
Selamsss.
Buraya çok ama çok geç kaldım. Biliyorum ama hem dershanem başladı hem de wattpadde kitabın düzenlemelerini hallediyordum.
Neyse yorumlarınızı bekliyorum. Bir iki saat de 20.bölüm gelecek.
İyi okumalar!
★
Ellerinde kendi elleri ile topladığı beyaz güller vardı Sancak’ın. İncecik parmakları, dikenlerin bıraktığı küçük çiziklerle kızarmış, ama o acıya aldırış etmemişti. Yetimhanenin demir kapısından birkaç dakikalığına sıyrılmış, sokakların sessizliğinde korkmadan yürümüş, dönüş yolunda ise kollarını bu narin çiçeklerle doldurmuştu.
Beyaz güller… Masumiyetin, temizliğin, dokunmaya kıyılamayan bir saflığın sembolü. Kokusunda hem ferah bir yağmur sonrası toprağın tazeliği, hem de uzak bir bahçeden esen umut vardı. Umut ve masumiyet... Aynı Güneş gibiydi... Aynı Ateş gibiydi... Sancak, o dalları sırf Ateş Kızı için koparmıştı; çünkü bilirdi, onun yüreğine en çok beyaz yakışırdı.
Güllerin saplarındaki dikenleri, parmakları kanamasına ve incinmesine rağmen aldırış etmeden ayırmıştı. Ateş'in eline batmasın diye, onun canını yakmasın diye.
Kendi canını yakmayı feda etmişti. Ateş Kızı'n canı yanmasın diye.
Sancak, ağır ama aynı zamanda da Güneş'in yanına gitmek için acele eden adımlarla yetimhanenin kapısına yaklaştı. O an gördüğü yüz, kaşlarının istemsizce çatılmasına sebep oldu. Müdire Hanım, kapının önünde dimdik duruyordu.
Havanın soğuğu yanaklarını kesiyor, ama o yerinden kıpırdamıyordu. Soğuk kendisine işlemiyor gibiydi. Veya da havanın soğukluğunu umursamıyordu.
Sancak derin bir nefes verdi. Bu kadın ile uğraşmak, bıkkınlık getirmişti ama her şey için de Güneş içindi.
Müdire Hanım’ın dudakları kımıldadı, sesi keskin bir bıçak gibi havayı kesti gitti:
"Arda Bey’e çok güveniyorsun anlaşılan."
Soğuktu sesi. Gaddar. Ama asıl ürpertici olan, gözlerindeki boşluktu. Ne öfke vardı orada ne de sevgi… sadece hiçbir şey.
Sonra da Müdirenin gözleri, Sancak'ın kollarındaki güllere kaydı. Dudağı alaycı şekilde kıvrıldı. "Hayırdır, daha bebek sayılan Ateş Kızı'na mı bunlar?"
"Sana ne."
Sancak'ın onu terslemesini umursamadı Müdire. Alay etmeye devam etti. "Gerizekalısın Sancak. Biliyorsun, değil mi?" Sancak'ın sinirleri ile oynamaya devam ediyordu. "Kaybedeceksin onu, bulamayacaksın bir daha. Ama hâlâ onun arkasından koşuyorsun."
"En azından senin gibi sümüklü değilim." Sancak anında lafı yapıştırmıştı. "Ve kötü kalpli karaktersiz biri olduğunu da ekleyelim." Gülleri bağrına daha bastı. "Ve yine bir şey daha ekleyelim. En azından Güneş'in arkasından koşan biri var. Onu seven, sahip çıkan biri var. Senin gibi çulsuz, yüreği pis dolu biri değil. Senin gibi yalnız kalan, arkasına bakıp beni seven biri var mı diye sorgulayan biri değil."
Sekiz yaş. Yaş sekiz.
Ama yürek ve akıl, her şeyi kafasına anı gibi yazmıştı.
"Sen kötülük yaptın da ne oldu? Güneş'in omuzlarına yaralar ile doldurdun da ne oldu? Bak, biz gittik sardık yaralarını. Sevdik, gözyaşlarını sildik. Ama ya sen? Seni geçende Arda babam, orada tehdit ederken, seni ağlatırken koruyan biri var mıydı? Sen yerlerde sürünmüştün geçende. Buradaki ablalar, abiler, ve çocuklar kaldırmak bile istemediler seni. Yüzüne tiksinerek baktılar. Yerde acı çekmeni müsade ettiler. Var mıydı yanında biri? Yoktu."
Müdire, duyduğu sözlerin ağırlığıyla bir an sendeledi. Bu zamana kadar her kelimeyi ustaca kendisini savunmak amacıyla püskürtür, lafların altında kalmazdı ama bu sefer... sanki dilinin ucunda cevap arayan cümleler birbirine dolanmıştı. İçinde tuhaf bir sessizlik, yüzünde farkında olmadan donmuş bir ifade vardı. İlk defa, kelimelerin altına böyle gömüldüğünü hissetti. İlk defa boğazının düğüm düğüm olduğunu gördü.
Bunu yapan ise sekiz yaşındaki bir erkek çocuğu.
Yaş sekiz ama yaşı sekiz olan çocuğun da aldığı yaralar yüzünden söylediği laflar, yaraları kadar ağırdı.
Müdire, yediği ağır laflar üzerine öyle kalırken Sancak umursamadı. Yanından geçip gitti. Sessizce. Hiç bir şey söylemeden. Söyleyeceğini söylemişti çünkü.
Yetimhanenin uzun koridorundan, sessiz adımlarla kendi odalarına geçti Sancak. Daha sonra kapının eşiğinde durduğunda, içerideki manzara bir süre gözlerine takıldı. Güneş, Mevsim’in karşısında yere çömelmiş, ellerini uzatmış, neşesini zorla bulaştırmaya çalışıyordu. Mevsim'i oyun oynanaya zorluyordu. Ama Mevsim, bir heykel gibi hareketsizdi; soğuk bakışları, Güneş’in oyun çağrısını duvara çarpıp geri gönderiyordu.
"Haydi!" dedi Güneş, elini tutup ayağa kaldırmak ister gibi bir hamleyle. "Haydi!"
Mevsim omuzlarını silkti. "Barbie bebeklerle işim yok, Ateş."
Güneş’in yüzü bir anda düşüp buruştu, neredeyse ağlamaklı oldu. "Mevo! Lütfen, lütfen."
O an Mevsim’in kaşları çatıldı, bakışları uyarıcı bir keskinliğe büründü. "Ateş!" dedi sesi ince ama sertti. "Ben sana kaç kere söyledim bana öyle deme diye? Ayrıca ben sana Ato diyor muyum ya da Güno?"
Güneş, duyduğu sözlerin ardından boş bakışlarla öylece kaldı. Yüzündeki ifade donmuştu. "O ne be?" diye sordu şaşkın bir tonla.
Mevsim’in soğuk ifadesi kırıldı, yumuşadı. Dudaklarının kenarında, samimi bir gülümseme belirdi. "Dersin işte, ‘O ne be?’ diye," dedi. Güneş hâlâ anlamayan bakışlarla üzerine dikilince, devam etme ihtiyacı hissetti. "İsmimi kısaltıyorsun ya hani… Senin de isimlerin bu şekilde oluyor."
Güneş nihayet anlamış gibi yüzünü buruşturdu. "Sümük kadar iğrenç," diye homurdandı.
Kapıdan izleyen Sancak ise, onların bu hallerine gülüyordu. Odaya attım attı daha sonra. Sabredemedi. Güneş'in yanında olmak istedi. Odaya adım atar atmaz ilk Güneş fark etti onu. Güneş, Sancak'ı görmesi ile gözleri iri iri açıldı. "Sancak!" derken anında Mevsim'in elini bıraktı ve Sancak'ın yanına koştu. Bacaklarına sarıldığı gibi alttan alttan ela gözleri ile Sancak'a baktı. "Neredeydin Sancak?"
Gülümsedi. Ellerini saçlarına atıp Güneş'in saçlarını karıştırdı. Sonra da diğer kolunda tuttuğu gülleri, havaya kaldırarak gösterdi. "Birileri için beyaz gül almaya gittim."
Sancak'ın öyle söylemesi ile Güneş'in gözleri Sancak'ın kollarında olan güllere kaydı. Beyaz güller.
Gözleri, bu sefer beyaz güllere olan sevdası ile parladı. Işıl ışıl oldu. Ağzı hayranlık ile açılırken, "Gül..." diye fısıldadı. Daha sonra fısıldaması, bir bağırtıya döndü. "Beyaz gül! Çok güzeller!"
Yerinde sevinç ile zıplamaya başladı Güneş. Yaş dört ama beyaz güllere olan sevda sonsuz. "Beyaz gül, beyaz gül!" diye bağırıyordu.
Yaş dört ama bir insan, senin yüzünü yaşın kaç olursa olsun güldürebilir. Acıları omuzlarında taşımana rağmen.
Sancak içten, kalbindeki en sıcaklık ile gülümsedi. Gülümseyerek bakıyordu Güneş'e. Güneş'in güzel hallerine. "Hıhım," diyerek onayladı onu. "Beyaz gül. Senin sevdiğinden."
Güneş, anında Sancak'tan kollarındaki beyaz gülleri aldı. Nazik ama bir yandan da aceleci ile. Alıp bağrına bastı. Kokladı. Huzurla. "Çok.... Güzel."
Kokusuna kendisine hayran kalmıştı.
"Vay be, Güneş Hanım. Kaptınız yine beyaz gülleri." Mevsim'in bakışlarında kıskançlık veya da fesatlık yoktu. Onun da yaş yedi, onun da acılar kaderini bırakmadı. İçi giderek bakıyordu Mevsim Güneş'e. Sevgi ile.
"Sana alınmadığını kim söyledi." Anında Aras, pat diye girdi odaya. Elinde bir kırmızı gül vardı. Mevsim kırmızı gül severdi. Aras Sancak ile beraberdi. Sancak Güneş'e alınca ikisi de Mevsim'e, bir kırmızı gül aldı. Tek dal sadece. Çünkü Mevsim, güllere kıyanazdı. Tek dal alır ama o dalı da bebeği gibi bakardı.
Odanın sessizliği, beklenmedik bir sesle bölündüğünde, üç çift göz aynı noktaya çevrildi. Elinde kızıl bir gül tutan Aras, omuzlarını hafifçe dikleştirerek gülü Mevsim'e uzattı. "Sizlere, efendim."
İçten şekilde gülümsedi Mevsim'de. Mevsim, sanki eski bir Roma prensesiymişçesine, zarif bir reveransla karşılık verdi. "Teşekkür ederim, beyefendi," derken, yüzündeki gülümseme, huzuru ile birlikte biraz daha artmıştı.
Sancak ise, bu tabloya pek takılmadan, gözlerini Güneş'e çevirmişti. Ateş Kızı, elindeki beyaz gülün yapraklarını teker teker, usulca koparıyordu. Bir yandan mis gibi kokan güllerin yapraklarını kıyamıyordu ama bir yandan da o gülleri korumak istiyordu. Yüzündeki huzur, Sancak'ın kalbine işleyen bir melodi gibiydi. Güneş'in ne yapacağını biliyordu.
Güneş, yaprakları topladıktan sonra, koşar adımlarla odanın içindeki kitaplığa yöneldi. Kitapların arasına sakladığı, Sancak'ın kendisine verdiği her çiçeği kuruttuğu o defteri aldı. Bu defter, Sancak'ın kendisine aldığı her gül ve çiçeklerin korunduğu yerdi.
Müdire, her ne kadar Sancak'ın elindeki çiçekleri görse bile Güneş'in defterini gördüğü an, çöpe atar veya da yakardı. Sırf Güneş'in canını yakmak için.
Yaş dört ama yaşı dört olan bir kız çocuğuna mutluluk, hor görüldü.
Güneş, defterini alıp yatağına oturdu. Defterin sayfalarını heyecan ile araladı. Beyaz gülün yapraklarını, bir sanatçı edasıyla sayfaların arasına yerleştirdi. O an, Güneş'in yüzündeki ifade, insanın içini ısıtan, inine ve içine işleyen, dünyadaki tüm kötülüklere inat, saf ve masum bir umudu taşıyordu.
Defterin sayfalarına, tüm yaprakları yerleştirdiği an dikkatle kapattı defteri. Ne deftere ne de o çiçeklerin yapraklarına zarar gelmesini istemiyordu.
"Kız onu o kadar yerleştiriyorsun, saklayacak mısın bakalım?" Aras'ın kendisine laf atması ile Güneş ona döndü.
Çok bilmiş edası ile, "Tabii ki!" diye bağırdı Aras'a. "Hep saklayacağım onu ben! Ne sandın sen beni!"
Güldü Aras'ta. Güneş'i sinir etmek, en sevdiği aktivetelerden biri olabilirdi. "Belki kaybedersin diye dedim. Belli mi olur."
Omuz silkeledi Güneş'te. "Asla kaybetmem." O an nazlı bakışları, Sancak'a döndü. "İnanıyorsun değil mi bana?" Defterini bağrına bastı. "Hep saklayacağım ki onu ben."
Sancak yanına usul usul gitti. Baş ucuna oturduğu an, Güneş onun yanına çoktan sırnaşmıştı bile. Güneş'in kendi göğsüne çekti Sancak. "İnanıyorum," derken, sözlerinde yalan yoktu. Gerçekti. "Hep saklarsın sen bunu. Biliyorum."
Güneş, Sancak'ın dedikleri ile kafası Sancak'ın göğsünde olmasına rağmen dil çıkardı. "Ne oldu!" diye nispet yaparcasına bağırdı Aras'a. "Bak gördün mü!"
"Göreceğiz Hanımefendi. Göreceğiz." Aras ise hâlâ Güneş ile uğraşmaya devam ediyordu. "Yıllar sonra ben o defteri sende görmeyim, göreceğiz."
"Yutacaksın!" Güneş'in dediğini pek anlamadı Aras ama Güneş laflarına devam etti. "Bu defteri görürsen eğer, yaprağın birini yutacaksın! Yiyeceksin!"
Güneş'in kendisine meydan okuması ile Aras'ta anında gaza geldi. "Hadi bakalım!" dedi kendisini öne atarak. "Yemezsem adam değilim ulan!"
"Adam değilsin ki zaten." Mevsim, o kırmızı gülü hâlâ bağrında basarken alay eden bakışlarını Aras'a gönderdi. "Çocuksun sen daha."
"Karıştırma orasına ya!"
Sancak ise başını sallayarak baktı onlara. Daha sonra de burnuna mis gibi koku gelince kafasını eğdi. Güneş'in gece gibi saçlarından geliyordu mis gibi koku.
Alttan alltan, şirince bakıyordu Güneş Sancak'a. Daha sonra kirpiklerini kırpıştırdı. "Saklayacağım," dedi hâlâ aynı durumda iken. "Söz Sancak. Saklayacağım."
Ve sakladı da.
Ateş Kızı, sözünü tuttu. Sancak kendisini bulasıya kadar, o defteri canıymış gibi korudu.
O defter, onunla beraber büyüdü.
★
Sessizlik... Ruhun gıdası.
Derler ki, asıl müzik ruhun gıdası. Her yerde bu söylenir. Her yerde bu bilinir. Ama bana göre asıl ruhun en büyük ziyafeti sessizlikti.
Sessizlik, ruhun en dibindeki çözülmesi en imkansız olan düğümleri bile çözen sessiz ve sakin bir eldi. Böyle bir sessizlik istiyordum işte. Kafamı toparlamak, kafamı olan olaylardan dolayı zihnimin içindeki çözülmesi en imkansız olanı el atıp çözmek istiyordum. Ama imkânsızdı.
Çünkü okuldaydım. Dersteydim. Çocuklarla beraber. Yine de mutluydum. Her ne kadar sessizlik ruhumun gıdası olsa bile çocuklarda mutluluğumun kaynağıydı. Onların sevinçleri, kahkahaları bana huzur veriyordu.
"Benimki çok güzel oldu!”
Eliz'in sesi, sınıfın neşeli uğultusunu yarıp geçti. Yüzünde gülüşten açılmış çiçekler gibi taptaze bir mutluluk vardı.
Yanına yaklaşıp saçlarının arasında minik bir öpücük bıraktım. Önünde duran, kendi elleriyle yaptığı mor ve pembe renk karışımı ile yaptığı çiçeğe gözlerim kaydı. "Aferin sana," dedim, içten bir gururla. Elinde bir peçeteden yapılmış gül vardı. Bugün ki etkinliğimiz buydu. Peçeteden gül yapmak. Peçeteleri ilk önce renkli kalemler ile boyuyorlardı ardından ise ıslatıp, bir bardak ağzına teker teker yan yana gelecek şekilde yapıştırıyorduk. Üst üste geldiği an ise bir çiçek modelini tam anlamı ile almış oluyordu.
Eliz'in yaptığı biraz mor renkli biraz da pembe renkliydi. Gerçekten de güzel olmuştu. Aslında Eliz'in bu el sanatları gibi el işlerine eli fazlasıyla yatkın olmasıyla birlikte çok da ilgisi vardı. İleride bu el sanatındaki başarısını, ilgisini kullanarak bir yerlere geleceğinden emindim.
"Benimki niye arı poposuna benzedi ya!" Ağlayan bir şekilde konuşan Alphan'dı. Onunki ne baktığımda gerçekten de arının bir iğnesi gibi dimdik sivri olduğunu gördüm. Yani her şekilde bir şekil beklerdim ama bunu beklemiyordum açıkçası.
Güldüm bende onun benzetmesine. Benim güldüğümü görünce yüz ifadesi biraz daha ağlar gibi oldu. "Gülmeyin, öğretmenim!" Yapamadığı ve başaramadığı için mutsuz ve huysuzlaşmıştı. "Çok kötü oldu!"
Ağzımı fermuarlar gibi yaptım. "Tamam, gülmüyorum," derken yanına çoktan gitmiştim bile. Yaptığı gülü, yavaşça yapraklarından ayırdım. "Bak şimdi," derken yaptığı hatayı gösteriyordum. "Yan yana koyacaksın. Sen çok dik dik koymuşsun yaprakları. Bu yüzden sivri olmuş." Son yaprağı da koyduğum an gül tamamlanmıştı. Masmavi bir gül yapmış oldu Alphan. "İşte oldu." Alphan'a baktığımda ışıldar gibi bakıyordu. "Böyle olacak, tamam mı? Hadi, bir daha yap bakalım."
Alphan beni onaylayıp tekrardan yeni bir gül yapma işine döndü. Dün akşam yaşananlardan sonra Pars'ın Alphan'a her şeyi anlatma korkusu yüzünden Alphan'a ne açıklama yapacağımı düşünüp durmuştum. Ama Alphan'ın hep yüz ifadesine baktığımda, Pars'ın bir şey anlatmadığına emin olmuştum. Bu az çok içimin ferahlamasına neden olmadı değil doğrusu.
"Benimki de oldu!" diğer çocuklardan olan Buse sevinç ile bağırdı. Kıvırcık kızıl saçları, bukle bukle dağılmıştı her bir yanına. Her hareket edişinde, omuzlarında dağılıyordu.
Yanına gidip onunda saçına bir buse bıraktım. Kendisi gibi kızıl bir çiçek yapmıştı. "Aferin sana." derken sözlerimde gurur vardı. Onun iyi hissetmesi için. Ve hissetti de. Anladı da. Daha fazla gülümsedi, başka bir gül yapmaya devam etti.
Buse’nin yanında duran diğer öğrencim ise henüz işin sırrını çözememişti. Yapamamıştı çiçeği. Uğraşıyor uğraşıyor ama yapamıyordu. Yüzündeki hayal kırıklığını görünce yanı başına çömeldim. Parmaklarım, masanın üzerindeki yaprakları tek tek ayıkladı. Sonra, ona göstere göstere bardağın ağzına sardım, sabırla. Birkaç dakika sonra, avucumuzda siyah bir çiçek yükselmişti.
"Böyle değil, Efe!" Sesin geldiği yöne baktığımda, Eliz çatık kaşları ile Efe'ye çiçek yapmayı öğretmeye çalışıyordu. Ama Efe'nin de pek becerebildiğini söyleyemezdim. Eliz, ellerini beline yaslamış çocuğunu azarlayan anneler gibi Efe'yi azarlıyordu. Efe ise suçlu çocuklar gibi kafasını eğmişti. Kahkaha attım bu duruma. Cidden anne oğul gibi duruyorlardı buradan.
Senem ise, fark etti. O da benim gibi kahkaha atarak Efe ve Eliz'in başuçlarına gitti. "İlk öncelikle Eliz Hanım, arkadaşa bağırılmaz," dedi Senem, onların yüzlerine şefkat ile bakarken. Daha sonra da benim yaptığım gibi yaprakları tek tek ayırdı. "Anlamamış olabilir arkadaşın. Eğer arkadaşımız yapamadıysa, biz ne yapmalıyız?"
Eliz, hâlâ aynı pozisyonda iken, "Ona yardım etmeliyiz," diye Senem'in sorusuna cevap vermiş oldu. Ama hâlâ Efe'ye sinir olmuş olmalı ki, sözlerine devam etti. "Ama yine anlamıyor ki! Kaç defa gösterdim, hep yanlış yapıyor!"
Efe o anda kafasını kaldırdı. "Ben ne anlarım çiçek yapmaktan ya!" Daha sonra da parmakları ile toz pembe renginde olan şuan Senem'in bozduğu çiçeği gösterdi. "Ayrıca çiçekler pembe olur dedin. Pembeye boyadın. Ben onu ne güzel sarı ve lacivert yapacaktım. Fenerbahçe gibi!"
"Öyle çiçek yok ama."
"Çocuklar. Kavga etmeyin lütfen." Senem anında girmişti araya. İlk Eliz'e döndü. "Öğretmeniniz ne dedi, balım? Çiçekler ve renkleri, hayalinizdeki gibi olacak dedi. Yani öyle bir çiçek olmayabilir ama Efe'nin hayalinde olmayacağı anlamına gelmez, değil mi?"
O an Eliz'in kolları çözülmüştü. Uslu bir çocuk gibi, "Hıhım," diyerek onayladı. Galiba Senem'i anlamıştı.
Tam o an… bir kıpırtı gözüme takıldı.
Alphan…
Alphan, gözlerini kapatmış, bulunduğu yerde hafifçe sendeleyerek duruyordu. Zaman, bir anlığına ağırlaştı. Kalbim göğsümde sertçe çarptı.
Koşar adım yanına vardım. Kolundan tutup hafifçe kendime çevirdim.
"Alphan…" Sesimdeki telaş, dudaklarımın kıyısından dökülmeden önce kalbimden kopmuştu. "İyi misin?"
Masum bakışlarla başını salladı. "İyiyim… ama etrafım çok döndü, öğretmenim."
Yutkundum. "Tamam…" dedim, ama sesimde hâlâ yankılanan o korkuyu bastıramadım. Durduk yere neden böyle olmuştu? Neden rahatsızlanmıştı?
Kafamda ve zihnimde dönen düşüncelerini anında silip attım. Alphan daha önemliydi şuan. Kucağıma aldım, sımsıkı sardım. O da hemen minik kolların boynuma sardı, başını göğsüme yasladı. O an, içimde koruma içgüdüsü kabardı.
"Seni odama götüreceğim. Bakalım bir durumuna, olur mu?"
Sınıfta bizi izleyen Senem’e gözlerimle işaret verdim. Dudaklarımdan dökülen "Sende," kelimesini okuyup başıyla onayladı.
Adımlarım hızlandı. İçimde, Alphan’a bir şey olma ihtimalinin ağırlığı vardı. O ise kucağımda usul usul mıyışıyor, nefesleri boynumda küçük titreşimler bırakıyordu. Yine de endişeliydim onun için.
Odamdaki koltuğa oturtmak istedim onu. Denedim… ama Alphan, boynumdan ayrılmamakta ısrarcıydı.
"Hayır…" dedi, kısık ve mızmız bir sesle. Birkaç kez denememe rağmen sonuç değişmedi.
Pes ettim. Koltuğa oturdum onu hâlâ kucağımda tutarak. Parmaklarım saçlarının arasında dolaşırken fısıldadım:
"Alphan… iyi misin? Başının dönmesi geçti mi?"
"Hıhım…" Ağzının içinde mırıldandı. Sonra burnunu boynuma daha da bastırdı. Nefesinin sıcaklığı, derimin üzerinde titreyerek yayıldı. O an, kalbimden geçen donuk bir ürperti, tüm bedenimi sarıp buz kesti.
Alphan kokum sayesinde kucağımda mıyışıp kalmıştı ve bu yüzden kucağımdan ayrılmak istemiyordu.
Çünkü Alphan’ın yaptığı masumdu, evet… Ama o, sevdiğim adamın çocuğuydu. Kokumun içine sinmesi, tenime yerleşmesi… beni hem derin bir şefkatle hem de açıklayamadığım bir huzursuzlukla sarmıştı. Sesim titredi:
"Alphan…"
"Öğretmenim, biraz daha kalayım. Lütfen." Boynumda soluklanırken yalvarışı neredeyse bir fısıltıydı.
Gözlerimi yumdum. "Kal, Alphan," dedim. "İstediğin kadar kal."
Ve içimden sessizce ekledim: Sana koynum her zaman açık olacak, Alphan… Ne zaman istersen, gel.
Bunun üzerinden uzun zaman geçmişti ki odamın kapısı tak diye anında açıldı. İrkildiğim zaman kucağımda olan Alphan'da irkilmişti ama sonra geri yatmaya devam etti. Kapıya baktığımda kapıda Pars vardı!
"Pars..." diye fısıldadım şaşkınca. Onun ne işi vardı ki burada diye düşünecektim ama düşünmeye gerek yoktu çünkü büyük bir ihtimal ile Senem, veli numara listesinden haber vermişti Pars'a. Normalde Nuray ablayı arardık bu durumlarda ama Senem kesin bile bile yapmıştı bu durumu.
Kapıda öylece kaldı. Bize baktı. Kucağımda yarı uyanık kalan Alphan'a ve ona sıkı sıkı bağrına basan bana...
Gözleri öyle bir yumuşadı ki, öyle bir güzel baktı ki... Anlatılmazdı. İçli içli bakıyordu bize.
"Pars," dedim ona kendisine getirmek istercesine. Alphan kucağımda mayıştığı için duymuyor, duysa bile sesleri pek fazla seçemiyordu. "Ne işin var senin burada?"
Derin nefes alarak kendisine geldi. "Senem aradı," dediği an, tahminlerimde haklı olduğumu anlamış oldum. "Alphan rahatsızlandı falan diyince korktum. Koşa koşa geldim buraya."
"Hıhım," diye mırıldandım, sesim neredeyse kendi içime karıştı. Kucağımdaki Alphan’ı usulca kollarımdan ayırıp koltuğun kollarına bırakmak istedim. Rahat uyusun, minik bedeni rahatsız olmasın diye. Ama o, boynuma doladığı kollarını daha da sıktı; tenimde hissettiğim o titrek sıcaklık, gitmeme engel oldu.
"Gitme!" diye haykırdı. Sesinde, kırılmaya hazır ince bir camın tedirginliği vardı. Bırakmak istemiyordu beni. "Gitme…"
Olduğum yerde taş kesildim. Ne ileriye adım atabildim ne de geriye. Zaman, sanki bizden yana tavır alıp akışını durdurmuştu. Kalbim göğsümde değil, kollarımdaki küçücük bedende atıyordu.
Başımı kaldırdığımda Pars’ın bakışlarına yakalandım. O ise…
Gözleri, sanki yıllardır aradığı bir mucizeyi nihayet bulmuş gibi, beni baştan aşağı sessiz bir hayranlıkla süzüyordu. Bakışı, havada görünmeyen bir dokunuş gibi üzerime seriliyor, ruhumun en derin yerlerine kadar sızıyordu. Çok ama çok güzel bakıyordu.
Boğazımda toplanan sözcükleri yutkundum, dudaklarım zar zor aralandı. "Bakma öyle…" dedim.
O, yavaşça derin bir nefes aldı; sanki ciğerlerine havayı değil, gördüğü manzaranın ta kendisini çekiyordu içine. Dudaklarının kenarında usulca doğan gülümseme, bakışındaki ısının habercisiydi.
"Karşımda en güzel manzara var iken…" dedi, kelimeler boğazında ince bir sızıyla şekillendi. "Nasıl bakmayayım ki? Çok… çok güzelsiniz…"
Gözlerimi kaçırdım. Ela gözlerim, odamın her köşesinde gezinip duruyordu. Ona bakmaktan kaçınıyordum; sanki bakarsam bütün duvarlar, bütün mesafeler eriyecek ve ben kendimi yeniden onun gözlerinde kaybedecektim. "Başı döndü," dedim, gözlerim hâlâ onun yeşil gözlerine değmemişken. "Durduk yere... birden. Ben de odama getirdim, kendisine gelsin diye... ama kucağımda mıyışıp kaldı.
Burnundan sert bir nefes vererek, oturduğum koltuğun yanına geldi. Alphan'ın yaslandığı tarafın tam tersine, yanıma oturdu. Beni izledi. Yeşil gözleri, içinde yılların biriktirdiği özlem ve sevgiyle yüzümde dolaşıyordu; bakışı hem ağır hem de çekip çıkaramayacağım kadar derindi.
"İyi mi peki?" dedi, sesindeki hafif titreme Alphan'dan bahsettiğini belli ediyordu. Sözleriyle birlikte kısa bir an Alphan'a baktı, sonra yine gözlerini bana çevirdi. "Ciddi bir şey miydi?"
"Sayılır," dedim. Ela gözlerim onun bakışlarına inat, her yere kaçıyordu. Daha sonra da daha fazla onu Alphan konusunda korkutmamak için kelimelerimi toplamaya çalıştım. "Başı döndü kısa süreliğine. Sonra da... daha ciddi bir şey olmasından korktum. Odama getirdim." O an çenemde bir elin sıcaklığını hissettim. Parmakları nazik ama kararlıydı. Başımı yavaşça kendisine çevirdi Pars. "Kaçma benden," dedi, yüzünü yüzüme biraz daha yaklaştırarak. Nefesini duyuyor, sıcaklığını yüzümde hissediyordum. Sesindeki kırılganlık, "Lütfen..." der gibiydi. Sanki beni kendisinden uzaklaştırmamı istemiyor, aksine içine çekmek istiyordu.
Ve bende bundan fazlasıyla korkuyordum.
"Asıl sen yapma, Pars..." Sesim neredeyse bir inilti gibi çıkmıştı. "Lütfen yapma." Kalbim ona karşı yeniliyordu. İçimde ona bir şans verme isteği vardı ama karşıma dikilen soğuk, sert gerçekler de duruyordu.
Ve bu da yönümü şaşırtıyordu. Yoldaydım; yol belli. Sonra bir anda karıştırıyordum ezbere bildiğim yolları. Karıştırmama mani olan ise tüm soğukluğu ve acımasızlığı ile duran gerçeklerdi.
Ya aşkıma yenilecektim... ve Pars'a koşacaktım. Hayır, Sancak'a.
Ya da gerçeklere boyun eğecektim... Yirmi iki yıl ayrı kalmak yetmemiş gibi, bir de sonsuza dek ayrılacaktık.
"Kaçma benden," dedi yeniden Pars. Sanki aklıma kazımak ister gibi. Bakışları kısa bir an Alphan'a kaydı. "Alphan akıllı çocuk," dedi ardından gözlerini yeniden bana çevirdi. Sanki inadıma yapar gibi, sanki bu gözlerden kaçmanın yanlış olduğunu yüzüme vurar gibi. "Biliyorum, Alphan ikinci sorun. Asıl sorun, seni beklemediğimi düşünmen. Ama Ateş Kızı..." Sözleri, gözleri gibi ağır ve yemin yüklüydü. "Yemin ederim ki bekledim seni. Oğlumun üzerine yemin ederim."
Yemin edişindeki samimiyet... fazla gerçekti, yalan barındırmıyordu.
Kaçmak istemiyordum. Onunla olmak istiyordum. Ama... Alphan vardı. Ateş Kızı olduğumu bilmesine rağmen beni istemezse? Annesini sayıklıyordu. "Anne," diye ağlıyordu. Günün birinde annesi gerçekten çıkıp gelse, o zaman ne yapardım? Alphan beni kabullenir miydi?
"Bir hafta sonra," dedi aniden.
"Göreve gidiyorum." Bütün dikkatimi anında üzerine çevirdim. "Bir buçuk aylığına hem de." Yutkundum. Sözlerini sindirmeye çalışıyordum. "Bu görev, diğer hafif görevlere benzemiyor, Ateş Kızı." Onun bahsettiği tehlikeyi, üzerine basması ile odanın içine kasvet dolması bir olmuştu.
"Ne?" dedim, dudaklarım kuruyarak. Onun dediklerinin ağır yüküyle...
Başını ağır ağır salladı. "Amacım seni korkutmak değil ama bu görev, diğerlerinden çok daha tehlikeli. Ve bir buçuk ay... Üstelik dönüp dönmeyeceğim belli değil." Sözlerini bitirdiği an, elimi kaldırıp avucumu dudaklarına yasladım. "Sus," dedim, içimdeki telaş ve korkunun boğazıma düğümlenmesiyle. "Öyle bir şeyi ağzına bile alma." Yangını, külleri ile söndürmek gibi. Gerçek ve geçmeyen.
Burukça gülümsedi. Ağzına kapadığım avucumun içine, hafif ve şefkatli bir buse kondurdu. Sonra da elimi nazikçe çekti. "Gerçekler bu... ve ben, bir hafta da olsa, seninle olmak istiyorum. Lütfen, yapma." Bakışlarında, sesinde, bedeninde... tarifsiz bir çaresizlik vardı.
O çaresizlik damarlarımda dolaşıyor, kalbimin en kuytu köşelerine işliyordu.
Canımı yakıyordu.
Ezbere bildiğim yolları yeniden şaşırtıyordu.
"Pars..." dedim.
Konuşmama izin vermedi. "Kaçma benden. Yemin ederim ki bekledim seni. Seni kalbimden bir an olsun bile atmadım. Biliyorum, kucağında benim oğlumu taşırken komik bir durum bu ama ben sözümün arkasındayım, Ateş Kızı. Seni bekledim. Ve şimdi, tehlikeli bir göreve giderken ve seni daha yeni bulmuşken, sensiz bir gün bile geçirmek istemiyorum. Lütfen bize bir şans ver."
Bize bir şans ver demek en kolayıydı ama asıl şansı vermek ise en zoru olanıydı.
Yine konuşmama izin vermedi. "Belki de sana haber vermeden ortadan kaybolmam gerekiyordu. Arkanda seni bırakmamak için. Ama ben bu bencilliği yapamadım, Ateş Kızı. Sensiz olmuyor. Yirmi iki yıl olmadı, bir yirmi iki yıl daha çekemem bu ayrılığı..."
O sırada, kucağımda uyuyan Alphan, "Anne," diye sayıklayıp kollarını boynuma daha da sıkı sardı. Burnunu boynuma yasladı, kokumu içine çekti. "Gitme anne."
Gözümden bir damla yaş süzüldü. Acının, çaresizliğin, yüklenmiş bütün duyguların tek bir ifadesiydi o damla. Sustum... çünkü kelimeler boğazıma dizilmişti. Sustum... Çünkü o damlanın denizin kıyısında olmama rağmen en dibinde boğuluyordum.
Annesi sanmıştı beni Alphan. Çaresizliğin en saf hâliydi bu.
Pars'ın tehlikeli bir görevi vardı. Gitmeden önce benimle olmak istiyordu. Acıydı bu... hem de tarifsiz bir çaresizlikle iç içe geçmiş bir acı.
"Pars..."dedim yine, adını hafızama kazımak ister gibi. Her hecesi dudaklarımda titreyerek yankılanıyor, kalbim hızlanıyordu. Korkudan, endişeden. "Sancak..." dedim. Bizim çocukluğumuz hâlâ dün gibi tazeydi içimizde; o eski günlerin masum gülüşleri, birbirimizi sanki çok canımız varmışcasına korumamız, birlikte ağlamalarımız... Aradan geçen bunca yıla rağmen, terk etmek bir yana, o bağdan bir milim bile kopmamıştık.
Sadece araya sayılar girmişti.
Sadece araya rakamlar girmişti.
Ama hiç bir şeyi değiştirmemişti.
Biz sadece büyümüştük. Ama o geçmiş, içimizde her gün yeninden bizimle beraber yaşıyordu.
Bütün korkularımı, tek bir nefeste boğdum, yuttum, yok ettim. Bütün kararlarımdan geri döndüm, hem de isteyerek. Yüreğimi onun avuçlarının arasına bırakır gibi, hiçbir şart koşmadan... Tüm kalbim ile... "Tamam..." dedim, kelimenin içinde hem teslimiyet hem umut vardı. Dudaklarımdan çıkarken titreyen o hece, bizi yeniden var eden bir mühür gibiydi. Artık her şey için çok geçti. Ama o geçleri ise, keşkelere döndürmemek için de tam zamanıydı.
Geri dönüşü olmayan bir yola adım attığımı biliyordum. Belki bu yolun ucu acıya, belki ayrılığa çıkacaktı; ama içinde Pars varken, içinde Sancak varken, bu yolun hiçbir kıvrımından pişman olmayacaktım. "Şans... veriyorum... yani bize," dedim, kelimelerim hem yaralı bir kuşun kanat çırpışı kadar ürkek hem de fırtınaya meydan okuyan bir çınar kadar kararlıydı.
Pişman olmak istemiyorum.
Lütfen...
İlk önce donup kaldı, gözleri bir anlığa tüm dünyadan silinmiş gibi soyutlandı kaldı. Benden bir itiraz, bir direnç bekliyordu; alışkındı buna, çünkü hep böyle olurdu. Çünkü ona cevabım her seferinde hayır olmuştu. Ama bu kez cevabım farklıydı, kararlarım, içimdeki ona karşı olan sevgi ve korku ile değişmişti. Sorduğu soruya karşılık vereceğim yanıtı tahmin edememişti. Kolay kolay pes edecek biri değildim; ama o görev, dediği kadar ciddiydi. Tehlikesi bile bir sis bulutu gibi odanın içinde ruhlarımızı kan emici gibi sarmıştı. Gözlerinin içine baktığımda, yüreğimde ağır bir yük hissettim. Bir buçuk ay boyunca yanımda olmayacaktı; gitmesi gerekiyordu. Tehlikeliydi bu yolculuk, hiçbir garantisi yoktu.
O askerdi.
O dedem gibiydi.
Ve ben, bütün bu belirsizlik ve korkunun içinde, onun bu yükü tek başına taşımasını istemiyordum.
Ben, bunu ona yaşatmak istemiyordum.
Alışıktım ben, arkada kalmaya. İlk önce daha yeni doğar doğmaz yetimhaneye bırakıldım. Arkada kaldım. Annem kim, babam kim bilmiyorum. Abim var mı veya da kardeşim bilmiyorum. Arkada kalmıştım işte.
Daha sonra ise o yetimhanedeki dört yılımı Sancak ile topladım. Hayır, Sancak, Mevsim ve Aras ile.
Yaşım küçüktü ama o acıları yaşamak, yaşımı fazlasıyla geçmişti.
Unutamıyordum yani.
Travma olarak kalmıştı.
Belki de bir insan için, dört yaşını veya da iki yaşını hatırlamak imkansızdı ama acı ile dolan kaderi, yaş ne olursa olsun hatırlanırdı.
Çünkü en çok acılar kalırdı insan hafızasında.
En çok acılar hatırlanırdı insanın yaşanmışlıklarında.
O üç kişi, ben yeni aileme gittiğim an - asıl aileme gittiğim an - yetimhaneden kaçıp gitmişlerdi. Ben onlarla yeniden beraber olmak isterdim. Anneme ve babama hep görüşmek istediğimi söylediklerimde yok olduklarını söylediler. Ben yine arkada kaldım.
Ama alınmadım.
Ama gücenmedim.
Ama kırılmadım.
Çünkü biliyordum ki o bir kaçış, kaç hayatın kurtuluşu olmuştu.
Annem ve dedem daha sonra. İkisi aynı anda şehit oldu. Ben onlara pek fazla doyamadan. Onlarla sadece koca 3 sene geçirerek. 7 yaşımda, onlar şehit olmuştu. Bu sefer sadece ben değil babamla beraber arkada kalmıştık.
Ama yine kırılamadık.
Sadece üzüldük.
Çünkü vatan sağolsun.
Şimdi ise Pars vardı. Kalbimdeki ve geçmişimdeki ile Sancak. Onun gidişine dayanır mıyım, bilmiyordum. Aslında bilmek ve aklımın ucuna dahil getirmek istemiyordum.
Çünkü biliyordum ki, bu defa arkada kalmak, beni de öldürürdü.
Ağzından zorla aldığı, titrek bir solukla, "Gerçekten mi?" diye sordu. Sesinde şaşkınlığın, beklenmedik bir umudun ve derin bir inancın birbirine karıştığı o ince titreşim vardı. "Yanlış duymadım, değil mi?"
Başımı yavaşça olumsuz anlamda salladım. "Hayır..." dedim.
Bir an, tüm vücudu atılmak, bana sarılmak ister gibi gerildi. Ama kucağımda, huzurla uykuya dalmış Alphan'ı görünce duraksadı. Yutkundu. "Oğlum..." diye fısıldadı, gözlerinde kısa bir anlık bir parıltı belirdi. Sonra, hem ona dikkat ederek hem de beni bırakmamak ister gibi, kollarını etrafımda kenetledi. Sarılışı, yirmi iki yılın birikmiş özlemi ve kaybolmuş zamanların telafisi gibiydi; sıkı, derin ve hiç bitmesin isteyen bir dokunuş...
Saçlarımın arasına bir öpücük bıraktı. Şefkatin, aşkın, geçmişin sıcaklığını taşıyan masumane bir buse. "Seni seviyorum," dedi sesi sanki uzaklardan gelen ama çok hoş gelen bir melodi gibiydi. "Seni asla pişman etmeyeceğim." Sözleriyle birlikte, parmaklarının saçlarımda gezindiğini fark ettim. Usul usul, saçımın bir telini bile severken koparmamak ister gibi. Yumuşakça... Bir anda, kucağımda duran küçük oğlunun da saçlarının arasına eğilip aynı şefkatle bir buse bıraktığını hissettim. Sıcak nefesleri bu sefer boynumun ince kıvrımlarında dolaşıyor, derimin altında tatlı bir ürpertiye dönüşüyordu. Sonra, kendi nefesi boynuma dolanırken dudaklarının ağırlığını hissettim; sımsıkı, derin bir buse... Aynı oğlu gibi, kokuma sığınıyordu. "Ateş Kızım..." diye fısıldadı, dudakları yeniden boynuma değdiğinde. "Seni asla pişman etmeyeceğim..."
Bu söze güvendim.
Bu söze, kendime adadım.
Sancak sözünü her zaman tutardı çünkü.
Beni pişman etmezdi.
Bende seni seviyorum demek istemiştim o anda. Ama Alphan, huzursuzca kıpırdanıp "Baba," diye fısıldayınca, sessizliğin ince tül perdesi yırtıldı. Pars, derin ve ağır bir nefes aldı; ayrılmak istemeyen birinin nefesiydi bu. Daha yeni kabullenmiştim bize bahşedilen bu ikinci şansı... Daha yeni kavuşmuştuk. Ama biz, sanki bu özlem hiç yaşanmamış gibi, hayatın doğal akışına uyuyorduk. Mecburduk çünkü. Arada daha hiç bir şeyden haberi olmayan Alphan vardı.
İstemeye istemeye benden ayrıldı. Alphan, kısa süreliğine uyumuş olsa da gözleri hâlâ yarı kapalı, uykunun puslu ışıltısıyla bakıyordu. Yanakları hafif hafif al al olmuştu. Minik ellerini yumruk yapıp göz kapaklarını ovuşturdu; bakışları sersem, sesi tatlı bir mayhoşlukla titrekti.
"Baba..." dedi yeniden. "Sen mi geldin?" Uyandığında babasını beklemiyordu ki onun da hafif bir şaşkınlığı vardı.
Pars, yavaşça uzanıp elini oğlunun yumuşak saçlarına gömdü. Parmakları, tel tel dağılan saçların arasında usulca gezindi. "Evet, oğlum," dedi; ardından, oğlunun aklındaki soruları hisseder gibi ekledi: "Duydum ki başın dönmüş. Koşa koşa geldim ben de."
Alphan, kucağımda hafifçe doğruldu; ellerim hâlâ belinde ve kalçasının altındaydı, sımsıkı tutuyordum onu. Siyah gözleri, uykunun tatlı sersemliğiyle bana çevrildi; bir anlık bakışında hem tanıdık sıcaklık hem de yarı uyanık bir masumiyet vardı. Sonra tekrar babasına döndü.
"Hıhım..." diye mırıldandı. Sonra yine siyah irisleri, benim elalarım ile çarpıştı. "Uyuya kalmışım öğretmenim, özür dilerim."
Hemen atıldım. "Neden özür diliyorsun, bebeğim?"
Baktı bana. "Rahatsız olmadınız mı?"
Burukça gülümsedim. "Hayır tabii ki de." Neden böyle düşündüğüne anlam verememiştim pek fazla. Ama bu anın içinde, hep Alphan'ın yanında olmak istemiştim. Ellerimi gür saçlarına atar iken, yavaş yavaş okşadım. Pars'ın benim saçlarıma yaptığı gibi. "Senden ne gelirse gelsin, rahatsız olmam, Alphan. Bu konuda anlaşalım, tamam mı?"
Gözlerinde parıltılar belirledi, o parıltılar ilme ilme kalbime işlendi. Yüzündeki heves, beni bir anda dünyanın en mutlu insanı yapmıştı. "Kucağınızda uyudum ama."
Omuz silkeledim bende. "Uyu," derken onun üzerinde olan gerginliği, toz gibi üfleyerek dağıtmak istiyordum. "İstediğin zaman yine gel uyu, bebeğim. Asla rahatsız olmam. Hatta," derken de bu sefer parmaklarım ile burnunu hafif sıktırıp gülümsedim. "Benim için en büyük hizmet olur. Hiç rahatsız olmam, seve seve yaparım."
Huzurla, içtenle, kalbinin en temiz ve en saf sıcak hâli ile gülümsedi. "Teşekkür ederim, öğretmenim."
"Teşekküre gerek yok. Sen canın ne zaman isterse, gel yeter." Tüm öğrencilerime geçerliydi bu. Hangi öğrencim olursa olsun, onlara koynum da kollarım da açıktı. Çünkü dünyanın en masum kişilerindendi çocuklar. Ama Alphan'ı bağrıma basmak ve beni uykusunda olmasına rağmen annesi zannetmesi... Apayrı birşeydi.
Pars'a döndüm. Hiç birşey söylemedim. Ama gördü. Bildi. Hissetti. Dilim onu sevdiğimi söylemese bile gözlerim fena şekilde bağırdı. Pars ise gülümsedi.
Bir karar, bir hayatı tekrardan yazmaya başlamıştı. Geçmiş, tozlu sayfalarından kurtuldu.
Ve benim bu kararım ile, bizim yarım kalan geçmişteki hikayemiz tekrardan yazılmaya başlamıştı bile.
★
Ömer, öylece okula giderken aklında hiç bir şey yoktu. Zihni bomboş, hiç bir düşünce gelmiyordu. Sadece okula gidecek, Alphan'ın unuttuğu çantasını alıp götürecekti. Plan buydu. Komutanın kendisinden istediği buydu.
Okulun bahçesine giriş yaptığı an karşılaştığı manzara ile adımları duraksadı.
Karşısında Senem vardı. Bir bankta oturuyor, hıçkıra hıçkıra kendinden geçmişcesine ağlıyordu. Dışarıda bir insan bile yoktu. Güneş büyük bir ihtimal ile içeride çocuklar ile ilgileniyordu.
Bu sahne, Ömer'in yüreğinin öküz oturmasını sağlamıştı. Çok kötü ağlıyordu Senem. İçi acıdı Ömer'in.
Bahçede bir çocuk, bir veli, bir insan bile yoktu. Sanki onlar için etraf bomboş gibiydi. Sadece Senem'in hıçkırıkları vardı bahçede. Sadece Senem ve Ömer vardı.
Ömer, birkaç saniye olduğu yerde durdu. Onun yanına gitmek, diye düşündü içinden. Gitsem ne olur? Ne tepki verir? Daha sonra da Senem'in kendisinden haz etmediği geldi aklına. Yine bağırıp kovar mıydı onu? Sildi aklındakini. Sildi bir kaç saniyeliğine, Senem ile olan geçmişini. Şuan sadece içindeki sıcaklık ve şefkat ile adımlarını Senem'e atmak istedi. Adımlarını yavaş yavaş attı. Ne kadar dikkatli yürüdüğünü kendi bile fark etti; sanki gürültü yaparsa bu kırılgan an dağılacaktı. Veya da Senem kendisinden kaçacaktı. İstemedi. Kendi istememesine kaşları çatıldı ama sorgulamadı, devam etti adımları.
Başucuna geldiğinde, elini kaldırdı. Hafifçe titreyen elini, usulca Senem'in omzuna bıraktı.
"Senem?" dedi, beklenmedik bir yumuşaklıkla.
Senem, o dokunuşla irkildi. Başını kaldırıp gözleri Ömer'e değdiğinde, dudakları titredi. Ne olduysa o an oldu; geçmişteki mesafe, kısa bir an için buharlaşıp gitti. Hızla ayağa kalktı ve kendini Ömer'in göğsüne bıraktı.
Ömer'in göğsüne sığındı.
Senem, Ömer'e sarılmıştı.
Ömer, kollarını kaldırırken kendi şaşkınlığını saklayamadı. Kaldı kolları ilk başta havada. Çözemedi. Sadece burnuna ilişen güzel koku ve göğsündeki hıçkırık seslerini duyumsuyordu. Gözleri bile olan olayların şaşkınlığı ile açılmıştı. Bedeni, bu an gerçek mi diye sorgulamadan edemedi.
Daha sonra ise kendine geldi. Bu kendisine gelmesi ise Senem'in göğsüne ihtiyacı varmış gibi daha sıkı sarılması sebep oldu. İçli içli ağlıyor, gözyaşları yağmur damlası gibi üst üstüne akıyordu. Tane tane...
Kolları kalktı ardından. Fark etti ki Ömer, Senem'in ağlamasını istemedi. Senem'in gözünden akan yaşları tahammül edemedi. Tereddüt etmedi. Kolları Senem'in etrafında kapandı. Kalbinde hafif bir kıpırtı hissetti; bu, alışkın olmadığı, hatta adını bile koyamadığı bir his. Karnını deşiyor gibi bir his...
Senem, göğsünde hıçkırıklarla sarsılırken, Ömer fark etti ki onu rahatlatmak istiyordu. İçten gelen bir istekle. Kalbindeki rahatsızlık ile. Ve belki de ilk kez, onu korumak için yanında olmayı arzuluyordu
O an, aralarındaki eski soğukluk yerini, adı konmamış ama sıcak bir şeye bıraktı.
Ömer hiç bir şey söylemedi. Neden ağlıyorsun diye sormadı. Kendisinden itmedi. Sadece Senem'in bedenine bağlı olan elleri ile Senem'in sırtını ve saçlarını okşadı. Rahatlasın diye. İçine akıttığı tüm gözyaşlarını her ne kadar istemese bile dışına akıtsın diye.
Çünkü bilirdi ki.
İçe akılan her gözyaşı, aslında içimizden kan akıtan birer bıçak darbesiydi.
Bir süre geçti. Senem'in gözyaşları hâlâ dinmemiş iken az da olsa sakinleşmişti. Ömer, Senem'i kendi bedeninden ayırmadan, sırtını ve saçlarını okşamaya devam ediyordu. "Senem," dedi, sesi yumuşak ama netti. Uzun sessizliğin arasına bıçak gibi keskin şekilde girmişti. "Ne oldu? Anlat bana."
Gözleri doluydu Senem'in, yanaklarında kurumuş gözyaşlarının izleri vardı. Ömer'in kararlı ama endişeli bakışlarıyla karşılaştığında, kalbinde bir şeyler çözülüyordu. Ancak yine de, kendini açmakta zorlanıyordu. Açamazdı. Daha kendi içinde yenemediği bir savaşı, başkasına aktıramazdı. O kadar gücü yoktu. Güçlü görünmekten bıkmıştı.
"Anlatacak bir şey yok," diye fısıldadı, sesi titriyordu. "Sadece... sadece kötü bir gün." Bahanelere sığınmaya çalışıyordu.
Ömer'in kaşları hafifçe çatıldı. "Senem," dedi, sesinde az da olsa bir sertlik vardı. İnanmadı o bahanelere. Senem'in üzerine gitmek istemiyordu ama onu ağlatan neyse de onu bilmek istiyordu. Başka biri mi yoksa başka sebeplermi..."Benim karşımda rol yapmaya çalışma. Az önce ne kadar kötü ağladığını gördüm. Bu, sadece bir 'kötü gün' değil."
Senem, Ömer'in ısrarı karşısında iyice köşeye sıkışmıştı. Ömer'den gelen bu samimi ilgi, onu hem şaşırtıyor hem de rahatlatıyordu. Ancak sorununu, acısınu anlatmak, o kadar zordu ki. O yara o kadar derindi ki, onu Ömer'e açmak, yaranın yeniden kanaması demekti.
Ve yapamazdı.
Yapmaya gücü yoktu.
Gözlerini tekrar kaçırdı, yere baktı. "Yapamam," diye mırıldandı, sesi boğuluyordu. "Anlatamam." Burnunu çekti.
Bu sözler, Ömer'in göğsüne bir ok gibi saplandı. Senem'in bu kadar çaresiz ve kırılgan olması, onu derinden etkilemişti. Kalbinde bir şeyler sıkıştı, boğazına bir yumru oturdu. O hep güçlü, dik başlı, kimseye boyun eğmeyen Senem'i tanıyordu. Kendisine meydan okuyan, dik baş gösteren Senem buydu. Bu kırılgan, kendini güçsüz hisseden kadın, onun tanıdığı Senem değildi. İlk defa bu Senem'i görüyordu hatta gördüğü için şaşırmıştı da.
"Tamam," dedi Ömer, sesi kararlıydı. "Anlatmak zorunda değilsin. Ama bil ki, ben buradayım. Yanındayım."
Senem, bu sözler karşısında omuzlarındaki yükün hafiflediğini hissetti. Ömer'in göğsüne yaslandı ve gözlerini kapattı. Ömer'in kolları, tereddüt etmeden onun etrafında kapanmıştı. Kalbinde, daha önce hiç tatmadığı bir huzur vardı. Bu, onlar için bir dönüm noktasıydı
Anlatamasa da, Ömer'in yanında olduğunu bilmek ona yeterliydi.
Huzurla soluklanırken aniden aklına gelen ile, "Hani sen benden haz etmiyordun?" diye alayla sordu Senem. Ortamdaki havayı dağıtmak istiyordu. Ömer'in göğsüne sığınmaya devam ediyordu.
Anladı Ömer'de Senem'in konuyu dağıtmak istediğini. Kasvetli havayı toz gibi dağıtmak istediler. "Hâlâ öyle," dedi Ömer'de ona karşılık. Sesinde aynı Senem gibi alay vardı. Kafasını dağıtmak istiyordu Senem'in. "Senden haz etmiyorum ama şimdilik görmezden gelebilirim."
"Hıh," dedi Senem'de burnundan gülerek. Daha sonra elini atıp Ömer'in omzuna vurdu. "Ben sanki sana bayılıyorum."
"O yüzden mi göğsüme yapıştın?"
Ömer'in hazır cevaplılığı ile Senem, anında ayrıldı Ömer'in göğsünden. O an Ömer, göğsünde bir soğukluk hisseti. Bir boşluk. Az önce Senem'in o göğsüne yaslanması ile bir boşluk tamamlanmış, bir sıcaklık basmıştı ama Senem ayrlınca tersine dönmüştü.
"Yok öyle bir şey ya!" Anında tersledi Senem Ömer'i. Evet kabul ediyordu çok huzurlu hissetmişti ama Ömer'in ağzına laf vermek de istemiyordu. "Kendini bir şey zannetme!"
Kıkırdadı Ömer'de. Komiğine gitmişti bu durum. "Peki öyle olsun."
Sessiz kaldıkları an, bir süre yine öyle geçti. Bu sefer Senem, derin bir nefes aldı. İçli içli. Ömer'e döndü bir anda. Aldığı karar belki de yanlıştı. Belki de doğru. Ama vazgeçmek istemedi. Aldığı karardan pişman olmadan hemen uygulamak istedi.
"Ömer..." dedi anında. Söyleyip söylememek arasında gidip geldi. Söylemek fikri galip geldi. Yutkundu, zorlandı ama ağzındaki baklayı çıkardı. "Bankta..." dedi. "Otursak."
Ömer ise hiç acele etmeden, Senem'in zorlandığını anlamış gibi sabırla ve anlayış ile kendisini bekliyordu. "Evet."
"Ben bir şarkı açsam, dinlesek sadece."
Kafasını omzuna doğru eğdi. Burukça gülümsedi. "Tabii ki."
Senem ilk önce hayır cevabını bekledi. Ama duyduğu kabul ile de onun da yüzünde acılarını anlatan bir gülümseme oldu.
İkisi banka geçtiler. Ömer okula sadece Alphan'ın çantasını almaya gelmişti. Plan buydu ama plan bozulmuştu. Şuan daha önemli olan ona göre Senem'di.
İkisi yan yana. Ortalarında ise telefon. Açtı şarkıyı Senem. Bir dizi jenerik müziği idi ama umursamadı Ömer. Sadece Senem'in acısına eşlik etmek istedi.
Bir varmış bir yokmuş diyemem, diyordu ikisinin ortasında çalan şarkı. Senem öylece okulun binasını izlerken Ömer ise hiç bakışlarını ayırmadan Senem'e bakıyordu. Mavi gözleri hâlâ kıpkırmızı, acısını yansıtıyordu. Bakır ve kırmızıya çalan saçları, güneşte capcanlı duruyordu. Daha da kırmızı rengi almasına mani oluyordu.
Her masalın sonu aynı diyemem, derken o anda Senem'in mavi gözlerinden bir yaş daha aktı.
Bir yarası vardı.
Bir acısı vardı.
Bu şarkı ile bir geçmişi vardı.
Gördü Ömer. Ama bu anı bozmadı.
Şarkı ortalarında çalmaya devam etti. Senem acıları ile boğulurken aynı zamanda da Ömer'in varlığı ile kendisini huzurlu hissetti. Ömer ise tek kelime etmese bile, Senem'in acılarına ortak olmaya devam etti.
Ben masallara inanmam, yalnızlık masalı
Bir varmış bir yokmuş diyemem
Her şeyden çok istiyorsun, olmaz
Ne yaparsan yap, kalbinde olmaz
Tutunmaya çalışsan da bir gün biter
Yalnızlık masalı...
Bir varmış bir yokmuş diyemem
Her masalın sonu aynı diyemem
Ben masallara inanmam, yalnızlık masalı
Bir varmış bir yokmuş diyemem
★
Bölüm sonuna hoşgeldinizz
Sondaki şarkının önemini, kendi kitaplarında öğreneceğiz.
Pars ve güneş sonunda sevgili oldu nasıl buldunuz bakem
Ömer ve senem kuşlarına ne demeli?
Alphan'ın bize bile bile anne diyeceği zamanlar yakın arkadaşlar. Belki de sezon finalinde😉
Aklınızda sezon finali nasıl canlandı bilemem ama aklınızın ucuna bile gelmeyecek olan bir sezon finali.
Neyse yorum ve yıldız atın diğer iki bölüm anında gelsin.
Diğer bölümde görüşmek üzereee
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |