18. Bölüm

17. Bölüm: "Kâbus." | 1. Kitap Sonu

Senem Evren
senemeevren

Keyifli okumalar!

 

#Lafügüzaf tagıyla yorumlarınızı Twitter'da paylaşıp kitabımıza destek olur musunuz? :)

Lütfen oy vermeyi, pasajlara yorum yapmayı eksik etmeyin.

 

Şarkılar;

Cem Adrian - Zincir
Kubilay Karça - Seni Kırmışlar
Ekin Uzunlar - Son Bir Kez
Ferhat Göçer - Yıllarım Gitti
Kolpa - Gurur Denim Neyime?
Feridun Düzağaç - Alev Alev
Buray - Sahiden
Tan Taşçı - Nasıl Seveceğim

 

...

Bir çıkmazın içindeydim. Bu derin bir çukurdu. Yardım eli uzatılmadığı müddetçe oradan kurtulmam imkânsızdı.

Çünkü yorulmuştum. Çok yorulmuştum...

Derin bir nefes alıyordum, fakat aldığım soluk bile ciğerlerime ulaşamıyordu. Nefesim bana yetmiyordu. Kalbim acıyordu.

Biliyordum, artık bunu aşmam gerekiyordu. Yola bakmam gerekiyordu. Ama ben ne zaman vazgeçecek olursam onda gördüklerim geri adım atmama neden oluyordu. Gözlerini okuyor olmak iyi miydi kötü müydü anlayamıyordum artık.

Ben zaten neyin doğru neyin yanlış olduğunu da anlayamıyordum artık. Kafam karman çormandı.

Olmuyordu. Ne yaparsam yapayım olmuyordu. Ve ben kendimi artık o kadar yorgun hissediyordum ki...

Belki de gerçekten durmam gerekiyordu. Hem yorgunluğum da dinerdi. Sakince oturup olan biteni izlemek en doğrusu olabilir miydi?

Evet. Bunu yapacaktım, yapmam gerekiyordu. Ben vazgeçtiğimde vazgeçecekse vazgeçsindi artık o zaman. Vazgeçecekse de vazgeçsindi. Ne yapabilirdim ki artık?! Elimden ne gelirdi?

Hiçbir şey gelmezdi. Biraz düşünmesi için fırsat verecektim. Düşünsün, taşınsın... Çünkü ben bunu böyle devam ettiremezdim. Edemezdi ki... Daha ne kadar o kaçacaktı ve ben de onun arkasında olacaktım?

Artık duracaktım.

Çünkü fark edilmem için var olmam değil, yok olmam gerekirdi.

Rumeli'den dönerken ona beni bir deniz kenarında bırakmasını rica etmiştim. Önce dönüp uzun uzun gözlerime bakmıştı. Daha sonra başını hafifçe hareket ettirip "Peki," diye mırıldanmıştı.

Beni karşımdaki sahilin önünde bırakıp gitmesini üzerinden on dakika geçmişti. Denizin hırçın dalgaları gibiydi aklım ve kalbimin çatışması.

Yüzüm buz kesmişti fakat üstümde kaban olduğundan vücudumun ısısı iyiydi. Başımı kaldırıp gökyüzüne kaldırdım. Yanağıma akan yaşı elimin tersiyle hızlıca sildim.

Gözlerimi kapattım rüzgârı tenimde hissetmeye çalıştım. "Her şey çok güzel olacak." diye mırıldandım gülümsemeye çalışarak. "İnanıyorum. Her şey çok güzel olacak."

Beş dakika sonra ayaklanıp işlek caddede geçen bir taksiyi durdurdum ve adresi vererek sırtımı koltuğa yasladım. Sarıyer'deki sahilde oturduğumdan eve varmam çok uzun sürmedi.

Araç evin önünde durduğunda çantam yanımda olmadığından adamı biraz bekletmek zorunda kaldım. İçeri girip sessizce çantamdan parayı aldıktan sonra taksideki adama verdim.

Adam U dönüşü yaparken ben de sokak kapısından içeri girdim. Evin sağ tarafından geçip kütüphanenin olduğu odaya girdim direkt. Daha sonra antredeki merdivenleri tırmanıp odama geçtim.

Uykum vardı fakat yatağa uzansam da uyuyamayacağımı bildiğimden duş almadan giyinme odama geçtim. Siyah taytın üstüne siyah sporcu atleti girdim. Hava soğuk olduğundan uzun kollu gri hırkamı da atletin üstüne geçirdim. Fermuarı çektim.

Yüksek tabanlı spor ayakkabılarımı giydikten sonra kulaklık ve telefonu alıp salona indim. Oradan bahçeye geçtiğimde kollarımı iki yana açıp vücudumu iyi gerdim.

Kulaklıkları kulağıma koyduktan sonra telefonumdan hareketli bir müzik açtım. Dizlerimi karnıma çekip birkaç kez arda arda zıpladım.

Vakit kaybetmeden bahçenin önündeki merdivenleri inip koruluğa adım attım.

Yarım saat sonra evden baya uzaklaştığımda nefes nefeseydim. Sırtımı ağacın gövdesine yaslayıp derin derin nefesler aldım. Gözlerimi kapattığımda kulaklarımın içince şarkı bir başka parçaya geçiş yaptı.

Şarkının sözleri kulaklarımı doldurduğundan dudaklarım şaşkınlıkla aralandı.

"Belki güneş bir gün ikimiz için doğar..." diye başladı şarkı sözlerine. Bu Çınar'la baş başa buluştuğumuz gün ona söylediğim şarkıydı.

"Belki korkuların, hayallerimiz boğar.
O masal günü gelinceye kadar,
Susuyorum, susuyorum..."

O zaman bu sözler o kadar anlamsızdı ki... Öylesine bir şarkıydı. Ama şimdi... Başımı arkaya götürüp ağacın gövdesine vurdum.

"Susadıkça yüzün düşer aklıma
Korkar oldum düşlemekten.
Adını anarım, çoğalır sesim.
Konuşmaktan, düşünmekten, özlemekten..."

Dudağımın kenarında acı dolu bir kıvrım oluştu. Yüzü geldi gözlerimin önüne... İçe içe geçen kirpiklerimin ıslaklığını hissediyordum. Bir yaş yanağıma aktı. Sertçe yutkundum.

"Gel bak bir elimde gökyüzü var hâlâ...
Ötekinde kayıp giden yıldızlar, la la...
Korkularda benim, umutlarda...
Beni bırakma, beni bırakma..."

"Beni bırakma," diye fısıldadım iç çekerek. Bir elimin avucunu dudaklarıma örttüm. Eğer bilseydim o gün bu şarkıyı asla söylemezdim.

"Kimse kimsenin her şeyi olamazmış.
Di'li geçmişten tek yaramsın sen.
Sensiz kimse miyim, kimsesiz miyim, bilmem...
Hiç bilmek istemem, hatta düşünmem..."

Hızlıca kulaklıkları kulağımdan çıkardım. Başımı geriye atıp sertçe vurdum. Şarkının gerçekliği kalbimi mümkünmüş gibi daha da acımasına neden oldu. Acı artık o kadar tanıdıktı ki...

Sırtımı ağacın gövdesinden ayırdım ve hızlıca arkama dönüp ayağımı kaldırdım, ağacın gövdesine sertçe vurdum. Dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu. Yüzümü buruşturup eğildim.

Sağ ayağımın tabanını yere dokundurduğumda hissettiğim acı bu sefer fizikseldi. Hangisi daha kötüydü diye asla bir karar vermeyecektim. Çünkü ayağım kırılmış olabilirdi. Ben sadece vurmak istemiştim! Ayağımın kırılmasını değil!

Yüzümü buruşturup tekrar denedim ama basamıyordum. Derin bir nefes alıp verdim. Tekrar denediğimde yine olmadı ve sabrım kalmamış olmalı ki yüzümü gökyüzüne kaldırıp öfkeyle bağırdım.

Titrek bir nefes aldığım sırada tanıdık bir ses işittim. Başımı hızla arkaya çevirip sesin sahibine baktım. "İyi misin?" diye sormuştu endişeli bir sesle.

Bakışlarımı ağır ağır ayaklarıma indirdiğimde bana doğru birkaç adım atarak yaklaştı. "Sesini duyunca korktum." diye devam etti. Bakışlarımı yerden kaldırıp şaşkınlıkla ona baktım. Korkmuş muydu?

"İyi misin?" diye tekrardan sordu. Ela gözleri vücudumu taradı. Sertçe yutkunup "İyiyim, Yasemin." diye cevapladım onu.

Bakışlarım üzerindekilere takıldı. Muhtemelen o da koşuya çıkmıştı. Çünkü üzerinde spor kıyafetleri vardı. "Sevindim. İyi sabahlar."

Hafifçe gülümsemeye çalıştım. "İyi sabahlar." dedim ağız ucuyla.

İri gözleri beni tekrardan baştan sona inceledi. Kaşlarım hafifçe çatıldı. Ağız ucuyla güldüğünde gözlerim kısıldı. "Ayağını mı burktun?" diye sordu.

Bakışlarım yavaşça bacaklarıma çevrildi. Sağ ayağım yere değmiyordu. Bunu fark eder etmez hızla yere bastırdım. Ve bu hiç de iyi olmadı. Yüzüm buruştuğunda kısık bir sesle inledim.

"Yardım edeyim istersen?" Başımı kaldırıp karşımdaki oldukça uzun olan kadına baktım. Çınar'da çok uzundu. Genetiklerinden olsa gerekti. Muhtemelen babalarına çekmişlerdi. Çünkü Kardelen Yıldırım çok da uzun bir kadın değildi.

Bu şekilde eve gidemeyeceğimi bildiğimde başımı hafifçe hareket ettirip "Olur," diye mırıldandım.

Birkaç adım atıp sağ tarafıma geçti. Omzumun üstünden gözlerine baktım. Mahcupça sordum. "Diğer tarafıma geçebilir misin?"

Baktı, baktı, baktı. Kaşlarını kaldırıp hafifçe başını salladı. Ve sağ tarafımdan sol tarafıma geçip koluma girdi.

Birkaç adım attığımda buruşan yüzüme bakıp "İstersen yardım çağıralım?" diye sordu.

Başımı iki yana sallayıp "Gerek yok. Seni de meşgul ettim. Kusura bakma." dedim.

"Hiç sorun değil. Zaten ben yardım teklifini ettim. Mahcup olacağın bir durum yok yani." dediğinde başımı önüme çevirip "Teşekkür ederim." dedim.

Hiçbir şey söylemedi. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmadık. Yarım saatte gittiğim yolu kırdığım ayağımla neredeyse seksen dakika da bitirdik. Ona karşı mahcup hissettim.

Merdivenleri çıkarken daha çok zorlandım. Son basmakta bakışlarımı bahçemize çevirdim. Herkes uyanıktı. Bahçedeki koltuklarda oturuyorlardı. Abimle babam hemen buraya bakan berjerlerde, Aycan'sa her zamanki üçlü koltuğunda oturuyordu. Abimle Aycan telefonlarıyla uğraşırken babam gazete okuyordu.

"Hadi son bir basamak kaldı," dediğinde abim telefonunu masanın üstüne bırakıyordu. Bakışları bu tarafa değdi.

Son basamağı da çıkarken sarsak adımlarımı gördü ve ayağa kalkıp bu tarafa doğru adımlamaya başladı. Onu ilk fark eden Aycan oldu ve o da aynı şekilde hızla ayağa kalkıp bize doğru koşmaya başladı. Babamın yüzünü kapatan gazete aşağı çekildiğinde hareket etmeden bu tarafa bakmaya devam etti. Bakışları yanımdaki kadınla aramda mekik dokuyordu.

Aycan endişeli bir sesle "N'oldu?" diye sorarken abimi de geçip yanıma geldi. Diğer koluma girerken bakışları buruşturduğu yüzüyle ayağımdaydı.

Abim yanımdaki kadına bir kez değdirdikten sonra bakışlarını bana çevirdi. "İyi misin canım?" diye sordu abim.

Başımı olumlu anlamda sallayıp dudaklarımı aralayacağım sırada yanımdaki Yasemin konuştu. "Ayağa burkuldu sanırım."

Başımı salladım tekrardan "Öyle oldu." diye destekledim onu. Omuzlarımı indirip kaldırdım. "Dikkatsizlik." diye de ekledim. Bakışlarımı yanımdaki kadına çevirdim. "Allah'tan Yasemin oradaydı da yardım etti."

Abimin "Sağ ol." dediğini duyduğumda, Yasemin başını ağır ağır sallamakla yetindi.

Yasemin kolumu bıraktığında onun boşluğunu abim doldurdu. "Geçmiş olsun," dediğinde, "Tekrardan teşekkür ederim." diye mırıldandım.

Yasemin arkasına dönüp kendi bahçelerine doğru adımlamaya başladığında "İyisin değil mi?" diye sordu Aycan. Güldüm. "İyiyim kuzum."

Bahçedeki koltuklara doğru yürürken "Hastaneye gidelim mi?" diye sordu bu sefer.

Bu sefer hiç yok diyemeyecektim. Çünkü basit bir burkulma değildi sanki. Bilemiyordum. Belki de ben abartıyordum. Ama acıyordu. Kalbimle ayağımın acısı fazla mı gelmişti ne? Yoksa benim canım tatlı falan değildi hiç. Ama ikisi de çok acıyınca yenilmiştim demek ki.

"Çok iyi olur." derken bahçedeki koltuğa oturdum. Aycan da o sıra burkulan ayağımı koltuğun boşta kalan tarafına uzatıyordu. Gülümseyerek baktım ona. O benim bu hayattaki en büyük şansımdı.

*****

Hastane gitmiştik. Ayağım abarttığım kadar kötü değildi. En azından kırık değildi. Merhem sürüp sarmışlardı. Bu sayede alçıya da almamışlardı. Ama yine de üstüne basamıyordum. Koltuk değneği kullanmam gerekiyordu. İki gün boyunca ayağımın üstünde basmayacaktım.

Eve döndüğümüzde babamın bize yaptığı sürprizle karşılaşınca çok mutlu olmuştuk. Amcamlar ta İzmir'den İstanbul'a gelmişlerdi. Babam da "Sürpriz yapmak için söylemedim." demişti.

Benim yüzümden yapamadığımız kahvaltı yerine öğlen güzel bir çay keyfi yapmıştık. Sohbet ede ede; arada bir amcama, yengeme ve de deli kuzenime sarıla sarıla akşamı getirmiştik.

Akşam hava serinleştiğinden yemeğimizi salondaki masada yemiştik. Onları çok fazla özlemiştim. Hâlbuki daha bir ay geçmişti. Uzun zaman sonra yüzümde sahici bir tebessüm vardı.

"Hadi kalkın da bize bir kahve yapın." dedim bakışlarımı Kumru'nun üzerinde tutarak. O sıra da hemen karşımdaki tekli koltuklarda oturan babamla amcam bu tarafa baktılar.

Salondaki fazlasıyla gösterişli olan koltuklarda oturuyorduk. Ben ayağımdan dolayı yemek masasının hemen önündeki üçlü koltukta uzanmıştım. Ayaklarımın ucundaki boşluğa Aycan oturmuştu. Hemen karşımdaki berjerlerdeyse babamla amcam... Çaprazımızdaki üçlü koltuğa da yengem, abim ve Kumru oturmuşlardı.

Herkesin bakışları bana döndüğünde devam ettim: "Hem prova yapmış olursunuz." Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım.

Kumru'nun gözleri irice açıldı. Ardından gülümsemeye çalışarak "Ne provası Azra? Önde sen varsın." dediğinde, "Malum," dedim ayağımı göstererek. "Üstüne basamıyorum."

"Görüyorum ya onu." dedi Kumru bana öldürücü bakışlar atarak. "Ama iyileşeceksin ya... Bulalım mı sana birilerini?" Daha sonra düşünürmüş gibi yapıp "Ama zaten sen elini sallasan ellisi değil mi?" dedi sol gözünü kırparak. "He Azra yok mu okuldan birileri?"

"Ne uzadı bu konu ya kalkıp ben yapacağım şimdi..." dedi yengem.

"Yok yengeciğim ya biz böyle anlaşıyoruz biliyorsun. Rica etsek Deniz abla da yapar... Ama ben Kumru'nun ellerinden içmek istemiştim. Neyse elbet içeceğiz zaten değil mi?" dedim imalı imalı Kumru'ya bakarak.

Buraya geldiğimden beri bir kez olsun aramamıştı beni. Ben arayabilirdim ama sonuç olarak büyük olan bendim ve ilk onun araması gerekirdi. Sonuçta ben yengemleri arayıp hâl hatır soruyordum.

"Yok, ben vermem kızımı öyle hemencecik." dedi amcam gülerek. "Sokakta bulmadım sonuçta." diyerek babama baktı.

"Öyle." dedi babam onu destekleyerek.

Kumru "Aycan kalk kalk yapalım. Öldü bu kahve derdinden..." diyerek ayağa kalktığında seslice güldüm.

Aycan ayağa kalktığında "Orta şekerli olsun bu seferlik. Ağzımın tadı gelsin yerine." dedim arkalarından. Mutfaktan içeri girdiklerinde gülmeye başladım.

Benimle birlikte herkes güldüğünde ortamın havası değişti birden. Yengem bana yanda yandan bakarak ayağa kalktı ve "Sen var ya sen..." dedi yanıma gelip yanaklarımı avuçlarının arasına alıp her iki tarafından da öptü.

Aynı şeyi yapıp sıkıca sarıldım. "Dur kız gideyim ben yanlarına, beceremezler şimdi bunlar." dediğinde ikimizde güldük. Geri çekildiğinde yine öptü. Ardından mutfağın kapısına doğru yürüdü ve kapıyı açtığında içeri girdi.

Yengem sayesinde güzel olan kahveleri içtikten sonra abim beni odama kadar taşıyıp yatağıma yatırmıştı. O gittikten sonra kapı açıldı ve Aycan'la Kumru odaya girdiler.

Kumru hızla uzandığım tarafa doğru gelme başladığında Aycan hemen önüne geçip "N'apıyorsun?" diye sordu gülerek.

"Bırak Aycan ya." dedi öfkeyle. Daha sonra bana baktı. "Öldüreceğim var ya seni."

Gülmemek için büyük savaş verdim. "Ay ne dedim sanki? Gayet sıradan bir konuydu. Bu kadar abartmasan... Sanki kalkıp da Ca..."

"Azra!" dedi dişlerini birbirine geçirerek.

"Bir bir dakika, bir dakika," dedi Aycan araya girerek. "Sanki ne dedin?" diye sordu. Doğru ya onun Can'dan haberi yoktu.

"Yok bir şey ya. Öyle... Sanki ne dedim anlamında dedim." diye cevap verdiğimde pek tatmin olmamış gibiydi. Bu konuda ona bir şey söyleyemezdim. Kumru istese söylerdi. Sonuçta o bana da söylememişti. Ben yakalamıştım mesajlarını.

Bakışlarımı Kumru'ya çevirip "Tamam, tamam." dedim şakayı daha fazla uzatmayarak. "Gel buraya sarılayım." dediğimde öfkeli bakışları hâlâ üzerimdeydi. "Hadi ya özledim bak."

Önce ağır ağır bakışlarını yere indirdi. Daha sonra Aycan'ın kollarının arasından çıkıp yavaş hareketlerle yanıma kadar gelip yatağın boş tarafına oturdu.

"Bir daha bu konuda şaka falan yapmak yok." dedi kaşlarını kaldırarak. Gülerek başımı salladım. Kollarımı ona doğru uzattığımda bana karşılık verip kollarını etrafımda sardı. Sıkıca sarıldım.

Kısa bir süre sonra Aycan, "Ay ama ben kıskanırım." deyip hızla yanımıza geldiğinde üçümüz sıkıca sarıldık.

Bir saat sonra en sağda ben olacak şekilde ortamıza Kumru'yu almıştık. Yatağımda uzanmış boş tavanı izliyorduk.

Onlar ne düşünüyordu bilmiyordum ama ben artık bir karar vermiştim.

Fark edilmem için var olmam değil yok olmam lazımdı.

Geri çekilecektim. Kesinlikle ilk adım atmak yoktu artık. Bekleyip, görecektim.

Hangi ara uyuya kalmıştım bilmiyordum ama uyandığımda birbirimize sıkıca sarılarak yatakta uzanıyorduk. İki cadı da hâlâ uyuyordu. Telefonumu elime alıp saate baktığımda dokuza geldiğini gördüm.

Abimin numarasını tıklayıp mesaja attım.

 

 

"Abiciğim bu iki deli uyuyor hâlâ. Değneklerle merdivenden düşerim diye korkuyorum da beni aşağı indirir misin?"

Hava çok güzeldi. Bahçede güzel bir pazar kahvaltısı yapılacak hava vardı tam da. Mesajımı gördü ve hemen cevap geldi.

"Bahçedeyim geliyorum şimdi."

Odama geldiğinde sessizce yatağımdan kaldırdı. Banyoda elimi yüzü yıkadıktan sonra aşağı indik. Tam da aklımdan geçtiği gibi bahçedeki masayı çimlerin üstüne taşımışlardı. Masanın üzerinde bir kuş sütü eksikti âdeta.

Yengemle Deniz abla baya döktürmüşlerdi. Yarım saat sonra Aycan'la Kumru'da aşağı indiklerinde masa tamamlanmıştı.

Kahvaltımızı yaptıktan sonra Kumru ve Aycan Kerim'in şoförlüğünde dışarı çıkmışlardı. Ben de çıkmak isterdim ama bugün dinlenmek daha iyi bir fikirdi. Ayağım düne kıyasla daha iyiydi ama hâlâ üstüne basmakta zorlanıyordum. Yarın dersim vardı, ekemezdim.

Babam, amcam, abim ve yengemle beraber bahçedeki koltuklarda oturup sohbet etmiştik. Amcam akşam döneceklerini söylemişti. Fakat babam ısrarla birkaç gün daha kalın diye ısrar etmişti. Amcam; babamın, bizim tüm ısrarlarımıza rağmen döneceğiz diye diretmişti. Kumru'nun okulu olduğundan kabul etmemişti. En sonunda bizde ısrar etmeyi bırakmıştık.

Aycanlar akşam olmadan döndüklerinde imalı bakışlarımı Kumru'nun üstünden çekememiştim. O da gözlerini devirerek karşılık vermişti. Kiminle görüştüğünü az çok tahmin edebiliyordum.

Hava karardığında yengemin çok özlediğim İzmir yemeklerini salonda yemiştik. Çünkü karanlık çöktüğünde hava serinlemişti. Biraz daha oturduktan sonra sıkıca sarılarak vedalaşmıştık. Yasin abi, abimle birlikte onları havalimanına bırakmıştı.

Aycan'ın yardımıyla odama çıkıp yatağıma girdikten sonra -uzun zaman sonra- ilk kez sabaha kadar soluksuz uyumuştum.

Sabah çalan alarmla uyandığımda düne göre iyi olan bacağımı değneklerle yere değdirmeden üzerimi giyinmeye çalışmıştım. Zor olsa da başarmıştım.

Aşağı indiğimde Kerim'le birlikte arabaya binip okula gelmiştik. Haftanın ilk dersi her zamanki gibi Çınar'laydı. O olduğunu unuttum ve sadece dersime odaklandım. Dersten sonra ben, Ceyda ve Kerim bahçedeki bankta oturmuştuk.

Karşımda oturan Kerim'e baktım. Dudağının kenarındaki kıvrım fark edilmeyecek gibi değildi. Mutluydu. Hâlâ inanamıyor olsa gerekti. Oysa o her şeyin en iyisini hak eden az insanlardandı.

Solumda oturan Ceyda'ya bakıp imalı imalı konuştum. "Birileri sevgili yapınca bizi unutmuş gibi."

Ceyda kimden bahsettiğimi anladığında seslice güldü. "Sanırım." dediğinde Kerim telefonunu ters bir şekilde masaya bıraktı.

"Ömrüm boyunca beklemişim, kaçırır mıyım hiç?" diye konuştu o da gülümseyerek.

"Eee ne zaman dedin?" diye sordum.

Kaşları hafifçe çatıldı. "Ne, ne zaman?" diye sordu Kerim.

"Yüzükten bahsediyorum."

"Ne yüzüğü ya?" diye sordu anlayamıyormuş gibi.

"Bir heves miydi sadece o zaman?" diye sordum şaşkınlıkla. Onunla uğraşmak hoşuma gitmişti. Bunu sık sık tekrar edebilirdim.

"Of Azra, bazen hiç çekilmiyorsun ya." dedi bıkkın bir ifadeyle.

"Ben anlamam. Damla'yla bir daha konuşmalıyım bence." Sözlerime gözlerini devirdiği sırada bakışlarım arkasındaki boşluğa takıldı. Çınar bahçe girişindeydi ve bakışları buradaydı.

Buraya doğru adımladığında bakışlarımı ondan çekip masanın yüzeyine çevirdim. Birkaç dakika sonra bacakları görüş açıma girdi. "Merhaba." dediğini işittim.

Kerim "Merhaba." diye karşılık verirken, Ceyda "Merhaba hocam." diye karşılık verdi. Ben ise ne başımı kaldırıp yüzüne baktım ne de bir karşılık verdim. Öylece masaya baktım.

Onun bakışlarının hedefindeydim biliyorum. Hissediyordum. Boğazını temizleyip "Ayağın nasıl oldu senin?" diye sordu direkt.

Gözlerim irileşti. Sertçe yutkunup başımı kaldırıp gözlerine aktım. "Ufak bir dikkatsizlik." dediğimde kaşları havalandı. Ve başını anladım dercesine hafifçe salladı.

Bakışlarımı üzerinden çekip etrafta gezdirdim. İki gündür yüzünü görmemiştim, özlemiştim ama içimden gelmiyordu. Hep giden ben olmayacaktım.

Değnekleri alıp ayağa kalktım. "Kütüphanedeyim." dedim Kerim'e bakarak.

Başını hafifçe salladı. "Ben de buralardayım." dediğine hafifçe tebessüm edip Ceyda'ya döndüm. "Geliyor musun?" diye sorduğumda ayağa kalkıp Çınar ve Kerim'e başıyla selam verdi. Daha sonra yanıma geldiğinde bana yardımcı oldu.

Öğleden sonraya kadar kütüphanedeydik. Daha sonra Kerim yanımıza geldiğinde birlikte dersliğimize geçtik. Ceyda'nın dersi Çınar'laydı. Kerim'le benim ise kır saçlı, kısa boylu olan Sevda Hoca'yla idi.

Saat üç buçuğa gelirken dersimiz bitmişti. Eve döndüğümüzde Aycan'ın yardımıyla bahçede değneksiz yürümeye çalıştım. Doktorun verdiği süre geçmişti artık. Değnek kullanmama gerek yoktu ama basınca hâlâ ayağım ağrıyordu. Yarın, en geç çarşambaya kadar istediğim gibi adım atabilirdim. Şimdi bile iyi gidiyordu. Değneksiz ağır ağır yürüyebiliyordum.

Akşam yemek yedikten sonra salondaki koltuklarda oturup sohbet ettik. Abim koşuya çıkacağını söyleyip yanımızdan ayrıldı.

Abim gittikten sonra Aycan bunu bekliyormuş gibi hızla konuşmaya başladı. "24 Kasım... İki gün sonra çarşamba günü abimin doğum günü." dediğinde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Nasıl unutmuştum!

"Büyük bir kutlama yapmalıyız. İlk kez hep beraber kutlayacağı sonuçta... Onu üzerimdeki emeği çok." diye devam ettiğinde babamda unutmuş gibiydi.

Nasıl unutabilirdik! Aycan'ın dediği gibi şu anki rahatlığımızın tek nedeni abimdi. Bizde bu rahatlığın içinde onun doğduğu günü unutmuştuk!

"Canım kızım benim" deyip yanında oturan ikizimin saçlarına dudaklarını bastırdı. "Hay Allah nasıl unuttum ki!" diye kendine kızdı babam.

"Önemli olan bu değil. Güzel bir kutlama yapalım." Babamın kollarının arasından çıkıp gözlerine baktı. "Haberi olmayacak ama çok şaşıracağı bir sürpriz olmalı. İtiraz yok." dediğinde babam gülerek başını salladı.

"Ben misafirleri hallederim." dedi babam. Daha sonra bakışlarını ikimizin arasında gezdirdi. "Sizde mekânı halledersiniz. Yarın okul çıkışı Yasin sizi alsın mekâna götürsün. Halledersiniz değil mi?"

"Tabii ki." dedik Aycan'la aynı anda. Hemen sonra birbirimize bakıp güldük.

*****

 

 

DAMLA KORKMAZ

 

Bir gün öyle biri girer ki hayatınıza daha öncesini unutuverirsiniz. Bu çok yanlıştır. Her zaman için böyledir. Kişi fark etmeksizin böyledir. Ama siz aklınızla değil kalbinizle seçtiğiniz yolu gitmeyi tercih edersiniz.

Bu, benim içinde geçerli bir durumdu.

Hâlbuki şu zamana kadar aklımla hareket eden biriyken ne olduğunu bile anlamadan onun kalbinin güzelliğiyle tanışmıştım ve o andan sonra artık bende kalbimle hareket etmeyi tercih etmiştim.

O, gerçekti. Gerçek olamayacak kadar güzel ve merhametliydi.

Ne kadar aptaldım. Onun hakkında nasıl öyle düşünmüştüm? O merhamet dolu bakışlara nasılda o anlamları yakıştırmıştım? Şu an bundan o kadar utanıyordum ki... Aklımdan geçen hiçbir şey onun yanından geçemezdi. O, mükemmel biriydi. Her şeyiyle. Ama en çok da minnoş kalbiyle...

Evet, kalbi çok güzeldi. Belki de ben önce kalbine âşık olmuştum onun.

Âşık mı?

Daha önce bunu dile getirmeyi bırak aklımdan bile geçirmemiştim. Ondan hoşlanıyordum fakat duygularımı ilk kez kendime bu kadar net bir şekilde, kaçmadan itiraf etmiştim.

Ama zaten onun o güzel kalbini gören birinin bu duyguyu hissetmemesi mümkün müydü?

Geçen günde dediğim gibi; onu geç fark etmiştim fakat hiç bırakmaya niyetim yoktu.

Bugün onunla ilk konuşmamızın üzerinden tamı tamına otuz dört gün geçmişti. Bir hafta önce aynı günse adını koymuştuk. Biz artık birdik. Onu tanımak bir şanstı ve ben o şansı elime geçirdiğimde vakit kaybetmeden kollarıma çekmiştim. Çünkü o paha biçilmez bir kalbe sahipti.

O kalplerin odacığında olduğumu öğrendikten sonra aklım çok karışmıştı ve sonuca varamamıştım. Onunla konuşmak en doğru olanıydı. O gün onu, Kerim'i hastanenin kafeteryasında gördüğümde anlamıştım. Düşüncelerimin aksine çok temizdi. Ancak böyle bir kalbe sahip olan biri yıllarca canlı canlı göremediği birine bu kadar temiz bağlı kalabilirdi.

Geçen hafta bugün, yani salı günü gözlerimin içine bakmıştı.

"Artık gizli olan hiçbir şey yok." demişti. "Ben seni seviyorum, o kadar seviyorum ki kendimden çok seni biliyorum. Bir insan birini tanımadan ne kadar çok sevebilirse o kadar seviyorum. Bunun bir ölçütü yok, olamaz. Kendimi bildiğimden beri bu böyle... Hep de böyle kalacak. Sana daha önce de dedim. Seninle paylaşmaktan çekindim ama seni içimde yaşatmaktan asla, asla vazgeçmedim. Vazgeçmemde."

Sertçe yutkunup kollarımı boynuna dolamıştım. "Sana artık şansım diyebilir miyim?" diye sormuştum aklım çalışmayı bıraktığını belli ettiği bir saatlerde. Saat gece yarısına yakındı. Ama aklımın saatle bir alakası yoktu. Onunla ilgiliydi. Onun bende bıraktığı etkisiyle ilgiliydi.

Kollarını belime sarıp cevap vermek yerine o da bana bir soru sormuştu: "Sana sevgilim diye seslenebilir miyim artık?"

Uzun bir süre omzuna yasladığım çenemle öylece kalakalmıştım. Ama çok basit bir soruydu. Bana evlilik teklifi gibi gelmiş olsa gerek ne diyeceğimi bilememiştim. Oysa kollarındaydım ve ona şansım demek istiyordum. Sorduğu sorunun cevabı oldukça basitti.

Bana istediği gibi seslenebilirsin demek istemiştim. Fakat ben ona çok daha güzel bir cevap vermiştim. Hafifçe geriye çekilmiş, gözlerine bakmıştım. Gözlerini yakından görmek çok daha güzeldi.

"Sen bana şans, ben sana sevgili." deyip dudaklarımı hafif aralıklı duran dudaklarıyla birleştirmiştim.

Donakalmıştı. Değil iki çift laf etmek, hareket bile edememişti. En sonunda dudaklarımı yanağına bastırıp sarılmıştım. "Şapşal ya." demiştim gülerek.

"Sensin şapşal." demişti o da bana.

O gün oradan ayrılıp arabalarımız binmeden hemen önce "Allah'a emanet ol." demişti.

Gülümseyip ben ona aynı şekilde karşılık vermiştim. "Sen de sevgilim, sen de Allah'a emanet ol."

O gece eve geldiğimde gruba girip kızlara mesaj atmıştım. Saat geçti fakat o kadar heyecanlıydım ki yakınımız olan herkese hemen anlatmak istiyordum. O yüzden o hafta boş olduğum bir gün müsait olmadıklarını sormuştum. Cuma gününe bir buluşma ayarlamıştık.

O gece Çınar'la ayrıldıklarını bilmiyordum. Gerçi bilseydim de yazardım. Çünkü Çınar'la bir araya gelmeleri için bir ortam oluşmuş olacaktı. Fakat Çınar gelmemişti. Onunla oturup konuşmam lazımdı. Kendine gelmesi gerekiyordu. Bunu onunla konuşacaktım.

Bugün izinliydim. Ve Kerim'in sabah sekizde dersi vardı. Şimdiye bitmiş olması gerekirdi. Arabayı park ettikten sonra inip okula doğru ilerledim. Merdivenleri çıkıp kontrolden geçtikten sonra koridorda ilerlemeye başladım.

Etrafa bakınıyordum. Giriş kapısının hemen karşısındaki bahçeye çıkan kapıdan geçtiğimde az ileride oturan Azra'yı gördüm. Yalnızdı.

Ona doğru bir adım attığımda omuzuma dokunan şeyle hızla arkama döndüm. Kerim'di. Hemen arkasında ise Çınar vardı.

Gülümseyerek birkaç adım atıp kollarımı iki yana açtım. "Ne zaman geldin?" diye sorarken sesindeki şaşkınlığı hissetmiştim. Kollarını etrafıma sardığında arkasında duran Çınar'la göz göze geldik.

Dudaklarında buruk bir tebessüm vardı. "Şimdi geldim. Sürpriz yapayım, dedim." derken kollarının arasından sıyrıldım. Ve arkasında duran Çınar'a doğru yöneldim. Kollarımı açtığım sırada o da açtı ve sarıldık.

"Bunca yıldır bir gün sürpriz yapıp şu okula girdiğini görmedim." dediğinde sesindeki istihzayı anlamamak mümkün değildi. "E sevgilimiz okulda, tabii geleceğiz." dediğimde seslice güldü.

Ayrıldığımızda başını gülerek iki yana sallıyordu. "Cık cık. Kardeşim diyordun bir de. Pabucum dama atıldı da haberim yeni oluyor."

Kerim "Çınar bırak da kızla uğraşmayı." dediğinde kaşlarım hafifçe çatıldı. Aynı anda gülümsüyordum da.

"Da mı? Sen nereliydin?" diye sordum oldukça meraklı bir ifadeyle. Onu ilk kez bu şekilde konuştuğuna şahit olmuştum. Karadeniz ağzı yakışmıştı.

Omuzları dikleşti. Çok seviyor olmalıydı memleketiniz. "Orduluyum."

Gülerek ikisinin koluna girdim ve Azra'nın oturduğu yere doğru adımlamaya başladım. "Çok kalamayacağım." dedi Çınar durgun bir sesle.

Bakışlarımı soluma çevirip gözlerine baktım. "Seninle konuşmam gerek. Biraz konuşalım öyle gidersin."

Başını isteksizce onaylarcasına sallarken Azra'nın yanına varmamıza birkaç adım kalmıştı. Zaten o da bizi çoktan fark etmişti fakat bakışlarını sadece Kerim'le benim üzerimde gezdiriyordu. Gülümseyerek.

Ne olmuştu acaba? Yani neden? Efe'yle konuşmuştuk fakat o da Çınar'ın saçmaladığından başka hiçbir şey söylememişti.

Sağımdaki ve solumdaki iki erkeğin kolunu bırakıp bankın etrafında yürüyüp Azra'nın yanına gittim. Kollarımı boynuna sardığımda "Hoş geldin." dedi kısık bir sesle.

Geri çekilip gözlerinin içine baktım. Yanaklarını avuçlarımın arasına alıp hafifçe sıktım. "Çok tatlısın ya." deyip hemen Çınarlara baktım. "Değil mi ya? Baksanıza şu tatlılığa..."

Çınar sertçe yutkunup bankın diğer tarafına oturmak için bir adım attı. "Dur." dedim hızla. Çınar kaşlarını çattığı sırada Azra'nın yanaklarındaki ellerimi çektim.

"Oraya ben oturacağım." dedim mantıklı bir açıklama sunmuşum gibi.

"İyi sen de otur." dediğinde, "Ama hayır Kerim'le oturmak istiyorum. Sonuçta ona sürpriz yapıp ondan uzağa gidemem ya." diye konuştum.

Çınar doğrulurken sertçe yutkundu. Bakışlarını okulun bahçesinde gezdirirken bu tarafa doğru yürümeye başladı. Hızlı adımlarla Kerim'in yanına gittim gülümseyerek baktı. Aynı şekilde karşılık verdiğimde Azra'nın karşısına oturduk.

Çınar Azra'nın yanındaki boşluğu doldurduğunda Azra hafifçe aksi yöne kaydı. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Uzak mı durmak istiyordu? Ama benim bildiğim kadarıyla Azra'da Çınar'ın ondan ayrılmasının bir saçmalıktan ibaret olduğunu düşünüyordu.

Gülümseyerek Azra'ya baktım. Gülümsemeye çalıştı ama asla beceremedi. Şu an huzursuzdu. Ve bunu asla gizlemiyordu.

"N'apıyorsun?" diye sordum sıcak bir şekilde gülümseyerek.

Derin bir nefes verip "Öyle... Okul falan..."dedi. "Sen söyle asıl nasıl gidiyor," Bakışlarını Kerim'e değdirdiğinde yüzünde gerçek bir gülümseme peyda oldu. "Kerim'le? Sonuçta bu tablonun mimarı benim, bilmem gerek. Gerçi bi teşekkür bile alamadım ama neyse..."

Söylediğine güldüm. "Çok haklısın." diye Azra'yı desteklediğimde Kerim'in bakışları bana çevrildi. Dudağının kenarında oluşan kıvrımla öyle mi der gibi bakıyordu. Yüzündeki şapşal ifade ona çok yakışıyordu.

"Ters de tepebilirdi." dedi Kerim. Tepmezdi. Asla tepmezdi. Daha önce fark edemediğim için kendime bu kadar kızgınken, mümkünatı yok tepmezdi.

"İyi be," diyen Azra'ya çevirdim bakışlarımı. Gülümsüyordu. Hemen yanında oturan Çınar da nefes almadan onu seyrediyordu.

Bakışlarımı çantama indirim ve içinden telefonumu çıkardım. Kamerayı açtım. "Hadi bir fotoğraf çekinelim."

"Fotoğraf mı? Nereden çıktı şimdi?"

Kaşlarımı çatarak çaprazımda oturan Çınar'a baktım. "Nereden mi çıktı?" diye sordum şaşkınlıkla.

Çınar bana ters bir ifadeyle baktı. "Siz çekilin."

Aptal bu çocuk, harbi mal...

Mesajlara girip Çınar'a yazdım.

 

 

"Kızın içine düşeceksin. Dikkat et de yere çakılma. Birde çekilmem diyor. Ya sabır!"

"Keyfin bilir." dediğimde telefonu kaldırıp Kerim'i Azra'yı ve kendimi kadraja alacak şekilde ayarladım. O sıra Çınar'ın telefonundan bir bildirim sesi yükseldi. Azra bakışlarını soluna çevirdi. Bu çok kısa bir an sürdü.

Hafifçe gülümsemeye çalışarak havaya kaldırdığım telefona baktı. Kısa bir süre içinde karşımdaki beyefendiden cevap geldi. Birkaç kare çektikten sonra gelen mesajı okudum.

"Çekilirim ama hiçbir yerde paylaşmayacaksın."

 

 

"Niyeymiş?"

"Öyle..."

 

 

"Peki tamam."

Mesajlardan çıkıp telefonu Kerim'e uzattım. "Kerim biraz da sen çeker misin canım o taraftan? Hem belki Çınar Bey'in kararı değişmiştir?"

Bakışlarımı Çınar'a çevirdim. Boğazını temizleyerek "Ben çekeyim," dediğinde, kaşlarımı kaldırıp "Olmaz. Işık buradan daha güzel vuruyor." diye karşı çıktım. Hâlbuki ışık falan yoktu. Hava kuruydu. Sıcak asla değildi ama soğuk da sayılmazdı.

Kerim telefonumu eline aldı ve havaya kaldırdı. Masaya doğru uzanıp ekrana gülümseyerek baktım. Sağ elimi Kerim'in sol kolundan geçirip yanına kaydım. "Çınar biraz sağa kaysana kardeşim. Kadrajda değilsin."

Bakışlarımı Çınar'a çevirdim, tedirgin bir şekilde Azra'ya bakıyordu. Azra ise Kerim'in elindeki ekrana bakıyordu. Çınar'ın bakışlarını görmemesi imkânsızdı. Ama görmezden geliyordu sanki.

Çınar hafifçe sağa doğru kaydı. "Biraz daha." dedi Kerim. Çınar biraz daha kaydığında Azra hafifçe aksi yöne kaydı. Çınar bunu görmemişti. Biraz daha kaydığında Azra'nın gideceği yer kalmamıştı ve kolu Çınar'ın koluna değiyordu.

Sertçe yutkunduğunda bir kez bile Çınar'a bakmamıştı. "Damla." diye seslendi Kerim. Bakışlarımı kameraya çevirdim. Birkaç kare aldıktan sonra telefonu bana uzattı.

Gülümseyerek teşekkür ettim. Fotoğrafları inceledim. Güzel çıkmıştık. Azra da Çınar da bir an olsun dönüp bakmamışlardı birbirlerine. Neydi bu? Katır inadı mı?"

Telefonu masaya bıraktım. Bakışlarımı kaldırdığımda Çınar'ın çok az bir şekilde az önceki yerine kaydığını gördüm.

"Kerim kalkalım mı artık?" diye sordum.

"Olur," diye cevap verdiğinde, "Geç kalma." dedi Azra, Kerim'e bakarak. Kaşlarım neden bahsettiğini anlayamadığımdan hafifçe çatıldı. Merak etmiştim.

"Merak etme." dedi Kerim gülümseyerek.

"Nereye gideceksiniz?" diye sordum merakla.

Azra bakışlarını bana çevirdi. "Yarın abimin doğum günü... Partinin olacağı mekâna gideceğiz. Eksiklere falan bakacağız. Dilersen sende gel Kerim'le. Hem Aycan'da olacak."

"Olur aslında, boşum bugün zaten." diye cevap verdim.

"Bu akşam da yarın akşam de bekliyoruz o zaman?" diye sorduğunda, "Yarın gelemem, muhtemelen hastanede olurum."

Sol gözünü kırpıp "Yine de ayarlayamaya çalış sen." dedi gülümseyerek. Pek mümkün değildi ama ek bir şey söylemedim.

"Neyse hadi biz kalkalım." deyip ayağa kalkmaya yeltendiğim sırada Azra bir anda ayağa kalktı. Kalkmasıyla dudaklarının arasından acı dolu bir inilti döküldü.

Geriye düşeceği sırada Çınar kollarını uzatıp ayağa kalktı. Kollarını etrafında sarmıştı. Azra yüzünü buruşturmuştu. Acı çekiyor gibiydi.

"İyi misin?" diye telaşla konuştuğumda Kerim ayağa kalkıp Azra'nın yanına gitmişti.

Çınar onu yavaşça yerine oturttu. Bakışları Azra'nın yüzündeydi. Elini çenesine yerleştirdi ve baskı uygulayarak yüzüne doğru kaldırdı. Gözlerinin içine bakıp "İyi misin?" diye sordu sakinleştirici bir ses tonuyla.

Azra başını hafifçe salladı ve bakışlarını benim gözlerimle birleştirdi. Dudaklarımı içe doğru kıvırdım. Biz gittikten sonra onunla baş başa kalmak istememişti. Ve bir an bile düşünmeden ayağa fırlamıştı. Ama canı niçin bu kadar acımıştı anlayamamıştım. Kalkarken ayağını burkmuş olmalıydı.

Kalkıp yanlarına gittiğimde Çınar Azra'nın sağ ayağını banka çıkarmıştı. Ayaklarındaki spor ayakkabı ve çorabı çıkardığında Azra utançla bakışlarını başka yöne değdiriyordu.

"Neden bu kadar fevri hareket ediyorsun ki!" dedi Çınar hafif yüksek çıkan sesiyle.

"İ-işim vardı. Kütüphaneye gitmem gerekiyordu." diye açıkladı Azra kısık bir sesle.

"Ama ayağın zaten sakatken bu kadar hızla hareket etmemelisin!" Çınar'ın sesinde ki tını hâlâ aynıydı.

"Bir daha kine," Azra Çınar'ın gözlerine baktı. Çınar bakışlarını Azra'nın ayağından çekip gözlerine çıkardı. "Daha dikkatli olurum hocam."

Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Çınar bakışlarını tekrardan Azra'nın ayağına indirdi. Azra ayağını geri çekerek "Anlık bir acıydı zaten. Büyütülecek bir şey değil." dedi. Ve az öncekinin aksine yavaşça kalktı ve bize bir baş selamı verip sarsak adımlarla bahçenin çıkışına doğru ilerledi.

Dudaklarımı aralayıp konuşacağım sırada "Lütfen," dedi Çınar. "Şu an değil."

Öfkeyle "Peki, sen bu saçmalığa devam et daha." deyip Kerim'e baktım. "Kapıda bekliyorum."

Çantamı alıp önce bahçeden daha sonra okuldan ayrıldım.

Bir saat sonra Beşiktaş'taki çok sevdiğim bir kahvaltıcıya geldiğimizde Kerim'le yan yana oturuyorduk. Denize yakın tarafta ben oturmuştum. Hemen yanıma da o...

Garson elindeki iki çayı masaya bırakıp gittiğinde gülümseyerek Kerim'e döndüm. Birkaç saat önceki konu hakkında fikirlerini merak etsem de şu an bunu konuşmak istemiyordum. Çünkü onun hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordum. Onu tanımak istiyordum.

"Orduluyum demiştin değil mi?" diye sordum meraklı bir ifadeyle

Başını onaylarcasına sallarken "Hım-hım..." diye cevapladı beni.

Sol elimin avucunu yanağıma yaslayıp dikkatlice yüzünü inceledim. Koyu kahverengi, klasik, kısa saçları; benimkilerin aksine koyu gözleri vardı. Bu ona çok yakışıyordu. Bakışlarım ağır ağır yüzünde gezindi. Yüzüne çok yakışan bir burnu vardı. Burnu gerçekten çok güzeldi. Kusursuz...

Saçlarıyla hemen hemen aynı renk olan sakalları çapa kesimliydi. Ne ince ne de kalın dudakları vardı. Geniş pencereden bakıldığında gerçekten de çok hoş bir adamdı.

Onu haddinden fazla dikkatli ve uzun izlemiş olmalıyım ki utanarak bakışlarını kaçırdığında dudaklarımın kenarı hafifçe kıvrıldı.

"Hiç gittin mi peki?" diye sordum, onu daha fazla dikizlemeyi bırakıp. Ama o sanki bir önceki cümlelerimizden haberdar değilmiş gibi "Hı?" diye bir ses çıkardı.

Gülüşümü gizlemek için alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. "Ordu'dan bahsediyorduk ya?" dedim hatırlatmak istercesine. Sertçe yutkunup başını hafifçe salladı.

"Doğru, Ordu..."

Gülerek "Gittin mi hiç peki?" diye sordum tekrardan.

"Buradan taşındıktan sonra oraya gittik. Yani uzun süre orada yaşadım. 18 yıl kadar..."

"Karadeniz bölgesi hep merak ettiğim bir yer olmuştur. Ama malum dersler, okul derken pek vaki bulamadım. Oraya gidince uzun bir tatil yapmak isterim çünkü. Ama işte..." duraksadım. Hevesle "Bana oraları anlatır mısın biraz?" diye sordum.

Gülümsedi. "Anlatırım anlatırım da... Gidip görmek gibi olmaz. Çok güzel yerler bizim oralar. Bir ara birlikte gideriz belki ha?"

"Olur olur, çok sevinirim." dedim sanki sabahtan beridir beklediğim teklif gelmiş gibi. O da bu halime gülerek "Bu kadar istediğini bilseydim daha önceden gelirdim sana." dedi imayla.

Kaşlarım havalandı. Bir yandan da gülüyordum. O bana laf mı sokmuştu? "Cesaretinize yenik düşmüşseniz demek ki beyefendi..."

Ona karşılık vermemden keyif almış gibi gülerek gözlerime bakıyordu.

Konuyu uzatmak istemedi ve az öne söylediklerini tekrar etti: "Bir ara birlikte gidelim. Teleferiğe bineriz. Yaylaya çıkarız."

Başımı onaylarcasına salladım. "Çok sevinirim."

O bana geç gelen bir hediyeydi. Hep bana aitti fakat yolu uzatmayı tercih ettiğinden birbirimizi geç bulmuştuk.

Geç olsun, güç olmasın.

 

*****

 

 

AYCAN ADALI

 

Saat on birde okuldan çıkmıştım. İstikamet Sarıyer'de bir yerdi fakat ben buraları henüz çok iyi bilmediğimden ve de gelen adresteki kafeye daha önce gitmediğimden neresi olduğunu tam bilmiyordum.

Taksici Bey yavaşlayarak arabayı durdururken "Geldik, gösterdiğiniz konum burasını gösteriyor." dedi.

Hafifçe tebessüm ederek "Çok sağ olun." dedim ve cüzdanımdan bir miktar kâğıt para çıkartıp adama uzattım.

Arabadan inip konumun gösterdiği yere baktım. Küçük, sokak arasında bir kafeydi.

Birkaç merdiveni inip kafenin kapısını açtım ve içeriye göz attım.

Oradaydı. Girişe en uzak masadaydı. Bakışları beni beklediğinden olsa gerek bulunduğum yere çevrildi ve göz göze geldik.

Beni buraya neden çağırdığını bilmiyordum. Merak ediyordum. Oturduğu yöne doğru adımlamaya başladım. Oturduğu masaya yaklaştığımda başını hafifçe hareket ettirerek baş selamı verdi. Tokalaşmak istememiş miydi?

Güldüm. Kendisi buraya çağırmıştı. Ve elini dahi uzatmaya tenezzül etmemişti.

Karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum. "Dinliyorum Efe, pek vaktim yok."

Bu sabah gün içinde müsait olup olmadığıma dair bir mesaj atmıştı. Buradan sonra okula geçecektim. Daha sonra Azra'yla birlikte abimin doğum günü için ayarladığımız mekâna gidecektik. Oy zaten tek boş anım öğleden önceydi. Şimdi buradaydık ve ben onun konuşacağı konuyu merak ediyordum.

"Seni buraya Azra'ya artık durmasını gerektiğini söylemen için çağırdım." Kaşlarım çatıldı. "Ama benim adımı anmadan. Söyle vazgeçsin, yoksa en çok üzülen o olacak. Ve inan ben onun iyiliği için konuşuyorum. Yol yakınken döns..."

"Ne saçmalıyorsun sen ya?" diye çıkıştım birden sözünü keserek. Ses tonum yüzünden içerideki insanların bakışları birkaç saniyeliğine bize çevrildi.

"Normal tonda konuşabiliriz. Birbirimizi anlayarak tepki verelim. Sen her söylediğime bu şekilde bağıracaksan ikimizde boşuna gelmişiz buraya demektir." dedi Efe. Güldüm, gözlerimi devirerek başımı başka yöne çevirdim.

"Ciddi bir konu..." diye ekledi.

Gözlerimi devirip "Peki, daha ne kadar saçmalayacağını dinleyelim bakalım." deyip sırtımı oturduğum sandalyeye yaslayıp gözlerimi gözleriyle birleştirdim.

Elini kaldırıp hafif bir ses tonuyla garsonu çağırdı. Sade bir kahve istedim. O da zaten hâlihazırda kahve içiyordu. Kahvem geldiğinde dudaklarını aralayıp konuşmaya başladı:

"Azra onu çok seviyor. Farkındayım. Sen de görüyorsun zaten bunu. Ama olmaz. Olmaz. Çünkü en çok üzülen Azra olur. Şimdi sen belki de şey diyeceksin; Azra bir adam için gözyaşı dökmez. Gerçekten severse döker. Kadın veya erkek... Gerçekten seven döker..."

Dumanın üstündeki kahvemden bir yudum içtim. "Ve ben Azra'da hissettim. Onu gerçekten seviyor. Ama sende Azra'nın üzülmesini istemezsin. Hatta en çok sen istemezsin. Ama eğer Azra ısrarcı olmaya devam ederse üzülen o olacak. Çok üzülür."

O sustuğunda derin bir nefes alıp sordum: "Bir şey biliyormuşsun gibi konuşuyorsun?"

Başını sallarken "Biliyorum." dedi. Cüzdanından çıkardığı bir miktar parayı masanın üstüne bıraktı. "Ama bunu sana söyleyemem. Ve lütfen bu konuştuklarımızdan Azra'nın haberi olmasın. Sadece onun kulak vereceği kişi sensin sende onu üzülmesini istemezsin zaten."

"İstemem." dedim, dişlerimi birbirine geçirerek. "Ama eğer bahsettiklerinin altı dolu bir şey değilse..."

"Güven bana..." İstihza dolu gülüşüm cümlesini yarıda kestirdi.

"Yıldırım olan Allah'ın tek bir kuluna dair güvenmem ben. Kardeşimde bir anlık bir gaflete düşmüş olmalı. Belki de gözünü boyamıştır senin o kuzenin ha?"

Sıkıntılı bir nefes aldım. Ayağa kalkıp çantamı elime aldım. "Her neyse dediklerini ciddiye almamdaki tek neden Azra'nın üzülecek olması..." Arkamı dönünce onun duyacağı şekilde ekledim:

"Daha ne kadar üzülecekse tabii..."

*****

 

 

AZRA ADALI

 

Öğleden sonraki dersime girdikten sonra -saat dörtte- Kerim, Aycan'la beni abimin doğum günü için ayarlanan mekâna götürmüştü.

Tek katlıydı. Girişinde çift kanatlı iki merdiven vardı. Merdivenlerden sonra karşımıza koridor çıkıyordu. Koridorun sağ tarafında oldukça geniş bir salon vardı.

Sağ tarafta ise orta büyüklükte olan çalışanların bölümü vardı. Salon geniş bir terasa açılıyordu. Çalışanların olduğu kısma kadar gidiyordu. Mekânın etrafı terasla çevriliydi.

Tüm hazırlıkları kontrol edip eve gelmiştik. Zaten biz gittiğimizde her şey hemen hemen tamamlanmıştı.

Eve geldiğimizde sıcak bir duş aldıktan sonra ayağıma krem sürdüm. Umarım sabah uyandığımda bugünden daha iyi olurdu ayağım. Çünkü yarın topuklu giymek istiyordum.

Eğer bu sabah birden öyle ayağa kalkmasaydım yarın kesin o ayakkabıyı giyebilirdim. Damla birden kalkacaklarını söylediğinde onunla baş başa kalmamak için refleksle ayağa kalmıştım. Olanlar da olmuştu.

Üzerime gri bir eşofman takımımı geçirip salona indikten sonra abimler gelmişti ve hep beraber salondaki yemek masasında akşam yemeğimizi yemiştik. Abimin hiçbir şeyden haberi yoktu.

Abim dün gece olduğu gibi bu gece de yemekten birkaç saat sonra ormana koşuya gitmişti.

O ormana ayar oluyordum. Bir daha gitmeyecektim. Ne işim vardı ki orada? Orayı hiç sevmiyorum. Hem de hiç. Zaten ayağımda orada olmuştu böyle.

Abim gittikten sonra üç kahve yapıp şöminenin karşısındaki siyah koltuğa oturmuştum.

Babamla her şeyi detaylıca konuşmuştuk. Mekân tamamdı. Davetlileri de babam halletmişti. Şirketteki yüksek rütbeli çalışanlardan tut, müşterilerine kadar herkesi çağırmıştı. Liste baya uzundu.

Yıldırım soy ismi de vardı listede. Görmek moralimi bozsa da bir şey dememiştim. Çünkü zaten gelmezdi. Geleceğini düşünmüyordum. Gelmesini isteseydim sabah Damla'ya teklif sunarken ona da söylerdim değil mi?

Babam uyumak için odasına çıkacağını söylediğinde Aycan'la benim odamdaki balkona çıkıp oturmuştum. Saat gece yarısını geçmişti. Abim on dakika önce ormandan dönmüştü. Gece gece yolu nasıl bulmuştu acaba? Eminim uzak yerlere gitmiştir.

Bakışlarımı gecenin karanlığında kaybolan ormandan çekip sabahtan beriden bana bakan ikizime çevirdim. "Söyle, dinliyorum."

"Yarın için onu davet ettim." dedi bir çırpıda.

Gözlerim kısıldı. "Kimi?" diye sordum anlayamayarak.

"Listede soy isimleri vardı ama ben onu bizzat çağırdım."

Bu sefer öfkelenmiştim. "Kimi?!"

"Çınar Yıldırım'ı." dedi oldukça kısık bir sesle. Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. Dudaklarım aralıklı kaldı. Ne yapmıştı? Ben burada umarım gelmez diye dualar ederken, o, bizzat mı çağırmıştı?

Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. "Neden?!" diye sordum anlamaya çalışırken.

"Gelecek ve sen onu asla umursamadığını ona göstereceksin. Kaybedenin sen olmadığını, aksine kendisi olduğunu anlayacak."

"Yine de keşke bana sorsaydın!"

"Senin için bebeğim. İnan bu şekilde çok iyi olacak. Görmezden geleceksin. Ve o da kendinin vazgeçilmez olmadığını anlayacak."

Bir elimi alnımdan başımın üstüne götürdüm. Derin bir şekilde aldığım nefesi oflayarak verdim. "Ne dedi peki?" diye sordum.

"Gelecek, bunu bil yeter." Ne güzel bir bilgiydi! Az önce gelmemesi için dualar ediyordum oysa ben!

Aycan uzanıp ellerimden tuttu. "Güven bana bebeğim." Bakışlarımı yüzüne çevirdiğimde hafifçe tebessüm edip gözlerimin içine baktı. "Bu, en mantıklısı... Kaçarak ne unutabilirsin ne de silebilirsin. Bir gün karşına çıkar ve sen tekrar heyecanlanırsın." Yutkundum. Haklıydı. Sabahleyin fotoğraf çekinirken bile yaklaştığında soluduğum kokusu hiç iyi gelmemişti bana. Kaçarak olamazdı. Aycan haklıydı.

"Yan yana geleceksiniz ve sen onu görmene rağmen içinde bitireceksin." diye devam etti. Gözleri öfkeyle baktı. Sonra ekledi: "Çünkü o seni asla hak etmiyor. Ve sende bunun farkındasın."

Sertçe yutkunarak bakışları tekrardan ormana çevirdim. "Yapabilecek miyim sence?"

Keyifli bir sesle "Tabii ki." diye cevap verdi hemen. Gözlerim ıslanmıştı sanki. Ama her ne kadar birikse biriksin akmayacaktı. Aycan'ın haklıydı. Aycan haklıydı fakat ben onu gördüğümde kaçmak dışında ne yaparsam yapayım heyecanlanırdım. Özellikle göz göze gelirsem...

"Azra," diye seslendiğinde bakışlarımı ağır ağır özlerine çevirdim. "Yapacaksın. Farkındayım kolay değil ama işin içinden çıkılmayacak duruma gelirsen asıl o zaman başaramazsın. Ama şimdi yol yakınken..."

Kollarımı boynuna sarıp sıkıca sarıldım. "Çok seviyorum seni."

"Bende seni bebeğim, aşkım."

Geri çekilip muzip bir ifadeyle gözlerine baktım. "Bebeğin miyim, aşkın mı?" diye sordum.

Güldü ve kollarını belime sardı. "Şapşal," dedi. Sweatshirtün üstünden omuza dudaklarını bastırdı. "Hepsisin; aşkım, bebeğim, canım, ciğerim, şeker..."

"Ay tamam" dedim kendimi geriye çekerken. "Sorduğuma pişman ettiriyorsun!"

Dudaklarını birbirine bastırarak güldü. Ayağa kalktığımda üzerimize örttüğümüz örtü kalktığım yere düştü. "Yatacağım ben." dedim agresif bir ifadeyle.

Seslice gülerken ayağa kalkıyordu. "İyi ben de uyuyayım bari. Malum yarın erkenciyim." Yanıma geldiğinde yanağıma ufak bir öpücük bırakıp "İyi geceler ruh ikizim." dedi.

Gözlerimi devirdikten sonra "İyi geceler canım." dedim ve balkon kapısından odaya girdik. Daha sonra Aycan odadan çıktı ve ben de yatağa uzanıp tavanı seyretmeye başladım.

Bildirim sesini duyduğumda uzanıp telefonumu elime aldım. Damla'dandı. Hiçbir şey yazmamıştı. Sadece bir fotoğraf göndermişti. Sabah çekildiğimiz fotoğrafı...

Yan yanaydık, dönüp birbirimize bakmadığımız bir fotoğraftı. Görüntü olarak çok hoş durduğumuzu inkâr edemezdim.

Ne kadar baktım o fotoğrafa bilmiyordum fakat gözlerimi araladığımda gökyüzü aydınlıktı.

Dişlerimi fırçalayıp giyinme odasına geçtim. Sıfır kollu, beyaz triko crop giydim. Altına giydim kot şort, göbeğimi açıkta bıraktı. Crobumla aynı renk blazer ceket ve spor ayakkabımı da giydikten sonra saçlarımı ensemin altında toplayıp, topuz yaptım.

Siyah, dikdörtgen şeklinde olan rugan çantamı çapraz bir şekilde takıp aşağı indiğimde Kerim'le birlikte okula geldik. Derse az kaldığından direkt sınıfa geçtik.

 Derse az kaldığından direkt sınıfa geçtik

 

Birkaç dakika sonra kapının ardından gelen kişi Çınar'dı. Selam verdikten sonra derse başladı. Önceden olduğu gibi onu izlemeye dalıp dersin yarısından bir şey anlamamazlık yapmadım. Hatta onun, o olduğunu unutup, sadece derse odaklandım.

Ders bittikten sonra Ceyda'yla vedalaşıp akşam için onu davet ettim. Gelip gelmeyeceğinden emin değildi, daha doğrusu abisiyle yaşadıklarından ona danışacağını söyledi. Bende o zaman abinle birlikte gelirsiniz dediğimde ikna olmuş gibiydi. Konumu yolladıktan sonra Kerim'le birlikte eve döndük.

Kapıda Aycan'la karşılaştığımızda eve girdik. Güzelce bir kahvaltı yapıp akşamı bekledik. Hava kararmaya yüz tuttuğunda odama çıkıp duş aldım. Maalesef ki topuklu giymeyecektim. Bileğimdeki ağrının şiddetlenmesini istemiyorsam giymeyecektim. Bende çok sevdiğim çizmelerden birini seçip elbiseme uydururdum.

 

*****

 

 

AKIN ADALI

 

Bazen hayat sizi hiç bilmediğiniz yerlere, duygulara savurur. Hiç bilmediğiniz... Hiç görmediğiniz... Hiç hissetmediğiniz...

Bazen de hiç bilmediğiniz, duymadığınız sözler nasılda bu kadar ben, biz olabilir diye sorgularsınız.

Ben de şu an tam bunu hissediyordum. İlk kez duyduğum bir şarkı nasıl da bu kadar biz olabilir?

Şarkının ilk sözleri şöyleydi;

"Kimleri sevdik, kimleri sildik...
Kimlerin peşine düştük genç ömrümüzde..."

Şarkı sözleri devam ettiğinde gözlerimi kapatıp başımı geriye attım.

"Yüz göz olduk yar seninle
Sözümüzü esirgemez olduk.
Yüz göz olduk yar seninle
Sözümüzü esirgemez olduk."

Sertçe yutkunurken koltuğu ayağımın ucunu yere değdirerek yüz seksen derece döndürdüm.

"Gençliğimi geri verseler
Bu kez en çok kendimi severim.
Veririm o yâri de
Kimi sevdirirse sevdirsin,
Kimi öldürürse öldürürse,
Kimi güldürürse güldürsün,
Umurumda değil..."

Gözlerimi aralayıp şehrin kalabalığını izledim. Herkes bir koşuşturma içindeydi. Bir yerlere yetişme...

Kulaklarımdaki kulaklıkların birini çıkarırken kapının tıklatıldığını işittim. Arkamı dönüp kimin geldiğine baktığımda şarkı devam ediyordu.

"Kaşı gözü umurumda değil, yıllarım gitti, yıllarım gitti..."

Onunla göz göze geldim. Başımı gel dercesine hafifçe eğdiğimde kapıyı açıp, başını aralıklı yerden uzattı. O sırada müziği kapatıp onu dinlemeye başladım.

"Yemeğe gidecektik ya..." dedi. Sesindeki çekingenliği hissedebiliyordum. Şimdi ona ne kadar uzaksam bir aralar en çok ben yakındım. Çok. O yüzden sesindeki her tonu ezbere bilirdim. Yıllara rağmen. Yıllarımın gitmesine rağmen unutmamışım.

Ben bir cevap vermeyince "Akın..." diye seslendi naif ses tonuyla. Sertçe yutkunup "Sen git, ben birazdan geleceğim." diye cevapladım.

Başını hafifçe sallayıp kapıyı kapattı ve gitti. Gözlerimi sıkıca kapatıp derin bir nefes aldım. Göğsüm yükseldi ve yavaşça eski halini aldı.

Daha fazla bekletmek istemeyerek ayağa kalkıp, lacivert takımımın üstüne siyah kabanımı giydim.

Asansöre bindim, otoparktaki arabama binip yakınlardaki lokantaya sürdüm. Hava henüz kararmamıştı.

On dakika içinde varacağım yere iki katı sürede ulaştığımda mahcuptum. Restorandan içeri girdiğimde kabanımı çıkarttım uzattım. Adımı söyledikten sonra hostes beni rezervasyon yaptığımız masaya yöneltti.

Masaya yaklaştığımda ilk onunla göz göze geldim. Çünkü girişe dönük oturuyordu. Hemen karşısında oturan çiftin bakışları arkaya döndüğünde Kudret ayağa kalktı. Onunla tokalaşıp hemen yanında oturan karnı burnunda olan karısına elimi uzatıp selamlaştım. Sanırım doğumuna bir hafta vardı.

Geri çekildiğimde bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum. Bana ayrılan boşluğa oturdum.

"Kusura bakmayın trafik vardı." dedim mahcupça. En son buluştuğumuzda Düzce'deydik. Evlerinin tadilatı bu cumartesi bitecekti. Muhtemelen pazar günü taşınırlardı.

"Asıl sen kusura bakma. Seni beklemeden sipariş verdim. Malum benim yaramaz..." dedi Zerda dudaklarını bükerek. Gülümsedim. Eşine dönüp "Hayatım..." dedi üzgünce. "Ben kesin bu kiloları veremeyeceğim."

Kudret boşta kalan elini dudaklarına götürüp öptü. "Sorun değil aşkım, ben seni böylede beğeniyorum."

Zerda gülümseyerek önüne döndüğünde "Hadi bizde bir şeyler sipariş edelim." dedi Kudret. Onu başımla onayladığımda garsondan menüyü istedi.

Yemeklerimizi yedikten sonra tatlı siparişi verdik. Çatalımı kadayıfa batırırken Zerda'nın sesini işittim. "Bir daha ki sefere ikinizi de Düzce'ye bekliyoruz." dedi.

Bakışlarımı kaldırıp Zerda'yla Kudret'e çevirdim. "Ben mutlaka Onur'u görmeye gelirim." dedi yanımda oturan kadın. Bebeklerine bu ismi koymuşlardı; Onur.

"Bende gelirim." dedim.

Bakışlarımı sağa çevirdiğimde o karşıya bakıyordu. Gülümsüyordu. O gülümsenin atında yatan kederi bu masada bir tek ben görebiliyordum. Bakışlarımı önüme çevirdim.

"Çok seviniriz." dedi Kudret.

Saat onu beş geçtiğinde ayağa kalkıp Kudret ve Zerda'yla tokalaştık.

Bu gece buradaki son geceleriydi. Yarın Düzce'ye gidip evin son durumuna bakacaklardı. Muhtemelen bir otelde kalırlardı. Onlar gidince kalktığım sandalyeye oturdum. Garsonu çağırıp hesabı istediğimde o hâlâ masadaki yerinde oturuyordu.

Hesabı ödedikten sonra birlikte restorandan çıktık. Ne bir çift laf ediyor ne de dönüp birbirimize bakıyorduk.

Otoparka indik. Arabalarımıza bindik. Arabanın içinde bir ses yankılandı. Telefonuma düşen bildirime baktım: Yasemin Yıldırım'dan yeni bir mesaj... Sertçe yutkundum, dönüp hemen yanımdaki arabaya baktım. Daha sonra bakışlarımı telefonun ekranına indirip tıkladım.

"Beni takip et."

Başımı kaldırdığımda arabanın hareket ettiğini gördüm. Çıkışa doğru ilerlediğinde neden böyle bir şey yazdığından çok sonucu merak ettim. Arabayı çalıştırıp onu takip ettim.

Araba sağa döndüğünde bende döndüm ve bu sokağın bir çıkmaz sokak olduğunu gördüm. Önümdeki araba durdu. Plaka lambaları yanıyordu.

Birkaç dakika geçti ve o hâlâ inmedi. Daha fazla dayanmayıp telefonumu elime aldım ve arabadan indim. Kabanın cebine koydum. Muhtemelen yan aynadan görüyordu.

Birkaç adım atıp ön kapının kulpunu kavradım. Ve kendime doğru çekip kapıyı açtım. Camlardan içerisi görünmüyordu. Kapıyı araladığımda yüzünün direksiyona gömülü olduğunu gördüm.

Başını kaldırmadan bana doğru çevirdi. Sağ yanağı kornaya değiyordu. Yüzüne baktım. Gözlerindeki yaşlar çenemin kasılmasına neden oldu.

Uzun uzun bakıp "Bu kadar yorgun hissetmem normal mi?" diye sordu, yorgun bir ses tonuyla. Gözlerindeki yaşlar şakaklarını ıslatıyordu. "Bu kadar kötü..."

Gördüğüm görüntü çok fazlaydı, çok. Nefesim ciğerlerime ulaşmıyordu. Sırtımı ona çevirip arkamı döndüm.

"Kaçma artık!" diye bağırdı öfkeyle. Sesinin tonunu indirip fısıldayarak sordu: "Ciddi ciddi konuşmamız gereken şeyler yok mu sence?"

Sertçe yutkundum. İstemiyordum, ne konuşmak ne de yüzleşmek. Benim buna gücüm yok.

Kulaklarıma ulaşan topuklu sesinden arabadan indiğini anladım. "Bu yüzden mi yazdın?" diye sordum arkama dönmeden.

"Ne kadar da basit bir konuymuş gibi konuştun." Sesi ruhuma dokunuyordu. Dokunmasın. Ne teni tenime ne de ruhu kalbime... Kaldıramıyorum... Buz gibi olmak, olmak zorunda olmak çok ağır...

"Sana hâlâ deliler gibi aşığım!" diye bağırdı bir çırpıda. Bağırıştan çok bir haykırış gibiydi.

Kalbimin atışı yavaşladı, boğazıma oturan kocaman yumru soluğumu kesti. Ellerim titredi. Aklım durdu. Benim ruhum kayboldu.

"Nefes alamıyorum artık ben! Bugün o masada neler yaşadığımdan haberin var mı senin?!" Sesi titriyordu.

Kalbim, aklım duyduğu itiraf karşısında hâlâ kendine gelememişti.

"Dayanamıyorum artık." Ağlıyordu. Sertçe yutkundum. Gözlerimi kapattım. Çok fazlaydı, çok. Benim bir sözüm vardı; bu hayattaki en değerlime... Unutamazdım.

Kendi arabama doğru attığım ikinci adımda kollarımdan tutuldum. "Gerçekten gidecek misin?" diye sordu büyük bir şaşkınlıkla.

"Bırak." dedim fısıltılı bir sesle. Dokunma işte, dokunma.

"Gideceksin." dedi titreyen sesinle.

"Gitmeyeceğim. Ama bırak öyle konuşalım." dedim istemeye istemeye.

Kollarımı bıraktığında ağır ağır ona döndüm. Boyu uzun olduğundan ve de ayağında topuklular olduğundan boylarımız neredeyse eşitti.

Bir adım geri gittiğimde aramıza hatırı sayılır bir mesafe girdi. Titrek bir nefes aldı. Bakışlarını kaçırarak arkasına döndü. Birkaç adım atıp durdu ve konuştu: "Bu gece o masada ne kadar kötü olduğumu biliyor musun?"

Bana doğru döndü ve gözlerime bakıp "Böyle yaşanır mı?" diye sordu yorgun bir ifadeyle. Yaşanmaz.

Sertçe yutkundum. Hiçbir şey söyleyemedim. "Yaşanmaz." dedi o, benim hiçbir şey söylemeyeceğimi anladığında.

"Kendimden nefret ediyorum!" diye bağırdı bir anda. "Kalbimden! Ruhumdan!.."

Refleksle ona doğru bir adım atıp durdum. Bakışları ayağıma indiğinde acıyla güldü. "Kaç gece ölümümü hayal ederken uykuya dalıyorum biliyor musun?" Kalbim ağrıdı. "Kendime olan saygımı yitirmeden ölmeyi dilemek nasıl bir duygu bilir misin sen?"

Yapma. Yalvarırım...

Bana doğru bir adım attı. Daha sonra bir adım daha... Setçe yutkunup aramızda kalan tek adımlık mesafeye baktım. O adımı kapattığında yüzü yüzüme çok yakındı.

Bakışlarım ayaklarındayken gözlerim kapandı. "Yasemin..." Bir elini kabanımdan içeri sızdırdı. Belime sarıldığında alnını göğsümde hissettim. Burnuma çalan kokusu on sekiz öncekiyle aynıydı. Onca seneye rağmen değiştirmemişti. Bu koku oydu. Sadece o.

Birkaç saniye öyle kaldı. Kolumu kaldırıp karşılık verebilirdim. Fakat yapmadım, yapamadım.

Dudaklarını tenime sürterek başını kaldırdığını hissettim. Gözlerimi yavaşça araladım.

Bana böyle bakmamalıydı. Elimden bir şey gelmiyordu. Ben de sadece kalbimin binlerce parçalara ayrılmasıyla kalakalıyordum.

Yıllar öncesindeki bir anı düştü zihnime, kalbim tekrardan binlerce parçalara bölündü.

"Babam'la annem bugün yine tartıştılar." demişti üzgünce. Belimdeki bir eli yüzüme çıkmıştı ve gözlerimin içine bakmıştı. "Biz onlar gibi olmayalım olur mu? Boş yere birbirimizi üzmeyelim."

Gülümsemiştim. Kendini iyi hissetmesini istemiştim. Dudaklarına küçük bir buse kondurmuştum. "Biz yan yana geldiğimizde tartışmamız için bir sebep olacak mı ki?" diye sormuştum.

Acaba yaşananlar hayatın bana cevabı mıydı? Siz yan yanasınız ama bir o kadar da uzaksınız. Evlendiniz ama hiç evli değilmişsiniz gibi.

O zamanlar ne çok gülümsüyormuşum.

"Şu an her şey o kadar farklı olabilirdi ki..." dediğinde aklıma düşen anıdan sıyrılıp gözlerine baktım. Titrek bir nefes aldı. "Ben o rüyamı hatırladıkça kahroluyorum..."

"Lütfen sus artık." dediğimde bana doğru uzandı ve ben daha ne olduğunu anlayamadan dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Vakit kaybetmeden öpmeye başladığındaysa boşta kalan elini sakallarımın arasında hissettim. Gözlerim kendiliğinden örtülmüştü.

Ne onu ittim ne de geri çekildim. Dudaklarıma karışan tuzun onun gözyaşları olduğunu anlamam uzun sürmedi. Dudaklarımı hareket ettirdiğimde dudaklarından küçük bir hıçkırık firar etti.

Bir elimi beline götürdüğümde sakallarımın arasındaki avucu boynuma doğru kaydı, enseme tutunduğunda öpüşü hızlandı, hoyratlaştı. Belimdeki eli daha da sıkı sarıldı.

Gözyaşlarının şiddetindeydi öpüşleri...

Nefes nefese ayrıldığımızda aceleyle konuştu. "İyi ki doğmuşsun."

Aralıklı dudaklarının arasından kaçan sık nefesleri yüzüme çarpıyordu. Soluğumu kesiyordu. Bu... yanlıştı. Çok yanlış. Böyle hissetmem.

Gözlerimi yavaşça aralarken bugünün doğum günüm olduğunu yeni fark ediyordum. Saat gece yarısına gelmek üzereydi. İki saatten az vardı.

Gecenin sessizliğinde yükselen telefon sesiyle birbirimize baktık. Daha sonra o önce elini indirdi boynumdan. Daha sonra belimdeki ellerini çekip birkaç adım geriye gitti. Arkasına döndüğünde derin bir nefes aldım.

Cebimdeki telefonumu alıp ekranda yazan isme odaklandım. Aycan'dı. Yana kaydırıp cevapladım. "Aycan." dedi kısık sesimle.

"Abiciğim," dediğinde sesi telaşlıydı.

"Aycan iyi misin?" diye sordum endişeyle. O sırada birkaç adım ötemdeki kadın hızla bana dönüp sorgularcasına baktı.

"Abi ben çok kor-korkuyorum."

"N'oldu?!" diye sordum korkuyla. "Neredesin?! Konum at geliyorum hemen!"

"B-ben bilmiyorum." Ağlıyordu.

"Konum at geliyorum." derken arabama doğru yürümeye başladım. Telefonu kulağımdan indirip kabanımın cebine atarken arkamda duran kadın da arabasına biniyordu.

Arabaya binip geri geri sürmeye başladım. Caddeye çıktığımda telefonuma Aycan'ın gönderdiği mesaj bildirimi gelmişti. Dikiz aynasına baktığımda onun hemen arkamda olduğunu gördüm. Beni mi takip ediyordu?! Gelmesine gerek yoktu ki!

Ayağımı gaza bastığımda soluklarım sık sıktı. Aycan neredeydi ve neden sesi titriyordu? Bu daha da çok gaza basmama sebep oldu. Konum Beşiktaş'a götürüyordu. Yirmi dakikalık bir yol vardı.

Arabayı olduğundan daha hızlı sürdüm ve konuma yaklaştığımı fark ettiğimde ormanlık bir alandaydım. Birkaç dakika içinde arabayı konumun gösterdiği yerde durdurunca telefonu elime alıp hızla arabadan indim.

Konum binanın içini gösteriyordu. Tekerlek sesi duyduğumda arkama döndüm ve tamda tahmin ettiğim gibi peşimi bırakmamıştı. Arabadan inip yanıma geldiğinde "Nerede?" diye sordu.

"Bilmiyorum." diye cevapladım. Elimle arkamda duran yeri gösterirken "Orayı gösteriyor konum." diye devam ettim.

"Niye bekliyorsun o zaman? Girelim hemen." dediğinde kaşlarım çatıldı. "Sen hiçbir yere gelmiyorsun. Ben gideceğim. Sen de geri dön." diye karşılık verirken arkamı döndüm ve sağ ve solda iki merdiven girişi olduğunu gördüm. Sol taraftakine doğru yürürken arkamdan geliyordu.

"Sana gelme, dedim."

"Ben de sana tamam dediğimi hatırlamıyorum." Gözlerimi devirdim. Adımlarımı yavaşlatırken onun yanıma ulaşmasını bekledim. İçerisi çok karanlık duruyordu. Telefonun fenerini açarken merdivenleri çıkmaya başladık.

Büyük kapıdan geçip içeri girerken "Aycan içeride misin?" diye sordum yüksek bir sesle. Cevap yoktu. Endişem artıyordu. Onun burada ne işi vardı ki!

İçeri girdiğimde başka bir aktın olmadığını biliyordum. Bir adım yanımdaki kadın telefonunun flaşını açtı ve fısıldayarak "Sen sağdaki kapının ardına bak, bende soldakine..." dediğinde, kesin bir dille reddettim:

"Hayır!"

"Vakit kaybı olur ama bu." diye aynı ses tonuyla ısrar ettiğinde, elimdeki telefonla birlikte ona doğru döndüm. Flaş sadece yüzünü aydınlatıyordu. Gözlerine baktım. "Olmaz, dedim. Daha fazla ısrar etme."

Gözlerini devirerek kendisine yakın olan kapıya doğru ilerlediğinde sıkıntılı bir nefes verdim. Arkasından gidip ona yetiştim. Ve avuçlarının arasında duran kulpu yavaşça aşağı çektiğinde kapıyı hızla itekledi. Ve o an aklımın ucundan bile geçmeyen şeyler oldu.

Işıklar açıldı, oldukça kalabalık koru halinde alkış tufanı koptu ve adım söylenmeye başlandı: "İyi ki doğdun Akın. İyi ki doğdun Akın..."

Gözlerim ve dudaklarım şaşkınlığımı belli edercesine herkesin üzerinde gezindi. Önümdeki kadın ve beni gören gözler imalıydı.

Hemen yanındaki boşluktan geçtiğimde sol taraftaki ailemi gördüm. Babam, Aycan ve Azra...

Babamın bakışlarında ima yoktu. Sorgu ve öfke vardı. Bunu ona daha sonra açıklayacaktım. Neyi açıklayacaktım ki?! Neyi?!

Sertçe yutkunup bakışlarımı etrafta gezdirdim. Oldukça kalabalıktı. Tanıdığım ve tanımadığım herkes buradaydı resmen. Ne gerek vardı ki?

 

*****

 

 

ÇINAR YILDIRIM

 

Akın Adalı ve ablam kapıda belirdiklerinden beri herkesin bakışları doğal olarak onların üstündeydi.

Sağ elimi siyah kumaş pantolonumun cebine koymuştum. Sırtım arkamdaki boydan boya cama yaslıydı.

Bakışlarım insanların bakışlarında gezindi. Herkes ikisini de baştan sona süzüyordu. Buna son veren kişi kalbimin çok uzun zamandır sahibi olan kadın oldu.

Abisine doğru yürüdüğünde kollarını iki yana açarak "İyi ki doğmuşsun abilerin en enleri." dedi ve sıkıca sarıldı.

Dudağımın kenarında hafif bir tebessüm peyda oldu. Çok güzeldi. Çok. Üzerindeki siyah takım ona çok yakışmıştı. Sabahtan beridir bakışlarımı üzerinden ayıramıyordum.

Üstünde etekli bluz takımı vardı. Göbeğini açıkta bırakan bluzun göğüs kısmında ek kumaştan yapılan büzgü çok güzel durmuştu onda. Omuzlarındaki lastikle başlayan tüllü kolu bileklerine kadar iniyordu. Eteğin boyu kısa gibiydi fakat ona çok yakışmıştı. O sorun etmemişse ben aklımdan bile geçirmezdim. Muhtemelen ayağından dolayı girdiği çizmeler elbisesiyle aynı renkti.

Çok güzel olmuştu demiş miydim?

   Çok güzel olmuştu demiş miydim?

Onu sevmek çok güzeldi. Onun tarafından sevilmek ise çok başka bir boyuttu.

Ben bunu kaybetmek istemiyorum.

Bunca zaman kaçtım. Evet, çünkü o hep geldi. O gidince ben tamamıyla bir boşluğa düştüm. Hissediyorum, yavaş yavaş beni unutmaya çalışıyor. Haklı. Çok haklı.

Hangi ara yanıma geldiğini bilmediğim ablam yanımdaki boşluğa geçip sırtını yaslarken bakışları benim üzerimdeydi. "Haberin var mıydı partiden?" diye sordu naif sesiyle.

Başımı hafifçe salladığımda "Merak etme o çağırmadı." diye açıkladım.

"Onun için sormadım." dedi. Hiçbir şey söylemedim.

Akın Adalı ailesiyle sarıldıktan sonra kalabalığa dönüp konuşma yaptı. Adımlarımın yönü terasa açılan kapıya doğru ilerlediğinde kapıyı açıp kalabalıktan kaçtım.

Avuçlarımı korkuluklara yasladığımda başımı gökyüzüne kaldırıp derin derin nefesler almaya çalıştım.

Bir süre sonra yanımda bir silueti hissettiğimde soluma baktım. Benim yaşlarımda bir kadındı. Bakışları karşıdaydı. Önüme dönerken "Bir bu eksikti." diye geveledim.

Azra görürse hiç iyi olmazdı.

Tam arkama dönmeye yelteniyordum ki "Dilara ben." dediğinde durmak zorunda kaldım. Uzattığı elini kavrayıp "Çınar bende." dedim hızla. Elimi geri çektiğimde "Memnun oldum." dedi kadın.

Ayıp olmasın diye yarım ağız gülümsedim. "Yalnız mısınız?" diye sorduğunda gözlerim büyüdü.

"Değilim." dedim daha fazla uzatmasını istemeyerek.

"Anladım." diye mırıldanırken, "İyi eğlenceler." deyip arkama döndüm ve teras kapısından geçip salona girdim. Hoş bir parça çalıyordu. Yabancı bir şarkıydı. Dans edenler vardı. Parti başlamış olmalıydı.

Bakışlarım direkt onu aradı. Tüm salona göz gezdirdim. Ama bulamadım. Ablam bir masada muhtemelen tanıdığı -belki de bir zamanlar müşterisi olan- adamla konuşuyordu.

Yanıma gelen bir garsona Azra'yı sorduğumda arka teras çıktığını söyledi. Ön terasın boşluğundan geçince orası çıkıyormuş. Peki, o bana görünmeden arkaya nasıl geçmişti ki?

Tekrardan terasa çıktığımda az önceki kadının orada olmadığını gördüm. Adımlarım terasın boşluğunu takip ettiğinde Türkçe bir şarkı çalmaya başlamıştı. Keşke onun sesinden dinleyebilsem.

Biraz daha yürüdüğümde Azra'yı korkuluklara yaslanmış bir şekilde gördüm. Öne doğru eğilmiş dışarıya bakıyordu. Bir süre öylece durup onu izledim. Ona bakmayı da özlemiştim; öylece durup bakmayı...

Daha sonra ona doğru adım attım ve dikkatini çekmek için boğazımı temizlercesine sesler çıkardım. Dönüp arkasına bakmadı. Muhtemelen benim olduğumu anlamıştı.

Yanına vardığımda üzerindeki elbisesiyle duruyordu. Oysa hava çok soğuktu. Siyah rengindeki ceketimi çıkartıp omuzlarına bıraktığımda bile dönüp bakmadı. Daha sonra onun gibi dirseklerimi korkuluklara yaslayıp karanlık ormanı izledim.

Ön taraf böyle değildi, aydınlıktı. Arkası direkt ormanın karanlığıyla baş başa bırakıyordu.

"Susacak mısın?" diye sordum sadece ikimizin duyabileceği bir tonda. Ki zaten arka tarafta olduğumuzdan kimsenin bizi göreceğini sanmıyordum.

"Konuşulacak bir konu mu var?"

"Yok mu?" diye sorduğumda ellerini korkuluktan çekip dikleşti. Başımı ona doğru çevirip baktım. Üzerine bıraktığım ceketi tamamıyla giymişti.

"Bilmem, var mı? Ben yok zannediyorum da." dedi bana laf çarpıtarak.

Onun gibi doğrulduktan sonra vücudumu tamamıyla ona çevirdim. Boğazımı temizleyip ne söyleyeceğimi bilemediğimden gözlerimi kaçırdım.

Özür dilemem artık onu kırıyordu, farkındayım. O yüzden dilemeyeceğim.

Başını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Tam o sırada bir yıldız kaydı ve o heyecanla elini gökyüzüne kaldırarak "Gördün mü yıldız kaydı?" diye sordu.

Gülümsedim. Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Dilek mi dilemişti? Gözlerim kendiliğinden kapandı ve günlerdir içimden geçen duayı tekrardan kalbimden geçirdim:

Artık üzülmesin, lütfen.

Gözlerimi ağır ağır aralarken göz göze geldik. Ve o hızla gözlerini kaçırdı. Yakalandığını düşünmüştü.

Kulaklarımın aşina olduğu sesin sahibi ve şarkının girişini işittiğimde "Benimle dans eder misin?" diye sordum.

"Alev alev yanıyorum..."

Duyduğuna inanmamış olmalı ki gözlerini kısarak gözlerime baktı. "O şekilde de konuşuruz hem." diye ekledim.

"Buzlarım çözülüyor aşka..."

Şarkı ilerledikçe vaktimin kısıtlandığını hissediyordum. Dudaklarını araladı ve konuştu: "Daha ne hakkında konuşmak istediğini bile bilmiyorum. Hem ya biri görürse? İlişkim olmayan biriyle o şekilde görünürsem çok yanlış tanınırım. Ailem bunu hiç hoş karşılamaz."

Ailen bunu hiçbir şekilde hoş karşılamaz bir tanem...

"Gardım düşüyor, tutamıyorum.
Korkuyorum bakışların çarpınca bana..."

Elimi uzatıp ne kadar ciddi olduğumu göstermek istedim. "Lütfen." Uzattığım avucuma baktıktan sonra bakışlarını kaldırıp gözlerimle birleştirdi. Sertçe yutkundu ve parmaklarını uzatıp avucumun içine doğru kaydırdı. Daha sonra bir adım atarak yaklaştı.

Şarkı ilk sözlerini tekrar ederken avucumun içindeki elini omuzuma bıraktım. İki elimi birden ceketin içinden beline sardığımda teninin ne kadar soğuk olduğunu hissettim.

"Birbirimize bi' kaç aşk kadar geç kalmış olmasaydık,
Hep yanlış gidenlerin ardından yorulmasaydık.
Birbirimize bi' kaç aşk kadar geç kalmış olmasaydık,
Hep yanlış gidenlerin ardından yorulmasaydık."

Başımı eğip sol şakağımı sağ şakağına yasladım. Derin bir nefes aldım ve kokusunu ciğerlerime doldurdum. Birkaç saat yeterdi ve daha sonra ciğerlerim yine onun kokusunu aramaya başlardı. Bu, hep böyleydi.

"Alev alev yandığım doğru
Küllerimden doğar mıyım sana doğru?"

Sakallarımı yanağına doğru sürterek kulağına doğru fısıldayarak şarkıyı tamamladım: "Kendimi arıyorken, olmaktan korktuğum yerdeyim, sendeyim. Al beni ne yaparsan yap..."

Sık nefeslerini hissedebiliyordum. Kalbinin sesini duyabiliyordum. Sen duyabiliyor musun sevgilim?

Geriye doğru çekildim ve gözlerinin içine baktım. Beline baskı uyguladığımda burnu burnuma çarptı. Nefes alış verişleri düzensizdi. Benim gibi o da heyecanlıydı. Hem de çok.

"Sen ışığını arayan güzel günebakan,
Ben tozuna dumanına hasret bir enkaz."

Gözlerim kapandı. Ve şarkının sözlerini "Senden gidememek sana gelmekten daha zor." diye fısıldadım dudaklarına doğru. Tam şu an onu delice öpmek istiyorum.

Özür dilerim baba ama bu olanların tek suçsuzu biziz. İkimiz. Belki ailesine girmezdim, giremezdim. Ama onu ailem yapabilirdim.

Bu kadarını ikimizde hak ediyorduk. Çünkü tüm bu olanlar o daha küçücük bir bebekken yaşanmıştı. Bizim bunda nasıl bir suçumuz olabilirdi ki, onu bu şekilde cezalandırıyordum?

Bu daha önce ikimizinde hissetmediği türden bir şeydi. Adı ne olursa olsun, fark etmezdi. Ben onu deli gibi seviyorum.

Dudaklarımı dudaklarına bastırdığım gibi o da karşılık vermeye başladı. Belinin çıplaklığını avuç içlerimle okşarken kollarını boynuma sardı.

Vücudunu vücuduma yasladığımda ayaklarını yerden keserek birkaç adım attım ve duvarın dibine gelene kadar öptüm, öptü.

Sırtını duvara yasladığında hafifçe geri çekildi. Dudaklarının dudaklarımla teması beni çıldırtıyordu. Onu öpme isteğimi, tekrar tekrar öpme isteğimi, hiç durmadan sabaha kadar öpme isteğimi doğuruyordu.

Aralıklı dudaklarımızdan kaçan nefesler birbirine karışıyordu. Birimiz konuşmak için dudaklarını aralayacak olursa dudaklarımızın sürtünmesi kaçınılmazdı. Ve bu onu tekrardan öpmem için çok büyük bir sebepti.

Bu yüzden olsa gerek konuşmadı, yanağını sakallarıma sürte sürte boynuma götürdü ve orada derin bir nefes aldı.

"Bu sefer olmasın, lütfen bu sefer yarı yolda bırakma. Özürde dileme. Ben sıkmayacağım seni. Sen anlatmak istediğinde dinleyeceğim. Zorlamayacağım."

Artık senden uzak durmam, duramam. Ama anlatamam da... Bencillik diyeceksin belki öğrendiğinde. Öyle olsun sonunda seninle bir ömür olacaksa eğer, bencillik olsun adı.

Yüzümü boynuna gömüp dudaklarımı teninde gezdirdim. Derin bir nefes aldım. İki saat idare ederdi en azından.

Aycan, "Azra," diye seslendiğinde boynuna ıslak bir öpücük kondurdum. Daha sonra o da aynısını yaptı ve kollarını boynumdan indirip geri çekildi. Ceketi çıkartıp bana uzattı.

Uzun uzun baktı. Hafifçe gülümsedi. Uzun. Bir. Zaman. Sonra. Ceketimi aldığımda bir adım geriye gitti.

Sağ avucunu dudaklarına bastırıp bana doğru uzattığında dudaklarımın kenarındaki kıvrılma da uzun zaman sonraydı.

 

*****

 

 

AZRA ADALI

 

O gecenin üzerinden tam bir hafta geçmişti. Yaşananlardan sonra azıcık bile olsa kendimi iyi hissediyordum.

Eskisi gibi değildik ama aramızdaki o sebepsiz soğukluk yoktu. O konuyu oturup doğru dürüst konuşamamıştık ama o geceden sonra değişen bir şeyler vardı. Onda da bende de... Hissediyordum. Görüyordum.

Aycan'a anlatmak istemiştim fakat ortada fol yoktu, yumurta yoktu. Onun için bazı şeylerin netleşmesini bekliyordum.

Bugünden okuldan sonra Damla beni bir kafeye davet etmişti. Fakat Çınar da dâhil Efe ve Can'ında olacağını belirtmişti. Sorun etmemiştim. Zaten Çınar'la da o kadar kötü değildi en azından aramız.

Bugünkü derste göz göze geldiğimizde uzun uzun bakmıştı. Daha sonra gözlerini kaçırıp yutkunmuştu.

Hiçbir zaman hislerinden şüphe etmemiştim. Sadece uzak durmasının sebebini merak etmiştim. Şimdi o duvarları birer birer yıkıyorduk.

İyi hissediyordum. En azından şu anlık...

Dersten çıktıktan sonra saatin dörde geldiğini gördüğümde hızla bir taksiye atlayıp Damla'nın gönderdiği konumu gösterdim.

Araba yirmi dakika içinde geniş bir kafenin önünde durduğunda ücreti ödeyip indim. Kafeye doğru yürüyüp içeri girdiğimde ortadaki masada olduklarını gördüm.

Onlara doğru ilerlerken Can ve Damla'yla göz göze geldik. Gülümsedim onlara. "Selam," dedim ve ayağa kalkan Damla'ya sıkıca sarıldım. "Hoş geldin canım."

"Hoş buldum." diye cevap verip geri çekildim.

Daha sonra hemen yanındaki Can'a döndüm ve hafifçe gülümsedim. Onunla da tokalaştıktan sonra hemen karşılarında oturan Efe ve Çınar'a döndüm.

"Merhaba," dedim ve önce Efe, daha sonra da Çınar'la tokalaşıp bir sandalye çektim. Üzerimdeki kapanı çıkartıp sandalyenin sırtına astım.

Efe'yle Damla'nın çaprazındaki boşluğa oturduğumda Çınar'ın bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum.

Bir dakika sonra Can ayağa kalktığında lavaboya uğrayacağını söyleyerek gözden kayboldu. "Ben de bir ellerimi yıkayayım." dedikten sonra ayağa kalkıp garsona lavabonun yerini sordum.

Gösterdiği yere doğru adımladığımda uzun bir koridorla karşılaştım. Koridorda ilerlerken duyduğum ses adımlarımı yavaşlattı. "Azra Adalı'nın benden şüphelendiğini düşünüyorum." Adımlarım bıçak gibi kesildi. "En son..." dedi, kendiyle konuşuyor gibiydi.

Düşündü, sonra devam etti: "En son Çınar Yıldırım her şeyi öğrenmişti." Çınar neyi öğrenmişti ki? İsimlerimizi böyle telaffuz etmesi kötü hissettirmişti.

Yutkundum. Ben can kulağıyla onu dinlerken, o da karşı tarafı dinledi. "O gün ona, Azra'yı kendine âşık ettireceksin, deyip iddiaya girdiğimizde..." Kalp atışlarım yavaşladı, boğazıma bir yumru oturdu. "...kendisinin âşık olacağını biliyordum. Fakat bu kadarı beni bile şaşırttı." Yutkunmaya çalıştım, olmadı. Boğazımdaki yumru bir türlü gitmedi. Kalbimin acıdığını hissettim.

Sonra ekledi: "Onca şey öğrendi. Benim tanıdığım, Çınar, dönüp yüzüne bakmazdı." Nefes aldı. Nefesim kesildi. Ağladığımı yanaklarıma yaş indiğinde fark ettim. "Ama o beni şaşırttı. Şu an Azra'ya karşı koyamadığının farkındayım. Ne kadar kaçmaya çalışsa da kaçamadığının da..."

Elim kalbime gitti. Sanki kalbimi hissedersem içindeki acı azalırdı. Olmadı, hiçbir şey değişmedi. Acı katlandı. Ben o acının içinde boğuldum.

Ayakta kalabilmek için sırtımı duvara yasladım. Gözlerimi kapattım. Ne söylediyse duymadım, duyamadım. Telefonda konuştuğu adama bir şeyler anlatıyordu hâlâ. Yanaklarımdaki yaşlar çoğaldı.

Boğazımdan bir hıçkırık koptu. Ağlamaya başladım. Olduğum yere çöktüm. Nefes alış verişlerim düzensizleşti. Yanaklarımda ellerini hissettim. Ellerimi havaya kaldırırken "Defol, defol!" diye tüm gücümle bağırdım.

Yanaklarımdan ellerini çekti. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ettim. "Defol, dedim sana." diye bağırmaya devam ettim. Avuç içimle yüzümü kapattığımda daha fazla ağladım. İçimdeki acı katlanılmaz bir şekilde artıyordu.

Sonra onun sesini duydum. "Ne oldu? Ne oldu, diye sordum!" Sonra ellerini, nefesini hissettim. Ellerimi yüzümden çektim. Damla ve Efe'yi gördüm. Sorgu dolu bakışları üzerimdeydi. O ise dizlerinin üzerinde, dizlerime dokunuyordu. Gözlerinin içine baktım, tüm kırgınlığımla.

Ellerimi havaya kaldırdım. "Çek ellerini üstümden!" dedim, sertçe. Geri çekilmedi. "Ne oldu? Niye böyle oldun birden?" diye sordu endişeyle. Güldüm. Gülerken yanaklarımda gözyaşlarımı da hissettim.

Avuç içimle gözyaşlarımı silerken daha fazla güldüm. Gülüşlerim kahkahaya döndü. Şu an aklımı kaçırdığımı düşünebilirlerdi. Gülüşüm soldu tam gözlerinin içine baktım; nefretle. Hissetmiş olacak ki bakışlarındaki ifade değişti.

Evet, şu an hissettiğim şey nefretti. Bu nefret ona değildi, kendimeydi. Çünkü şuan gözlerine bakarken bile bu kadar duygunun içerisinde kaybetme korkusu olması, kanıma dokunmuştu.

O duyguyu tüm gücümle ittim. Arkamdaki duvardan destek alarak ayağa kalktım.

O aynı şekilde oturuyordu; dizlerinin üstünde. Etrafa baktım. Bizimkiler dışında birkaç çalışan vardı. En son o da ayağa kalktığında, "Nedense," dedim, kendimden emin bir sesle. "Seni istediğimde yoksun; istemediğimde varsın." Hemen ardından yüzene bile bakmadan yanından geçip kafeye doğru ilerledim.

Arkamdan geldiklerini biliyordum. Masaların arasında durduğumda, boğazımı temizledim. "Affedersiniz! Buraya bir bakabilir mi herkes?" diye seslendim insanlara. Herkes yavaş yavaş bana bakmaya başladı.

Arkama baktım. Oradaydılar. Ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyor olmalıydılar. Tek bir kişi hariç; o da Can Yüksüz... Onunla daha sonra hesaplaşacaktım. En son Çınar'a baktığımda, o da beni anlamıyor gibiydi. Fakat gözlerinde başka bir duygu daha vardı; korku.

Çınar'ı işaret ederek "Bu adam..." dedim, alayla. Gözlerinin içine baktım, merakla ne diyeceğimi bekliyordu. "Düşmelere doyamadığımız bu adam..." Masadakilere döndüm, bakışlarda sorgu vardı. "Tam bir şerefsiz!" dedim, acımasızca.

Kolumda bir el hissettiğimde, kolumu geri çektim. "Ne yapıyorsun, Azra?" dedi Efe. Ona döndüm, yanımdaydı. "Sabret." dedim, sakince.

Az önce sinir krizi geçirmiştim; şimdiyse oldukça sakin görünüyordum. Onların gözünden bakıldığında aklımı kaçırdığım sanılabilirdi.

Bakışlarımı yine insanlara çevirdim. "Herkesin aklında tek soru; bu kız deli mi? Öyle bir şey yok, hatta yeni akıllandım diyebilirim. Neden mi? Çınar Yıldırım, daha tanımadığı bir kızı, kendime âşık edeceğim diye iddiaya giren bir adam." Sesim titredi. Yutkundum, ağlamayacaktım.

Sonra ekledim: " Evet, doğru tahmin, o kız benim. Ve itiraf ediyorum, ona âşık oldum, hayatımda ilk kez birine âşık oldum." duraksadım. Derin bir nefes aldım. "Ne zamanki gerçekler suratıma tokat gibi çarptı, işte o zaman benim aklım başıma geldi. Size tavsiyem, kendinizden başka kimseye değer vermeyin!" Son sözümü de söyledikten sonra kafenin çıkışına doğru ilerledim.

Arkamdan adım seslerini duyduğumda durdum. Gelenin Damla olduğunu biliyordum. "Azra ne oluyor? Bir şey söylemeyecek misin? İçeride söylediklerinde neydi?" Sesi endişe doluydu.

"İçeride söyledim gibi her şey. Şimdi yorgunum ben, ona sor." dedim. Daha sonra arkama döndüm.

Yağmur çiseliyordu. Taksiye binmedim, yürüdüm. Hava çok güzeldi. Denize doğru yürüdüm. Bankta oturdum. Derin bir nefes çektim. İçimdeki acı bir türlü gitmiyordu. Ama ağlamayacaktım.

Uzun bir süre o bankta oturdum.

Ağlamadım.

...

-18.12.24-

 

 

Bakalım ikinci kitap da neler olacak?

Düşüncelerinizi çok merak ediyorum. Benimle paylaşır mısınız?

 

2. kitabı istiyorsanız belirtin, çünkü bölümler paylaşmayı bekliyor.

 

Merak ettiğiniz şeyler varsa cevaplamaya çalışabilirim.

 

 

Hangi karakter?

Hangi aşk?

 

 

Instagram: ylafügüzaf / senemeevren

Twitter: ylafügüzaf / senemeevren

 

 

Allah'a emanet olun.

 

 

 

Sizleri çok seviyorum.

 

 

-Senem

 

Bölüm : 18.12.2024 22:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...