
“Bazı insanlar adalet için silah çeker; bazılarıysa başkalarının acısını kendi göğsüne saplar.”
Vicdan, içsel yargının sesidir. Hiper empati ise başkalarının çığlıklarının ruhuna kazınmasıdır.
İclal, bu iki uçurumun tam ortasında yürüyordu.
İclal...
Geçen hafta yaşadığım gerçek ve hayâl arasında ki o ince çizgide sıkışıp kalmıştım. Bir süre kendine gelememiş, yeniden büyük bir buhrana girmiştim Aynı şekilde Ceylan'nın yaşadığı o korkuya şahit olmakta psikolojik olarak benim için yıkıcı olmuştu. Kim bilir belki de Ceylan, o an öleceğini düşünmüştü.
Ya kendime gelmeseydim. Bunu gerçekten yapar mıydı?
Huzursuz bi şekilde yerimde kıpırdanıp durdum. Saatlerdir araba kullanıyordum. Sırtımdan enseme doğru çıkan ağrıyla cebelleşiyordum bir yandan. Ekrana navigasyona doğru bakındım. Neredeyse şehirden çıkmak üzereydim.
Çeketimin cebimden meydanda ki büyük saatin önünde çekilmiş meşhur toplu fotoğrafa bakındım. Amorti Osman... Fotoğrafçıda ki adam Gölçük'te yaşadığını söylemişti.
Aslında onu bulmayı daha önce denemeliydim. Lakin olaylar silsilesi birbirini takip edip durdu. Neyse ki Karan 2 haftadır yurtdışındaydı. Böylelikle rahatça hareket edebiliyordum. Tabi yanı sıra şirkette ki yük benim üzerimdeydi. Sürekli olarak raporları maille gönderiyor, onu bilgilendiriyordum. Arada sarhoşken arıyor, ne yaptığımı soruyordu. Ama sadece sarhoşken... Çünkü asla ayıkken aramazdı. İki farklı kişiliği vardı sanki. Ayıkken saldırgan, sarhoşken bir nebze kibar.
Navigasyon sahil yolundan ayrılıp dağlık alana sapmam gerektiğini söyleyince bütün bu düşüncelerden sıyrıldım. Yol gittikçe daralıyor, her iki tarafı ağaçlarla çevriliydi. Kuş cıvıltıları, ağaç dallarından yola düşen gün ışığı hoş bir şölen yaratmıştı. Biraz daha seyahat ettikten sonra en sonunda küçük bir köye vardım. Yol kenarında sırtında yük, elinde baston ile yürüyen ihtiyarın yanına arabayla yanaştım. Onun için araba yabancı olsa gerek duraksayıp bana bakındı.
"Merhaba amca! Kolay gelsin!"
"Kolaysa senin başına gelsin evlat!" dedi esprili bir şekilde. İkimizde gülümseyerek birbirimize bakındık.
"Söyle bakalım, seni hangi rüzgar attı buraya?" diye sordu merakla.
"Çok eski bir aile dostunu ziyarete geldim."
"Öyle mi? Kimdir, necidir?"
"Kendisine Amorti Osman diyorlar."
Sesszice düşünüp durdu, sonra hatırlamışçasına bana döndü. "Acaba Muhtar Osman'dan mı bahsediyorsun? Çünkü gençken şehir merkezinde piyango bileti satarmış."
"Evet, evet ta kendisi.."
" Ama onun aklı git gelli.. Senelerdir alzheimer hastası."
Duyduğum yeni bilgiden sonra hayâl kırıklığı içerisinde şöfor koltuğuna gömüldüm. Lakin buraya kadar gelmiştim. Belki bir şeyler hatırlar umuduyla ihtiyara döndüm.
"Nerede evi peki? Biliyor musunuz?"
Eliyle karşıda ki evi göstererek "Şu büyük evi görüyor musun? Karşısında bakkal var. Hemen yanından yukarıya doğru bir araba yolu çıkıyor, onu takip et. Sonunda bir ev çıkacak. Heh işte o Osman'nın evidir."
"Sağolasın Amca, kolay gelsin tekrardan."
Tarif ettiği gibi yolu takip ederek köyün yukarısına doğru çıktım. En sonunda en büyük bahçesi olan etrafı çiftlerle çevrili olan bir ev çıktı karşıma. Kontağı kapatarak anahtarı cebime attım. Arabadan inerken kalbim delicesine atıyordu. Çit kapısına yanaştığımda evde bir hareketlilik olduğunu görür gibi oldum. Çünkü belli belirsiz perdenin açılıp kapandığını farketmiştim.
Çit kapısını aşıp bahçede yavaş adımlarla ilerledim. Bir yandan da çeketimin cebindeki fotoğrafı yokluyordum. Dış kapının açılma sesi ile başımı yerden kaldırdım. Orta yaşlı bir kadın karşıladı beni.
"Merhaba! Kime bakmıştınız?"
"Merhaba! Osman Bey'in ziyarete gelmiştim."
Şaşkınlık içerisinde tepeden tırnağa beni inceledi. Muhtemelen tanıdık birimiyim diye zihnini zorluyordu. Lakin yabancı olduğuma kanaat getirince merakla sordu. ;
"Siz benim kayın babamı nereden tanıyorsunuz?" Bu kadın onun geliniydi demekki, diye geçirdim içimden. Bunu soracağını tahmin ediyordum.
" Ben değil, dedem tanıyormuş. Eskiden yakın arkadaşlarmış, o yüzden dedemden Osman Amcaya selam getirdim. Bir yandan yolum düşmüşken nasıldır diye görmeye geldim. "
"Aaa öyle mi? Ne iyi ettiniz. Zaten birazdan yürüyüşe çıkaracaktım. Siz kamelyaya geçin oturun. Ben Osman babamı getireyim.." eliyle gösterdiği yere doğru yürüyerek geçip oturdum.
İkisi dakikalar sonra ağır adımlarla kamelyaya yaklaştılar. Ben ise ayaklanarak yaşlı adama doğru elini öpmek için ilerledim.
" Nasılsın Osman Amca? "diyerek elini öptüm.
Oda sanki beni tanıyormuşçasına çoşkulu bit şekilde " Ooo hoşgeldin evladım! Nasılsın? "
" İyiyim efendim, asıl sizleri sormalı. "
Durup ellerini iki yana açtı." Turp gibiyim evelallah! "
Kahkahalar içerisinden kamelayaya geçip oturuduk. Heyecandan kalbim patlamak üzereydi. Bir an önce fotoğrafı gösterip aklımdaki soruları sormak istiyordum. Kadına bakındım, üçüncü bir şahısın olması hiç iyi olmamıştı. Kimseyi fazladan bilgiyle tehlikeye atmak istemezdim.
" Aaa sormayı unuttum. Ne içerdiniz?" diye ayaklandı kadın bir anda.
"Zahmet etmeyin isterseniz." dedim gönülsüz bir şekilde. Amacım biraz olsun başbaşa kalmaktı.
"Yok canım ne zahmeti? Uzun yoldan geldiniz. Akşam kek yapmıştım, şimdi hemen çayda koyarım üstüne." Neyse ki israr etmişti. Gerim gerilen kaslarım gevşedi. Kadın eve doğru yol alırken cebimde ki fotoğrafı elime aldım.
" Osman Amca! Bu adamı hatırlıyor musun? "Diye sordum dedemi göstererek.
Fotoğrafı eline aldı, evirdi çevrirdi. Cevap vermek bu kadar zor muydu? Ama sabırlı olmalıydım. Umarım hastalığı ileri seviyede değildir, diye içten içe dualar etmeye başladım bir yandan . En sonundan olumsuz anlamda başını salladı. Pes etmedim. Uzaktan çekilmiş bir fotoğraftı, belki gözleri net görmüyordur diyerek daha yakından çekilmiş bir kaç fotoğraf daha gösterdim.
"Peki bu adamları tanıyor musun? Hepsi senin asker arkadaşların. Bak o zamanlar çok yakınmışsınız. " diye sordum pes etmeyerek.
"Bilmiyorum... Bilmiyorum..." diye histerik bir şekilde söylenmeye başladı. Alzheimer hastaları böyle miydi? Gerçi bir atak gibi gözükmüyordu bu durum. Daha çok korku gibi... Emin olamayarak fotoğrafları gözünün önünden çektim panikle. Sakinleşmesi için sırtını sıvazladım. Nefes alışverişleri Normale dönerken umudumun son kırıntısına tutunarak bir soru daha sordum.
" O zamanlar bir husumetliniz var mıydı? Bir duşmanınız yani...Osman Amca hemen cevap verme, bir düşünce önce."
Kendinden emin bir şekilde "Benim nasıl bir husumetlim olacak? Namuslu,dürüst, vergisini veren, bu ülke için ödevlerini yerine getiren bir vatandaşım ben..." diye inanılmaz resmi bir cevap verdi.
"Hiç mi?" sesim titremişti.
"Hiç!" dedi gür bir şekilde.
Bir ipucu, gidilecek bir yol bulmayı umuyordum. Bütün hayâl kırıklığım adeta bir kara bulut edasıyla üzerime çöktü. En son çare Ceylan'a başvurmaktı. Ama nedense bu konuda çekincelerim vardı. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyor ve onu bu işin dışında tutmak istiyordum.
Ayak sesleri işittiğimde başımı yerden kaldırdım. Kadın elinde tepsiyle bize yaklaştı. Yüzüme son derece samimiyetsiz bir gülümse yerleştirdim.
"Neler konuştunuz? Babam pek konuşmaz. Bazen kendi kendine konuşur bir şeyler sayıklar. Kim bilir hangi yılda zanneder kendini." Bir yandan da tabak ve bardakları servis ediyordu.
"Hastalığı çok mu ilerledi? Dedemi sordum hatırlamadı. "
"Biraz ilerledi tabi. Beni çoğu zaman hatırlamıyor. Hatta her sabah uyandığında; bu yabancı kim gönderin onu burdan, diye kovuyor beni. Böyle sürekli bir döngü."
"Çok üzüldüm. Geçmiş olsun. Umarım ilaçlarını düzenli alıyordur. "
" Bazen almamak için direniyor ama bir şekilde ikna ediyoruz eşimle. " dedi üzgün nefes vererek.
" Bir isteğiniz bir arzunuz var mı benden? "diye sordum nazikçe.
" Yok canım. Sizin gelmeniz yeter,sağolun. "
" Peki madem. Hasta ziyaretinin kısası makbuldür. Daha fazla rahatsız etmeyeyim. " diyerek ayaklandım.
" Ne zahmeti canım. Çok teşekkür ederiz. "
Kadınla tokalaştıktan sonda Osman amcaya dönerek elini öpmek için eğildim. Doğrulduğumda kamelyadan çıkmak için hamle yaptığımda bir anda kolumu yakaladı. Sert bir şekilde beni kendine döndürdü. Ne oluyor ? Şaşkınlık içerisinde ona bakındım. Ama o bana değil elimi tuttuğu bileğimde ki saate pür dikkat bakıyordu .
Bir anda başını kaldırıp bana bakındı. "Bade?"
Ne? O kimdi?
" Bu saatte ne yapıyorsun burada?Geç kalacaksın... Mustafa, seni saat 14.00'da tren istasyonunda bekliyor olacak. Çok geç kalmadan git kavuş sevdiğine.." Bir yandan da eliyle beni ittiriyrodu.
Dedemin ismi iki dudağının arasından döküldüğü an şokla dona kaldım. Birde o kadının... Aslında tamda tahmin ettiğim gibiydi. Çünkü hiç kimse herhangi bir kadına ait bir hatırayı senelerce saklamazdı.
" Acele et! Öğrenirlerse öldürürler seni.."
"Kim onlar?" diye sordum çoşkulu bir şekilde.
"Ailesi.."dedi kısık sesle.
Kadında benim gibi merakla sordu." Kimin nesi onlar? "
Amcanın tavrı bir anda değişerek kadına döndü. "Fatma! Bu hanım kız kim?"
Kadın sevinçle "Baba, beni hatırlıyor musun?"
Amca duymazdan gelerek "Fatma üşüdüm ben içeri girelim."
"İşte böyle sürekli gidip geliyor aklı. Kusura bakmayın."
"Yok canım ne kusuru.. Peki madem sizi tutmayayım, iyi günler."
"Güle güle gidin."
Arabaya ilerlerken içten içe düşündüm. En azından elim boş dönmüyor artık ufakta olsa bir fikir sahibiydim. Arabaya binerek kontağı çalıştırdım. Motor ısınırken bende bir yandan telefonu elime alarak internette küçük çaplı bir araştırma yapmaya başlamıştım
Bade... Elimde sadece bir isim vardı. Keşke soyadını da biliyor olsaydım. O zaman herşey çok daha kolay olurdu. Bir yandan da beyin fırtınası yapıyordum. Muhtemelen o kadın dedem ile buluşmaya gelmemişti ya da gitmiş bir şekilde yolun sonunda ayrı düşmüşlerdi.
Aklıma gelen fikirle telefonumun search kısmına Bade ve tren istasyonu yazdım. Yine herhangi bir şey çıkmamıştı. Lakin insanların soru sorduğu ve bir takim insanlarında kendince cevap verdiği bir panele rastladım.
Başlıkta tek bir soru vardı. Kadın cinayetleri...? İnsanlar kendilerince kültürel ve maddi bağlamda kadın cinayetlerini yorumluyorlardı. Ta ki bir yorum dikkatimi çekti.
"1962 yılında tren istasyonunda güpe gündüz işlenen kadın cinayeti. O kadın ne dar gelirli bir aileden geliyordu ne de bağnaz bir aileydi. Ama kızlarını göz göre göre öldürmüşlerdi." Altında ne bir yanıt vardı ne de devamı vardı. Muhtemelen olayı gören, görmediyse eğer duyan biriydi. Hesabın üzerine tıkladım. Siteye kayıtlı değil bir anonim olarak cevap vermişti. Sıkkın bir şekilde nefes verdim. İz sürmek ne can sıkıcı bir şeymiş.
Internetten hiçbir şey bulamamıştım. Muhtemelen ailesi fazlasıyla zengindi ve ne varsa sildirtmişlerdi. Yada bu olay çok eski yıllarda yaşandığı için yeni nesil internet haberlerine düşmemişti.
Aklıma gelen ani fikirle emniyet kemerine asıldım. Dijitalde bulamayabilirdim ama o eski yılların gazetelerinden kesin bulurdum. Hafta içi şehir merkezinde ki kütüphaneye uğrasam iyi olacaktı. Muhtemelen orada 1962 yılına ait gazetelerin her bir sayısı eksiksiz arşivlenmişti. Çok geçmeden yola koyuldum.
Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra susadığımı farkedince arka koltuğun önünde ki boşluğa uzandım. Elime bomboş poşet gelince sinirle nefes verdim. Dilim damağım kurumuştu. Hevesli bir şekilde navigasyona bakındım ama yakınlarda herhangi bir yerleşik bulunmuyordu. Gerçi gelirken bu yoldan gelmemiş daha uzun bir yolda gelmiştim. Aslında bu bu sebeplerden dolayı kestirmeyi kullanmamak gerekiyordu. Neyse ki arabanın benzini eve kedar yeterdi.
Seyir halindeyken bir yol ayrımı dikkatimi çekti. Ayrımın hemen başlangıcında bir tabela vardı. Karanlıkdere... Ne garip bir isimdi..
Tekrar navigasyona bakındım. Böyle bir yerleşke gözükmemesinde ziyade yol ayrımı dahi haritalarda gözükmüyordu. Ayrıma girmek girmemek arasında gidip gelirken iç sesim girmem konusunda diretiyordu. En azından belki küçük bir bakkal vardır umuduyla direksiyonu o tarafa kırdım.
Birkaç dakika ilerledikten sonra toprak yoldan asfalta yola dönüştü. Etrafa bakındım. Gecekondular gelişi güzel dağın eteklerine dağılmıştı. Arabayla biraz daha ilerledikten sonra cadde benzeri bir yere vardım. Her iki yanı apartmanlarla çevriliydi.
Arbayı yol kenarına park ettikten sonra bir süre öylece içeride oturup dışarıyı seyrettim. Kasaba inanılmaz bir şekilde sessiz ve sakindi. Ama bu öyle huzurlu bir sakinlik değildi. Sanki herşey bir anlığına terkedilmiş gibi... Tek bir perde tek bir yaprak kıpırdamıyordu. Herkes neredeydi?
Araban inmeden önce çantamın içerisinden silahı alarak belime yerleştirdim. İndikten sonra önce bir belimi yokladım silah gözüküyormu diye sonra etrafı gözlerimle kolaçan ettim yeniden. Tek bir hereket yok. Saniyeler sonra çocuk sesleri işittiğim an caddenin hemen ilerisinde kapısı açık bir yer farkettim. Önünde manav, kepenkten aşağı asılan top ve balonları görmem çok uzun sürmedi. En azından buranın bir bakkalı vardı.
Yavaş ve dikkatli adımlarla ileriye doğru ilerledim. Bakkala yanaştığımda çocuk sesleri kesildi. İçeriye girdiğimde 50'lerinde bir adam karşıladı beni. Yüzünden belli belirsiz korku ve şaşkınlık vardı saniyeler sonra o korkulu sima silinip gitti.
"Merhaba! Kolay gelsin."
Adam sesini çıkarmadan sadece başıyla selamladı garip bir şekilde.
"Peki madem! Ben uzun yol yolcusuyumda bana bir kaç şişe su verebilir misiniz?"
Adam tek bir çit bile çıkarmadan başıyla onayladıktan sonra oturduğu yerden doğruldu. Hafif topallıyordu. Yavaşça soğutuculara yanaştı. Hemen yanında aralıklı bir kapıdan iki kafanın beni izlediğini farkettim. Yedi, sekiz yaşlarında biri kız biri erkek çocuğuydu. Ellerimi dizlerime koyarak onların seviyelerine eğildim. Gördüğüm manzara ile şaşkınlık içerisinde kala kalmıştım. Çocukların kolları ve bacaklarıda yani görünürde kalan her yeri morluklar ve kızarıklarla doluydu.
Çocuklara doğru " Merhaba!" diyerek sevecen bir şekilde elimi salladım.
İçeriye girip bir hışımla kapıyı kapattılar. Nedense bu çocukların bu ani hareketi beni sarsmıştı. Yerden doğrulup adama döndüm. Çoktan hazırlamış poşetiyle masaya koymuştu. İlk başta farketmemiştim ama adamın kollarında da morluklar vardı. Hatta boğazında da yatay şekilde takip eden bir kızarıklık dahi vardı. Sanki birisi onu boğmaya çalışmıştı.
Ensemde hissettiğim soğuk nefes bir ürperti olup sırtımda yayıldı. Azat'ın bir canavar edasında ki nefes alışverişlerini tam kulağımın dibinde hissedebiliyordum. Hemen ardımdaydı ama konuşmuyordu. Sessizdi. Neden şimdi? Yok saymaya çalıştım ama oradaydı hemen ardımda.
Nasıl bir yerdi bu burası? Attığım ilk adımdan beri kendimi hep gergin ve huzursuz hissetmiştim. Ortamda anlamlandırmadığım bir gariplik vardı. Bu adam ve çocuklar bir sebepten ötürü feci dayak yemişti.
"Çocuklar senin mi?" diye sordum bir cevap alma umuduyla.
Gözlerini benden kaçırdı ardından başını yere eğdi. Yine sessizlik.. Bir anlığına acaba konuşma yetisi mi yoksa duyma yetisi mi yok diye düşünmeye başlamıştım. Ama öyle olsa beden dilini kullanmaz mıydı? Sanki biri veya birileri onu susturmaya çalışmış gibiydi.
Cebimden parayı çıkartarak masaya koydum. "Para üstü kalsın.." Adam beni duymazdan gelerek alelacele para üstünü bana geri uzattı.
Para dolu elini geri iterek. "Çocuklara verirsin." dedim kısık sesle.
İçeriye giren birden fazla ayak sesleri ile kafalarımızı dış kapıya doğru çevirdik. İçeriye takım elbiseli iki adam girmişti. Boyunlarında kravat yerine zincir olduğundan hiç tekin insanlar gibi durmuyordu. Ellerinde tespih, bir omuzları yer çekimine karşı koymamış ağır abi gibi gerile gerile yürüyorlardı. Nedense bir anlığına karşımda Azat varmış gibi hissetmiştim. Tavırları yürüyüşleri tıpkı onun gibiydi.
"Haydar, cancağızım! Hanımefendi sana bahşiş veriyor. Neden kabul etmiyorsun.? " dedi ötekinden daha yaşlı olan. Sesi tehditkârdı.
Yaşlı adam çekinerek parayı alıp kasaya koydu. Gözleri ve yüzü adeta yardım çığlıkları atıyordu. Nedense bir an kendimi onda görmüş gibiydim. Bir zamanlar bende o yaşlı adam ve çocuklar gibi kurbandım.
Poşeti elime alarak çıkışa yöneldim. Genç olan adam önünde adeta bir duvar misalı durdu.
"Bu güzel hanımefendiyi dışarıda ki son model arabamla bir tur attırabilirim." Nefesi buram buram alkol kokuyordu.
Diğeri ise hemen yanımdan geçerek çocukların bulunduğu kapıya ilerledi. İçeriye girdiği an her iki çocuk çığlıklar atmaya ve debelenmeye başladı. Saniyeler sonra kollarından tutarak adeta sürüklercesine dışarıya çıkardı.
Şahit olduğum o anlar zihnimde kilitli bir kapının zincirleri kırılarak açıldı. O kilitli kapının ardında ki bütün iblisler özgür kalmıştı. Karşımda dikilmiş bana iğrenç bir teklif de bulunan adamın kafasına sıkmamak için zor duruyordum. Ardından diğerine...
Adama yakınlaşarak "Üzgünüm halletmem gereken işler var. Ama bir dahakine neden olmasın."
Pişkin bir şekilde bana dahada yaklalarak aramazda ki mesafeyi kapattı. "Çok bekletme ama gözlerim yollarda kalır."
Birbirimize okadar yakındık ki alkol kokusu adeta burnumu felç edecekti. Baştan çıkarmak için dudaklarımı kulağına kadar yaklaştırdım. "Merak etme, bekletmem seni." ardından bir hışımla bakkaldan çıkıp arbama doğru ilerledim.
Titreyen ellerimle araba kapısının kulpunu asıldım. Hızlanan nefes alışverişlerim, uğuldayan kulaklarım, bulanıklaşan görüş alanım... Kendimi zapt etmek için cimdiklemeye başlamıştım ama nafileydi. Zihnimde sadece o iki adam vardı. Kötü düşüncelerden ibaret olan iblislerim harekete geçmem için fısıldıyordu. Ardından erkeksi bir ses doldu kulaklarıma.
"Yok sayabilecek misin?"
Hemen ardımdaydı. Dikiz aynasından arka koltuğa bakındım. Azat bu kez gözlerime değil dışarıya bakıyordu. Sanki benimle değil bir başkasıyla konuşuyor gibiydi.
"Zapt etmeye çalıştıkça daha da kötüleşecek. Özgür bırak!"
Gün batmak üzereydi alacakaranlık içerisinde kalan kasabaya bakındım. Evlerden tek bir ışık dahi sızmıyordu. Neredeydi bu insanlar? Tekrar Azata'a bakındım bu kez tamda gözlerimin içine bakıyordu. Karar vermiş gibiydi.
" Şimdi değil! Gece yarısını beklemeliyim." dedim sessizce.
*****
Kol saatime bakındığımda neredeyse gece yarısı olduğunu farkettim. Ardından dürbünü kullanarak ışıklar içerisinde kalan villaya bakındım. Kasaba sefalet içinde yaşarken bu iki dangalak havuzlu villasında dansözlerle gününü gün ediyordu. Ev kalabalıktı ama kendi gibi takım elbilesili adamlar ve yanlarında eskortlarla bir bir evden ayrılıyordu.
Kasabanın bir kaç kilometre ötesinde çokta büyük olmayan bir fabrika vardı. Çocuktan yaşlıya bütün kasabalılar köle gibi orada çalıştırılıyordu. Kasabanın terkedilmiş gibi hissettirmesinin sebebi buydu. Karşı geldiklerinde ise takım elbiseli adamlar tarafından ölesiye dövülüyor, hatta bir kaçı şiddet esnasında baygınlık geçirdikten sonra ayıldıklarında sanki hiçbir şey olmamışçasına çalışmaya devam ediyorlardı. Bu iki zekasız dangalak resmen şiddetle, zorbalıkla kasabaya korku sistemi kurmuştu.
Villadan son araba çıkarken sabırsızca yerimde kıpırdandım. İşte başlıyoruz... Eldivenlerimi, pantolonumu, ayakkabılarımı ve o meşhur kopşonumu giyindim. Belimde ki silahı elime alarak tırnağını, emniyet mandalını ve ardından şarjörü çıkarıp taktım. Sorunsuz gözüküyordu zaten yakın zamanda bakımını yapmıştım. Lazım olur diye çakıyı da cebime koydum. Ve ardından saçlarımı sıkıca geriden bir topuz yaparak kapşonumun altına gizledim. Tam takır hazırdım...
Dağın tepesinden villanın gerisine doğru inmeye başladım. Arkası kameralar açısından kör noktaydı. Bir yandan da açık pençerelerden dürbünle evi gözlüyordum. Yaşlı olan en üst katta, genç olan ise görünürde yoktu ama muhtemelen giriş kattaydı.
Tek şansım vardı.. Elime taş alarak elektirik panosunu gören kameraya kuvvetli bir şekilde fırlattım. Parçalanarak yuvasında çıktı. Neyse ki yere düşmemiş kablo sayesinde duvarda asılı kalmıştı. Vakit kaybetmeden villayı çevreleyen duvara aşarak elektirik panosuna yaklaştım. Çakı yardımıyla kilidi açtıktan bütün mandalları indirerek kabloları kestim. Neyse ki bu eve jeneratör yaptırmayacak kadar cahillerdi. Villa karanlık içerinde kalırken her iki adamın homurdanmasını işitmeye başlamıştım. Muhtemelen herhangi bir elektrik kesiği zannediyorlardı.
Evin etrafını dolanarak havuz başına geldim. Genç olan giriş katta sendeleyerek dolanıyordu. Ayakta duramayacak kadar zil zurna sarhoştu.
Cam kapıyı yavaşça iterek içeriye süzüldüm. Adam kendi kendine mırıldanıyor, bazense kıvırtıyordu. Kim bilir zihninde hâlâ çalgı çengiler çalıyordu. Ne kadar fazla gürültülü olsam beni duymazdı herhalde.
Adam, tek tek dolapları açarak "Nerede şu lanet fener?"diye söyleniyordu. Bulduğunda düğmesine basarak geriye döndü. Fenerin ışığı hemen ayak dibimi aydınlatıyordu.
" Abi? Ayakkabılarını nerede kirlettin?"diye sordu sessizce.
Fener ayaklarımdan yukarıya doğru tırmanırken atağa geçtim. Bileğini yakalayarak eliyle birlikte feneri yüzüne sertçe çarptım. Kendine gelmesine izin vermeden etrafımda dönerek bileğini dışa doğru büktüm daha sonra parmaklarını kıskıvrak kavradım. Adamın ağzından küçük bir inilti dahi dökülmesine izin vermeden bütün vücüt ağırlığımı geriye verdikten sonra adam o süratle havada dönerek sırtı seramik zeminle buluştı. Hız kesmeden çene altına okkalı bir yumruk savurdum. Adam anında bayılmıştı.
Ceylan ile eğitim ve bir hafta boyunca yaptığım egzersizler beni epeyce geliştirmişti. Tabi adamların sarhoş olması benim için bir avantajdı o ayrı konu.
Koltuğun üzerine gelişi güzel atılmış bornozu farkettiğim an yerden doğruldum. Bornoz ipini alarak yukarı kata sessiz ve hızlı adımlarla ilerledim. Horlama sesi işittiğim bir odanın önünde durdum. Beş dakika içerisinde nasıl uykuya dalmış olabilirsin ki..?
Üst bedeni çıplak yüz üstü yatakta yatıyordu. Elimde ki ipi gererek adama doğru yaklaştım. Bu ötekine göre daha iri yarıydı. Hızlı bir hamleyle adamın sırtına çıktım o şaşkınlık içerisinde başını kaldırırken ipi boynuna doladım. Bayılana kadar bütün debelenmesine karşı koymaya çalıştım. Bu epey yorucuydu. Bütün bedeni hareketsiz kaldığında üzerinden indim.
Küçük bir dinlenmeden sonra evin her bir tarafını kolaçan ettim. İşime yarar şeyler arıyordum. Bodrum katta bulunan malzeme odasında ip benzeri şeyleri 'bunlar işime yarar' diyerek yukarı kata çıktım. Güç bela kendinde geçmiş bedenleri havuz başına taşıdıktan sonra şezlonga oturup biraz nefeslendim. Ardından vakit kaybetmeden daha doğrusu adamlar ayılmadan mutfakta bulunan iki sandalyeyi alarak havuz başına geldim. Önce adamları sandalyeye sonra sandalyeyi havuza sarkık bit şekilde iple evin kolonlarına kademeli olarak bağladım. Ardından tekrar kendimi şezlonga bıraktım. Adamların ayılmasını bekledim uzunca bir süre.
Bu bekleme süresi yaklaşık bir saat sürmüştü. Ta ki birinin öksürerek uyanmasıyla gözlerimi gecenin siyahından alarak iri yarı olan adama çevirdim. Yerinde kıpırdanıyor, etrafa bakarak durum tespiti yapamaya çalışıyor. Elleri, bacakları ve gövdesi kusursuz bir şekilde sandalyeye bağlanmıştı. Aslında tek bir milim bile yerinden kıpırdayamıyordu.
Sandalyenin eğik neredeyse düşmek üzere olduğunu farkedince kafasını çevirerek zemine bakınmaya çalıştı. Gördüğü tek manzara su ve havuzun dibiydi. Geçirdiği şokla beraber adamdan çığlıklar yükselmeye başladı. Öyle yüksek sesle bağırmıştı ki yanındaki de o sesle birlikte ayılmaya başlamıştı.
"Boş yere ses tellerini yorma bu dağın başında kim duyacak seni?"
İşittiği sesle başını güç bela kaldırarak karşı tarafa olduğum yere doğru bakındı. Haydutun bir kadın olmasını beklemiyordu. Beni daha iyi görmeleri için yanlarına yaklaştım. Genç olan gözlerini ilk açtığı an karşısında ilk beni görmüştü.
" Abi! Rüyalarımda bile o güzeller güzeli kızı görüyorum." dedi sırıtarak. Hâlâ alkolün etkisindeydi.
Yaşlı olan "Seni zekasız! Hep senin şu yavşaklıkların yüzünden başımıza bela alıyoruz." dedi sinirle bağırarak.
"Abi! Rüyamda bile keyfini çıkarmama izin vermiyorsun."
Yaşlı olan sinirle soluna dönerek yüzüne kuvvetli bir şekilde tükürür. Genç, yanağından aşağıya akan tükürükle birlikte tamamıyla ayılmıştı. Sandalyeye sabitlenmiş ve havuza sarkıtıldığını farkedince onunda tepkiside çığlık atmak olmuştu.
" Amma da gürültülüsünüz." diyerek belimde ki silahı genç olanın başına doğurulttum. Silahı görence ikisi birlikte hep bir ağızdan çığlık atmaya başladılar.
"Kesin sesinizi!" gür çıkan sesime engel olmamıştım. Sesleri kesildi.
Nefes vererek "Başımı ağrıttınız iki dakikada.."
"Şimdi size sorular soracağım. Dürüstçe cevap vereceksiniz. Eğer yalan söylediğinizi hissedersem ya havuzda boğarım ya da kafanıza sıkarım. Yani her iki yolda ölürsünüz."
Yaşlı olan "Ta-tamam." dedi kekeleyerek.
"Bu kadar zenginliği kasabalıları ucuza çalıştırarak elde etmediniz herhalde. Bana şimdi doğrusunu anlatın." Her iki adam kala kalmış cevap veremiyordu.
Genç, "Hanımefendi eğer kızmazsanız bir şey soracağım."
"Sor."
"Polis misiniz?"
Bulundukları manzarayı göstererek "Sence polis gibi mi duruyorum?"
Yaşlı, "Seni zekasız! Hangi polis sorgulamak için böyle bir yöntem bulur."
"Her neyse kesin sesinizi ve bana cevap verin!" yine sesimin yükselmesine engel olamamıştım.
"Hadiii!" yerimden kalkarak kolonun dibine geldim ve bir kaç düğüm atılmış her iki ipi gevşettim. İkisinin vücudunun bir kısmı havuzun içerisinde kalmıştı.
" Onları videoya alıyoruz." dedi genç olan bir çırpıda.
"Nasıl videoya alıyorsunuz?" sordum sessizce.
"Bazen döverken bazen..." konuşurken sesi gittikçe kısılıyordu.
Yaşlı, "Kes sesini seni salak!"
"Bazen...?" diye direttim.
"Bazen de birlikte olurken..."
"Onları öyle mi tehdit ediyordunuz?"
"Evet!" dedi genç . Bir yandan da haykıra haykıra ağlamaya başlamıştı.
Yaşlı, yeniden söze girdi. "Bak bizi serbest bırak sana istediğin kadar para veririz. Ya da istersen gider polise teslim oluruz."
"Hayır polise teslim olmanızı istemiyorum."
"O zaman sana para veririz."
Ensemde hissettiğim soğuk ürpertiyle birlikte Azat'ın canavara andıran hırıltılı sesi zihnimin duvarlarına çarptıktan sonra kulaklarıma doldu.
"Onlar yaşamayı haketmiyor." şeytani sesiyle beni cezbetmeye çalışıyordu.
"Evet." dedim sessizce. "Yaşamayı haketmiyorlar.."
Genç, "Kiminle konuşuyorsun." diye sordu kısık sesle.
Yaşlı, "Kendi kendine konuşuyor. Kafayı sıyırmış bu.."
Silahı yeniden başlarına doğurulttum. "Kayıtları nerede saklıyorsunuz.?"
Azat "Bir önemi yok. Kurtul onlardan!" şakaklarıma saplanan ağrıyla gözlerimi kıstım.
Bir yanım Azat'a teslim olmak için can atıyordu ama diğer aklı selim olan yanımsa planlı hareket etmem gerektiği konusunda diretiyordu.
"Karşı koymaktan vazgeç..! Ne kadar karşı koyarsan canın o kadar yanar."
Şakakarımda ki ağrı giderek artıyordu. Elimi başıma götürdüm, sanki ağrı dinecekmişçesine..
"O karanlık benliğini kabul et artık.."
Azat'ın silüeti havuzun karşısında belirince vücudum kaskatı kesilmişti. Bana ne kadar uzak olsada sesini hâlâ kulağımın dibinde işitebiliyordum.
"Barış kendinle... Ve usulca çek tetiği.." sesi karşı koyulmaz derecede cezbediciydi.
Şakaklarımda ki ağrıya karşı koyarak. Kolanların yanına yanaştım ve son düğümler kalana kadar hepsini çözdüm. Yüzleri dışında bedenleri tamamıyla suyun altındaydı. Feryat figan bağırmaya başladılar.
Yaşlı," Yapma! Yalvarırım yapma. Ne istersen yaparız."
"Kayıtları nerede tutuyorsunuz?"
Cevap vermeyip gürültülü bir şekilde ağlaşmaya devam ettiler. Ardından tekrar silahı genç olanın alnına dayadım.
"Fabrikanın ofiste ki çelik kasanın içerisinde... Bütün kayıtlar orada hatta nakit paranın bir kısmı da orada. Yalvarırım bırak bizi.! "
"Tek bir şartla... Kasanın şifresini de istiyorum."
"Abim biliyor sadece.." dedi hıçkırarak. Ardından silahı diğerine doğrultum. Adamın ağzından belli belirsiz rakamlar döküldü.
"Kimi kandırıyorsun sen! Çelik kasaların şifreleri 5 haneli değil en az 6 haneden oluşur." dedim avazım çıktığı kadar bağırarak. Bir yandan anlında ki silahın baskısını arttırdım.
" Ta-Tamam söylüyorum. "
Derin nefes aldı ve o sihirli rakamlar ağzından birer birer döküldü.
" 28273529"
"Son bir soru daha..." sakin ama saldırmaya hazır bir canavar gibi fısıldadım.
"Çocuklara da aynısını yaptınız mı?"
Konuşmadılar. Aslında bu sessizlik herşeyi açıklıyordu. İçimde ki öfkeyi serbest bıraktım. Sanki orada ki adamlara silah doğrultan İclal değilde bir başkasıydı.
"Bunu neden yapıyorsun?" diye sordu yaşlı adam.
"Çünkü yapabiliyorum.."
İşittiğim iki el silah sesi ve cansız bir şekilde havuza gömülen kafalar...
Azat'a havuzun karşısına bakındım. Gülümsüyordu... Sanki bir zafer kazanmışçasına. Ardından silüeti bir toz misali kaybolmadan önce elini salad. Öğrencisine selam verir gibi...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 517 Okunma |
58 Oy |
0 Takip |
22 Bölümlü Kitap |