
Sabahın ilk ışıkları, perdelerin arasından süzülerek odanın kasvetini yarıp geçti. Gözlerimi araladığımda, gece boyunca zihnimde dolaşan o çığlıklar sanki kulaklarımdaydı. Çaresiz bir yorgunlukla yatağın kenarına oturdum. Kendimi toplamak yerine, kendi ağırlığıma daha da battığımı hissediyordum.
Duşa doğru ağır adımlarla yürüdüm. Suyun sıcaklığı vücuduma temas ettiğinde bir an rahatlama hissi bulacağımı düşündüm, ama öyle olmadı. Su, sadece tenimi ıslatıyordu. İçimdeki soğuğu eritecek kadar derine dokunamıyordu. Ellerimi yüzüme bastırdım, gözlerimi sımsıkı kapadım. Ama ne yaparsam yapayım, zihnimde yankılanan o görüntülerden kaçamıyordum. Parmak uçlarımda hâlâ o anın izlerini hissettiğimi düşündüm. O dokunuş, sanki suyla değil, zamanla silinirdi. Zamanın her geçen saniye beni daha da ağırlaştırdığını hissettim. Derin bir nefes aldım, ama bu nefes beni ayakta tutmaya yetmiyordu. İçimdeki ses hâlâ beynimi kemiriyordu. Timuçin senin yüzünden öldü. Benim, benim yüzümden!
---
Merdivenleri ağır ağır indim. Su almak için mutfağa geçtim. Masanın üzerindeki kahvaltıyı gördüm. Şafak mutfakta durmuş, sessizce elindeki bardağa bakıyordu. Yüzünü göremiyordum, ama varlığındaki mesafeyi hissediyordum. Seslenmek istedim, ama kelimeler boğazıma düğümlendi. Onun kırıldığını biliyordum. Öfkesi, bana söyleyemediği her şeyi anlatıyordu.
“Eve gitmeden önce bir şeyler yemelisin.” Sesi, ne sıcak ne de soğuktu. Fakat arkasındaki ton, beni oturmaya zorlayacak kadar sertti. Başımı hafifçe salladım. Ona ne teşekkür ettim, ne de reddettim. Söylemek istediğim her şey, içimde bir yük gibi ağırlaştı. Şafak, fincanını alıp salona yöneldiğinde bitkin gözüküyordu.
Onun adımlarını dinlerken, sessizliğin daha derinleştiğini hissettim.
...
Masada yalnız kalmıştım. Ama bu yalnızlık uzun sürmedi. Jake, sessiz adımlarla içeri süzüldü. Masanın ucuna oturdu, beni izledi. O bakışlar, sözcüklere ihtiyaç duymadan içimi görüyordu. Şafak anlıyor gibi bakıyor derken, şimdi Jake karşısında gerçekten çırılçıplak hissediyordum.
“Şafak bana kızgın.” dedim sessizce. Bu bir soru değildi. Bunun doğruluğunu biliyordum, ama bunu Jake’in onaylamasını bekliyordum.
“Hayal kırıklığı içinde diyelim. Bazı şeyleri kolay kabullenemiyor. Ne kadar içimizde olsa da o hep beyazdan yana."
Kendi de kabullenmekte zorlanıyordu bu gerçeği. Ama herşeye rağmen yan yanalardı. Ne yasadinlarini bilmesem bile...
Jake’in bu sözü, içimde bir yerlere dokundu. Ama aynı zamanda bu dokunuş daha da derinleştirdi içimdeki yarayı. “Belki de haklı. Seçim yaptım. Ve bedeli ne olursa olsun, sonuçlarına katlanmalıyım.”
Jake, bir süre sessiz kaldı. Sonra, masanın kenarındaki elime doğru eğildi. “Seçimler bizi şekillendirir, Güneş,” dedi. “Ama kendini bu kadar yargılarsan, karanlık seni içine çeker. Seni suçlayan sen olursan, ışıkla arandaki köprüyü tamamen yıkarsın.”
Bir şey söylemek istedim, ama kelimelerim yine ağırlaştı. Onun dediği gibi, kendime yüklediğim bu ağırlık beni daha da derine çekiyordu. Ben çıkmak istemiyordum ki...
“Eve gideceğim."
Jake’in yüzü bir an yumuşadı. Gözlerinde bir anlama isteği vardı. “Sana eşlik etmek isterdim ama biliyorsun."
"Yalnız kalmam daha iyi olur. Teşekkürler."
Donuktum. Gözyaşlarımı tüketmiştim çünkü. Uzatılan çay fincanını dudağıma götürüp bir yudum aldığımda o his yeniden geldi.
Yaşamaya devam edecek misin? Herşeyin sebebi senken, ayakta kalmak için direnecek misin?
...
Arabada Şafak’ta bende sessizdik. Yol boyunca ne bir kelime edildi ne de bir hareket. Ama bu sessizlik, yalnızca kelimelerin eksikliğinden ibaret değildi. Onun nefes alışları bile, bana bir kırgınlık taşıyordu. Ben ise kendi savaşım altında ezilirken onun bana olan bu mesafesi bazı şeyleri daha kolay kılıyordu. Herkesin uzağımda olması daha iyiydi. Beni andan kopararak o an geldiğinde istediğim tek şey herşeyin bir anda son bulması olurdu.
Ait olamadığım herşey ile son bulurdu hikayem.
...
Eve vardığımızda arabayı durdurdu ve camdan dışarı bakarak konuştu. “Burada bekleyeceğim seni.” dedi. Sözlerinde bir emrivaki yoktu. Sadece bir gerçeklik. Kapıyı açtım ve dışarı adım attım. Dizlerim titredi. Güçlü görünmeye çalışarak adımladım. Gözlerim yerdeydi. Hemen kapımın dibine atılmış bedeni, soğuk, cansız...
Allah'ım...
İçime öyle bir ağırlık oturdu ki nefes alamadım.
Kalbim deliler gibi çarpmaya başlarken nefes almak için direndim ama geriye dönüp bakmadım. Cebimden anahtarı çıkarırken aceleciydim. Düşürdüm. Titrek parmaklarımla zar zor kavradım. Bir elimle kilide anahtarı sokarken bir elimle kalbimi yokladım.
Kapıyı açıp içeri girdim.
Her köşe, her eşya olduğu gibiydi. Ama bu tanıdık alan, artık benim evim gibi gelmiyordu. Koridordan ağır adımlarla yürüdüm. Oturma odasına vardığımda, Timuçin’in son yattığı koltuğa baktım. Battaniyesi hâlâ oradaydı. Sanki birazdan içeri gelip yerine oturacakmış gibiydi. Ama bu yalnızca zihnimin oynadığı bir oyundu.
Koltuğun kenarına dokundum. Dokunuşum, onun varlığını hissetmeye yeter miydi?
“Eve döndüm,” dedim fısıldayarak. Ama bu kelimeler yalnızca duvarlara çarptı ve yankılanarak kayboldu.
Sessizlik her şeyi ele geçirmişti. Ama bu, huzurlu bir sessizlik değildi. Kendi içimde yankılanan bir boşluktu. Timuçin’in gülüşünü, konuşmalarını duyar gibiydim. Ama bunlar gerçek değil, yalnızca birer yankıydı. Ve bu yankılar, içimdeki kırık parçaları onarmaya yetmiyordu.
...
Hava karardığında, evin içi sessizliğe daha da gömülmüştü. Koltuğun üzerinde oturuyordum, gözlerim önümüzdeki boşluğa sabitlenmişti. Zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordum. Ne yemek yemiştim, ne de ışıkları açmayı düşünmüştüm. Ama karanlık artık rahatsız edici bir varlık gibi değildi, daha çok tanıdık bir kucaklama gibiydi. Kendimi bu karanlığın içinde erimiş hissediyordum.
Kapı nazikçe tıklandığında yerimden ağır ağır kalktım. Gelen Jake'ydi. O sırada Şafak çalıştırdığı arabasıyla yola koyulmuştu bile.
“İçeri girebilir miyim?” Yalnızca başımı salladım ve geri çekildim.
"Şafak göründüğünden daha derin bir adam. Bazı şeyleri kabullenmesi kolay olmuyor. Onunda zamana ihtiyacı var."
"Önemli değil. En başta dediğim gibi, kimseden bir beklentim yok."
Jake sessizce içeri girdi, ayak sesleri yok gibiydi. Gölgesi duvarlardan akıyormuş gibi hareket ediyordu. Salonun loşluğunda bana doğru döndü, gözlerindeki karanlık, odadaki atmosferi tamamlıyordu. “Bu ev… seni yutmaya çalışıyor. Başarılı olduğu da söylenebilir."
“Bırakabilir miyim sanıyorsun? Tüm bunları, bu evin içindeki her şeyi…”
Jake, koltuğun diğer köşesine oturdu. Varlığı sessizlikle uyum içindeydi. “Hayır,” dedi. “Ama bırakmaktan değil, onunla yaşamayı öğrenmekten bahsediyorum.”
...
Bir süre sessizlikte oturduk. Sessizliği bozan o oldu.
“Ben de bu duyguyu bilirim,” dedi. Gözleri bir an uzak bir geçmişe kaydı. “Bazı şeyleri bırakmayı çok denedim. Ama fark ettim ki, karanlık insan değil… karanlık yalnızca bir yoldaş. Ona direnmek yerine, onunla yaşamayı öğrendim. Belki bu yüzden hâlâ buradayım.”
Dalgın dalgın baktı bir süre. Ona baktım. Acımı bir süre unutmak için başkasının acısına sarılmak istedim.
Jake’in kendi karanlığıyla nasıl bu kadar barışık olduğunu anlamaya çalışıyordum. “Senin karanlığın sana ne yaptı?”
“Beni özgürleştirdi,” dedi. “Ama özgürlük kolay bir şey değil, Güneş. Özgür olmak için önce her şeyi kabullenmen gerekiyor. Kendi ellerinde akan o kanı, kendi yaptığın seçimleri ve daha da kötüsü, o seçimlerin sonuçlarını...”
Sözleri içimde yankılandı. Parmaklarımı birbirine doladım. "Bu kadar ağır bir yükle nasıl devam ettin?" Derin bir iç çektim. "Ben her gün daha da dibe çekiliyorum.”
Jake hafifçe eğildi, gözleri bir anda daha keskinleşti. “Çünkü yargılamayı bıraktım,” dedi net bir şekilde. “Kendi karanlığımı bir düşman gibi değil, bir gerçeklik gibi gördüm. Onu bir müttefik yaptım."
Jake’in sözleri bir süre havada asılı kaldı. Onun söylediklerini anlamaya çalıştım, ama bu kolay değildi. Onun varlığı, bir şekilde içimde bir şeyleri harekete geçiriyor gibiydi. Ama bu hareket, sancılıydı.
“Bazen düşündüğüm tek şey... Timuçin için başka bir şey yapabilir miydim? Ya o kan ellerime bulaşmasaydı? Ya o gecenin sonunda her şey farklı olsaydı?”
Kendi kendime konuşur gibiydim.
“Geçmişi değiştiremezsin. Ama onun seni değiştirmesine izin verebilirsin. Timuçin’in hatırası… onun bu dünyaya bıraktığı senin içinde. Ve sen, o hatıranın yaşamasını sağlıyorsun.”
Onu izledim, gölgeler içinde kayboluyormuş gibi oturduğu yerde, kendi karanlığıyla barışık bir varlık olarak karşımdaydı. Ama bana ağır basan karanlığımdan çok suçluluk duygusuydu.
“Kendi başımıza olsak bile yalnız değiliz. O karanlık bir düşman değil, yalnızca kendimizle konuşmaya çalışan bir ayna.”
Gözlerimin içine baktı.
"Ama içinde vazgeçmiş bir kız çocuğu görüyorum. Ve Güneş, bunun değişmesi için elimden geleni yaparım. Sen izin verirsen..."
Ayağa kalktım.
"Çok yorgunum." Derken sözünü kesmiştim.
O sırada kapı çaldı. Ben kapıyı açmak için yönelirken Jake çalan telefonunu açmıştı.
Herşey yine ani bir hızda oldu. Gelen Şafak'tı.
Elindeki poşetleri uzattı.
"Yiyecek birşeyler aldım."
Kapıyı sonuna kadar açıp geçmesi için yer açtım.
İkimizde içeri girdiğimizde Jake'nin donuk yüzüyle karşılaştık. Elinde telefonu sıkıca kavramıştı.
"Jake?"
"Susan..."
"Ne oldu söylesene?"
Ses çıkarmadı ama olduğu yere çöküşü ve gözlerinde kopan fırtına herşeyi anlatıyordu.
Gelen telefon, ölümün habercisiydi. Susan'ın ölüm haberi...
O an göz göze geldik Şafak ile. Gözlerinde ışığın sönüşünü gördüğüme yemin edebilirim.
Şafak Karayel, annesini kaybetti. Ben kaybettiğim bir şeyi ikinci kez nasıl kaybederdim ki?
...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.31k Okunma |
163 Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |