"İnsanın zayıflıklarını kullanıp onları kandırmak ne kadar da kolay değil mi Susan?"
Amelia'nın yüzünde beliren alaycı tebessüm, tiksintinin keskin çizgileri ile birleşiyordu.
"Zihnin duvarları var demiştim değil mi, kandırdım. Kızını korumak için her yol mübah öyle mi Susan?"
Sesindeki öfke giderek yükseliyordu. Amelia'nın gözleri Susan'ınkine dikildi, keskin ve yargı dolu bir bakışla.
"Yeni doğmuş bir bebeği bile o caninin ellerine teslim ettiğinde, kızını yollayıp bir başka masum canı katlettiğinde, vampirlerden nefret ederken, onları yok etmek için çabalarken, onlara canavar derken sen nesin?"
"Ben..." Susan'ın sesi çatallandı ama gerisi boğazında düğümlendi.
"Sen çok iyi bir yalancısın Susan. Onları yolladın. Bahanen kızını korumak içindi. Darian sorununun çözüldüğünü bile bile geride durdun. Yalanlar söyledin. İçinde içten içe kızını bile..."
"Sus!" Çığlığı sessizliği yarıp geçti.
"Kızın Güneş'in onlardan olma ihtimali bile içini ürpertti. Onun bir caniye dönüşme ihtimalini düşündün."
"Olurda o an gerçekleşirse kızının kalbine saplayacağın kazığı bile hayal ettin. Doğru olan buydu. Senin doğruların vicdanını susturan bir ilaçtı."
"Yalan. Hepsi yalan. O benim kızım!"
"O senin benimseyemediğin kızın. O senin içten içe nefret ettiğin ama kendine bile söyleyemediğin kızın. Şafak'a annelik rolü keserek kendini avuttun. İçten içe kendinden bile nefret ederken sen , kızının yanında olmayı bir an bile istemedin. Yazık. Senin gibi bir annem olsun istemezdim. İnan bana Güneş iki taraftan da gülmemiş. Şaşırtıcı. Doğar doğmaz ellerine vermemen şaşırtıcı."
"Ona nasıl kıyardım ben." Sesi titredi.
"Doğru. Masumdu daha. Senin için birini harcamak bir hatasına bakar. Yanındakilere yapmak istediğin şeyi bilseler..."
"Sen beni tehdit mi ediyorsun?" Yüzünde öfke ve korku karışımı bir ifade belirmişti.
"Bende onun ölmesini istiyorum. Bana yaptığı şey yüzünden David'i mahvetmek istiyorum. Ama Susan sen tek başınasın. Aklın da bende kalsın. Gerçekler, bir gün seni çepeçevre sarar belki ve ölmek için can atarsın."
Susan eline aldığı kazığı saplayamadan geriye döndü Amelia ve kazığı iki eliyle kavrayıp Susan'ı nefessiz bıraktı. Boynuna dayadığı kazığı sertçe bastırdı.
"İçindeki bu dürtü var ya Susan. Tehlikeli. İnsan kalmak istemeni anlıyorum. Çünkü sende Darian'a benziyorsun."
Susan'ı sert bir hareketle yere serdi. Elindeki kazığı tüm gücüyle Susan'ın üzerine fırlattı. Kazık koluna saplandı. Acı içinde inlerken, kan usul usul sızdı.
"Hak ettiğini bulacaksın Susan ama bu sefer oyun benim kurallarım ile oynanacak."
...
Bedenim hissizleştiğinde gün batmıştı. Ay ışığı bile karaydı bu gece. Güneşim söndü. Artık ay ışığı bile aydınlatamayacaktı karanlık gecelerimi.
Doğruldum, adımlarımı bile hissetmeden... Kurudu gözyaşlarım. Silikleştim. Arabama doğru ilerlediğimde oradaydılar.
Şafak ve Jake. Uzunca bir zaman beklemiştiler.
Bakışları beni bulduğunda yavaşça ilerledim.
Yolcu koltuğundan tarafa geçip bindiğimde kısa süreli ayrıldı bakışları benden. Jake kendi arabasına binerken, Şafak bana doğru adımlamaya başladığında yana geçip arabayı çalıştırdım. Şafak cama uzattığı eli havada asılı kalırken tek istediğim bir an önce uzaklaşmaktı.
...
Gecenin karanlığına dalarken, ruhumun hüsranla yankılandığı her anı köşe bucak kovalamak istiyordum. Gözlerimde bir bulanıklık vardı, ama neyi kaybettiğimi çok iyi biliyordum. O soğuk boşluk, Timuçin’in yokluğu, her anı bir bıçak gibi kesiyordu. Evet, ben de bir yolculuğa çıkmıştım ama bu, aradığım bir kaçış değildi; sondu. Geride bıraktığım o devasa boşluktan, içimdeki karanlıktan… Her şeye veda etmeye hazırdım.
İçimdeki acı öyle büyüktü ki, onunla yaşamayı kabul etmek, bu hayatta devam etmek istemiyordum. Yola çıktığımda, beynimde tek bir düşünce vardı: Ne kadar hızlı gidersem, o kadar kısa sürede kaybolurdum. Gözlerim yolun karanlık noktalarına odaklanmıştı ama ne kadar hızlanırsam, o kadar yok oluyordum.
Hız, bana başka bir acıyı daha hissettiriyordu. Kalbim, her saniyede daha hızlı çarptıkça, ben de onunla kayboluyordum. Ellerim titriyordu, ama yavaşlayacak değildim. Yavaşlamadım, çünkü içimdeki o boşluk, beni hızla yok etmeye zorluyordu.
Etrafımı saran sessizlik, onun yokluğunu daha da gerçek kılıyordu. Bu sessizlik, kalabalığın gürültüsünden daha ağırdı.
Sonra bir ses; zihnimin derinliklerinden gelen bir yankı...
Gözlerimi kapattım. “Evet?” Boş yolda gaz pedalına yüklendim.
“Gözlerini sevdiğimi sana söylemiş miydim?”
Bu anı zihnimin kıvrımlarında saklıydı. O an, onun sesindeki sıcaklık, gözlerindeki huzur... Ellerim havada kaldı, sanki o sesi yakalamak, o hayâli tutmak ister gibi...
Ve o an, sanki dünya bir anda durdu. Araba, bir yöne savrulup yön değiştirdiğinde, ne olduğunu bile anlamadım. Direksiyon elimden kayıp gitti.
Her şey bir anıydı, bir anlık bir boşluk, bir kayboluş. Arabam hızla savrulmuştu, bir yandan havada dönüyordum, sanki gökyüzü, yer ve zaman birbirine karışmıştı. O sırada tek hissettiğim şey, rüzgarın suratımı kesen soğukluğu ve parçalanan metal ve cam sesleriydi. Gövdemin her bir parçası, kalbimden bir parçayla birlikte yerle bir oluyordu. Sanki zaman, her şeyin tamamlanmasını beklerken, hiç bitmeyecekmiş gibi bir boşluğa düşüyordum.
Ve sonra, o korkunç sessizlik… Hıçkırıklarla dolu, her şeyin bitişi gibi…Arabamdan metrelerce uzakta olduğumu gördüm. Parçalanan camlarla birlikte yere çakılmıştım. Soğuk betonun üzerindeydim.
O an hiçbir şey hissetmedim. Hiçbir acıyı. Ne vücudumun her tarafındaki kanı, ne de kırık kemiklerimi… Çünkü acı, başka bir şeydi. O, Timuçin’in yokluğuyla başladığından beri her şeyin bir nehir gibi üzerimden akıp gitmesine neden olmuştu.
Ve tam o an… O korkutucu boşlukla birlikte, bir ses duydum. Şafak! Onun sesini duyduğumda, kalbim neredeyse atmayı bırakmıştı. Her şey bir anı gibi olmuştu, sadece bir görüntü, bir anlık bir çözülüş. Ama o sesin yankısı beni biraz olsun geriye çekmeye zorladı. "Benimle kal." diye mırıldandı. Ama ben ne kadar dirensem de, o acıyı bir an olsun terk edemeyeceğimi biliyordum. Çünkü Timuçin’in yokluğu her an, her saniye içimi delip geçiyordu. Şafak’ın sesi… Ne kadar gerçek olabilirdi ki?
Jake… Buradaydı. Peşimde olduklarını biliyordum. Beni geri döndüreceğini bile bile istedim. Geri dönülmeyecek bir şekilde yok olmayı da...
Beni kurtarmak isteyen eller, beni yaşatmaya çalışırken, o ellerin sıcaklığına bile kaybolduğumu hissediyordum. Yavaşça kollarımda bir titreşim hissettim. Beni kollarının arasına aldı ama bedenim ağırlaştıkça, o boşluk daha da büyüdü.
Jake’in sesi, başımın ardında bir uğultu gibi geldi. "Güneş?" Ama ben bir ölü gibi, o boşluktan çıkmak istemedim.
Bir daha asla eski ben olmayacaktım.
Dudağıma dayanan bileğini gördüm. Jake'nin kanı sıcak ve yoğun bir dalga gibi dudaklarımdan içeri süzüldü. Enerji doluydu.
İçimde yanmaya başlayan bir sıcaklık, bedenimin en ücra köşelerine bile yayıldı.
Elimi kaldırıp karşı koymak istedim ama beceremedim.
Jake, bileğini çekip hafifçe başımı yere bırakırken, bakışlarını bana çevirdi.
Birkaç saniye nefes almaya çalıştım. Ciğerlerimdeki yanma hissi azaldı. Kırılan kemiklerim sanki yavaş yavaş toparlanmaya başlamıştı.
"Jake sen Güneş'i al. Burayı bana bırak."
Bedenimin kavradığını hissettiğimde yeterince kendimde değildim. Arabanın kapısı kapanmadan hemen önce duyduğum son ses Şafak'a aitti.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
3.33k Okunma |
140 Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |