi Mahzurdu. "Cidden bir kaç ufak kırık seni böyle öttürdü mü leş faresi?" dalga geçiyordu. Kedinin fareyle oynadığı gibi.

Attila'nın sızlanan sesinden başka herhangi bir ses duyulmadı. Gözleri kapanıp açılıyordu, bilincini kaybetmek üzereydi ki. O sırada duvar köşesine yaslanan Eril ileri bir kaç adım atıp "Senin anlayacağın bir konu değil zaten." diyerek Kaya'ya dönüp "Garnizondan bir avcı çağır ve tedavi ettir şu sik kafalıyı. Tedavi sırasında ağrı kesici ne hap ne de iğne verilecek bunu da gelen avcıya bildir." dedi ve onay beklemeden o da depodan çıktı.

Saatler sonra büyük salonda toplanmıştık. Herhangi bir avcı yoktu ama Mahzur buradaydı. Atilla'nın söylediklerini konuşmanın tam sırasıydı hamlemiz ne olacaktı nereden başlayacaktık tüm bunları konuşmalıydık.

Akça önünde duran açık olan Macbook'u ekranını karşıda ki duvara yansıtmıştı. "Velesler, yani soy isimleri ile bilinen Gaynell'ler Kazakistan ve Rusya olmak üzere her iki ülkede de oldukça kalabalık bir aileye sahipler. Yani, çeteleri dışında aile üyeleri yeterince fazla." dedi. Üç saat içinde toplamış olduğu her ne kadar bilgi varsa onları oldukça düzenli bir şekilde hazırlamış görünüyordu.

"Zaten çoğu çete üyesi de aslında aile üyeleri," derken dikkati kendi üzerime almıştım. Akça, beni başıyla onayladı ve devam etti, "Bu doğru aileye alınan gelinler büyük olasılıkla kazak kadınları oluyor bu da Kazakistan da bulunan ailelerle akrabalık yolunu açıyor. Sevkiyatlarını Rusya'dan Kazakistan'a oradan da Azerbaycan'dan Gürcistan'a gelen silahlar Türkiye'ye buradan da Avrupa'ya gönderiliyor. " görsellerde daha önce yapılmış sevkiyatların fotoğraf kareleri vardı.

Akça, "Ailenin Bratva yani patronu olarak bilinen kişisi Aleksei Gaynell." ekranda takım elbiseli yaşına göre oldukça dinç duran bir adam vardı. Özenli giyimi ile tip bir iş adamı profili vardı. Ardından ekran da oldukça güzel bir kadın resmi vardı. "Eşi, Sandina Kaliev Gaynell, kadın Kaliev ailesinin biricik kızı. Aile Kazakistan da oldukça saygın bir aile hatta ülkenin en sevilen ve sayılan ailesi de diyebiliriz. Vakıflar, yardım dernekleri, yetimhaneleri daha bir çok yardım kuruluşları var. Anlayacağınız ülkenin her yanına, her koluna sızmışlar. Evliliklerinden dünyaya gelen iki çocukları var, oğulları Rayman Boyka Gaynell. " diyerek elinde ki küçük kumandanın tuşuna bastı Akça.

Her bir fotoğraf karesinde ayrı bir yerdeydi. İlki sevkiyat alanında çekilen, sonra bir gece kulübünde, kafes dövüşü izlerken VIP locadan bir fotoğraf ve en sonunda ise çiftlik alanı gibi bir yerde büyük sarı bir atın boynuna sarılmış ve kocaman gülümseyen yüz ifadesinde durmuştu.

Diğer fotoğraf karelerinde seri katilin ruhsuz gözleri ata sıkıca sarıldığında ise gözlerinde ise o ifade yoktu. Çekik gözleri, uzun bir boyu vardı. Vücudu oldukça sağlam görünüyordu, kolları ve boynu dövmelerle kaplıydı.

"Rayman, 31 yaşında herhangi bir ilişkisine rastlanmadı. Aile içindeki görevi ise, sevkiyat rotalarının güvenliğini sağlamak ve teslim edildiğinde bizzat orada olmak. Alıcılar onunla iyi iletişim kuruyorlar." Akça kısa bir nefes verip, "Hatta çoğu alıcı ittifak sağlamak adına kızları ile evlenmesi için teklifte bulunuyor."

"Vay canına, sevkiyat sırasında Rayman Boyka için isteme mi tertip ediliyor yani Akça?" Mahzur, her ne kadar dalga geçerek konuşmuş olsa da aslında bir nevi öyle oluyordu.

Eril, Mahzur'a bakınca başını sağa solla salladı. 'Bu adam iflah olmaz' der gibiydi. Mahzur, yüzünde o gülüşüyle ekrana bakmaya devam etti. Bende farkında olmadan kıkırdamıştım.

"Hayır Mahzur," kıkırdamaya devam ederek cevap veren Akça, "Adamın bilek gücünün yarısına talip olan fazla düzine halinde sıraya giren aileler var." Akça, boğazını temizleyip, "Fakat, Rayman Boyka Gaynell ona sunulan bütün teklifleri reddediyor. Hatta ailesinin bile etmiş olduğu teklifleri." Akif, hemen önünde duran Akça'yı sessizce izliyor ve aynı zamanda dinliyordu.

Kıkırtısını duyduğunda tek kaşı yavaşça kavislenmişti. Bunu tam karşımda olduğu için fark edebilmiştim.

Ekran değişti şimdi Rayman'ın ilk sevkiyat alanında olan fotoğrafındaydı, aklıma takılan soruyu Akça'ya sordum "Peki, neden evlilik düşünmüyor? İlişkisi yok demiştin, bu Gaynell'ler için aslında altın tepside sunulan bir fırsat. Bir çok ailenin erişimine ortak olabilirler ki bu sevkiyatlarını haddinden fazla kolaylaştırır." dediğimde sadece Akça'ya bakıyordum.

Ama üzerimde bir çift mavi göz hissediyordum. "Mantıklı olan da ona verilen teklifleri kabul etmesi Mahru, ama Rayman aile geleneklerini bile yok sayıp Kazak bir kadınla da evlenmeyeceğini ailesine söylediği için Aleksi masaya ikinci çocuğu yani kızı olan Tivka Marijan Ganynell'e koltuk verdi." dediğinde cidden şaşırmıştım.

Odadan ise "Hassiktir," diye bir tepki veren kişi Akif'ti. Ondan beklediğim bir tepki değildi bence kimsenin ondan bekleyeceği bir tepki değildi.

Gözlerim anlık sol tarafta tekli koltukta oturan Adin'e dönünce o zaten bana bakıyordu. Şaşkın değildi sanırım Akif'in küfrü o şaşırtmamıştı. Başını hafifçe sağ omzuna eğip daha dikkatli baktığını hissettim. Daha derine...

Akça'nın "Sen, tepki verebiliyor muydun havalı çocuk?" derken ki sesi yaramazdı. Bununla benimle birlikte Eril ve Mahzur da Akça'ya baktı. Akif, yerinden hafifçe kıpırdandı, Akça ise ona bakmaya devam ediyordu.

"Arsız çocuk seni," diyen Eril dişlerini sıkıyordu ve bunu gören Mahzur yüksek bir kahkaha patlatıp.

Oldukça önemli bir sırrı paylaşır tavrıyla "Sen az önce Karma Birliği infazcılarından olan Akif Görkay'a havalı çocuk mu dedin?" Mahzur'un anlattıklarıyla kaşlarım saç diplerime kadar ulaşmış olabilirdi.

Aman Tanrım! Birliğin infazcılarından bir mi dedi o?

Birlik içinde kademelere ayrılan fazlasıyla statü vardı. Avcı Menhit, Attila'nın kırıklarını kontrol etmeye gelmişti. Şimdi de Mahzur, Akif'in bir infazcı olduğunu söylüyordu.

Adli tabip olan Menhit ve hemen karşımda oturan bir infazcı bu oda da olup ta asıl görevi ne olduğunu bilmediğim çok kişi vardı. Birlik sırlarla doluydu, çengelin her harfini sen bulduktan sonra çözülecek bir bulmaca gibi görünmeye başlamıştı artık. Bütün harfler yazılınca bulmacanın tamamını görecektim.

"Kullandığın herhangi bir şey var mı senin?" Akif, gözlerini Akça'ya çevirmiş hâlâ ona bakan kıza tuhaf bir şeye bakıyormuş gibiydi.

Cıvıldayan Akça, "Hayır, vücuduma zarar verecek kadar kafam zararlı değil. Herhangi bir şey kullanmıyorum anlayacağın." kıkırtıya yakın bir sesle Akif'i cevapladı.

Akif, bakışlarını hiç kesmeden Akça'ya bakmaya devam etti. Bu kısa sürmeyecek kadar uzun bir süre oldu. Eril, boğazını hafifçe temizleyince dikkati dağıtan ses ikilinin bakışlarını kesmemişti.

Eril, "Kaldığın yerden devam etmeye ne dersin arsız," son da kendini düzeltip "yani Akça.Tivka denilen kişiden devam edebiliriz." gözlerini ikiliden çekmeden konuşmuştu.

Ortam da gergin bir hava hissedilse de bu beni keyiflendirmişti. Eril, duygularını gizlemeyi seven biriydi fakat durum bazen onun için bile değişiyordu.

"Tabii, Tivka Marijan Gaynell." ekranda az önce ki Rayman da olduğu gibi sıralı fotoğraflar geçmeye başladı. Silah deposu, poligonda çekilen bir fotoğraf ve sonra tören alanı gibi görünen bir masada yanında ondan en fazla altı yedi yaş büyük bir erkekle oturuyordu "İki ay önce Pavel Bondar ile nişanlandı. Pavel'in babası ve Aleksi uzun yıllardır ortak ve arkadaşlar bu da bir nevi iş anlaşmasını sağlamak için yapılan bir evlilik olacak." projeksiyondan ikiliye bakınca dikkat çekilen anlaşmadan mutlu olan bir Pavel ve orada zorla oturtulmuş bir Tivka vardı.

Silik çekik bakışlar, sanki kendi nişan töreni değil de cenaze törenindeymiş gibi bir ruh hali vardı. Ruhsuz bakışları rahatsız ediciydi.

Araya girerek "Masaya oturmak için yapmış olduğu bir evlilik anlaşması gibi görünüyor." diyen kişi Eril'di. Odada bulunan herkesin iç sesi olmuştu.

Akça, "Bence de öyle bu fotoğrafta her ne kadar memnun olmayan bir ifadeyle çıkmış olsa da basına verdiği her röportaj da Pavel'in ona bir prenses gibi davrandığını söylemiş hatta söylemeye devam ediyor." bu kez Eril'i cevaplamıştı.

Devam etmeye başladı, "Tivka, aile içinde tedarik edilen malların alıcılarını sağlıyor. Toplantılara katılırken aynı zamanda ana şirketin CEO su masa ile iletişime onun geçtiğini düşünüyorum." tekrar Pavel ile olan fotoğrafına gelip "Çünkü masa da oturan Arian Reyes ve Pavel Bondar çok yakın ikili. Tivka'yı masaya taşıyan kişi nişanlısı Pavel." Arian iğrenç herif. Bu taşın altından da o çıkmıştı. "Arian aynı zamanda Rayman Boyka'nın da arkadaşı," Akça'yı dinlerken az önce gördüğüm karelerden birini hatırladım.

Hızla "Az önce Rayman'ın fotoğrafları arasında kafes dövüşü yapılan bir yerde çekilen kare vardı." Akça o fotoğrafı bulmak için kumandadan geri tuşuna bastı. "Arian belli aralıklarla kafes dövüşlerine gider, sanırım bunu üç ay da bir aralığında yapıyordu." Rayman'ın fotoğrafında durunca herkes orada bir şeyler aramaya çalıştı.

"Eğer bu ikili burada tanıştıysa ki bu yüksek olasılık," düşünmeliydim. Bu kadar kolay olmamalıydı. "Arian ve Rayman kaç yıldır tanışıyor elinde bununla ilgili bir bilgi var mı Akça?" dememle.

Akça, bilgisayarın üzerinde kısa bir süre tuşlara dokundu ve "Evet buldum, bir buçuk yıldır tanışıyorlar, henüz çok yeni. Nedense benim burnuma hiç de güzel kokular gelmedi." derken ben Adin'e baktım.

Sessizliğini bozmadığı için "Sen ne düşünüyorsun?" diye ona sordum.

Adin, çenesini kaldırarak, "Sandığımdan çok daha fazlasını bildiğini." meraklanan göz bebeklerinin genişlediğini gördüğüme yemin edebilirdim. Bu kalbimin çırpınışlarını hızlandırdı. Cidden bu kadar kolayca mı?

Birkaç dakika boyunca herhangi bir ses veya tepki gelmemişti. "Pavel'i tanırım ve bildim bileli Tivka'ya platonik aşık. Arian denilen herifi Rayman ile yakınlaştırıp o bir yandan babası Igor bir yandan saldırarak Gaynell ailesinin içine sızmışlar." soru sormamıza gerek kalmadan her şeyi açıkça anlatmıştı.

Mahzur başını iki yana sallayarak gülmeye başladığında, "Bunlar, kafadan kontak benim bir saatte anladığım bu. Masa için kendinden vazgeçen akılsız bir kadın ve köşede onu izleyen aç bir köpek. Cidden harika." alaycı tavrı aslında fazlasıyla ciddiydi.

Herkes birbirine bakarken, "Şimdi yapmamız gereken nedir Adin Boran?" Eril'in sorusu hepimizin merak ettiği cevaptı.

Atacağımız bir sonraki adımdı.

Adin, ekrana baktı. Sonra bize dönünce "En yakın tarihe Rayman ile bir görüşme ayarlamalısın." bu beklediğimiz bir hamle değildi. Bir görüşme yerine baskın kararı vereceğini düşünmüştüm. Ve yanlış düşüncem beni gafil avladı.

Adin, temkinli adımlarla ilerliyordu. Planlı ve yavaşça tıpkı avına yaklaşan bir kurt gibi, attığı adımlar öylesine sessizdi ki kendi nefes alışını bile ondan başka duyan yoktu.

Bazen onun bile duyduğundan şüphe ediyordum.

Eril ve Mahzur aynı anda ayaklandı. "Görüşmeyi nasıl ayarlayabileceğime bakıp sana haber veririm. İletişim için sahaya gönderdiğimiz adamımızla konuşmam gerekecek." diyen Eril, onunla beraber merdivenlerden aşağıya inen Mahzur olmuştu.

Zaman yoktu, herkes olabildiğince hızla çalışıyordu. Her ne kadar bunun için yıllarca eğitim görmüş olsalar da hızla hareket edişlerine etkilenmemek elde değildi.

Benim düşündüğüm bir diğer konu ise Adin, nasıl oluyor da masaya geçen Veles ailesinin koltuk aldığını bilmesiydi. Bunları babası söylemeden önce de biliyordu. Masaya oturan kişinin Tivka Marijan Gaynell olduğunu biliyordu.

Çünkü, Akça'nın tüm gün hız kesmeden bilgisayardan yaptığı çalışma Velesler, yani Gaynell ailesiydi.

Davet tarihine henüz vardı, bu da demekti ki hazırlık için zamanımız vardı. Bizi bekleyen bir davet vardı; savaş bayraklarını çektiğimiz tüm düşmanlarımızın ve henüz tanışmadığımız düşmanlarımızın ana merkezine gidecektik.

Ve Adin Boran söylediği gibi her daim bizden yedi adım öndeydi. Her anlamda bilgi, plan ve istihbarat.

✵✵✵✵

Bölüm sonuna geldik<33

Favori sahneniz veya repliğiniz?

Sizi şaşırtan ne oldu?

Kendinize çok güzel bakın, bir daha ki bölüme dek görüşürüz<333

Bölüm : 25.06.2025 15:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...