17. Bölüm

Bölüm 17 : Cevapsız Sorular

seçil yılmaz
secilyl

   

Bakışlarımı kesip olduğum yerden hareketlenerek giriş kapısına yöneldim. Ne ile karşılaşacağımın bilinmezliği beni karmaşık duygulara sürüklerken her şeyi boş verip yürümeye başladım.

Dışarı ile yapılan ticaret ya da farklı işlerden dolayı kapıdan dışarı giriş çıkışlar normaldi fakat eminim buradan yaya olarak geçen kişi neredeyse hiç yoktur. Özellikle de benim gibi dağılmış halde...

Girişe geldiğimde büyük kapının iki yanında duran gruplar halindeki askerler buradan geçen kişileri ve arabaları kontrol etmekle sorumluydu. Kapılardan geçmekten yana bir sıkıntım yoktu çünkü sonunda ait olduğum yere, krallığıma gelebilmiştim.

Yönümü direkt içeriye girmek yerine asker grubunun yanına çevirdim. Beni gördüklerinde yerlerinde kıpırdanıp dik bakışlarla süzmeye başladıklarında beni tanımamış gibi hepsinin yüzünde yabancı ifadeler vardı. İçlerinden birinin eli belindeki bıçağa giderken diğerlerinin de ondan aşağı kalır yanı olduğunu söyleyemeyecektim.

Gerçekten beni tanımamışlar mıydı? Krallıktaki askerler yüzümü biliyorlardı. Krallık içinde yüzümü saklama gibi zorunluluğum yoktu. Halk da dahil çok görmeseler de beni tanırlardı. Bu yüzden hareketleri tuhafıma giderken ne halde olduğumu hatırladım.

Üzerimde hala Ay krallığına ait olan pelerin ve kıyafetler vardı. Üstüm başım toz ve yırtık içinde saçlarım ise oldukça dağınıktı. Tabi ki de bir prenses olarak beni daha önce hiç bu şekilde görmemişlerdi.

Yanlarına gider gitmez bakışlarımı, göğsündeki armadan en üst rütbe olduğunu düşündüğüm kişiye çevirdim. Rütbelerini belirtmek için bunu simgeleyen armaları her zaman göğüslerinin üzerindeki krallık ambleminin yanına asmak zorundalardı. Ve armaları hatırladığım kadarıyla en üst rütbeye sahip askere bakıyor olmalıydım.

“Merhaba, ben Güneş krallığı prensesi Milena. Son olaylardan sonra bir süre krallıktan ayrılmak durumunda kaldım. Bana saraya gidebilmem için bir at ayarlamanızı istiyorum.” dediğimde karşımdaki askerin kaşları çatıldı. İlk geldiğimin aksine bana daha dikkatli baktığını anlayabiliyordum. Ayrıca sözlerim üzerine yanımızdaki diğer askerlerin de duruşlarının değiştiğini görebilmiştim.

Dik bakışlarımı ısrarla çekmezken bana garip bakıyordu. “Tabi ki leydim. Burada beklerseniz sizin için bir at hazırlayabiliriz. Yanınızda eşlik edilmesini ister misiniz?”

Bakışlarını şu anda bulunduğum tuhaf hale yormak istesem de sanki farklı bir şey var gibiydi.

“Evet, yanıma eşlik edecek iki kişi istiyorum.” dediğinde kafasıyla onaylayıp selam verdikten sonra ilerleyerek atları hazırlamaya gitti.

Kafamda dönen ilk soru her şeyin normal gözüküyor olmasıydı. Tarihleri karıştırmam olası olsa da tahminimce en fazla on beş gündür ortalıkta yoktum. Belki de daha azdı... krallıktan kaçışım ve zindanda geçirdiğim vakitlerden çok haberdar olduğum söylenemezdi. Yine de düşündüğümden daha fazla olacağını sanmıyordum. Yani umarım öyle değildi. Fakat öyle bile olsa yerine oturmayan bir şeyler var gibiydi. Kafamı yavaşça iki yana sallayarak ana odaklanmaya çalıştım.

Diğer askerler her an komut alacakmış gibi hazırda beklerken ben ise bir süre yüzlerine baktım. “Krallık ne durumda?” diye sordum şüpheyle. “Herhangi bir sıkıntı var mı?” dediğinde içlerinden biri hemen konuşmaya başladı. “Krallıkta herhangi bir sıkıntı yok leydim. Her şey olması gerektiği gibi.” dediğinde bu sefer kaşları çatılan bendim.

Nasıl yani? O gün olanları gayet net bir şekilde hatırlıyordum. Sarayın içini, askerleri ve etraftaki kanları... sarayın hali o şekildeyse burada her şeyin normal olması oldukça mantıksız geliyordu.

Ben düşüncelerle boğuşurken çok geçmeden yanımızdan ayrılan asker yanında getirdiği üç atla beraber önümde dikildi. “Sizi saraya götürecek atlar hazırlandı leydim. İstediğinizi seçebilirsiniz. Benimle birlikte bir asker daha size eşlik edecek.” dediğinde başımla onaylayıp askerlere baktım. Şu an konuştuğum asker en rütbelileriydi. Kapıdaki rütbeli askerleri azaltmak istemiyordum. O yüzden en köşede her halinden çaylak olduğu belli olan askeri elimle yanıma çağırdım. “Sen de bana eşlik et.” dediğimde itiraz etmeden, “Emredersiniz leydim.” demesi üzerine sesimi çıkarmadan atların yanına geçtim.

İki tane kahverengi bir tane siyah renkli atlar yönlerini bana çevirmişken diğerlerinden bir iki adım önde duran koyu siyah renkli ata yöneldim. Daha önce belki de onlarca yapmış olmanın verdiği alışkanlıkla hızlıca atın üstüne çıktım.

Diğer iki asker de beni bekletmeden atların üstlerine çıktıklarında yavaş hareketler üstünde olduğum atı ilerletmeye başladım. Hızlı gitmek bir derdim yoktu. Şu an tek düşündüğüm buranın ne halde olduğuydu ve gördüklerim beni ilerledikçe şaşırtmaya devam ediyordu.

Her şey çok normaldi. Olması gereken gibi... ama benim beklediğim bu değildi. Daha doğrusu hayal ettiğim. İnsanlar işlerini halletmek için farklı yönlere dağılıyor, çocuklar ortalıkta koşturuyor ve bazıları da genel ihtiyaçların satıldığı pazar yerine doğru gidiyordu. Şaşkınlıktan zaten yavaş giden atı durdurarak beklemeye başladım.

Ben durduğum için otomatik olarak bana eşlik eden askerler de biraz arkamda atlarının üzerinde bekliyordu.

Aniden saraya gitmek yerine yönümü pazarın olduğu yere çevirdim. Arkamda beni takip eden toynakların sesini duyarken kafamı çaylak askere doğru çevirdim ve yaklaşması için işaret verdim.

“Burası ne zamandan beri böyle?” dediğimde ne dediğimi anlamamış gibi gözüküyordu.

“Pazardan mı bahsediyorsunuz leydim? Her zaman böyleydi. Yanlış giden bir şey mi?” var derken etrafı incelemeye başlamıştı.

Bu saçmalıktı. Bu tam bir saçmalıktı. Her şeyi kafamda uydurmuş olmamın imkanı yoktu. O gece halka bakmak için buraya gelememiştim ama her şeyin normal olması hiç bu kadar tuhaf hissettirmemişti.

Pazarın içinde uzunca bir tur attıktan sonra burada her şeyin aynı düzenle işlediğini gördüğümde yönümü tekrar geldiğimiz yolla çevirirken şehir merkezine doğru çevirdim. Oradan da saraya geçecektim.

Çok geçmeden şehir merkezine de geldiğimde aradığım şeyi bulamamış olmamla birlikte içimde büyüyen sıkıntıyı görmemezlikten gelerek saraya yöneldim.

Şu anlık buradaki tek sıkıntı ben gibi gözüküyordum çünkü halk beni bu şekilde görmeye alışık değildi. Hepsi yol boyunca beni gördüklerinde selam verseler de şaşkınlıkla bakmış ve arkamı döner dönmez sorgulamaya başlamışlardı.

O gece saldırı düzenleri hatırlıyordum baştan aşağı sadece gözleri kalacak şekilde siyaha bürünmüşlerdi. Üstlerinde herhangi bir krallığa ait olduklarını belli eden hiçbir ipucu yoktu. Ve amaçları hanedandan birini ele geçirmekti. Aslında istedikleri abimdi ama o gece onu bulamadıklarında ellerinde koz olması için beni alıkoymak istemişlerdi.

Yani tek amaçları aileden birini almak mıydı? Başından beri şehre hiç inmemişler miydi? Peki askerler neden dediklerimi anlamıyormuş gibi bakıyorlardı? Onlar da o gece buradaydı. Eğer şehre inmeseler bile halkın bu saldırıyı er ya da geç öğreneceği açıktı. Ortada ne kral ne de kraliçe vardı. Onları kim oyalamıştı?

Sorular bir bir zihnime akın ederken hiçbirine yanıt bulamadan sadece beynimi daha çok doldurmalarına izin veriyordum.

Az önceki yavaş hareketlerimin yerini daha hızlı ve çevik hareketler aldı. Biri vardı, halkın öğrenmesini engelleyen her şey normalmiş gibi davranmaya devam eden biri vardı.

Olabilir miydi? O günkü saldırıda yönetimden sorumlu olabilecek herkes bir gece de yok olmuştu. Arkada kalanlardan biri kimseye belli etmeden saraya sızmış ve yönetime geçmiş olabilir miydi? Bu mümkün müydü?

Kafam çalışmıyor gibi hissediyordum. Daha fazla hızlandım. İçimdeki sıkıntı yerini korkuya bırakırken bir şeylerin doğru gitmediğine neredeyse emindim.

Ani hızlanmamdan dolayı arkamdaki askerler gerimde kalsalar da kısa sürede bana yetişerek yanımdaki yerlerini almışlardı. Hızımla birlikte yükselen kalp atışlarım da bana eşlik ederken nefes nefese sarayın girişine geldim.

Sarayın dış kapısını gördüğümde atın iplerini yavaşlaması için çeksem de içimdeki adrenalinden dolayı bunu bekleyemeyip tam yavaşlamadan hızla atın üzerinden atladım. Peşimden adım sesleri gelirken dış kapının önündeki askerlerin bakışları bizi buldu.

Sağ tarafta olanın beni gördüğünde hafif şaşkınlıkla aralanan yüzünü gördüğümde beklemeden, “Kapıyı açın.” diye bağırdım.

Benim kim olduğumu anladığında karşı çıkmadan ikisi de kapıya açmaya başladığında bekleme duygumu kaybetmiş gibiydim.

Açtıkları aralıktan girerken gözlerimin aradı tek şey izlerdi. Burada bir şeyler yaşandığına dair etrafta izleri arıyor ve sarayın iç kısmına doğru ilerlemeye devam ediyordum.

Beni gören askerlerden kim olduğumu bilmelerinin etkisi ile kapıları sorgulamadan açarken koridoru da geçip ana salona doğru ilerlemeye başladım.

Sanki çok uzun zamandır burada yokmuşçasına yabancı bir hissiyatla dolarken salona girdiğimde görmeyi beklediğim şey kesinlikle babamın yerinde oturup etrafındaki askerlerle konuşan Usta değildi.

Habersiz bir şekilde girdiğim için bakışları bana döndüğünde yüzündeki şaşkınlığı yakalayabilmiştim.

Usta değildi, o olmamalıydı. Onu seviyordum ve tüm bunların altından onun çıkmasını kaldıramazdım. Lakin şu an masada babamın yerinde oturup askerlerle toplantı yapan kişi Ustadan başkası değildi.

 

Oyunlar ve oynayanlar,

Kaçanlar ve kovalayanlar,

Bilinmezlikler ve bulunanlar,

Milena’nın hayatı hangi düzlemdeydi?

Milena hangi oyunun içinde bilinmezliğe koşuyordu?

 

 

Bölüm : 08.02.2025 21:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...