16. Bölüm

14. BÖLÜM: AKŞAM YEMEĞİ

Efsa Dilan Uluhan
sera_d.uluhan

‘Kim daha temiz?

Üstü başı parlayan mı?

Yalan konuşmayıp yüreği ışıldayan mı?

 

Kim dost?

Yara bandı yapıştıran mı?

Yaralarını öğrenmeye çalışan mı?

 

Hangisi aile?

Terk edip kimsesiz bırakan mı?

Sahiplenip acıya mahkum eden mi?

 

Hangisi gerçek?

Ölüm mü?

Yaşam mı?’

 

‘Puslu Kıtalar Atlası’ndan alıntı ve ekleme’

 

🌙

‘Konuşsana! Ne saklıyorsunuz?”

Yankılanan boş oda bu seferde adamın bağırmasıyla daha şiddetli bir ses oluşturmuştu. Lakin bu ses genç kızı rahatsız edememişti. Çünkü iki bileğinden kelepçeyle tavana zincirlenmiş, adamın sorduğu sorulara cevap vermediğinde elinde ki büyük odun parçasıyla dövülen kızın nerdeyse tüm güç çekilmişti, bedeninden.

Uzun zamandır düzgün beslenemediğinden belirginleşen kemikleri ve aldığı darbeler sonucu açılan yaralarıyla tanınmaz haldeydi. Bir önceki yarası kabuk bağlamadan yeni bir yara açılıyordu zayıf bedeninde. Patlamak üzere olan lambayla aydınlatılmaya çalışan karanlık odada kaç gün ya da kaç hafta kaldı bilmiyordu.

Kendini çok yorgun hissediyordu. İlk günlerde ki gücü yoktu, genç kızın. Zincirler onu zorla ayaklarının üzerinde tutuyordu. O ki karşısında sorular yağdıran adamın sinirini bozacak şeyler söylemeye bile hali yoktu.

“Para karşılığı mı aldı seni?” diye tekrar bağırdı, Kemal Karabaş. Rutubetli ve soğuk odada yankılanmıştı sesi. Haftalarca o soğuk zincirlere mahkum ettiği kızdan tiksiniyordu. Kim olduğunu bile doğru düzgün bilmediği bu kızı ansızın getirmişti; katilin kızı. Kimdi, nasıl biriydi, neyin nesiydi hiçbir açıklama yapmadan öylece kendi evine getirmişti. Onu kendi evine getirecek yakından tanıyorsa bu kızın da bir şeyler bildiğini tahmin ediyordu. Resmi nikahtan ibaret olan karısı yine sessizliğe bürünmüş sanki ağızını mühürlemişti. Ara sıra, günlerce dövdüğü kızın haline ağlamaktan başka hiçbir şey yapmıyordu.

Kemal ağlamasına da sinir oluyordu. Bunun üzerine, getirdiği bu kızı daha çok dövüyor daha çok canını yakıyordu. Acımadan defalarca vuruyordu da hırsını bir türlü alamıyordu. Kız da konuşmamaya yemin etmiş gibiydi.

“Birinin borcu mu vardı da seni verdiler?”

Cevap vermesi için zaman tanımıştı, Kemal. Ama nafileydi. Bu kız tamamen kapalı bir kutuydu. “Hep tanıyor muydun, onu?” Cevap vermeyi bırak genç kız, başını dahi kaldırmamış daha doğrusu kaldıramamıştı. Birkaç adımla aralarında ki mesafeyi kapatıp elini kızın çenesine sardı. Yüzlerini aynı hizaya getirip “Konuşsana! Seni nereden tanıyor?” diye bağırmıştı.

Öfkeden göz bebekleri yuvalarından çıkacak gibiydi. Bu kız onun sabrını taşırıyor öldürme dürtüsünü gün yüzüne çıkarıyordu. Sıktığı yumruğunu kızın suratına geçirdiği an kadının yüreği hoplamıştı.

O adamın elinin ne kadar ağır olduğunu iyi biliyordu. Güneş’e işkence ettiğinden bu zamana kadar kapı köşesinden izliyordu. Fakat elinden hiçbir şey gelmiyordu. O kızı bu eve getirerek büyük bir hata yapmış ve bunu ilk günden anlamıştı. O günden bu yana göz yaşları dinmemiş, Rabbine her an dua eder olmuştu. Kendi kurtuluşunu bırakmış aç susuz, günlerce dayak yemekten bir deri bir kemik kalan kız için Rabbine sığınmıştı. Ondan başka bu kıza yardım edebilecek kimse yoktu.

Amcasının zorla evlendirdiği, hayatını cehenneme çeviren adam; Güneş’e ardı ardına yumruk atıp cevap vermesi için bağırıyordu. Küçük kızın her başı yana savrulduğunda kadının da ağlamaları şiddetlenip çığlık atmaya dönüşmüştü. En son bu şekilde kürtaj masasının yükünü bir kere daha üstlenmek istememişti. Diğer doğurduğu iki oğlan çocuğu gibi bu bebek de yanlıştı, Aysun’a göre.

Özelliklede Kemal Karabaş’ın haberinin olmadığı bu bebek, onu ölüme bile itebilirdi. Ama adamın en ufak haberi olmadan çözmüştü bu işi. Ali sayesinde kurtulmuş ve tek bir kelam etmemişti kimseye.

Ali, Kemal’in sağ koluydu. Kemal kendinden çok ona güvenir arkasını hep ona toplatırdı. Cesur, yiğit bir adamdı. Yardım sever, iyi yürekli biriydi. Ama Kemal gibi bir pislik herif ile neden çalıştığını asla anlayamazdı. ‘Onun da bir yolunu bulup köşeye sıkıştırmıştır. Yoksa böyle bir adam bu şerefsize neden çalışsın’ diye teselli ederdi kendini.

Kemal'in sinir krizine girip nefes aldırmadan kıza art arda vurmasıyla kendi geçirdiği ataktan sıyrıldı. Ona yardım eden adam belki Güneş’e de yardım eder umuduyla sığınaktan çıktı. Müştemilat da bahçede evde her yerde koşarak Ali’yi arıyordu. Bulduğunda ise adamın koluna yapışıp, ağlamaktan kısılan sesiyle “Lütfen yardım et! Öldürecek kızı.” deyip sayıklamaya başlamıştı.

Kolunu tutan kadından kurtulup sığınağa doğru ilerlemeye başladı, Ali. Arkası kesilmeyen yumruk seslerini işitince koşmaya başladı. Adamın krize girdiğini anlayan Ali, omuzlarından tutup onu, eli yüzü kandan tanınmayacak hale gelen kızdan uzaklaştırdı. Önceden genç kızın yüzünü görmese düşmanlarından birinin olduğunu zannede bilirdi.

Patronunun çığırından çıkmış hareketleri ile kendine getirmek için bağırıp “Ağbi, dur artık. Ölecek şimdi.” dedi. Başlarında dikilen korumalara işaret verip Kemal’in içtiği ilaçlardan getirmesini söyledi. Ardından adamı dışarı çıkartmaya çalıştı. Birkaç uğraştan sonra çekiştirmeyi bırakıp “Kemal ağbi, kızı böyle döversen hiçbir şey öğrenemeyiz. Sen diğer işlere bak, bununla ben ilgilenirim.” dedi.

İlacını içen adam, karşısında zincirlere bağlı, durmadan dayağını yiyen kıza döndü. Göz göze geldiklerinde bayılmadığını fark etti. Buna şaşırsa da belli etmemeye çalıştı. Sonrasında genç kızın dudaklarında pis bir gülüş peydah oldu. Şaşırdığını anlamıştı. Yavaş yavaş kana bulanmış dişlerini göstererek gülümsemesini genişletti. O an ilaç içmemiş gibi tekrar öfkeyle doldu. Fakat ona istediğini vermeyecekti.

Kollarından tutan adama bakıp “Bu kızı konuşturmazsan seni de öldürürüm.” demiş ve gözden kaybolmuştu.

Konuşmalarını duyan genç kız, ağızında ki küçük kan göletini umursamadan sesli bir kahkaha atmıştı. Her hareketinde canı çok yanıyordu ama bunu daha şiddetli gülerek yok sayıyordu. O daha farklı bir şekilde düşünüyordu.

Ali, kızın ilk gördüğü günden eser kalmayan yüzüne dikkatlice baktı. Kemal'in bu kıza neden işkence ettiğini çok iyi biliyordu. Az çok Güneş’i de tanımıştı. En azından başı dik, oldukça inatçı ve her şekilde intikam alabilen bir yapıya sahipti. Kemal ona buz dolu duyla işkence yaptığında mutfağı yakmıştı. Buna karşılık patronu haftalarca konusunu açmamış ve mutfağın tadilatının bitmesini beklemişti. Bittiği gün kızın parmaklarını pürmüzle yakmış yine Aysun’la olan bağını sormuştu. Başka bir günde ise patronu demir bir sopayla kızı dövmüş ve birkaç kaburga kemiğini kırmıştı. Öfkesinden acısını dahi hissetmeyen kız Kemal2in yorulmasını fırsat bilip, adamın kafasında sandalye parçalamış yetmemiş burnu kırılana kadar yumruk atmıştı.

Diğer günler ise Kemal ya da diğer korumalar onu döver, bağlı değilse Güneş’de onlara karşılık verip çoğunu yere sererdi. Ali, bu kızın gücüne hayrandı doğrusu.

Kanın keskin kokusunu alana kadar yaklaştı. Kızın tebessümü, dudaklarında yerini koruyordu. Eğilip sakince “Annenin ve babanın kim olduğunu biliyor musun, çocuk?” diye sordu. Ona göre çok ufaktı. Genç kızdan cevap gelmeyince bir teklif sundu. İkisinin de çıkarı olan bir teklif.

“Peki çocuk, seni çözsem ve yaralarına baksam bildiklerini bana anlatır mısın?” Hem o bir kız çocuğuna el kaldırmazdı hem de onun daha fazla canı yanmamış olurdu. Gayet adaletliydi.

“Sen ki, itin tasmasını tuttuğu itsin. Sahibine ihanet mi ediyorsun?” Kızın ona ne olduğunu söylemesiyle, sinirlenip kendini sıkmıştı. Doğru söylüyordu. O adam tam bir itti ve o da onun iti. Söylenecek başka söz yoktu. “Bana konuştur dedi. Nasıl yapmam gerektiğini söylemedi ki çocuk.” Uzun bir süre birbirlerini göz hapsine aldılar.

Ardından Ali, kızın bağlı olduğu zincirleri teker teker çıkarttı. Yere düşmek üzere olan kızı tutup yavaşça oturmasına yardım etti. İnleyerek soğuk zemine yerleşen genç kız, bu adamın hareketlerine tam anlam verememişti.

Ali ise emrinde olan adamlarından istediği pansuman malzemelerini ihtiyacına göre hazırlamakla meşguldü. Onun hareketlerini izleyen Güneş, diğerleri gibi biri olmadığını anlamıştı. “Çok mu seviyorsun?” diye sordu.

Dikkatini uğraştığı işe veren adam, kızın söyledikleriyle diken diken olmuştu. Çok mu belli etmişti? Bunca zaman tek bir yerde kapalı kalan kız çocuğu bile anladıysa patronunun da anlamış olma ihtimalini düşündü. Oysa hiç belli etmemeye çalışıyordu. Yine de salağa yatıp “Kimden bahsediyorsun, çocuk?” diye sormuştu. Sesinin tedirgin çıkmasına engel olamamıştı. “Bu kara kafalı itin, seni adamı yapmak için rehin aldığı kişiden bahsediyorum.” İçten içe rahatlayan adam, olayların tamamını bilmemesine sevinmiş bir yandan da böyle bir şerefsizin yanında zorla çalıştığını anlamasına hayret etmişti. Cevap verme gereği duymadan kıza pansuman yapmaya başlamıştı.

Adamın iyi niyetini hisseden Güneş, daha önce sorduğu soruyu cevaplamaya karar vermişti. “Bilmiyorum. Beni hastanede terk etmişler.” Yaraları teker teker kapatan adam bu sefer başka bir soru sordu. “Aysun’la ne zamandan beri görüşüyorsunuz?”

“İlk yetimhaneye de gördüm ve o gün de direk buraya getirdi.” Ali’nin aklına takılan bir sürü soru vardı. Ama bu soruların muhatabı bu kız değil, Aysun’du.

Pansuman işini bitirmiş bu işi nasıl hallede bileceğini düşünüyordu. Direk sorsa söylemeye bilir ya da kendini kurtarmak için yalana başvura bilirdi. Ona kesin bilgi lazımdı ki yardımına hiç tahmin etmediği kız çocuğu yetişti. “Aysun’un öz annem olup olmadığını DNA testiyle öğrenebilirsin.” demişti.

Ali bunu nasıl yapacağını düşünürken kendinden biraz uzakta oturan kız, saçlarından bir tutamı eline alıp sertçe çekmişti. Eline gelen sarı saçları adama uzatıp “Bunları ve Aysun’un tarağında ki saçları al.” demişti. Koskoca adamı zekasıyla hayrete bırakan Güneş, ağrılarının verdiği yorgunlukla arkasına yaslandı.

Duyduğu sesle dinlenemeyeceği aşikardı. Yine siniriyle geliyordu, kara başlı it. Ali ise ondan asla beklenmeyen hareketi yapıp, kızı kolundan tutup zincirlere geri kelepçeledi. Genç kız olanlara tepki dahi veremeden Ali, yüzünde ki açık yaraların kanı dursun diye yapıştırdığı bantları teker teker sökmeye başladı. El bileklerine sardığı sargıyı da söküp yan duvara dayalı bir odun parçası alıp vurmaya başladı. Kemal'i aratmayacak sertlikte indirdiği darbelerin arasında Güneş’in sözlerini duymamıştı.

“Seni kendi köpeğim yapacağım! Tüm sevdiklerine hasret bırakacağım. Bu da s*ktiğimin hayatı üzerine yeminim olsun!”

 

☀️

Herkesin ‘baba’ diye hitap ettiği kişi, aslında kimdi? Nasıl biriydi? Çocuklar kadar görev ve sorumlulukları var mıydı? Sadece ihtiyaçlarını mı karşılamaktı? Ya da bir çocuğa nasıl davranması gerektiğini nereden biliyorlardı? Bunun için özel gelişimleri mi vardı yoksa bilinçsel olarak kendi ailelerinden gördükleriyle mi hareket ediyorlardı?

Baba; anneye sperm vererek bir çocuğun dünyaya gelmesinde rol oynayan erkektir. Peki gerçek hayatta da bu kadar mı babanın görevi? Duyusal olarak hiç mi etkisi yok? İyi bir baba nasıl olurdu ki?

Asıl baba sevgisi gerçekten var mıydı? Hayatıma giren ‘baba’ adı altında ki insanlardan sevgi ya da iyilik gördüğüm söylenilemez. Belki de bu yüzden korkularım, endişelerim, çekincelerim vardı. Diğer aile üyelerine yaklaşımım gün geçtikçe iyileşiyordu. Fakat Erol Bey’le ne kötüye gidiyor ne de iyiye. Birbirimize karşı tamamen nötrdük. Bu birazda benim ondan uzak durmamın etkisiydi.

Hayatımda hiçbir baba faktörüne ihtiyaç duymamıştım. Belki inadımdan belki de korktuğum için. Ya da ihtiyaç duymamın sebebi bugüne kadar hiç hissetmememdir.

Erol Bey’in nasıl bir baba olduğunu az çok anlamıştım. Sert mizaçlı ve otoritesiyle, dış dünya da gördüğüm babalara benziyordu. Çocuklarına olan davranışına pek şahit olduğum söylenemezdi. Lakin Aşkın Hanım’a olan sevgisini görmemek için kör olmak gerekiyordu. Aynı şekilde evin diğer erkekleri de Erol Bey’den çok Aşkın Hanım’a daha bağlıydılar. Erkek çocuğu anneye, kız çocuğu babaya düşkün olurmuş. Yani geçenlerde Alya böyle söylemişti. Bu hitapla yeniden tüylerim diken diken olmuştu.

Tüm bunlar gerginliğimi biraz olsun dağıtmak içindi. Arabanın direksiyonunu daha sıkı kavrayıp navigasyonun gösterdiği yere sürdüm. Erol Bey, iki gün önce aramış ve birbirimizi daha iyi tanımamız için yemek yemeyi teklif etmişti. İlk başta kararsız olsam da sonradan kabul etmiştim. En nihayetinde korkularımı yenmem için bir adım da benim atmam gerekiyordu.

Avuç içlerimin terlemesi Erol Bey’le yalnız olacağımızdan kaynaklanıyordu. Belki diğerleri de gelmiş olsaydı bu kadar endişe etmezdim. O zaman da Erol Bey’le konuşma fırsatımız olmuyordu.

Gerginliğim bir yana içim de heyecanlanan bir çocuk da vardı. Yerinde duramayan bir an önce restorana gitmek, Erol Bey’i görmek istiyordu. Bunca zaman sonra hala böyle hissede bilemesi çok garipti.

Gösterilen konuma geldiğinde arabayı valeye teslim edip içeri geçtim. Uzun koridorun ardından geniş ve oldukça ışıklandırılmış restorana çıkmıştım. Oldukça şık dizayn edilmiş bu yer fazla kalabalık değildi. Resepsiyona dönüp Erol Bey’in rezerve ettiği masaya sordum. Adam sorduğum masayı bulmaya çalışırken bende elbisemde toz varmış gibi üzerimi silkeleyip kemerimi düzelttim.

Ardından görevlinin arkasından masaya doğru ilerledim. Görüş açıma giren Erol Bey ile personele teşekkür ettim. Az önce boş sandalyenin önünde duran çatal bıçakları elinde ki bez mendille temizleyip yerine koyan adam, beni gördüğünde gülümseyip ayağa kalkmıştı. Ceketinin kenarlarından tutup önünde birleştirdi.

Elini uzatıp kocaman bir gülümsemeyle “Hoş geldin.” dedi. Şaşırmış ifademi toparlayıp elini tutup sıktım. “Hoş bulduk. Nasılsınız?” Eliyle boş sandalyeyi işaret edip buyur etti.

“Çok iyiyim. Sen nasılsın?” Yüzünde yine aynı gülümseme ile karşımda oturdu. Erol Bey’e teşekkür edip gelen garsona siparişlerimizi verdik. Ardından aramızda sessizlik oluşmuştu. Karşımda ki adam sandalyesinde oldukça rahatsız gibi kıpırdanıyor, masada kendince bir şeyleri düzeltiyordu.

Benimle konuşmak istediğinin farkındaydım ve sessizleşip sadece oturup yemek yemek istemiyordum. Madem buraya aramızdaki buzları eritmeye gelmiştik, ona göre davranacaktım.

“İşleriniz nasıl, yolundadır umarım?”

Geçekten inanılmaz bir şekilde konu açtım. Adam bile şaşırdı, iş toplantısına mı geldim ben diyordur kesin. “Çok şükür yolunda. Ben daha çok akranlarımla olan işlere dahil oluyorum. Onun dışında her şeyi Toprak, Çınar ve Deniz hallediyorlar.”

Anladım anlamında başımı salladım. Basit bir soruya bu kadar uzun cevap vermesi beni şaşırtsa da konu açabildiğime sevinmiştim. “Baba mesleğini devam ettirmeleri ne kadar güzel.”

Erol Bey’in abana dönük bakışları şok ile daha çok aralanmıştı. Yanlış bir şey söyleyip söylemediğimi düşünürken, boğazını temizleyen Erol Bey konuşmasıyla içime su serpilmişti.

“Bende babamın mesleğini üstlendim. Elimden geldiği kadarıyla ilerletmeye çalıştım. Sonra bir baktım oğullarım ticareti ilerletmiş, ihracata geçmişler. Eski kafalığımla inat etsem de o üçü daha iyi yerlere çektiler şirketi.” Son cümlesine güldüğünde ben de hafifçe tebessüm etmiştim. İş konusunu dağıtmak için “Deniz’in çalıştığına emin misiniz? Daha çok kaytarıyormuş gibi bir izlenim veriyor.” demiş ve gülmüştüm.

Erol Bey’de benimle gülüp “Dediğin gibi en çok onda zorluk çektim. Bilgisayarla oynamaktan Deniz’i göremez olmuştuk. Bir gün zorla dışarı çıkarttık. O zaman da motosiklet süren birkaç yaşını görmüş. Tutturdu motosiklet ehliyeti alacağım diye. Annesi izin vermeyince harçlıklarını biriktirip kursa yazılmış. Eve ehliyet kartı geldiğinde haberimiz oldu. Kullanması tehlikeli diye ehliyetine el koyduk. Tekrar bilgisayar başına oturunca bende şartımı söyledim. Üniversite okuyup adam akıllı bir işte çalışırsa kendi motorunu alabilirsin dedim. Tabi arada kaytarsa da o zamandan beri çalışıyor.” dedi.

Onu büyük bir tebessümle dinlemiştim. İçinde oğlunun haylazlıklarını komik bulup, başarılarıyla övünen bir baba vardı. Deniz'in yapmaması gereken şeyleri bile yalınlaştırıp onur duyar gibi anlatıyordu.

Erol Bey’in anlattıklarından hemen sonra garson sipariş ettiğimiz yemekleri getirmişti. Yemeğe başlayacakken onun başlamadığını hatta söylemek istediği bir şey varmış gibi hareketlendiğini fark ettim. Elime aldığım çatalı ve bıçağı geri yerine koydum. Bir şey olup olmadığını soracakken konuşmaya başladı.

“Ben sana küçük bir hediye aldım. Aslında planlı değildi. Görünce aklıma ilk sen geldin. Beni kırmayıp kabul edersen çok mutlu olurum.” demiş ve masaya siyah kadife bir kutu koymuştu. Bir Erol Bey’e bir de siyah kutuya bakıyordum. Bir aksesuarı görmüş ve aklına sadece ben geldiğim için onu bana almıştı. Uzun zaman sonra biri bana hediye almıştı. Üstelik bu kişi ‘baba’ diye hitap etmeye korktuğum kişiydi.

Siyah kutuyu elime alıp Erol Bey’e döndüm. “Teşekkür ederim.” Sesim içime kaçmış gibiydi. Onun duyabildiğine bile emin değildim. Ben kutuya büyük bir merakla bakarken Erol Bey’de bana bakıyordu. Anlaşılan vereceğim tepkiyi gözlemliyordu.

Kapağı yavaşça araladığımda ortasında kar tanesi ve yanlarında taş işlemeleri olan ışıl ışıl bir bileklik vardı. O kadar şık ve zarif duruyordu ki kendini belli eden bir tasarımı ve aşırıya kaçılmamış olması beni birazda tanıdığını gösteriyordu.

“Erol Bey, bu çok güzel. Çok beğendim. Teşekkür ederim.” dedim ama gözlerimi bileklikten ayıramıyordum.

“Gerçekten beğendin mi?”

Onun sorusuna karşı gülümseyip başımı salladım. Kutuyu ona çevirip “Takar mısınız?” diye sordum. Erol Bey, bu teklifimi beklemediği için afallasa da bilekliği bileğime taktı. Teşekkür edip sessizce yemek yemeye başladık.

“Pek fazla konuşma fırsatımız olmadı. Bana biraz kendini anlatır mısın? Çocukluğunu mesela.” Bu sefer konu açan daha doğrusu soru soran Erol Bey olmuştu. Suyumdan bir yudum alıp kendimi anlatmaya başladım.

“Çocukken çok yaramazdım. Asla kimsenin sözünü dinlemez hep kendi bildiğimi yapardım. Yetimhane görevlileri de artık verecek ceza bulamıyorlardı. Okulu da pek sevmezdim. Sokaklarda haylazlık peşinde koşardım.” Gülerek anlattıklarım aslında toz pembe olanlardı.

“Peki nasıl sacı oldun?”

“Bu konuda tanıdıklarım çok etkili oldu. Okumak istememde değer verip çok sevdiğim bir arkadaşıma sözüm vardı. Daha adaletli bir ülke için de savcı olmayı tercih ettim.”

‘Söz ver Güneş. Okuyup düzgün, doğru olan bir işte çalışacaksın?’

Yıllar sonra kulağımda yankılanan sesiyle içim burkulmuştu. Görüşmeyeli çok uzun zaman olmuştu. Ama elden ne gelirdi.

“Güzel arkadaşlar edinmişsin. Seni doğru yola çıkaran dostlar pek bulunmaz.” diyen Erol Bey ile daldığım kasvetli havadan sıyrıldım. O benim dostumdan öte kız kardeşim gibiydi.

“Öyle tabi. Peki ya siz, mesela Aşkın Hanım’la nasıl tanıştınız?”

Erol Bey, eşinin adını duyunca yüzünde güller açmıştı. Onların araların sadece resmi nikahtan ibaret bir evlilik yoktu. Birbirlerine sevgi, saygı ve aşkla bağlıydılar. Bu bakışmalarından dahi anlaşılıyordu.

Önce duruşunu düzeltip boğazını temizledi. “Bizim aile büyükleri çok önceden birbirleriyle tanışıyorlardı. Ben de az çok Abdullah babayı ve erkek kardeşlerini tanıyordum. Birkaç kere birlikte iş yapmıştık. O zamanlar da kulak aşinalığı ismini biliyorum. Aşkın, Abdullah babanın en küçük kızı oluyor. Onun dışında birer ağbi ve ablası, iki tane de erkek kardeşi var. Ama onlardan ziyade Aşkın’a çok daha düşkün bir adamdı. İlk gün misafirliğe Mardin’e geldiğinde; gezdirelim demiştik. Çarşıya çıktığımızda güzel bir kumaş gördüğü an ‘kızıma bu renk çok yakışır’ der alırdı onu. Yemek yemeğe gittiğimizde Aşkın bunu sever, bende onun için bu yemekten yiyeceğim derdi. O kadar bağlıydı. Abdullah baba kızını dilinden hiç düşürmediği için benim babamda ‘senin kızı bizim oğlana alalım’ demiş. İnanır mısın Güneş; ‘Benim kızım okuyacak’ diye adamın bir bağırışı vardı, kulaklarımdan sesi hala silinmedi. Babam onu öylesine söylemişti ama karşılığı çok sert olmuştu doğrusu. Sonrasın da Abdullah baba birkaç sene bizimle görüşmedi. Şimdi yalan söyleyemem, kızını merak da etmiştim.”

Hem utanarak hem de bu isteğinden hiç pişman değilim dermiş gibi gülümsüyordu. Aşkın Hanım’ın babası bu adama fazla çektirmiş gibi duruyordu. Garip bir şekilde bu da benim hoşuma girmişti.

“Bizim bir akraba düğününde Abdullah baba ve aşiretinin de geleceğini öğrendim. Ama ne onu ne de kızının varlığını hatırlamıyordum. Sadece yıllar önce ortaklık kurduğumuz aklımda kalmış. Bizim adetlerimizde de şehir dışından misafir gelirse mutlaka yatılıya kalır. Öyle otele falan gönderilmez. Aile büyükleri geldiler, yemekler yendi, yatak yorgan açıldı, ertesi gün oldu.”

Erol Bey’in nefeslenmesiyle bende aklıma takılan şeyi sordum. “Aşkın Hanım o gün gelmedi mi?”

Karşımda ki adam da olumsuz anlamda kaşlarını kaldırdı ve “Hayır. O gün yoktu. Hatta babamın yıllar önce ki lafından dolayı ismini bile kimseden duymadım. Artık Abdullah ağa nasıl tembihlediyse.” dedi. Bir yandan yemek yiyip bir yandan da anlattıklarına gülüyordum.

“İşte hayatım o günden sonra değişti. Her sabah olduğu gibi o günde işe gidiyordum. Çalışanlardan makinelerde arıza olduğunu öğrendim. Bir an önce işyerine gideyim diye taksiye çarptım. Kazada haksız olan taraf bendim ama sinirli halimin üzerine gelince arabadan inip taksiciye bağırmaya başladım. O dönemde de aşiretlerin ağaları, hanımağaları vardı. Babamın işini devraldığım için de tanınan bir ağaydım. Adam benim öfkeyle söylediklerim karşısında hiçbir şey söylemiyor, bende daha çok bağırıyorum. Taksinin arka koltuğundan; bir eli ensesini tutan, gözleri gibi dizlerinin altında biten, masmavi elbiseli, uzun sarı saçlarına taktığı beyaz bezden bandanalı kadın indi. Kapıyı sertçe kapatıp bana döndü. Benim haksız olduğumdan tut ki kaba bir adam olduğuma kadar ağzına ne geliyorsa saydırmaya başladı. Hatta yetmedi en sonunda dağ ayısı bile dedi. Bende ağzımı açıp tek kelime konuşamadım. Taksi şoförü onu susturmaya çalıştı, benim ağa olduğumu falan söyledi. Ama o masmavi kadın inat etti. En sonunda ‘O ağaysa bende hanımağayım’ deyip çatık kaşlarıyla masrafı ödememi söyleyip arabaya geri bindi.

On dakika belki gördüm belki görmedim. Ama o an yirmi üç yıllık hayatımın en güzel dakikalarıydı.”

Ben yemeğimi bitirmiş Erol Bey’i dinlerken o, arada yemek yiyip kaldığı yerden devam ediyordu anlatmaya.

“O gün boyunca ne işime odaklana bildim ne de başka bir şeye. Çıkmadı aklımdan. Öyle böyle gün bitti, evin yolunu tuttum. Bizim konağın kapısını çaldım ama açan olmadı. Evde de misafirler olduğu için herkes bir yerdedir diye anahtarla açayım dedim. Benim anahtarla açmama kalmadan içerden, tüm gün gözümün önünden gitmeyen kadın açtı kapıyı. İlk önce hayal mi görüyorum acaba dedim. Gözlerimi kapatıp açtım ama kanlı canlı karşımdaydı. Sonra yanlışlıkla yanlış eve geldiğimi düşündüm. Evin dışını da kontrol ettim, benim evimdi. Aşkın'da şaşırmıştı. Çünkü beni tekrar görmeyi beklemiyordu. İçeri girdiğimde sofralar hazırlanıyordu. Elinde tabaklarla gelip gidiyor ama benim gözlerim hep onun üzerinde. Yemekler yeniyor, çaylar içiliyor benim gözlerim hala onu arıyor. Kim olduğunu bilmiyorum, ismini bilmiyorum. En önemlisi evli mi, sevdiği var mı; onu bile bilmiyorum. Baktım herkes kendi halinde biriyle sohbet ediyor bende onu aramak için salondan çıktım. Kadınların olduğu odada yengemle konuştuğunu gördüm. Eskiden öyle ortamlara girmek ayıp olarak karşılanırdı. Bende mutfağa gidip orada beklemeye başladım. Çay doldurmaya ya da başka bir şeye gelir dedim. Ama gelmedi. Sonrada herkes odalarına dağıldı. O gece gözüme uyku da girmedi. Hava almak için avlıya çıktım. Hiçbir yere sığamıyordum çünkü. Öyle gökyüzüne bakarken üst katta ki ara katta onu gördüm. Sonra Aşkın’ın bakışları da bana döndü. Başımı eğip selam verecektim ama birden sinirlenmesiyle içeri girmesi bir oldu. Bizim meraklı çalışanlara sordum. Adını, tıp okuduğunu, bekar olduğunu ve Abdullah ağanın kızı olduğunu öğrendim.”

Erol Bey’in de yemeği bitmişti ve garson gelmişti. Garsona dönüp “Biz birer çay alalım, lütfen.” dedi. Erol Bey’i onaylayan çalışanın gitmesine engel olup “Ben çay yerine kahve alayım. Pek aram yoktur da.” dedim.

“O zaman bende kahve alayım. Sade olsun.” diyen Erol Bey’le, “Benimki de sade olsun, lütfen.” dedim. Çok geçmeden gelen kahvelerle “Nasıl itiraf ettiniz, Aşkın Hanım’a?” diye sordum. Merakımı uyandıran bir anı olmuştu ve çok güzeldi. Erol Bey’in de Aşkın Hanım’ın da gençlik halleri çok tatlı, çok masumdu.

“Birkaç gün sürdü ama en sonunda tek olduğu anı yakalaya bildim. Önce özür diledim. Yoksa yüzüme bile bakmayacaktı.”

“Peki siz özür dileyince tepkisi ne oldu?”

Sıkıntılı bir nefes çekip geri bıraktı. “’Yeri geldiğinde dağ ayıları bile kibar olabiliyormuş’ dedi.”

Duyduklarımla gülmeye başladım. Kendimi durduramayınca elimle ağızımı kapattım. Hem Aşkın Hanım’ın sürekli laf sokup ‘dağ ayısı’ demesi hem de Erol Bey’in bundan hiç hoşlanmadığı belli olan ses tonu çok hoşuma gitmişti.

Kahvelerimizi içtik. Daha sonrasında evlilik anılarıyla birlikte tatlı yedik. Dondurma sipariş ettik. Onda da kayınbabasıyla olan laf dalaşlarına kahkahalar attık. Akşamı sonlandırmamak için elimizden geleni yaptık. Ama her güzel şeyin sonu vardı ve bu da sona erdi. Bu akşamlık.

Bugün bir ‘baba’ adı altında nasıl mutlu olunur onu keşfetmiştim. İlkti, son olmaması için dua ettim. Erol Bey, dışından görüldüğü gibi biri değildi. Sert ve otoriter kişiliğinin altında sevecen ve komik bir adam yatıyordu. Anlaşılan sadece belirli kişilere gösteriyordu, bu yönünü.

Ellerimle ördüğüm duvarlardan bir tuğla yıktım. Ben bu adamın aşkına, evliliğine olan bağına, ailesine olan sevgisine şahit olmuş; bunu da kendi gözlerimle görmüştüm. Mutlu bir ailenin mümkün olabileceğini kanıtlamıştı, bana. Kızı olabileceğimi kabul etmiş ve bunu çekinmeden gösteren bir adamdı. İşte bu yüzden duvarlarımdan bir parça yıkmıştım.

Bir yola birde bileğimde ki takılı duran ışıl ışıl kar tanesine bakıyordum. Bu akşam, gerçekliği sorgulanacak kadar muhteşem geçmişti ki izleri hala yüzümde tazeydi. Korkularımın aksini yaşamıştım.

Yaklaşık iki saattir yoldaydım ve Kırklareli’nde ki eve gelmiştim. Arabayı park edip ışıkları yanmayan tek katlı eve doğru ilerledim. Denizin dalgaları kayalara vurup geri çekiliyor, sesleri insana huzur veriyordu. Kasvetli ve karanlık havaları severdim. Ama havanın nemli ve rutubetli oluşundan nefret ediyordum. Aynı burada tuttuğum adamdan nefret ettiğim gibi. O da ya soğuk ya da sıcak havayı severdi. Bu şehrin karamsarlığı, ne olduğu belli olmayan hali sinirlerini bozardı. Şimdi ise buna katlanmak zorundaydı. Benim ona katlanmak zorunda olduğum zamanlarda ki gibi o da buna mecburdu.

Çelik kapıya yaklaşıp açılması için şifresini girdim. Işığı yakıp karanlık odayı aydınlattığımda karşımda ki on iki adam, başlarını eğerek selam vermişlerdi. Onların aralarından geçip salona ilerledim. Geniş salonda; büyük bir masa ve zincirlere bağlı olan adam dışında hiçbir şey yoktu.

Üzerinde çeşitli aletler olan masaya ilerleyip “Beni özledin mi?” dedim, yerde yatan adama. Karşılığında, herhangi bir tepki vermeyince; kapının önünde duran adamlara işaret verdim. Komutumla birlikte zincirleri makaralarına sarıp kelepçeleri sıkılaştırdılar. Bu şekilde ayakta asılı duran, eski zamanların mahkumlarına benziyordu.

Yüzüğümün sivri tarafını avcumun içine doğru çevirdim. Diğer elimle başını kaldırıp göz göze gelmemizi sağladım. Baygın bakışları bilincinin tam yerinde olmadığını gösteriyordu.

“Yanına geliyorum ve bana bakma lüksü bile göstermiyorsun.” deyip yüzüne tokat attım. Sol gözünün altından başlayıp dudaklarına kadar uzanan kesiği takip ettim. Yavaş yavaş kan damlalarını akmasıyla uyuşuk bedeninde acısını yeni hissediyor olmalıydı.

Acıyla bağırıp yüzünü gizlemeye çalıştığında başını eğmeye çalıştı. Tekrar göz göze gelmemizi sağladığımda bu sefer çenesinden değil de boğazından tutup sıkıyordum. Yüzüne her baktıkça küçüklüğümü görüyordum. O aciz halimi...

Bu öfkemi körükleyip boynunu daha fazla sıkmama neden oluyordu. Artık bakmaktan tiksindiğim yüzü kırmızı değil mordu.

Koluma dokunan elle kendime gelip geri çekildim. “Sinirlerinizi kontrol etmelisiniz.” diyen benden yaşça büyük adamı onaylayıp birkaç adım geriye çekildim.

“Haklısın. Bu kara başlı yaşlı it için sinirlenmeme gerek yok.” dedim ve çeşitli aletlerin bulunduğu masaya doğru ilerledim. Elime bir pense alıp arkamda beni izleyen ihtiyar adama uzattım.

Yüzüz yılların vermiş olduğu kırışıklıklarına inat canlı duruyordu. Yıllardır ya karşı karşıya ya da yan yanaydık ve beni iyi tanıyordu. Ne yapması gerektiğini de çok iyi biliyordu.

İtiraz etmeden elimdeki aleti alıp zincirlere bağlı adama doğru yaklaştı. Birkaç gün öncesinde bacaklarına sapladığı vidaları teker teker, hiç acele etmeden çıkarttı. Bağırmaktan sesi kısılmış köpek, en sonunda konuşmaya karar vermişti.

“Sen tam bir psikopatsın. Seneler önce sana söylediğim her şeyi kelimesi kelimesine hatırlıyorsun. Ve bana aynılarını söylüyorsun. Aklını kaçırmışsın sen.”

Gözlerimi kapatıp başımı bir sağa bir sola yatırdım. Bunu yaparken de çok yavaş hareket ediyordum. Gözlerimi açtığımda öfkeli bakışlarım sahibini buldu. “Elbette! Sana aksini düşündüren ne? Sen kemiklerimi kırmış onca işkenceye maruz bıraktıktan sonra teşekkür mü etmemi bekliyordun!” deyince karşımdaki adam yerinden sıçramıştı. Çünkü şu an hep olmamdan korktuğu kişiydim. Bunu kendisine o yapmıştı. Bu hale düşmesinde ki sorun ta kendisiydi ama beni suçluyordu. Uzun zamandır elimde ve bu haldeydi. Bana yaptığı şeylerin aynısını, belki biraz fazlasını yaşıyordu. Onu uyardığımı çok iyi hatırlıyorum.

Bana yapılan her şey için, bir gün intikamımı alacağımı; Kemal Karabaş dahil bana zarar veren, vermeyi düşünen tüm düşmanlarım biliyordu. Beni karşılarına almak onların en büyük hatalarıydı. Ve bunu yeni yeni anlıyorlardı.

Kemal Karabaş’a yapılacak işkenceler için benden bir komut bekleyen ellili yaşlarında ki adama dönüp “Eline bir sopa al ve bayıltana kadar döv. Eğer olurda acıyacak olursan, vurmazsan misliyle ben sana yaparım! Anladın mı beni, Ali?” dedim.

Cevabını beklemeden çıktığım odada sesleri yükseliyordu. Biri yıllar önce emir verdiği adama yalvarıyor, diğeri ise yılların acısını çıkartırcasına darbelerini indiriyordu.

 


 

 

Devam edecektirrr...

 

 

 

 

 

☀️☀️☀️☀️☀️☀️☀️☀️

 

 

Bölüm geç geldiği için özür dilerim.

Sağlık sorunlarımdan ve annem gil ümreye gittilleri için vakit bulamadım yazmaya.

 

Bundan sonra en az 10-12 günde bölüm yayınlamayı planlıyorum, bir aksilik çıkmaz ise.

 

Oy ve yorunlarınızı da bekliyorum tabi ki.

 

Şimdiden iyi okumalarrrr...

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

 

 

Bölüm : 11.12.2024 23:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...