
İkimiz de transa girmiş gibi bir müddet konumumuzu koruduktan sonra kulağımın dibinde fısıltı şeklinde çıkan sesini duydum.
“Şimdi seni serbest bırakacağım ve sen de uslu duracaksın.”
Cevap verme gereksinimi duymadan kılıcını yavaşça boynumdan çekmesini bekledim. Onun aksine ben hareket etmemiş ve bıçağı aynı hizada tutmaya devam etmiştim.
Tamamen arkamdan çekildiğinde önüme dönerek gözlerinin içine baktım. Ne düşündüğünü çözmeye çalışıyordum fakat ikimizin de iyi durumda olduğundan emin değildim. Onun yaşadığı duygu karmaşasını ben günler öncesinden zaten atlatmıştım. Fakat nefesimin kesilme ihtimali ile burun buruna gelmek beni tekrar korku dolu duyguların içine hapsetmişti.
Olayın etkisinden tam olarak çıkamamışken kalbimin ne derece hızlı attığının farkındaydım. Sanki az önce o bıçağı çeken ben değildim, onunla dövüşen ya da o sözleri söyleyen... İçimde böyle bir yanımın olduğunu daha önce hiç fark etmemiştim. Bu garipti, garip hissettiriyordu.
“Gitmeme müsaade mi edeceksin?”
Düşündü, kafasındaki çatışmayı net bir şekilde görebiliyordum. “Git.” dedi. “Ama bir daha sınırlarımıza yaklaşma yoksa kuralları umursamam ve gerekeni yaparım. Bu sana verdiğim tek seferlik şansı kullan ve git.”
Kalbimin üzerinden bir yükün azaldığını hissettim. Korkum biraz daha geri çekilerek, umut yerini doldurmuştu. Belki de krallığımı kurtarmayı gerçekten başarabilirdim. Günlerdir acaba buradan çıkabilecek miyim diye düşünmekten doğru düzgün uyuyamamıştım bile.
“Merak etme bir daha buraya gelmeyeceğim. Ve bu iyiliğini beni suçsuz yere zindana atmana bedel olarak sayacağım.”
Neredeyse buraya geldiğim ilk halimdeki gibiydim. Pelerinim ve elbisem parçalanmıştı ve bazı yerlerim çamur olmuştu.
Boğazımdaki ıslaklığı hissettiğimde elim yavaşça kanamanın olduğu yeri buldu. Bu Lufiks’in kılıcının olduğu yerdi. Derin değildi fakat kılıcın keskinliği kanamasına yetmişti.
Ben ona zarar vermemiştim ama o bana zarar vermekte çekinmemişti. Bunun düşüncesi içimde daha önce orada olduğunu bile bilmediğim bir öfke ateşinin fitilini yaktığında istemsizce sert bakışlarım Lufiks’i buldu.
Ellerini suçsuz olduğunu ispat etmek ister gibi yukarı doğru kaldırdı. Benim gözlerimse hala tutmakta olduğu kılıcındaydı. “Prenses olduğunu bilemezdim. Ne yapmam gerekiyorsa onu yaptım ve aynısını senin de çekinmeden yapabileceğini görmüş oldum. O yüzden şimdi o bakışlarını üzerimden çek ve daha fazla oyalanmadan buradan uzaklaş.”
Ellerini geri indirse de temkini elden bırakmayarak bana bakmaya devam ediyordu. Gitmek dışında başka seçeneğimin olmadığı bilinciyle son kez gözlerinin içine baktım ve bir kez daha ona arkamı dönerek karanlık ormanın içine doğru ilerlemeye başladım.
Kulaklarımı dört açmış arkamdan gelip gelmediğini kontrol ederken istediğim sesleri duyamadım ve biraz da bunun rahatlığıyla adımlarımı hızlandırdım. Atlatmam gereken sorunlardan sadece bir tanesini atlatmış olmanın ve hala önümde çok uzun bir yol olduğunun bilinciyle ilerlemeye devam ettim.
Sanırım şimdiki hedefim Amairs’in dediği o suyu bulmaktı. Böylece hem dinlenebilir hem de su ihtiyacımı giderebilirdim. Sonrasında ise nasıl olacağını bilmesem bile krallığımın yolunu bulmam gerekiyordu.
Her yerin karanlık olmasından dolayı yönümü bulmak benim için zordu fakat doğru yolda olduğumu dilemekten başka şansım da yoktu.
* * * *
Ne kadar yürüdüğümü bilmiyordum fakat bildiğimden emin olduğum bir şey varsa o da başıma saplanan keskin acılar ve susuzluğun damağımda bıraktığı kuraklıktı. Zar zor açık tuttuğum gözlerimle etrafıma bakındım. Ağaçlar ve karanlık dışında hiçbir şey yoktu.
Nefeslenmek ve az da olsa kendime gelmek için rastgele bir ağacın yanında durup elimle destek aldım. Gözlerim istemsizce kapanıp açılıyor ve görüş açımın net olmasını engelliyordu. Son bir çabayla onları açık tutmaya çalışarak etrafıma baktım.
Bir elimle ağaçtan destek alırken ne olur ne olmaz diye diğer elimle de bıçağımı sıkı sıkı tutuyordum. Belki de şu an dışarıdan tam bir kaçık gibi görünüyor olmalıydım.
Yavaşça ağaçtan ayrılıp bir iki adım daha attım ve daha dikkatli bir şekilde gözlerimi kısarak son gücümle etrafı taradım. Kesinlikle kanımdaki ay krallığı gücünü artık ayırt edebiliyordum ve az da olsa karanlıktaki görüşümü etkiliyordu.
Dikkatli bakışlarım yakalamasa da kulağıma çalınan sesi duyduğumda yönümü ve adımlarımı sesten tarafa çevirip ilerlemeye devam ettim.
Bir adım, iki adım, üç adım... elli üçüncü adım ve artık gözlerimin de seçtiği su ile birlikte son gücümü de harcayarak nehrin yanına kadar ulaştım. Hasretle yanına çöktüm ve avuçlarıma doldurduğum suyu hararetle içtim.
Soğuk ve lezzetli olan suyun tadı umduğum gibi tuzlu ya da çamurlu değildi. İçimden Tanrıya şükranlarımı sunarak içebildiğim kadarını içtim ve şiş karnımla beraber olduğum yerde iyice yayıldım.
Önümde gördüğüm silüetle beraber su içerken kenara bıraktığım bıçağıma uzanmak için öne doğru eğildiğimde beynimde tehlikenin yaklaştığına dair kırmızı ışıklar çoktan yanmaya başlamıştı.
Fakat ne bıçağıma ulaşabildim ne de hareket edebildim. Artık tek hissettiğim şey vücudumun hareket yeteneğini kaybettiği ve bir çuval un gibi geriye doğru devrildiğiydi. Sonrasında zaten güçlükle açık tutmaya çalıştığım gözlerim de kapandı ve beni derin bir karanlığa uğurladı.
* * *
Gözlerim yavaşça aralandığından nerede olduğumu anlamak için etrafıma baktım. Gözümü alan beyaz ışıkla beraber onları aralamaktan vazgeçip geri kapattım fakat bu bile yeterli gelmediğinde ellerimi gözlerimin üzerine doğru siper etmek zorunda kalmıştım.
Etrafımdan kısık seste duyduğum fısıltılar bana yalnız olmadığımı hatırlatırken kim olduklarını ise bilmiyordum.
“Kim var orada?” ilk başta fısıldayış gibi çıkan sesim cevap vermediklerinde yükseldi. “Kim var orada dedim?”
Her kim vardı bilmiyordum fakat umurlarında gibi gözükmüyordum. İçlerinden birinin “Sizce yapabilecek mi?” sorusunu duyduğumda beni bilerek görmemezlikten geldiğini anlamış oldum. Ayrıca neyden bahsediyorlardı?
Işığın etkisi biraz olsun azalmazken bir elim gözümde oturduğum yerden kalkmaya çalıştım. Zorlukla bunu başardığımda dizlerim anlam veremediğim şekilde titriyordu. Kendimi halsiz hissediyordum.
Ayağa kalksam da ne tarafa gitmem gerektiğini bilmediğimden dolayı hiçbir işime yaramamıştı.
“Ona en azından bir şeyleri açıklamak zorundayız.” Bu ses diğerinin küçümser tonuna karşın daha anlayışlı geliyordu.
“Biri bana cevap verebilir mi? Neredeyim ben, burası neresi?” sesim hafiften korku dolu çıkmaya başlamıştı çünkü ışığın yakıcı hissi beni rahatsız etmeye devam ediyordu fakat ben hala göremiyordum.
“Ona hiçbir şey açıklamak zorunda değiliz. Daha önce de bilmeyenler vardı.”
“Ve hepsi öldü...”
Beni görmezden gelmeleri yetmiyormuş gibi bir de kendi aralarında tartışmaya düşmüşlerdi. Biri bana burada ne olduğunu açıklayabilir miydi?
“Vakit daralıyor...” dedi biri. Onun için önemli olan bu tartışma değil gibiydi. Sadece duyduğu bir rahatsızlığı dile getirme ihtiyacı duymuş gibi araya girmişti.
Neyden bahsettiklerini anlamasam da içimde büyümekte olan korku her cümlede daha da artıyordu. En kötüsü ise hala kendimi halsiz ve kötü hissediyordum.
Daha fazla ayakta duramayarak yere geri çömelmek zorunda kaldım. Artık iki elimde gözlerime kapanmış bir şekilde baskı uyguluyordu. Biri beni buradan çıkarmalıydı. Artık nefes almak dahi benim için güçleşmeye başlamıştı.
Kalın bir ses duydum. Hangisine aitti emin değildim ama bu ses tüm fısıltıları bir çırpıda kesmeye yetmişti. “Tartışmanızı başka zamana da saklayabilirsiniz. O daha bir yeni doğmuş kadar güce sahip burada duramaz. Onu buraya kim getirdiyse geri göndersin.”
Gözlerim kapalı dahi olsa bana baktığını hissetmiştim. Varlığı tonlarca metre öteden bile hissedilebilir kuvvetteydi. “Ayrıca sen... bir daha doğaya zarar vermeye kalkarsan bu kadar kolay işin içinden çıkamazsın. Bilgin olmadığı için kendini şanslı saymalısın.”
Benden bahsetmişti. Doğaya zarar vermek mi? Ben doğaya zarar vermemiştim ki? Aniden kafamın içinde bir anı kendini bana gösterdi. Daha doğrusu iki... biri ay krallığına geldiğim ilk andı, askerlerin dikkatini dağıtmak için kayalara büyü gücümle saldırmıştım. İkincisi ise bugüne aitti. Lufiks ile dövüştüğümüz sırada onu şaşırtarak atağa geçmek adına büyü gücümü ağaçta kullandığım andı. Bundan mı bahsediyordu? Peki o kimdi?
Olduğum yerde oturmak dışında yaptığım bir şey yokken altımdaki zeminin değişmeye başladığını hissettim. Ve duyduğum ama aslında duymamam gereken o sesi duydum.
“Onu buraya biz getirmedik.”
* * *
Sanki uzun süre bir suyun altında kalmış gibi derin bir nefes çekerek uyandığımda ilk işim etrafıma bakmak oldu. Tanrıya şükürler olsun ki görebiliyordum.
Bana ne olduğunu anlamak için vücuduma kısa bir göz gezdirdim. Az önce su içtiğim nehrin yanına boylu boyunca uzanmıştım. Bayılmış olmalıydım. Fakat buna neden olabilecek geçerli bir neden aklıma gelmiyordu. Hatırlamak adına hafızamı yoklarken orada bulabildiğim tek şey “Doğaya zarar verme.” diye çığlık atan bir boşluktu.
Kafamı iki yana hafifçe sallayarak kendime gelmeye çalıştım. En sonunda karşımda beni izleyen adamı fark ettiğimde yerimde hızlıca doğruldum. Bu bir askerdi. Ay krallığından olmalıydı. Fakat Lufiks gitmeme izin vereceğini söylemişti. Arkamdan birini mi göndermişti gerçekten?
Panikle önümdeki bıçağa baktım. Doğru ya, en son onu fark etmiş ve bıçağa uzanmak isterken bayılmıştım. Bayıldığımdan beri burada mı bekliyordu? Gözlerimi bıçaktan çekip tanımaya çalıştığım bu simaya baktım. Bu oydu. Buraya ilk geldiğimde beni tanıdığını söyleyen asker. Peki burada ne işi vardı?
Kaşları hafif çatık olsa da daha çok beni inceleyen bir ifadeyle suratıma bakıyordu.
“Kimsin sen?” dediğimde kendime geldiğimi anlamış olacak ki yerinde biraz daha doğruldu. “Ve beni nereden tanıyorsun?”
Belki de onu Lufiks göndermemişti. Belki de o, daha önce bizim krallığımıza giren bir ajandı ve beni bu yüzden tanıyordu. Peki şu an benden ne istiyordu? Kafamdaki sorular hızlı bir şekilde birikerek orayı istila ederken ben ise temkinli bir şekilde ona bakmaya devam ediyordum.
Benim aksime sesi gayet rahat gelen bir şekilde cevap verdi. “Ay krallığı askerlerinden biriyim. Size yardım etmem için prensimiz beni görevlendirdi.”
“Bana tam olarak hangi konuda yardım edeceksin?”
“Krallıktan başınıza bir şey gelmeden çıkmanız konusunda.” kendinden emin duruşu beni karşı çıkma konusunda zayıflatıyordu. Peki Lufiks bana neden birini göndereceğini söylememişti? Ona güvenmeli miydim?
“Beni nereden tanıdığına dair sorduğum soruya hala cevap vermedin.” sesim iğneleyiciydi. Temkini elden bırakmamak şu an için yapabileceğim en iyi şeydi.
“Sadece sizi daha önce bir yerde görmüştüm sanırım. Simanız pek unutulmaya müsait değil.” dediğinde önemsiz bir ayrıntıdan bahseder gibiydi.
Sadece bir yerde görmüştüm mü? O yer burası olmadığına göre neresiydi? Tanrım, gerçekten çıldırmak üzereydim. İtinayla asıl soruma cevap vermiyordu resmen.
“Askerim ben gördüğünüz gibi...” derken eliyle üniformasını işaret etmişti. “Size zarar verecekmişim gibi davranmayı kesin. Sadece buradan çıkmanıza yardımcı olacağım o kadar. Şimdi, toparlanın ve yola koyulalım.”
Ona güvenmiyordum ve bunu belli edercesine önümdeki bıçağı eğilip gözlerinin içine bakarak aldım. Elimde her an saldırmaya hazır bir pozisyonda dururken onunla gidip gitmemek konusunda tereddütlüydüm.
Fakat bildiğim tek bir şey varsa o da buradan nasıl çıkacağımı bilmediğimdi. Amaris sadece nehre kadar olan kısımdan bahsetmişti ki onun da yolu bilmemesi gayet olağandı.
Bu yüzden eğer gerçekten böyle bir fırsatım varsa bunu geri çevirmemeliyim gibi hissediyordum. Aklımın bir köşesi ise bu fikirden hiç hoşlanmamış bir şekilde bana onunla gitmemem gerektiği ile ilgili bir sürü şey söylüyordu.
Tabi ki de o kısmı dinlemeyerek askerle gitmeye karar verdim. Buradan sonra nereye gideceğim hakkında hiçbir fikrim olmadığına göre en kötü ihtimalle beni ay krallığına geri götürürdü. Ve ben tekrar kaçmanın bir yolunu bulurdum. Bu sefer Lufiks’e yakalanmamak şartıyla. Yakalandığım an benim için pek de iyi şeyler olmayacağı oldukça açık gibiydi.
“Tamam.” dedim. “Gidelim”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 560 Okunma |
150 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |