
En sonunda gözlerimi saraydan alabildiğimde yanımdaki asker hareketlenerek yürümeye başladı. Artık içeriye giriyorduk. Tuhaf bir histi doğrusu birçok açıdan...ilk defa kendi krallığım dışında bir krallık görüyor ve içine girebilme fırsatı yakalıyordum.
Aynı zamanda beni kapıda büyük bir belirsizlik de karşılıyordu. Kafamda sürekli zor durumda kaldığım anlar boyunca ne yapabileceğim konusunda milyonlarca şey geçiyordu.
Hiçbir planımın olmamasını geçtim, hiç bilmediğim bir krallığa giriyordum. Her şey doğaçlama ve anlık gelişecekti. Kendime bunun üstesinden gelebileceğim konusunda sözler söylerken sarayın gösterişli kapısından içeriye acelesi olmayan yavaş adımlarla girdik.
Önce girişteki merdivenleri çıktık, ardından bizi karşılayan askerler yanımdaki askeri görünce geçmemize izin verdiler. Daha giriş olmasına rağmen her yer siyahlarla doluydu. Kafamı hafifçe yukarıya kaldırdığımda ışıklandırmaya benzer hiçbir şey göremedim. Bu ilk başta tuhaf gelse de yadırgamadım.
Krallıklar temsil ettikleri şeylerin büyüleri tarafından korunuyor ve bu yüzden etraflarında her zaman büyü çemberi oluyordu. Yani herhangi kötü bir durum sırasında saray da kendini koruyordu. Krallıkların saray dışında da kendilerine özgü büyüleri vardı. Ve insanlar da bu büyülerden yararlanabiliyordu.
Güneş krallığında bulunan insanların güçlerinden biri ise nerede olursa olsun ışık ihtiyaçlarını kendileri karşılayabilmeleriydi. Sadece istemeleri yeterliydi. Aynı şey Ay Krallığı içinde geçerli olabilirdi. Işıkları bizimki kadar güçlü olmasa da bunu yapabilirlerdi.
Fakat okuduğum bir kitap sayesinde Ay krallığından olan insanların gece görüşlerinin normal bir insana göre çok daha iyi olduğunu biliyordum. Yani ışığa bizim kadar ihtiyaçları olduğu konusunda da şüpheliydim. Bu yüzden ışık üretmek onlar için çok da önemli olmasa gerekti.
Sarayın içine doğru ilerlemeye başladığımızda kraliyet salonu olduğunu düşündüğüm bir yerden geçtik. Salonun kapıları da en az saray kadar ihtişamlı gözüküyordu. Kapıların üst kısımlarında kabartmalı ay motifleri vardı. Gözüm kısa bir an motiflere takılıp duraklasam da yanımdaki asker varlığını hatırlatarak beni itekledi. Böylece dikkatimi oradan çekmek ve ilerlemek zorunda kalmıştım.
Tekrar yürümeye başladığımızda şimdi ne olacağını düşündüm. Beni sorguya çekeceklerdi o kesindi ama kafamda soru işareti olan kısım nasıl bir sorgu olacağı ve bunu kimin yapacağıydı.
Birçok koridordan geçtik, bizim sarayımızdaki merdivenlere kıyasla daha farklı olan merdivenleri birer birer çıktık ve sonunda büyük bir kapının önünde durduk.
“Burası neresi*”
Bu soruyu sorsam da az çok nerede olduğumu biliyordum. O kadar çok merdiven çıktık ki sarayın tepesinde olmasa bile en üst kısımlardan birinde olmalıydık. Ayrıca geldiğimiz kapının önünde askerler yer alıyordu. Sadece askerlere bakarak bile bu odada önemli birinin kaldığı anlaşılabilirdi. Kral gibi...
Tek bir sıkıntı vardı ki gerçekten beni kralın odasına mı getirmişlerdi. Bu onlar açısından tedbirsiz ve ihmalkar bir davranıştı. İlla beni kralla görüştürmek istiyorlarsa bunu başka bir yerde yapmaları gerekirdi.
Koruma bana göz ucuyla baksa da cevap verme zahmetine girmedi. Onun yerine önümüzde duran askerlerden birine işaret vererek kapıyı gösterdi. Bunun üzerine adam itiraz etmeden kapıyı tıklattı ve içeri girdi.
İçeri girmesinin üzerinden çok geçmemişti ki yanımıza gelerek geçmemiz için kapının kenarına çekilerek yolu açtı.
Onun bu hareketinin ardından kapılar bu sefer girebilmemiz için iki taraftan açılmaya başlandı. Önümüzdeki açılan kanatlarla kalbimin atış hızı doğru orantılı olarak artarken içimden kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
Yanımdaki asker kolumdan tutup beni içeriye doğru çektiğinde itiraz etmeden peşinden ilerledim. Yine de hem korkuma hem de heyecanıma yer vermeyerek başımı dik bir şekilde kaldırmış etrafıma bakıyordum.
Sade ve oldukça büyük bir odaydı. Bu sarayla ilgili her şey büyük olmalıydı sanırım. Ya da bana hayal ettiğimden daha büyük olduğu için öyle gelmişti.
Tam karşıda, camdan dışarıya bakan orta boylarda kır saçlı bir adam duruyordu. Odanın orta kısmında masa vardı ve üzerinde de çay ile birlikte birkaç atıştırmalık.
Tüm eşyalar hem gösterişli hem de bir araya geldiklerinde sadeliği oluşturuyordu. Bunun nasıl mümkün olduğunu sorgulasam da şimdi sırası olmadığını bildiğimden üstünde oyalanmadım.
Genellikle siyah tonlar hakimdi ve buranın Gece krallığı olduğunu göz önünde bulundurursak o kadar da tuhaf değildi. Çünkü bizim krallığımızda daha çok açık renklerden oluşuyordu.
Adam arkasına doğru döndüğünde gözlerimiz kesişti. Yanımdaki asker ise çoktan eğilmiş selam veriyordu. Bunun üzerine bende saygısızlık yapmak istemediğim için eteklerimden tutup eğildim ve selam verdim.
Tekrar doğrulduğumda yüzünden hiçbir ifade okunmuyordu. Kral oydu. Başındaki tacı geçtim hem etrafa yaydığı enerjiden hem de duruşundan bu oldukça açık olarak anlaşılıyordu. Hareketlerime dikkat etmem gerekiyordu.
Kral bakışlarını benim üzerimden çekip doğruca askere odaklandı. Soru sorarcasına ona bakıyordu.
Asker hemen anlayıp söze girdi. “Kızı krallık sınırları içerisinde baygın bir şekilde buldum efendim. Söylediğine göre kendisi sadece uçurumdan yuvarlanarak denize düştüğünü hatırlıyor.”
Kaşları çatıldı ve anladığını belli edercesine kafasını salladı. Bende sert bakışlarımı yumuşatarak masum gözükmeye çalıştım. Aslında teorik olarak masumdum ama pek umurlarında olacağını sanmıyordum.
İçimden kendime sürekli olarak ne yapmam gerektiğini hatırlatıyordum. Buradaki her halim rolden ibaret olmalıydı. Kim olursa olsun gerçek beni göstermemeliydim.
“Sorguya çekin. Hatta direkt sen başında dur ve bana bilgi ver. Kimmiş neyin nesiymiş öğrenin.”
Bir daha bana bakmadı. Benim oradaki varlığım onun için bir şey ifade etmiyor gibiydi. Bu şekilde davranması, onun gözünde muhatap olmaya değmeyecek bir çöpmüşüm gibi hissetmeme sebep olmuştu. Bu da kendimi daha yalnız ve zavallı olarak görmemi sağlamıştı. Yüz ifadem heykel gibi hiçbir ifademi dışarı vurmasa da karmaşık duygular içinde savrulup duruyordum.
Bu düşünceler ise kulağıma ilişen sesle birlikte kırık cam parçaları gibi etrafa dağılmıştı. Tıklatılan ve izin bile alınmadan açılan kapılar ile birlikte refleksle gelen kişiye bakmak için kafamı arkaya doğru çevirmiştim.
Genç bir erkek içeriye girmişti. Yaklaşık yirmi veya yirmi beş yaşında olmalıydı. Sert çene hatları ve simsiyah gözleri vardı. İlk bakışta dikkatimi çekenler bunlar olmuştu.
Saçları da yanı gözleri gibi siyahtı, teni ise gözlerinin siyahları ile zıtlaşan cinsten beyazdı. Üstünde çizmeler, pantolon ve salaş bir gömlek vardı. Gömleğinin ilk birkaç düğmesi çözüktü. Aynı zamanda gövdesini çapraz saran bir kemer bulunuyordu. Bu onlara özgü bir şey olmalıydı.
Göz göze geldiğimizde karları havaya kalktı. Onu süzdüğümü anlamış olmalıydı. Bunu anlaması çok sorun değildi fakat onun üzerindeki temiz ve düzenli kıyafetlerin aksine benim üzerimdeki kıyafetler aklıma geldiğinde yüzümü buruşturdum.
Sanırım yüz ifademi üstüne alınmıştı çünkü surat ifadem üzerine az önce beni görmenin verdiği şaşkınlıktan dolayı yukarı kalkan kaşları bu sefer sorgular biçimde çatılmıştı.
Her türlü üzerinde mükemmel bir imaj çizmediğimin farkındaydım zaten. Üzerimde sarı ve küçük çiçeklerle süslenmiş bir elbise vardı. Fakat bu elbise ile o kadar çok şey yaşamıştım ki şu an oldukça yıpranmış ve kötü duruyordu. Aynı zamanda yer yer çamurlar ve yırtıklar vardı.
Botlarımı ormanda bıraktığım için sadece çoraplı olan ayaklarımdan bahsetmiyordum bile. Şu an prensesten çok kaçkına benzediğime emindim.
Normalde olsa bunu sorun edebilirdim belki ama her krallığın kendine özgü renkler ve aksesuarlar taktığı düşünüldüğünde kıyafetlerimin bu halde olması işime geliyordu.
Birbirimize karşı olan sorgulayıcı bakışlarımızın ardından hiçbir şey demeden kralın yanına gitti. Kral aceleyle askere dönüp “Çıkabilirsiniz... hemen.” dediğinde bu ricadan çok emir cümlesiydi.
Bu kralların ortak özelliğiydi sanırım. Sözde otorite altında karşındakini insan yerine koymamak...
Gelen çocuk büyük ihtimalle oğlu olmalıydı. Yoksa odaya o kadar rahat şekilde giremezdi. Ayrıca bizi kovmasına bakılırsa bu da oğlunu yabancı birinin görmesini istemediği için olabilirdi.
İçimden seçilmiş kişi olma ihtimali saçmalıkları işte diye düşündüm. Aslında bazı şeyleri ne kadar gereksiz ve absürt de bulsam ben de korumak istemesi konusunda haklı buluyordum. Sonuçta bu olaylara kendini çok kaptırmış krallıklar çıkabiliyordu. Bu yüzden kraliyet ailesindeki erkek çocuklar tehlikeden ve kötü sonuçlanabilecek her türlü durumdan korunmalıydı.
Bu düşünceler dahilinde aklıma gelen diğer şey ise kız kardeşi olup olmadığıydı. Çünkü erkek çocuklarının aksine kız çocukları aynı özenle korunmuyordu. İçime hüzün oturmuş gibi hissettim. Eğer kız kardeşi varsa da hemen hemen benimle aynı şeyleri yaşamış olmalıydı.
Asker krallığın sözleri üzerine beni yine kolumdan tuttuğunda gözlerimiz tekrar çocukla kesişti. Kafasını hafifçe yana doğru eğmiş bana bakıyordu. Hızla yüzümdeki hüzün izlerini silip yine eski yüz ifademi takındım. Ve bir daha hiçbir yere bakmadan askeri takip ederek dışarı çıktım.
Beni nereye götürdüğünü bilmesem de tahminimce beni sorguya çekecekleri yere götürüyordu. Geldiğimiz merdivenleri tekrar indiğimizde giriş katındaydık. Durmayıp farklı bir yere yöneldik ve dar bir koridordan geçip demirden yapılmış büyük kapının önüne geldik.
Asker anahtar çıkarıp kapıyı açtıktan sonra “İçeri gir.” dediğinde itiraz etmeden yürüdüm. Kapının arkasında aşağıya doğru inen merdivenler bulunuyordu. Başka seçeneğim olmadığını düşünerek askerden önce merdivenleri inmeye başladım.
Merdivenlerin sonunda yeniden dar bir koridorla karşılaştığımda şimdiden ruhumun içimde bir yerlerde kapana kısılmış gibi olduğunu hissettim. Kapalı alanlardan korkmasam da tercihim her zaman açık alanlardan yanaydı.
Koridor oldukça uzundu ve koridor boyunca aralıklı olarak kapılar vardı. Kapılar demirlerden yapılmıştı ve oldukça sağlam gözüküyordu. Bu beni hayal kırıklığına uğratsa da buradan çıkabilsem bile atlatmam gereken daha onlarca asker vardı. Her şeyi geçtim buradan kaçsam nereye gideceğimi bile bilmiyordum. O yüzden şimdilik kaçış planlarımı ertelemem gerekiyordu.
Ayrıca sorgu biçimleri gittikçe daha çok ilgimi çekmeye başlıyordu çünkü burası oldukça korunaklıydı. Tabi ki böyle bir yer olması normaldi fakat daha çok ağır suçlu insanlar konuluyor ve kaçmalarını önlemek için bu kadar tedbir var gibiydi. Benim gibi birisi için böyle bir yerin fazla olduğunu düşünmüştüm. Lakin benim düşüncelerimin burada çok da önemi var gibi durmuyordu.
Çok ilerlemeden koridorun başındaki odalardan birinin önünde durdu ve kilidini açmaya çalıştı. Açtığında yine beklemeden içeriye girdim. Bana bir şey söylemesine gerek kalmadan isteklerini yerine getiriyordum çünkü bundan başka şansım yoktu şu anlık. Kaçmak benim için çok zordu ki eğer kaçarsam nereye gideceğimi dahi bilmiyordum. En iyisi belki de burada kalıp krallık hakkında bilgi toplamaktı. Zindanlarda bunu ne kadar gerçekleştirebilirsem tabi...
Girdiğim odaya yavaşça göz gezdirdim. Ne büyük diyebileceğim kadar geniş ne de küçük diyebileceğim kadar daraltıcıydı. Tam ortada duran masa ve sandalyeleri saymazsak boş sayılırdı. Ayrıca oda da havalandırma namına hiçbir şey yoktu. Duvarların rengi koyu ve tuhaftı. Oda oldukça rahatsız edici gözüküyordu. Ne kadar burada durmak istemesem de arkamı dönerek ne yapmam gerektiğini söylemesi için askere baktım.
“Sandalyeye otur.”
Cevap verme gereksinimi duymadan sandalyeye yöneldim ve oturmak için kendime doğru çektim. Oturduğumu gören asker arkasını dönüp odadan çıktı. Ne yani, hani sorgu olacaktı* askerin arkasından bakakalmamın üstünden beş dakika geçtiğini tahmin ediyordum ki, kapı açıldı. Beni bekletmeleri kasten yapılmış olmalıydı. Gerilmemi mi istiyorlardı acaba* sanki yeterince değilmişim gibi...
İçeri giren yüzü gördüğümde kaşlarım çatıldı. Hayır, bu başından beri bana eşlik eden asker değildi. Onun aksine daha sert ve kalıplı gözüküyordu. Neden bilmiyorum ama bana eşlik eden askerin kıvırcık saçları yüzünden yeterince sert gözüktüğünü düşünmemiştim. Ve her ne kadar neredeyse hiç konuşmamış olsak da onun yanında daha rahat olacağımı düşünmüştüm.
Yüz ifademi sabitlemeye çalışıp içimden geçenlerin dışıma yansımamasını umdum. Adam beklemeden gelip karşımdaki sandalyeye yerleşti. Sadece oturdu. O kadar... ne bir şey söyledi ne de bir şey yaptı. Tek yaptığı gözlerini gözlerimden ayırmadan durmaktı.
Bu anlamsız bakışmadan rahatsız olsam da ne demem gerektiğini ya da ne yapmam gerektiğine dair hiçbir fikrim yoktu.
Ne kadar sürdü bilmiyorum ama sıkılmamak ve odağımı kaybetmemek için bir süre sonra saçma şeyler yapmaya başladım. Bu bir çeşit teknik olmalıydı. Karşısındaki kişilerin sabrını mı sınıyorlardı bilmiyorum ama yıllarca eğitim almış biri olarak sakin kalmaya gayret etmeliydim.
İlk önce içimden saniyeleri sayarak bunun ne kadar süreceğini tahmin etmeye çalıştım. En sonunda bu işin sayı saymakla olmayacak kadar uzun süreceğini fark ettiğimde gereksiz çabama son verdim.
Sonrasında adamın haberi olmadan göz kırpma yarışı başlattığımda düşerken kafamı ne kadar sert çaptığımı da sorguluyordum.
Hakkını yememem lazım ki bu konuda iyiydi. Yine de kazanan ben olmuştum. Adam gözlerini kırptığı an az kalsın gülümseyecektim fakat sonra nerede ve hangi konumda olduğumu hatırladığımda gülümsemem yüzüme ulaşamadan buharlaşıp uçtu. Artık hafiften popom da ağrımaya başlamıştı ve ben konuşmamak için kendimi zor tutuyordum.
Karşımdaki adama bunun ne kadar devam edeceği ya da amacını sormak istesem de bunun saçma olacağının bilincindeydim. Şu an tek yaptığım kafamı bu duvarlar arasından uzaklaştırmaya çalışmaktı. Aksi taktirde dümdüz oturmaya devam edersem bir süre sonra gerginliğimin artacağını ve heyecanlanacağımın bilincindeydim. Bu, sorguda hata yapmamı artırmak için yapılmış bir yöntem olmalıydı. Eğer az çok bilgi sahibi olmasaydım her şeyi berbat atma riskim daha yüksek olurdu. Olmazdı diyemiyordum çünkü kendimi o kadar yetenekli de görmüyordum.
“Sınırlarımızda ne işin vardı*”
Bu kadar sessizlikten sonra adamın sesini duymamdan sonra şaşırsam da hemen toparladım. Demek asıl sorguya başlıyorduk. “Ben uçurumdan denize düştüm. Suda ne kadar kaldığımı bilmiyorum ama geçici olarak hafızamı kaybettim sanırım. Çünkü ormanda olduğumu hayal meyal hatırlayabiliyorum. Yürürken uçurumun kenarına gelmiş olmalıyım.” kaşlarımı çattım ve düşünür gibi biraz bekledim. O sırada gerçekte de uçurum sahnesi kafamda canlanıp duruyordu. “Sonrasında ayağım takıldı galiba ya da biri beni itti ama düşününce kim beni neden itsin ki* keşke o anı hatırlayabilsem. Hem hatırlasam size de yardımcı olabilirdim.” Hafifçe gülümsedim. “Yani kısaca uçurumdan aşağıya düştüm. Çok korktuğumu hatırlıyorum. Düştükten sonra bayılmış olabilirim emin değilim ama yine de nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde kıyıda uyandığımda başımda az önce beni getiren asker vardı.”
Yeterince inandırıcı olmasını umuyordum. Bilerek uzunca anlatma girişiminde bulunmuştum ki bildiğim şeyleri ona anlatma konusunda tereddüt etmediğimi görsün istedim. Ne kadar işe yaradığını ise bilemiyordum.
“Hafızanı gerçekten kaybettin mi* hangi krallıktan olduğunu hatırlamıyor musun*”
Benimle dalga mı geçiyordu yoksa gerçekten söylediklerimi dinlemiyor muydu* hafızamı kaybettiğimi zaten söylemiştim. Mantıken krallığımı da hatırlamamam normaldi. Yine de beni denediğini biliyordum bu yüzden sakince aynı şeyleri tekrarladım.
Kafamı iki yana salladım. “Maalesef hatırlamıyorum.” yavaştan üzgün bir ruh haline girmeye çalışıyordum. “Krallığımı hatırlamamak benim için de oldukça zor. Sonuçta doğup büyüdüğüm yeri, aynı zamanda ailemi hatırlamıyorum. Sonra bir bakıyorum hiç bilmediğim ay krallığındayım. Sizin için kötü biri olabilirim belki ama durum benim açımdan da pek parlak değil.” konuşurken bir yanda da gözlerimi doldurmaya çalışmıştım ama bu konuda yeterince yeterli değildim. Hafif bir sulanmadan sonra eski hallerine geri dönmüşlerdi.
“Sana neden inanayım*”
Omuz silktim. İster inanın ister inanmayın. Size sunabileceğim bir kanıta sahip değilim. Şu anlık yapabileceğim tek şey sorularınızı düzgün bir şekilde cevaplandırmak. Bunun için de elimden geleni yapıyorum.”
Daha fazla durmadan ayaklandı. Ben bir şeyler söyleyip sorguya devam etmesini beklerken yüzüme bakma gereksinimi bile duymadan odadan ayrıldı. Şu anlık sorun yok gibi gözüküyordu öyle değil mi* eğer sorun olsaydı sessizce yanımdan ayrılmaz diye düşünüyordum.
Çıkarken arkasından kapıyı kilitlediğini duymuştum. Zaten saraydan çıkma ihtimalim imkansıza yakın olduğundan kapıyı kilitlemesini çok da sorun etmemiştim.
Sandalyeden kalktığımda her yerim tutulmuş gibi ağrıyordu. Kendimi biraz esnetmeye çalıştıktan sonra ellerimi belimin iki yanına koydum ve ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Ayakta durup etrafa bakınırken hafiften midem bulanmaya başlamıştı. Başımdaki dertlerden en küçüğü mide bulantım olduğundan bunu sorun etmeden etrafı incelemeye başladım. Zaten kurcalanacak çok bir yer olmasa da oyalanacak bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum kendime.
Ufak bir turun ardından bulduğum şeyle duvara yöneldim. Duvarda gördüğüm küçük çıkıntıya döndüğümde ne olduğunu anlamak için öncesinde dokunup inlemeye çalışsam da bunun aslında duvarla geçmeli bir yatak, gerçi yataktan çok üzerinde eskimiş ve yırtık olan bir tahtaydı, olduğunu anlamam uzun sürmüştü. Bilmeyen birinin orada bir yatak olduğunu fark etmesi oldukça zordu ve bana bundan bahsetmemişlerdi bile. Sanırım bilginin kafama gökten ineceğini düşünmüş olmalıydılar. Sinirlensem de içimden bir iki saydırmak dışında elimden gelen bir şey yoktu.
Yatağı açtığım gibi üzerine yattım. Odada tuvalet bile yoktu. Bir an onu da gizleyebileceklerini düşünsem de düşüncenin saçmalığıyla kafamı iki yana salladım. Bu da demek oluyordu ki tuvaletim gelse bile tutmak zorunda kalacaktım. Gerçekten buradaki herkese karşı muameleleri bu muydu*
Ne kadar saray hayatı yaşayıp bu konularda bilgili olsam bile doğal olarak zindanlara çok sık inmiyor ve nasıl bir ortam olduğunu da bilmiyordum.
Beni buraya attıkları için onlara hem kızıyor hem de hak veriyordum. Kendi içimde garip bir döngüye girmiştim. Ne olursa olsun buradan çıkmam ve kendi krallığıma geri dönmem gerekiyordu. Bugün artık geçmişti ama yarın mutlaka bunu düşünüp plan yapmam gerekiyordu. İşin kötü yanı ise ne hakkında plan kuracağımı bile bilmiyor oluşumdu. Her şey çok karışıktı.
Oflayarak yatakta sırt üstü döndüm. Bugünlük kendime dinlenme hakkı veriyordum. Ne dinlenme ama
Sahilde uyandığımdan beri midemde hafif bir bulantı vardı. Şu an biraz daha artmıştı ama bunun için de yapabileceğim bir şey yoktu. Bu kadar çaresiz olmak beni gerçek anlamda iyice sinirlendirmeye başlamıştı. Az önce rol icabı dolmayan gözlerim, sinirin etkisi ile hemen doluvermişti. Böyle bir durumdayken ağlamak istemiyordum.
Gözlerimi sıkıca kapattım. Hem uyursam belki mide bulantım da geçer diye düşündüm ve yatakta debelenerek uyumaya çalıştım.
* * * * *
Nasıl uyuya kaldım bilmiyorum ama uyandığımda mide bulantım geçse bile kendimi oldukça halsiz hissediyordum. Gün içinde yataktan dahi kalkamadım. Arada koridordan sesler duyuyordum ama benim odamın kapı yalnızca bir kere açılmıştı. Sanırım bu zindanlar düşündüğümden daha kalabalıktı.
Kapım sadece bir kere açılmış ve içeriye daha önce görmediğim bir asker girmişti. Sanırım böyle olacaktı. Her seferinde farklı kişi...
İçeri gelen asker masanın üzerine içinde az miktarda su bulunan bir tas bırakıp yüzüme bakma zahmetine bile girmeden çıkmıştı.
Yataktan zorla kalkıp tası elime aldığımda içip içmemek konusunda oldukça kararsızdım. Temkini elden bırakmak istemiyordum fakat dudaklarım kuruluktan çatlamaya başlamıştı. Dahası en son ne zaman yemek yediğimi bile hatırlamakta güçlük çekiyordum. Üstüne bir de halsizliğimin eklendiğini düşünürsek durumum kötüye gidiyordu.
Bu şekilde devam edersem krallığımı kurtarmayı geçtim, adım atmakta zorlanacaktım. O yüzden daha fazla düşünmeden tastaki suyu kafama dikip kana kana içmeye çalıştım. Boğazlarım sonunda bulduğu ıslaklık ile ferahlasa da hala kendimi kötü hissediyordum.
Oyalanmadan yatağa tekrar yattım. Gözlerim kendiliğinden yavaşça kapanırken tek düşündüğüm buradan çıkmanın bir yolunu bulmam gerektiğiydi.
Günü bir şekilde atlattığımda ve uykuya daldığımda diğer günün bugünden daha kötü geçeceğini tahmin edememiştim.
Sabah uyandığımda kendimi çok daha kötü hissediyordum. Fazla uyumuş olduğumu düşünmüyordum bu yüzden ya gece ya da güneşin ilk ışıklarını insanlığa verdiği vakit olmalıydı. Arada yine mideme bulantılar girmeye devam ediyor, başım ağrıyor ve yataktan kalkamayacak kadar halsiz hissediyordum.
Zaman biraz daha ilerlediğinde vücudumda titremeler başlamıştı. Açlıktan olmalıydı. Yanlış hatırlamıyorsam yaklaşık üç gündür yemek yemiyordum. Dün içtiğim su da bana yetmeyecek kadar azdı maalesef. Böyle devam ederse ne kadar dayanabileceğimden emin değildim. Kimse yanıma uğramamış ve ne halde olduğuma dahi bakılmamıştı. Adım sesleri diğer zindanlara girildiğini kanıtlarken neden buraya gelmediklerini merak ediyordum. Şu anlık tek umudum kısa sürede benim yanıma da uğramalarıydı. En azından ölmeyeceğim kadar yemek verebileceklerini düşünüyordum.
Artık dayanamayacak duruma geldiğimde biri hissetmiş gibi kapıyı açarak içeri girdi. Bu beni sorguya çeken askerdi. Onu tekrar görmeyi beklediğimi söylesem yalan olurdu.
Yanıma geldiğinde kalkmamı söyledi. O an suratına okkalı bir yumruk atıp tükürmek istesem de şartların el vermediği ortadaydı. Onun yerine içimden lanetler saydırdım. Gerçekten hasta olduğumu görmüyor muydu yoksa beni mi sınıyordu*
Tepki vermediğimi fark edince kolumu dürtükledi ve her ne olduysa geldiği gibi odadan çıktı. Ağlamak istiyordum ama ağlamadım. Koridordan adım sesleri yükseldiğinde bu sefer fazladan ayak sesleri ve konuşmalar da duyuyordum ve çok geçmeden kapım tekrar açıldı.
Odaya giren iki kişiyle birlikte gözlerim askeri es geçip yanında gelen kıza kaydı. Kız... çok güzeldi. İpek gibi saçları pürüzsüz bir teni, üzerinde ise uçuş uçuş bir elbise vardı.
Askeri arkasında bırakıp yanıma geldi. Ne yaptığını bilmiyordum ama vücuduma biraz baktıktan sonra askere geri döndü. “Yukarı çıkaralım.”
Asker kızın sözleri üzerine itiraz etmeden yanıma geldi ve beni kucaklayarak odadan çıkardı. Bilincim arada gidip gelse de etrafımdaki olayları anlayacak kadar kendimdeydim. Kız da peşimizden geliyordu. Halsizlik had safhaya ulaştığında gözlerimi usulca kapattım.
“Kapıları açın.”
Tekrar kızın sesini duyduğumda geldiğimizi anladım. Gözlerimi yavaşça araladığımda, beni çok da şaşırtmayan siyah bir oda karşıladı. Oda oldukça büyüktü ve sıra sıra yataklar yan yana dizilmişti.
İlk dikkatimi çeken ise pencereler olmuştu. Güneş batmak üzereydi, havayı tatlı bir kızıllık ele geçirmişti. Sanırım günlerin zamanlamasını doğru yapamamıştım.
Asker beni yataklardan birine yatırdı. Kız, “Çıkabilirsin.” dediğinde asker itiraz etmek ister gibi ağzını açmıştı fakat kızın bakışlarını görünce kapatmak zorunda kaldı ve dışarı çıkmak üzere hareketlendi. “Kapıda bekliyor olacağım.”
Çıkan askerin ardından kız bana döndü ve yanıma doğru geldi. Gülümseyerek, “Merhaba, ben Amaris.” dedi.
Amaris, güzel isim diye geçirdim içimden. Sonrasında kız, beni fazla yormak istemiyor gibi kendi kendine konuşmaya başlayarak yatağın kenarında duran küçük tezgahta bir şeyler hazırlamaya başladı.
Hazırladığı şeye bakmak yerine yüzüne bakıyordum. Neden böyle bir şey yapıyordu ki. Tahmin ettiğim kadarıyla sarayda sağlıktan sorumlu kişi olmalıydı. Benden bilgi almak için ölmememi istiyor olabilirlerdi ve bu yüzden de tedavi ettirmeye çalışmalarını anlardım ama bana ismini kendi isteği ile vermesi garip gelmişti.
Ne olduğunu bilmediğim tuhaf bir karışım hazırladı. Sonra içmemi istediğini söylediğinde itiraz etmeden içtim. Gerçi itiraz etmeye bile halimin olduğu söylenemezdi.
“Açlıktan böyle oldun değil mi* miden bulanıyor olmalı. Bu mide bulantını geçirecek ve yemek yiyecek duruma gelene kadar mideni yatıştıracak.”
Cevap vermek yerine kafamı sallayarak kasedeki karışımı içmeye devam ettim. Karışımı içtikten sonra üzerimi değiştirmem gerektiği konusunda bir şeyler söyledi. Cevap vermemi beklemeden odadan ayrılıp tekrar geldiğinde elinde giymem için getirdiği şeylerden oluşan bir yumak vardı.
Üstümü değiştirmeye yeltendiğinde bunu yapmasını istemesem de ayakta duracak kadar bile iyi hissetmediğim göz önüne alınırsa başka seçeneğim yoktu. Daha fazla bu pis kıyafetler içinde kalamazdım.
Yüzünde iğrenme belirtisi olup olmayacağını anlamaya çalışsam da tiskinmişe benzemiyordu. İlk önce çoraplarımı çıkardı, ardından uzanıp elbisemi çözmeye başladı. Normalde olsa utanacağım durum karşısında tepkisiz kalmıştım.
Yüz ifadesi başlarda bir şeyi ele vermese de ıslak bezle vücudumu silmeye başladığından her yerimde olan morluk ve çiziklerden dolayı duraksadı. Bunların çoğu son birkaç gün içinde olmuş olsa da eğitimlerden kalan bazı izlerde vücudumda kendine yer edinmişti.
Kendine gelip işini hallettiğinde giyinmem için de yardım etti. Saçlarımı da temizleyip şekil verdiğinde artık kendimi daha iyi hissetmekle beraber bunları neden yaptıklarını anlamıyordum. Bu kralın emri miydi* neden bir suçluya, onların gözünde böyleydim, böyle davranıyordu ki*
Kafa karışıklığım beni çıkmaza sokarken, dinlenmem için beni yatağa geri bıraktı. Kendi de yatağın ucuna oturduğunda bir şey söyleyecek gibi duruyordu. Bense kaşlarım çatık tepkilerini anlamaya çalışıyordum.
“Orada çok yalnız kalmış olmalısın.” hafifçe gülümsedi. Hayat sevincinin nereden geldiğini merak ettim o an. Ve gerçekten benimle havadan sudan bahseder gibi sohbet mi etmek istiyordu. Ortamın tuhaflığının bir tek ben farkındaydım sanırım.
Krallığıma baskın olmuş ve ben uçurumdan atlamıştım, ayrıca farklı bir saraya gelmiş, esir düşmüştüm. Şimdi ise saçma bir şekilde beni tedavi edip, aynı zamanda sohbet etmeye çalışan biri ile karşı karşıyaydım. Buradaki garipliğin farkında olan yalnızca ben gibiydim.
Ben bunları düşünürken o ise heyecanla tekrar konuşmaya girdi. “Bence birlikte iyi anlaşabiliriz.” sözleri karşısında artan şaşkınlığım ile ne diyeceğimi bilemez halde suratına bakmaya devam ediyordum. Neyin iyi anlaşmasından bahsediyordu*
Acaba bu da bir çeşit tuzak mıydı* değişik bir sorgu yöntemi olabilirdi. Beni hazırlıksız yakalayıp ağzımdan laf almaya mı çalışıyorlardı*
Elini bana doğru uzattığında, “Öncelikle tanışmalıyız. Ben prenses Amaris. Şimdi sen de bana kim olduğunu söyle hadi.” gülümsüyordu. O... bir... prenses. Karşımda Ay Krallığının prensesi mi duruyordu* bir uzattığı ele bir yüzüne mekik dokurken ben hala kimliğini idrak etmeye çalışıyordum. Daha önce hiç benimle aynı konumda biriyle tanışacağımı düşünmemiştim. Bunu neden söylemişti* O gerçekten de prenses olabilir miydi*
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 560 Okunma |
150 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |