19. Bölüm
sema turan / Karanlık Yüz: Gölge / 17. Sıradışı Cinayetler

17. Sıradışı Cinayetler

sema turan
sematurann

 

Şüphe, delil olmadan da insanın kalbine ağır bir taş gibi oturur. Bir bakış, bir söz, bir tavır… Hepsi tek başına masumdur belki ama bir araya geldiklerinde karanlık bir ihtimali işaret eder. İşte o ihtimal, insanın zihnini yiyip bitirir. Giray içinse şüphe yalnızca bir duygu değil, bazen gerçeğe giden tek yoldur.

 

Giray...

Saatlerdir süren araba yolculuğu bitmek bilmeyen bir işkenceye dönüşmüştü. Tutulan boynumu gevşetmek amacıyla omuzlarımı dairesel şekilde hareket ettirerek egzersiz yapmaya gayret ettim.

 

Saniyeler sonra yan koltuktan yükselen sesle irkilerek sağıma bakındım.

“Yorulduysan ben kullanayım.”

 

“Ooo Gökhan Bey, güzellik uykusundan uyanabildiniz mi? Prenses Gökhann!!” dedim hafiften bağırarak. Amacım arabadakileri uyandırmaktı.

 

Gökhan neredeyse yatar vaziyetteki koltuğu dikleştirerek,

“Eyvah eyvah! Ağzına düştük ya, akşama kadar konuşursun şimdi.”

 

Gözlerimi Gökhan’dan çekip dikiz aynasından Hâle’ye bakındım.

“Hâle Hanım! Gece neden erken yatmadınız? Ne bu sorumsuzluk?” Sevdiğim insanlara takılmayı, onlarla uğraşmayı severdim.

 

Hâle boğazını temizleyerek:

“Erken yattım zaten. Ama gecenin 4’ünde haber gelince yola çıktık ya hani. Abi, sabah sabah formundasın yine!” dedi hayıflanarak.

 

“Murat vardı mıydı olay yerinde?” diye sordu Gökhan merakla.

 

“Evet, vardı çoktan. Biz de neredeyse varmak üzereyiz.” dedim monoton bir sesle. Keyfim kaçmıştı çünkü aç karnına hiç ceset görecek havamda değildim. Hoşnutsuz tavrımla ceketimin cebinden telefonu çıkararak Murat’ın attığı konuma bakındım. Neredeyse 10 dakikalık yol kalmıştı.

 

Birkaç dakika daha yolculuk ettikten sonra asfalt yol kendini toprağa bıraktı. Köy yoluna girdiğimiz an yol daralmaya, çevredeki ağaçlar sıklaşmaya başlamıştı.

 

Gökhan,

“Kim uçsuz bucaksız bir yerde ev yaptırıp yaşar ki? Ölsen arayanın olmaz. Cesedini kim bilir kaç ay sonra bulurlar.”

 

Üzerine ağaç dalları eğilmiş demirden garaj kapısına yanaştık. Olay yeri inceleme minibüsü, birkaç jandarma aracı, adli tıp nakil aracı ve Murat’ın aracı olmak üzere toplam 7 araç vardı.

 

Bahçe kapısını iki jandarma tutuyordu. Kimliğimi çıkarıp kendilerine yanaştım. Gösterdiğimde başlarıyla selamladılar. Onları aşıp villaya inen merdivenlerin hemen başında duraksadım. Burada tek kullanımlık koruyucu tulum içerisinde başka bir adam daha karşıladı bizi.

 

“Günaydınlar. Sizden ricam, olay yerine girmeden galoş, eldiven ve bone takabilir misiniz?” Şaşkınlık içerisinde anlamaz bakışlarla adama bakındım.

 

Gökhan benden önce davranarak lafa girdi:

“Hani eldiveni anladım da bone ve galoş ne alaka?”

 

“Yeni olay yeri inceleme uzmanı göreve başladı. Kendisi Amerika’da eğitim almış, hatta bir süre de orada çalışmış. İşinde en iyisi olduğu söyleniyor. Ve… kendisi biraz takıntılı birine benziyor.”

 

Gökhan,

“Vayy! Gidip tanışalım kendisiyle.” dedi hayranlık içerisinde.

 

Adamın verdiklerini giyinirken Murat’a seslendim:

“Elimizde ne var?”

 

Murat, ne dediğimi anlamış gibi anında lafa girdi:

“Abi! Elimizde iki maktul var. İkisi de yetişkin ve kuzenler. Büyük olan Ahmet Tosun, 42 yaşında. Diğeri Turgut Tosun, 37 yaşında. Aynı zamanda ikisi şirket ortakları.” dedi bir çırpıda. Nefeslendikten sonra tekrar söze girdi:

“Ben aşağıdaki yerleşkeye inip kasabalılara birkaç soru sorsam iyi olacak.”

 

“Güzel olur. Öğren gel hemen!”

Manzarayı görmeden önce keskin, çürük ve amonyak benzeri bir koku burnumun ucunu sızlattı. Ayağıma galoşları geçirdikten sonra yerden doğrulup merdivenin pervazına yaklaştım. Villanın havuzu ve bahçesi buradan kuşbakışı gözüküyordu. Gördüğüm manzara bana küçük çaplı bir şaşkınlık yaşatmıştı. Çünkü daha önce böylesine rastlamamıştım.

 

Havuzun içi koyu kırmızı bir renkle kaplanmıştı. Villanın dış cephesindeki sütunlara bağlanmış ve havuzun içine kadar uzanan ipler dikkatimi çekti. Biraz daha dikkatle baktığımda, havuzun hemen kenarında içeriye doğru sarkmış iki ceset fark ettim. Bedenleri neredeyse suyun altında kalmıştı.

 

Ekim ayının son haftasına girmiştik. Ne kadar sonbahar olsa da havalar hâlâ tam anlamıyla soğumamıştı. Bundan ötürü ve cesetlerden kaynaklı olarak etrafta kara sinek nüfusunda artış vardı. Merdivenlerden inerken bir yandan da elimle savurarak kulağımın hemen gerisinde vızıldayan sinekleri kendimden uzaklaştırmaya çalıştım.

 

Havuzun suyunu boşaltmaya çalışan teknisyene seslenerek, “Yeni eleman nerede?”

 

“İçeride! Katile ait ayak izlerini ve DNA kalıntısı arıyor.”

 

Başımla onaylayıp açık olan cam kapıya yöneldim. İçeri girdiğimde etrafta birçok insan vardı. Birkaçı önemli gördüğü yerleri numaralandırıp fotoğraflıyordu, birkaç kişi ise kanıt poşetlerine DNA kalıntıları koyuyordu.

 

“Oradan yürüme! Duvarın dibinden bu tarafa doğru gel!” Yükselen sesle irkilerek karşıya baktım.

 

Karşımdaki yeni eleman olmalıydı. Hafif aksanlı Türkçesi, mavi gözleri ve inanılmaz derecede ciddi bakan siması Hollywood oyuncularını andırıyordu.

 

Dediğini yaparak duvarın dibinden yürüyerek kendisine yanaştım. Ben ve peşimden içeri giren Gökhan ile Hâle tokalaştıktan sonra lafa girdim:

“Yeni görev yeriniz hayırlı uğurlu olsun. Ben cinayet masasından Komiser Giray Aslan.”

 

“Teşekkürler! Ben de olay yeri inceleme uzmanı Emre Aydın.”

 

“Bu olay yeriyle ilgili ilk gözleminiz nedir?” diye sordum heyecanla.

 

“Etraf dağınık, sanırım gece parti gibi bir şey yapmışlar. Bu yüzden evin içinde kadın, erkek birçok insanın DNA’sına rastladık. Anlayacağın, eve pek çok kişi girip çıkmış. İşimiz epey zor olacak.”

 

“O zaman yüksek ihtimalle maktuller katilini tanıyor ya da partiye katılan birisi olabilir.”

 

“Açıkçası bu konuda hemen kanıya varmamalıyız. Çünkü olay yerinde bazı gariplikler var.” Nefeslendikten sonra sözlerine devam etti:

“Katil, evin gerisindeki dağlık alandan gelmiş.”

Yere dağılmış tozu, toprağı göstererek, “Olay yerini terk etmeden hemen önce kendi ayak izlerini temizlemeye çalışmış. Açıkçası başarılı da olmuş. Ama pes etmiş değiliz şimdi çocuklar, evin gerisindeki o patika yoldan ayak izi kurtarmak için çalışma yapıyorlar.” dedi.

 

“Bu kadar titiz olduğuna göre ilk cinayeti değil!” dedim hayal kırıklığıyla.

 

“Kesinlikle! Evin elektrik panelini parçalamış, böylelikle kameraları da devre dışı bırakmış. Muhtemelen daha önce gelip keşif yapmış. Ne yapacağını iyi biliyordu.”

 

Emre geriye dönerek televizyon konsoluna yaklaştı. Kanıt torbasının içindeki kanlı el fenerini göstererek, “Maktul belki sıradan bir elektrik kesintisi olduğunu zannediyordu ama katil arkadan yaklaşmış. Tam burada bir süre boğuşmuşlar.” dedi.

 

Nefeslendikten sonra koltuğun üzerindeki bornozu gösterdi. “Ardından bornoz ipini alarak üst kata, diğer maktule yönelmiş.” Ben de bir yandan üst kata ilerleyen Emre’yi takip ediyordum. Yatak odasına vardığımızda bornoz ipini yatağın üzerinde bulmuştuk.

 

“Katil, maktulün bilinci kapanana kadar iple bir süre boğazına bası yapmış. Yani her ikisini anında öldürmemişti. Muhtemelen kurbanlarıyla bir süre konuşmak istedi. Daha sonra havuzdaki sıradışı manzarayı tasarladı.” Emre detayları anlatırken kendini hayran olmaktan alamıyordu. Nedense bu tavrı irite edici gelmişti.

 

Söze girerek, “Havuz boşaltılıp cesetleri incelediğimizde her şey biraz daha netleşir.” dedim kendimden emin bir şekilde.

 

Alt kata, havuz başına indiğimizde Gökhan’a seslendim. “Yusuf Amirim ne zaman gelecek? Bir arasana...”

 

“Az önce konuştum, diğer olay yerinde. Burayı siz halledin,” dedi.

 

Şaşkınlıkla gözlerimi havuzdan çekip Gökhan’a döndüm. “Yeni bir ceset daha mı bulundu?”

 

“Evet abi! Hem de cesedi gölün dibinden, arabanın içerisinden çıkartıyorlar,” dedi bir çırpıda.

 

Gözlerimi ondan çekip gökyüzüne baktım. Ne kadar aydınlık bir gün olsada karanlık yine bir şekilde kendini gösteriyordu. Kötülük pes etmiyor, “Ben buradayım,” diyordu.

 

Havuz dakikalar içinde boşaltılırken cesetler artık daha görünür hâle gelmişti. Maktuller kusursuz bir şekilde sandalyeye bağlanmıştı. Cesetlerde herhangi bir işkence izi gözükmüyordu.

 

Emre havuz dibine inmiş, maktullerin tırnak arası DNA örneklerini alıyordu. O kadar odaklanmıştı ki seslensem işitmeyecek gibiydi. Dakikalar sonra genç olan maktulün ceketini açarak, içinde kağıt olan şeffaf dosyayı eline aldı. Bir süre inceledi, ardından bana uzattı.

 

Kağıdın üzerinde, “Fabrikanın ofisindeki kasanın şifresi: 28273529.” Ardından katil sözlerine şöyle devam etmiş: “Kasanın içerisinde işledikleri suçların bir kısmı var. Ne olursa olsun işbirlikçilerini yakalayın ve ucuza çalıştırdıkları kasabalıların hakkını teslim edin.”

"Bu ne?" diyerek Emre’ye bakınıp durdum. Anlamamış gibi omuzlarını silkti.

 

"Sanırım kendisini adalet muhafızı falan görüyor olabilir." dedim bıkkın bir sesle.

 

Emre havuzun içerisinden çıkarken, "Baksana, cesetleri gizleme gereği bile hissetmemiş, olduğu gibi bırakmış." dedi ve ardından kendinden emin bir şekilde sözlerine devam etti: "Fazlasıyla özgüvenli ve egoist anlaşılan."

 

Dakikalardır burnumu kısmama rağmen en sonunda iflas bayrağını çeken midem bana zor anlar yaşatmak üzereydi.

 

Emre, "Sakın olay yerine kusayım deme, mahvoluruz!" diye uyardı.

 

İçimdeki kusma isteğini bastırarak olay yerinden merdivenlere, oradan da villanın dışına doğru hızlı adımlarla ilerledim.

 

Kaç yıl geçse de bir türlü ceset kokusuna alışabilmiş değildim. Kokudan ziyade tiksindiğim bir diğer şey ise bir insanı bu kadar kolay öldürebilmekti.

 

 

---

 

Adli Tıp’ın önünde oyalanıyor, parmaklarımın arasındaki sigaranın bitmesini bekliyordum. Sıradışı olay yerinin üzerinden sadece iki gün geçmişti. Telefonumun sesiyle irkilerek elimi cebime attım. Yusuf Başkomiserim arıyordu.

 

"Neredesin?"

 

"Adli Tıp’a geldim. Birazdan Harun Hoca’yla görüşeceğim."

 

"Çabuk gel. Gelmeden Olay Yeri İnceleme’ye uğra. Balistik rapor ne zaman hazır olur, diye bir öğren!"

 

Görüşme bittikten sonra elimdeki tütüne bakındım, neredeyse bitmişti. Nefes verdikten sonra kurumun kapısından içeri doğru adımladım. Umarım bu kez midem kalkmazdı.

 

Bodrum kata ilerlerken adımlarım sanki benden bağımsız, bilinç dışı hareket ediyor gibiydi. Kat kat inerken sıcaklık düşüyor, içimdeki ürperti vücudumu ele geçiriyordu. Bedenim ne olursa olsun duygularından bağımsız hareket ediyordu. Çoğu kez yaptığım için tepki vermiyor, robotik bir şekilde davranıyordum. Ama bu etkilenmediğim anlamına gelmiyordu.

 

Yarı buzlu cam kapıyı iterek içeriye adımladım. Bir yandan da burnumu ve ağzımı maskeyle örtüyordum. İçerisi o kadar soğuktu ki bir anlığına titremekten kendimi alamadım.

 

Dr. Harun’un yanına ilerlerken beni duymamış olacak ki yerinden bir milim bile kıpırdamamıştı. Cesede pür dikkat bakıyordu.

 

"Harun Hocam!" Sesimden irkilerek bana döndü.

 

"İyi misin ya? Öyle dona kaldın." diye sordum merakla.

 

"Ooo hoş gelmişsin Giray’ım. Kusura bakma, dalıp gitmişim. Bu aralar yorgunum, pek keyfimde yok."

 

"Hayırdır inşallah, neyin var?"

 

"Bu aralar çok mesai yapıyorum. Katiller sağ olsun, dinlenmeme izin vermiyor."

 

"Ne zaman durdular ki… Nedense bu aralar azdılar." Duraksayıp önümdeki cesede bakındım. "Elimizde ne var?"

 

" Aslında ölüm şekilleri çok basit, çok sonuç odaklı." Yaşça küçük olan maktulün çene altını göstererek devam etti: "Sert bir cisimle yüzüne darbe almış. Bu ani darbe bir anlığına gözünün kararmasına sebep olmuştur ama asıl bayılmasına sebep olan şey sertçe sırt üstü yere düşmesidir."

 

Diğer maktule ilerleyip boynundaki yatay ve morumsu çizgiyi göstererek, "Bilinçsiz kalana kadar bası yapılmış. Durması gereken noktayı iyi biliyormuş. Biraz daha devam etseydi, boğarak öldürmüş olurdu." dedi.

 

"Her iki maktulün ortak noktası ise katilin, bayılttıktan sonra ayılmalarını beklemesi, biraz sohbet etmesi… Belki de istediğini aldıktan sonra tek kurşunla kafalarına sıkması."

 

Dikkatle dinledikten sonra merakla sordum: "Peki ölüm saatleri hakkında ne diyorsun?"

 

"İlk 24 saatte başlayan ceset katılığı çözülmüş. Deride yeşilimsi renk değişimi ve koku belirginleşmiş. İç organlarda çürüme süreci hızlanmış ve özellikle karın bölgesinde gaz oluşumu gözlemledim. Ayrıca böceklenme, özellikle sinek ve larvalarda artış var. Bu bulgulara göre ölüm yaklaşık 96 saat, yani dört gün önce gerçekleşmiş."

Durup kafamda küçük çaplı bir hesap yapmaya çalıştım.

"Bugün günlerden Çarşamba olduğuna göre olay Cumartesi gecesi 00.02 ila 00.04 arası gerçekleşmiş olmalı."

 

Geriye dönerek, diğerlerinden daha izole bir şekilde muhafaza edilmiş, üstü kapalı cesede baktım. Harun Doktor meraklı bakışlarımı fark etmiş olmalı ki söze girdi.

 

"Başkomiser Yusuf’un gölün dibinden çıkardığı ceset. Görmek ister misin?"

 

Başımla onayladım ve ona doğru ağır adımlarla yürüdük.

 

"Ceset yaklaşık iki ay süreyle suda kaldığından ileri derecede çürümüş. Deri tabakalarında soyulma ve adiposere dönüşüm gözlenmiş. Gerçi süreden pek emin değilim açıkçası. Yaz ayı olduğundan sıcak suda daha hızlı çürümüş olabilir."

 

Ceset, yeni yapılmaya başlanmış bir balmumu heykeline benziyordu. Eliyle yüzünü işaret ederek devam etti:

"Yüz dokuları kaybolmuş, kimlik tespitine yönelik klasik yöntemler sınırlı açıkçası. Bu yüzden son çare diş kayıtlarına bakılması gerekir."

 

Ardından alnında çürümeyle beraber genişleyen deliği göstererek,

"Ölüm sebebi kafasına aldığı kurşunla gerçekleşmiş gibi duruyor. Bedende ileri derecede çürüme meydana geldiği için başka travmatik bir bulgu saptansa dahi ölüm nedenini kesin olarak ortaya koymak artık güç." dedi.

 

Daha birkaç senedir cinayet masasında görev yapıyordum ama böylesine bozulmuş bir cesedi ilk defa görüyordum. Dona kalmış bir şekilde bedeni incelerken gözlerimin önünde karton bardaktan bana uzatılmış bir çayla kendime geldim.

 

"Biraz mola..."

 

Şaşkınlık içerisinde bardağı elime alarak Harun Doktor’a bakındım. Keyifli bir şekilde bardağından yudum alıyor, cesede bakıyordu öylece. Sanki evinde dizi izliyor gibiydi. Bardağı ağzıma götürürken içimdeki kusma isteğini bastırmaya çalıştım. İçemeyeceğimi anladığımda, sanki içmiş gibi yaparak elimde tuttum.

 

"Aslında..." sesiyle irkilerek gözlerimi cesetten ayırıp doktora baktım.

 

"Bu ve..." İlerideki diğer maktulleri gösterdi. "Bunlar... Bir de birkaç hafta önce öldürülen iş adamı..."

 

"Sanki hepsi tek bir elden çıkmış gibi..."

 

Merakla ne söyleyeceğini bekliyordum.

"Nasıl yani?"

 

"Hepsi kafalarından tek kurşunla öldürülmüş."

 

Anlamaz bakışlarımı sürdürürken sözlerine devam etti:

"Alnındaki deliğe bak..."

 

Balmumunu andıran cesedin alnını biraz inceledikten sonra heyecanlı bir şekilde diğer maktullerin yanına ilerledi. Ben de merakla onu takip ettim.

 

"Bak..."

 

"Alnındaki delikler nasıl da nizami. Sanki katil kendi eliyle koymuş." Bir yandan parmaklarıyla ölçüm yapıyordu.

 

"Tam alnının ortasından... Ne bir milim aşağı, ne bir milim yukarı... Kusursuz!"

 

Eğer öyle olsa bile kimliğini belirlediğimiz maktuller ve öldürülen Aybars Kurt arasında bildiğim kadarıyla hiçbir bağlantı yoktu. Gerçi bunu söylemek için çok erkendi. Çünkü bunun üzerine henüz bir çalışma yapılmamıştı.

 

"Titiz..."

 

İrkilerek, "Efendim?" dedim.

 

"Fazlasıyla titiz. Muhtemelen bir OKB hastası olabilir..."

Cinayet büroya geldiğimde bir şey unutmuş gibi hissediyordum. Yavaşça buzlu cam kapıyı aralarken Olay Yeri İnceleme’ye uğramadığımı fark ettim. Gerisin geri dönerken işittiğim sesle duraksadım.

 

“ Nereye abi?” Hâle, elindeki dosyayla meraklı bir şekilde bana bakındı.

 

“Balistik rapo—”

 

Dosyayı havaya kaldırarak, “Çoktan geldi...”

 

Masama doğru ilerlerken merakla sordum. “Neymiş peki?”

 

Sorunun cevabını beklerken, henüz içeriye girdiğim kapı büyük bir gürültüyle açıldı. İrkilerek geriye döndüğümde sinirle burnundan soluyan Yusuf Başkomser’i fark ettim.

 

“Ne oldu abi?”

 

“Ne olacak? Savcı, cinayet şüphelisi olan Karan Soykan’a yurtdışı çıkış yasağı koymamış. Beyefendi şu an İngiltere’de elini kolunu sallayarak geziyor.”

 

Biraz nefeslendikten sonra durup bize bakındı. “Balistik raporunda ne haber?”

 

Hâle bekliyormuşçasına lafa girdi. “Ahmet ve Turgut Tosun, Aybars Kurt... İnanamayacaksınız ama gölden çıkartılan cesetten alınan kovan örnekleri birbirleriyle eşleşti. Yani aynı silahtan çıkmış gibi gözüküyor.”

 

Gökhan, “O zaman halis muhlis bir seri katilimiz var diyebilir miyiz?”

 

Murat, ayaklı yazı tahtasını bize doğru çevirirken tanıdık genç kadının simasıyla karşılaştığım an ne yapacağımı bilemez bir halde kala kalmıştım.

 

İclal, cinayet şüphelisi tarafında Karan ile birlikte fotoğrafı asılı duruyordu. Bir de Cansel diye bir kadının fotoğrafı vardı. Bu yabancı bir yüzdü.

 

Yusuf Başkomser, “Eğer kurşunlar aynı silahtan çıktıysa Karan iki haftadır yurtdışında. Yine bir şekilde kendini aklıyor.”

 

“Birine yaptırmıştır...” dedi Murat pes etmeyerek. Heyecanla sözlerine devam etti: “Belki de no name biridir. Çünkü Hâle ufak bir araştırma yaptı. Ahmet Tosun, Turgut Tosun, Aybars Kurt, Karan Soykan arasında iş hatta özel hayat dahil hiçbir bağlantı bulamadı.”

 

“Şimdilik... Araştırmaya devam edin. Eninde sonunda o adamı bulacağız.”

 

“Belki bir kadındır.” dedi bir hışımla Hâle. Sanki hep bu anı bekliyormuş gibi sözlerine devam etti:

 

“Aybars Kurt, yılan zehriyle felç edildikten bir süre sonra öldürüldü. Keza pazartesi bulduğumuz maktulleri de katil önce etkisiz hale getirdikten bir süre sonra öldürdü. Bana tipik kadın katil yöntemi gibi geldi.”

 

Yusuf Başkomser küçümseyici bakışlarının hemen ardından söze girdi: “Bak kızım, heyecanını anlıyorum. Ama bu ülkede sen hiç kadın seri katil gördün, duydun veyahut işittin mi? Kadın yapısı gereği narindir, duygusaldır. Bir kadın ancak korkudan, çaresizlikten bir anlığına geçirdiği cinnet anında katil olabilir ama bunu sürekli olarak işlediği bir silsileye çeviremez.”

 

Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini yüzlerimizde gezdirdi. “Katil asker olabilir, öyle değilse de bu konuda eğitimli biri gibi duruyor. Olay yerlerinde kurşun kovanları dışında kendisine ait herhangi bir delil bulunamadı. Araştırmaya devam edin.”

 

Ofisine doğru ilerlerken bir anda duraksayıp bize bakındı. “İclal Saye Avcı’yı çağırdım. Birazdan burada olur, geldiğinde odama yönlendirin.”

 

Hâle dumur olmuş bir şekilde yerine otururken ben de sessizce düşünmeye başladım. Aslında tamamen haksız değildi. Tahtaya bakındım bir anlığına. Turgut Tosun, hemen çene altına iki kez darbe almış ve bileği burkulmuştu. Bunlar vücudun hassas noktalarıydı. Maktul aynı zamanda sarhoştu, bu yüzden katilin büyük bir efor sarf etmesine gerek yoktu. Özellikle çene altına aldığı darbenin açısına göre katilin maktule göre bir nebze daha kısa olduğu aşikârdı. Gözlerim İclal’in fotoğrafına kaydı. Olay gününde çıkması gereken saatten çok önce çıkmıştı. Şirketteki diğer tanıklara göre en son onun ofisinden çıkmıştı. Aybars Kurt’un intihar eden eski sevgilisine bakındım. Maktule takıntılı derecede düşkündü. Hatta aldığım duyumlara göre şirkette İclal’e saldırmış diyorlardı. Psikolojisi bozuk, pervasız hareket eden biri bu kadar kolay cinayet işleyemezdi.

 

İclal... Onda anlamlandıramadığım bir şeyler vardı. Neden hâlâ o şirkette çalışıyordu? Aybars eski sevgilisiydi, şimdi ise Karan ile yakınlaşmıştı. Belki de bu cinayetlerden bağımsız, sadece kurbandı. Kim bilir? Ya da kim bilir, katil hakikaten no name biriydi. Ama bir gariplik vardı işte. Oturtamadığım bir şeyler...

 

İşittiğim topuklu ayakkabı sesiyle başımı kaldırdım. Gelmişti, hemen karşımda duruyordu. Beyaz ve siyah desenlere sahip, yere kadar inen ama çok da uzun olmayan bir elbise giymişti. Çantasını hemen önünde tutarak ellerini sabitlemişti. Saçlarının kusursuz dalgaları omuzlarından aşağı sarkıyordu. Aynı zamanda kusursuz siması ve ela gözlerini bana sabitlemişti. Hipnoz olmuş gibiydim. Ne ağzımı açıp bir şey söyleyebiliyor, ne de hareket edebiliyordum. Ta ki o gözlerini benden alıp büronun bir ucuna bakana kadar.

 

Nereye bakıyor diye merakla döndüğümde Murat panikle cinayet şemasının olduğu tahtayı çevirmeye çalışıyordu. Tekrar İclal’e döndüğümde o küçük simasında bir anlığına bir şey geçti. Yakalayamadım... Ama şüphe içimde gittikçe büyüdü. Bir tarafım “Hayır, katil değil.” diyordu. Mesleğine bağlı olan diğer tarafım ise “İmkânsız değil.” diyordu.

 

Gökhan, kimseden ses çıkmayınca yerinden doğrularak, “Buyurun, Yusuf Başkomser’im sizi bekliyor.” dedi, gireceği kapıyı göstererek.

 

İclal gözden kaybolurken kafamda cevap veremediğim sorular ve içimde büyümekte olan şüpheye karşı koyamayarak yerimden doğruldum. Peşimden yükselen sesleri duymazdan gelerek bürodan ayrıldım.

 

Aklıma ani bir fikir gelmişti. Yakalanırsam sicilime işlenen bir hata daha mesleğimi tehlikeye atabilirdi. Ama içimdeki şüpheyi ve merakı bastıramıyordum. Emniyetten çıkıp sivillerin arabalarını bıraktığı otoparka doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Bir yandan da tanıdık biri görmesin diye dua ediyordum. Yaptığım büyük bir hataydı ama kendime hâkim olamıyordum. Bunu bir an önce öğrenmeliydim.

 

Valeye yaklaşıp kimliğimi gösterdim. “Birader, şu elektrikli jeepi görüyor musun? Anahtarı bana lazım.”

 

“Abi... Bir tanıdığın mı? Öyle değilse bile arama iznin olmadan veremem. Kusura bakma!”

 

“İşte şimdi iyiliğin karşılığını ödeme vakti. Bu aramızda kalacak, tamam mı? Hadi koçum!”

 

İstemeye istemeye arabanın anahtarını bana uzattı. Sert bakışlarımı ona çekinmeden göstererek, “Dediğim gibi... Bu aramızda kalacak.”

 

Vale başıyla onaylarken ben de istediğimi almış bir şekilde arabaya yöneldim. Arabaya yaklaştığım an kilidi otomatik açıldı. Bir hışımla şoför koltuğuna yerleştim. Araba yavaş yavaş uyanırken torpido gözünü karıştırdım bir süre. Şüpheli hiçbir şey yoktu. Dokunmatik ekran aydınlandığı an torpido gözünü kapatıp ekrana dikkat kesildim. Gözlerimin önünde şehrin haritası açıldı bir anda. Uğradığı yerler kırmızı renkle noktalar halinde işaretlenmişti. Sağ üst köşedeki “hareketler” kısmına tıkladığımda uğradığı en son yerleri tarih ve saatiyle veriyordu. Böylesi akıllı bir araba işimi hızlıca halletmemi sağlayacaktı.

 

Olayın yaşandığı saate bakındım: Evdeydi... Derin bir nefes verdim. Sonra gittiği diğer güzergâhları merakla inceledim. İş, ev, okul, AVM, özel psikolog kliniği... Liste böyle uzuyordu. Maktullerin bulunduğu yerleşim göz önüne alındığında herhangi bir absürt güzergâh bulunmuyordu.

 

Her şeyi aynı şekilde yerine bırakarak arabadan inip vale kulübesine doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Araba anahtarını adama teslim ettikten sonra emniyetin yolunu tuttum. İçeriye girmeden kapı eşiğinde İclal ile karşılaştığım an duraksadım. Yusuf Başkomser’le konuşmasının bu kadar çabuk biteceğini tahmin etmemiştim. Panik halimi gizlemeye çalışarak meraklı gözlere odaklandım.

 

İclal...

 

Kapı eşiğinde Giray Komiser’le karşılaştığım an şaşkınlığa uğramıştım. Karşılaştığım için değildi. Giray’ın bir anlığına panik hali beni şaşırtmıştı. Bir gariplik vardı. Rüzgârın hafif soğuk esintisi o an uykudan uyanmamı sağladı. Bu bir tuzak mıydı?

Onlar için hâlâ şüpheliydim. Öyle ki işlediğim cinayetleri bile bir şekilde birbirine bağdaştırmışlardı. Kurşunlar... Aynı silahtan çıktığını anlamış olmalılar. Eninde sonunda olacaktı, bu plana dahildi. Tek bir hatada afişe olmam an meselesiydi. Ama ellerinde ne vardı? Neden evde olduğumu kanıtladığım hâlde o tahtada benim fotoğrafım vardı?

 

Aramızdaki sessizliği bozarak Giray söze girdi:

“Yusuf Başkomser ile görüşmen kısa sürdü.”

 

“Evet! Aklına takılan birkaç şey vardı. Çok bir şey sormadı zaten.”

 

Ellerini arka cebine alarak panik hâlini gizlemeye çalışıyordu.

“Buradan işe gidiyorsun galiba?” diye sorduğu an pişman olmuş gibiydi.

 

“Evet!” dedim, kendimden emin bir şekilde.

 

“Peki, biz ne zaman görüşeceğiz? Sormanız gereken şeyler olduğunu söylemiştiniz cenazede.” Şaşkınlıkla gözleri açıldı. Onu yakınımda tutmam gerekiyordu. Çünkü bugün buraya gelmesem kurbanlarımın bağlantılı olduğu bilgisini elde edemeyecektim.

 

“Aa doğru! Yakında size ulaşırım.” dedi kısa ve öz.

 

“Peki o zaman, iyi günler!” diyerek yanından teğet geçerek ilerledim.

 

Aynı zamanda o da karışıklık verirken, saniyeler sonra ismimi işittiğim an geriye döndüm.

 

“İclal Hanım! Geçen gün cenazede bayılmıştınız. Umarım iyisinizdir.”

 

Doğru ya... Karan’ın beni Giray’ın gözü önünde tehdit etmesinden bir süre sonra bayılmıştım. Onun için şüpheli bir durumdu. Ama bu beni kurban konumuna sokardı. Yine de gözünün bizim üzerimizde olması baş ağrıtırdı.

 

“İyiyim, teşekkürler.” diyerek yoluma devam ettim.

 

Hâlâ şüpheli listesinde resmimin olması kafamı kurcalıyordu. Bir şekilde şüpheleri üzerimden atmam gerekiyordu.

 

Valeden anahtarı alıp arabama yöneldim. Şoför koltuğuna yerleşip kapıyı kapattığım an erkek parfümü doldu burnuma. Biri arabaya girmişti...

 

Acele etmeden yavaşça koku hafızamı yokladım. Dakikalar önceki anlar, fotoğraf karesi niteliğinde zihnime düştü. Rüzgârın esintisi... Gereğinden fazla sıkılan parfüm kendisini ele vermişti.

 

“Giray... Seni meraklı çocuk...” dedim gülümseyerek.

Bölüm : 21.09.2025 19:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...