
Her insan mutlu gelmez dünyaya. Neden mutlu ayrılsın ki?
Bu dünyayla baş etmek zordur, elbet. Kimi zaman korkutur insanı.
Korku, insanı aptallaştırır; derler. Bu yüzden aklı kullanmak cesaret işidir. Kim aklını kullanmaktan öteye cesaret için harcar?
Yazgınla savaşman bile yazgınken kim aptallığına yenilip kaybeder?
Birçok insan...
Birçok kadın...
Birçok umut...
Onlar gibi olmamak içindir, işte benim hayatla savaşım. Kazanan kimdir az çok bilinir. Fakat bu yazgı bizim ise ve değiştirmeyeceksek neden yaşam bahşedilmiş, her birimize?
Kimi türküler vardır insana hayatı sorgulatan kimi türküler vardır insana özlemini aratan. Radyo da aheste aheste çalan türkülerden biriydi. ‘Belki bir gün çıkar gelir, gönül muradını alır...’ diyordu Eroğlu. Seven sevdiğini bulurmuş ama umudumu kestiğimi söyleme sen yine ona.
Türküye eşlik ederken nakarat kısmında kesilmişti. Telefonum arabaya bağlı olduğu için ekrana, Alya’nın araması düştü. Yanıtlayıp “Efendim?” dedim.
Karşılığında “Alo Güneş. Lütfen bana yardım et! Ne yaptıysam adam uyanmıyor.” diyerek nefes nefese konuşuyordu. Telaşlı sesi ve uğraştığı her neyse telefonda hışırtılar duyuluyordu.
O an aklıma binlerce senaryo geçmişti. Kaçırılmış olmasından tutunda hastalarından biri ona zarar vermiş olması ihtimaline kadar tüm tilkiler dolanmıştı aklımda.
Adımın şiddetli bir şekilde seslenmesiyle ona odaklanabildim. “Güneş cevap versene. Ne yapacağım ben şimdi?” Yine bağırmıştı ama telaşından farkında bile değildi.
Onun iyi olup olmadığını bilmediğim gibi olay hakkında da bir fikrim yoktu. “İyi misin? Sana bir şey olmadı değil mi?”
“Boş ver beni, Güneş! Adamın durumu iyi değil!”
Alya'nın sesi endişelendiği için olsa fazla gür çıkıyordu. Bu da demek oluyordu ki ortada tahmin ettiğim gibi bir şey yoktu.
“Öncelikle sakin ol. Bana ne olduğunu doğru düzgün anlat.” dedim.
Telefonu kendinden uzaklaştırdığına dair sesler duyuldu. “Ben eve gidiyordum. Sonra yolları karıştırmışım. Navigasyonu açarken de kaza yaptım. Ama hızlı gitmiyordum.” Telefonu hoparlöre almıştı ki sesi biraz uzaktan geliyordu. “Arabadan indiğimde çarptığım araçta ki adam inmedi. Yanına gittim bende.” Sesi git gide inceldiğinde hıçkırarak ağlamaya başladı. Ama anlatmayı bırakmadı.
“Bayılmıştı adam, Güneş. Seslendim o kadar, ayılmadı. Ne yapacağım şimdi ben? Ne olur yadım et, Güneş! Ya adama bir şey olduysa ya öldüyse! Ben nasıl yaşarım bu vicdan azabıyla!” demiş ve daha sesli ağlamaya başlamıştı. Bir yandan da ‘Ne olur bir şey olmasın’ diye sayıklıyordu.
Onu kendine getirmek için bağırarak konuştum. “Alya! Beni duyuyor musun? Ağlamanın sırası değil şimdi! Adamın nabzına bak, atıyor mu?” dedim korkarak.
Alya o panikle ambulansı çağırmayı bile unutmuştur. Çarpmayla kafasını vurmuş olabilirdi. Ya da daha büyük bir hasar almışsa haberimiz dahi olmazdı.
Alya'nın ağlaması biraz olsun yatışmış olacak ki sevinç kırıntılarıyla “Güneş, nabzı atıyor.” demişti.
Onu onaylayıp “Güzel. Şimdi bana konum atıyorsun ve sonrasında ambulansı arayıp durum bildiriyorsun. Ben en hızlı şekilde oraya gelmeye çalışacağım.” dedim ve cevap vermesini beklemeden telefonu kapattım.
Çok geçmeden gelen konumla ve İstanbul trafiğiyle yirmi dakika da orada olmuştum. Tabi bu durumda geçtiğim kırmızı ışıkların haddi hesabı yoktu.
Aceleyle araban inip farklı bir arabanın başında sayıklayarak ağlayan Alya’nın yanına koştum. Onun gibi yere çöküp iyi olup olmadığını kontrol ettim. Ağlamaktan kızaran burnunu çekip tek koluyla bana sarıldı. Bu seferde benim adımı sayıklayarak ağlıyordu.
Onu kendimden uzaklaştırıp göz makyajıyla birlikte akmış yaşlarını sildim. Sağ eliyle sürücü koltuğunda oturan adamın elini sıkı sıkıya tutmuştu. Adamın durumuna ne kadar bakmaktan kaçınsam da bakışlarım solgun o yüze tırmandı.
Tam da o an asla görmeyi beklemediğim birini gördüm. Zihnimin bir oyunu zannettim. Özlediğimi umarak yanıltıcı bir seraptır dedim. Onu görmeye alıştığım için görüyordum ve gözlerimi kapatıp açınca yerine başka bir yüz alacaktı. Tüm kalbimle buna inandım ve gözlerimi yumdum. Geri açtığımda değişen hiçbir şey olmamıştı.
Toprak sürü koltuğunda başı sola düşmüş bir şekilde yatıyordu.
“Toprak!” diye istemsizce sesim yükselmiş ve Alya yerinden sıçrayıp ayağa kalmıştı. Toprak ise sesimi duymuş gibi ağır ağır koyu kahve gözlerini aralamıştı. Ben ise ona öylece baka kalmış hiçbir tepki veremez olmuştum.
“Açtı gözlerini!”
Yanımda dikilen Alya’nın sözleriyle bile kendime getirdiğim söylenemezdi. Ben hala onun solmuş yüzüne bakarken Alya önüme geçmiş Toprak’ın daha düzenli nefes alabilmesi için kravatını olabildiğince çözmüştü.
“Beyefendi beni duyabiliyor musunuz? İyi misiniz?” diye sorularını sıralamadan önce biraz geri çekilmişti. Hafif çarpışan bedenlerimize aldırmadan alnının ortasında sağ kaşına kadar devam eden kızarıklığı kontrol ettim.
Alya'nın sorusunu bende tekrarladığımda başını sallayıp tek nefeste “İyiyim, merak etme.” demişti. Sesi mırıldanma şeklinde çıkmasına rağmen hala merak etmememi söylüyordu.
Kendimce yaptığım kontrollerden sonra Alya’ya dönüp ambulansı arayıp aramadığını sordum. Bana konum yolladıktan hemen sonra aradığını söylemişti. Aradan yarım saat geçmesine rağmen siren sesleri bile duyulmuyordu.
Kendimiz de götüremezdik. Çünkü bilmediğimiz bir travma ya da iç kanama geçiriyor olabilirdi. Daha kötüsü biz yardım etmeye çalışırken bunlara sebep olabilirdik. Bu yüzden ambulansı beklemek çok mantıklıydı. Fakat bu kadar geç kalmaları hiç mantıklı değildi.
“Alya gözünü seveyim şu ambulansı tekrar ara! Bu kadar geç kalmamaları gerekiyordu.”
O telefonla arama yapmaya çalışırken Toprak tam tersi şoför koltuğundan kalmaya çalıştı. Çatallaşmış sesiyle “Gerek yok ambulansa, iyiyim ben.” demişti.
Onu geri yerine oturtmaya çalışırken itirazlarımı sıralamaya başladım. En nihayetinde konu sağlığıydı. “Toprak saçmalama, oturur musun lütfen. Başını vurduğun belli. Ya beyin travması geçirdiysen. O zaman ne yapacağız?”
Alya bir eli kulağında ki telefonla otomatik çağrıyı dinlerken diğer eliyle Toprak’a oturması için omzundan baskı kuruyordu. Ona ters bakışlar atan Toprak, daha çok onun kim olduğunu çıkartmaya çalışıyor gibiydi.
“Zaten midem bulanıyor!” deyip ayağa kalkan Toprak’a engel olamamış rahat bırakmıştım. Aniden ayağa kalmasıyla sendelese de kendini toparlayıp dengesini kurmuştu. Bu durumda bir koluna ben diğer koluna Alya yapışırken, haber spikeri gibi telefonda ki adama durumu bildiriyordu.
Karşı tarafta ki adamı biraz dinledikten sonra Toprak’a dönüp “Beyefendi, hemen oturmanız derin derin nefes almanız gerekiyormuş. Lütfen oturur musunuz?” demiş ve ardından telefona odaklanmıştı.
“Sadece başım döndü. Bırakın beni de rahat nefes alayım.” demiş ve kollarını bizden kurtarıp birkaç adım ileride nefeslenmeye başlamıştı. Alya çok olağan dışı bir şey olmuş gibi telefonda ki adama bağırarak “Kollarından tutuyorduk ama bizden uzaklaştı. Birkaç adım ileriye gitti ve hızlı hızlı nefes almaya başladı. Sanırım bayılacak. Hemen söyleyin ne yapmamız gerekiyor?” demişti.
Toprak ona garip bakışlar atarken bende onun yanına gittim. Bayılıp bayılmayacağını anlamak için gözlerinin içine bakmaya başladım. Vücut sıcaklığını ölçmek için elimi alnına sonra da yanağına koydum. Şimdi de o garip bakışlar bana dönmüş yaptıklarımı sorguluyordu.
Alya hararetli bir şekilde telefonda ki adamdan bayılması anında neler yapması gerektiğini öğrenmeye çalışıyordu. Ardından sorduğu soru kalp masajının nasıl yapılması oldu. Durumu bu kadar ciddiyse eğer ambulansı daha fazla beklemenin bir manası yoktu. Şu an her saniyeler onun için çok kıymetliydi.
“Böyle olmaz. Hadi hemen hastaneye gidiyoruz.” dememle Toprak’ı destekleyip arabaya yönlendirdim. Ne kadar iyi olduğunu ve hastaneye gerek olmadığını söylese de duymamazlıktan geldim. Çünkü soluk yüzü daha çok beyazlamış başında ki kızarıklık da şişmeye başlamıştı.
Alya da hem kendi arabasından hem de Toprak’ın arabasından gerekli şeyleri alıp arka koltuğa geçmişti. Telefonda ki çağrı merkezinde ki adama da durumumuzu daha çok yaptıklarımızın bilgisini veriyordu.
Hastaneyi bilgilendireceğini düşünüp Alya’ya gittiğimiz hastanenin ismini verdim. Olabildiğince gaza basıp ilerlerken ön koltukların arasında ki boşluktan kafasını çıkartan Alya “Beyefendiciğim nasılsınız? Midenizin bulanması geçti mi? Peki başınız dönüyor mu?” dedi ve ardından omzuma hafifçe vurup “Kızım biraz yavaş sürsene! Bir şey olacak şimdi adama.” diye devam etti. Toprak belki de ellinci kez iyi olduğunu söylese de bana pek inandırıcı gelmemişti.
Telefonumu alıp Kaya’nın numarasını bulmaya çalıştım. Gideceğimiz hastane onun çalıştığı özel bir hastaneydi. En azında işleri hızlandırması için ve orada olduğunu umarak aramaya başladım. Alya sorularıyla Toprak’ın bilincini kaybetmemesi için uğraşıyordu.
Tekrar bir kazayla karşılaşmamak için telefonu hoparlöre alıp dizime koydum. Birkaç çalmanın ardından telefon “Pamuk şekerim.” diye tatlı tatlı konuşan Kaya açmıştı.
Onun bu şekilde seslenmesine ve arabadaki sessizliği umursamayarak “Şu an hastanede misin?” diye sormuştum. Böyle bir durumda nasıl hitap edeceğimi bilememiş hatta adını bile söyleyememiştim.
“Evet, nöbetim var bugün.” diye cevap vermesiyle her şey çözülmüş gibi sevinmiştim. Lafı dolandırmadan konuya girdim. “Toprak ve bir arkadaşım kaza yapmışlar.”
Telefona ki uzun sessizlik ile karşılaşınca kendi kendime keşke lafı dolandırsaydım dedim. “Nasıl? Ağbim iyi mi Güneş?”
Anladığım ve gördüğüm kadarıyla anlatmaya başladım. “İyi mi değil mi tam emin değilim. Ben kaza yaptıkları yere gittiğimde bilinci kapalıydı. Sonradan kendine geldi.”
Kaya içine derin bir nefes çekip “Bilinci şu an açık değil mi?” diye sormuştu. Onu onaylayıp çalıştığı hastaneye gittiğimizi söyledim. Telefonu kapatmadan önce acilde ki ekibe haber vereceğini ve orada bekleyeceğini söylemişti.
Yaklaşık yarım saattir olduğu gibi Toprak yine iyi olduğunu ve hastaneye gitmemizin hiç gerek olmadığını anlatan uzun nutuklar çekiyordu.
“Siz tanışıyor musunuz?”
Onu bölen ve aramızda ki bağın nereden geldiğini sorgulayan Alya olmuştu. Çattığı koyu renkli kaşlarıyla gerilmemek elde değildi. Kazanın tesadüf olduğunu kabul edip yanımda, bakışlarını üzerimden çekmeyen adamı tanıttım.
“Çarptığın kişi Toprak, Toprak Eraslan. Sana bahsetmiştim hatta.”
Alya bir süre hatırlamaya çalıştı. Daha doğrusu Eraslanları hatırlamış yan koltukta oturan Toprak’ı çıkartamamıştı. “En büyükleri.” diye kısa bir açıklama yapmıştım.
Hatırlamış olacak ki onaylayan mırıltılar çıkartıp “Demek çarpa çarpa ballı lokmamın ağbisine çarpmışım.” diyerek bir çıkarımda bulunmuştu.
Ballı lokmam diye hitap ettiği kişi ben değil kardeşim Evren’di. Tabi bu durumda benim kayınbiraderime çarpmış oluyordu.
Ne dediğini yeni fark etmiş olacak ki gergin bir sesle “Aman Allah’ım! Ben ballı lokmamın ağbisini az daha hak yolculuğuna uğurluyordum.” dedi. Bir an konuyu bana bağlayacağını düşünmem bile hataydı.
Henüz Alya ve ani tepkilerini çözemeyen Toprak bana dönüp ballı lokmanın ben olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Açıklamak adına “Evren’den bahsediyor.” diye detaylandırdım. Bu gidişle kardeşimi Alya’ya kaptıracak gibi duruyordum.
“Evren’in ‘evlenmek isteyen bir abla diye hitap ettiği ve sürekli bunu konuştukları kadın bu mu?” diye soran Toprak hem Alya’yı hem de beni büyük bir şoka uğramıştı. Alya'nın şoku rezil olmasının verdiği utançla çemkirerek kabul etmiş ve olduğu yere sinmişti. Telefonda işten geldiğini söylese de bu saatte nereden geldiğini tahmin etmek zor değildi.
Benim şaşırdığım konu ise Evren ve Alya’nın ‘sürekli’ evlilik hakkına konuşmalarıydı. Bu kız niyeti bozmuştu da kardeşime mi yürümeye başlamıştı. Arabanın içinde ki dikiz aynasına bakıp onunla göz göze gelmeyi denedim.
Ardından bende onun gibi “Sen neden benim kardeşimle sürekli evlilik hakkında konuşuyorsun?” diye çemkirdim.
Karşılığında oturduğu koltuk da doğrulup “Erkekler hakkında çok iyi nasihatler veriyor.” demişti küskünce. “Hem ne o, kıskanç abla mı oldun?” Burun kıvırarak söylediklerine tepki dahi vermedim. Bana diyordu ama kardeşimi kendisi kıskanıyordu. Ayrıca ben onun öz ablasıydım. Elbette kıskanacaktım.
“Çocuğun sınavları var, Alya. Kafasını boş şeylerle doldurma.”
Kalbini kıracak bir şey söylemişim gibi anında gözlerini doldurup dudağını büzmüştü. “Boş şeyler mi?” Biraz daha bizim tarafımıza yaklaşıp koltuklardan destek aldı. “O duygusuz ve vicdansız adamlar benim kırılgan ve bir o kadar nazik kalbimi kırmaları yetmiyormuş gibi bir de kötü amellerine alet etmeleri boş şeyler mi? Sen söyle kalbimin güneşi! Bu yapılanları hak ediyor muyum, ben?”
Alya'nın yaşla dolu gözlerine bakmamla yelkenleri suya indirmiştim. Yaşadığı şeyleri elbette hal etmiyor hatta sonuna kadar hak veriyordum. Fakat her şeyin bir vakti olduğunun fakında değildi.
“Tabi ki de hak etmiyorsun. Ama sende dediklerimi kabul etmiyorsun ki. Böyle şeyler hemen olsun demekle ya da internetten tanıştığın bir insanla olacak iş değil.”
Ne kadar onu yatıştıracak söylemeye çalışsam da gözünden bir damla yaş aktığı aynadaki yansımasından gördüm. Elinden geleni yapıyordu ama hemen hemen hiçbirinin oluru yoktu.
Sessizliğini korumuş bizi dinlemekle yetinen Toprak, en son dayanamamış olacak ki “İnternette ki bir insana nasıl güvenip evlenmeyi düşlüyorsun, anlamış değilim.” diye söylenince hak vermeden edemedim. Ben bunu ona her seferinde söylüyordum fakat beni dinleyen kimdi ki!
“Bayılmasına sebep olduğum adam bile ayılınca ilk iş beni yargılıyor ya.” demişti, Alya. “Hem tanışıp buluşmadan nasıl biriyle evlenmemi bekliyorsunuz ki?”
Daha çok kendi kendine konuşmuş karşılığında da benden derin bir iç çekiş almıştı. Ardından “Of kara kız, of!” diye söylenip hastanenin acil girişine girdim.
Ona bu şekilde hitap etmemden hiç hoşlanmaz hatta ortalığı ayağa kaldırırdı. Ya duymadığından ya da hastaneye geldiğimiz için pek oralı olmamıştı.
Hastanenin acil girişinde bekleyen bir ekip vardı ve büyük ihtimalle bizi bekliyorlardı. İleride ki kalabalığı Toprak’ta görmüş olacak ki kendi kendine homurdanıp söylemeye başladı. Arabayı, hazırladıkları sedyenin yanına yaklaştırdım.
Toprak’ın inmesi ile koltuğu öne yatırıp Alya’nın da peşinden gitmesi için yer açmıştım. Hemen yanına geçip kolundan desteklemek istese de Toprak izin vermeyip orada ki herkes iyi olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Sol tarafımda gördüğüm vale ile arabayı teslim edip yanlarına geçtim. Alya ve sağlık çalışanları üstün gelmiş olacak ki hastaneye girmeyi kabul etmiş fakat sedyeye yatırılmayı kesinlikle istememişti.
Onun için bir sandalye getirdiklerinde son umut olarak beni görmüş yardım diler bakışlarıyla karşılaşmıştım. Yanına gidip tekerlekli sandalyeye oturmasına yardım ettim. Derin bir oflama ve ardı arkası kesilmeyen itirazlarını sıralamaya başlamıştı.
Sağlık personelleriyle birlikte hastaneye girer girmez ilk olarak doktor kontrolünden geçip tomografi ve MRI görüntülerini istemişti. İstenilenleri hastanede oradan oraya koşturarak halletmiş doktorun bizi çağırmasını bekliyorduk.
O sırada yanımıza Kaya’da gelmiş ayak üstü sohbet ettikten sonra Toprak ile ilgilenmeye başlamıştı.
Yanımda Toprak’ın taramalarını profesör misali inceleyen Alya, kendince çıkarımlar da bulunuyordu. “Güneş’im?” deyip kolumu dirsek atarak ona bakmamı sağladı. “Toprak Bey’in burada ki beyni sanki zedelenmiş gibi duruyor. Sen ne diyorsun?”
Kahve falı bakar gibi tomografi örneğini bir sağa bir sola çevirerek bakması herkesi şoka uğratmıştı. Elindekilere göz atıp “Peki zedelenmenin olduğunu nereden anladın, benim dahi arkadaşım?” dedim.
Yanımıza yaklaşan Toprak ve Kaya’yı aldırmadan gözlemlerini anlatmaya başladı. “Baksana burada ki kıvrımlar diğerlerinden farklı.”
Beyin ve yapısından çok anlıyormuşum gibi farklılığın nerede olduğunu anlamaya çalışıyordum. O sıra da Kaya “Nöroloji uzmanı mısınız, Alya Hanım?” demiş ve benim aksime oldukça ciddi bir şekilde sormuştu. Elinde ki sonuç kağıtlarını bana verip geldiğinden beri gözlerini alamadığı Kaya’nın yanına yaklaştı. Şu durumda bile flört yeteneklerini sonuna kadar kullanıyordu.
Kibar olduğunu düşündüğü kısık ses tonuyla “Yok, değilim. Daha çok psikoloji ve ruh uzmanıyım. Sanki bir yerden de beyinle ilgili.” dedikten sonra devam etmişti. “Peki siz ne doktorusunuz?”
Ara sıra koyu renk gözlerin kırpıyor çekingen bakışlar atıp hafif hafif olduğu yerde sallanıyordu. Bu Alya dilinde açıkça cilve yaptığını gösteriyordu. Göz makyajının ne halde olduğunu görse bu tarz girişimlerde bulunmazdı.
Onun amacını Toprak da anlamış olacak ki ‘la havle’ çekmiş duvardaki afişi incelemeye başlamıştı. Kaya ise ona olan ilgiyi anlamamış, evlilik meraklısı arkadaşımın kurbanı olarak sorularını cevaplıyordu.
Bir süre sonra aralarında ki sohbet ilgimi çekmeyince Toprak’ın yanına gittim. Ortamdan soyutlanmış düşüncelere dalmıştı. Ne düşünüyor bilmiyordum. Fakat kaza yaptığını ailesine söylememiz gerektiği ortadaydı. Doktorun istediği tetkikleri yaptırmayla uğraşırken fırsat bulup da haber verememiştik. Kim bilir öğrenince ne kadar telaş yapacaklardı. Saatte gece yarısını çoktan geçtiği için merak bile ediyor olabilirlerdi.
“Toprak! Ailene haber vermedik.” Bakışları yüzümü tırmanıp gözlerimi buldu. “Saatte epey geç oldu. Merak etmişlerdir.”
Gözlerini kapattı ardından da çenesinde ki kaslar kendini belli etmeye başladı. Başının döndüğünü düşünüp hemen kolundan tutup desteklemeye çalıştım. Diğerleri de yanımıza geldiğinde Kaya’nın ya da Alya’nın sorularını duymamazlıktan geldi.
“Benim ailem, öyle mi?” diye vurgu yaptığında ne demek istediğini anlayamamıştım.
Tuttuğum kolunu geri çekip karşımda durdu. “Az önce ‘ailen’ dedin, Güneş. Farkında bile değilsin!”
Söylediklerimi hatırlamaya çalışırken ellerimi sahiplenici şekilde tutan Toprak ile tüm düşüncelerim dağıldı. Kalp atışlarım hızlanırken onun tutuşu sıkılaşmaya başladı.
“Neden hala kabullenemiyorsun, gözümün nuru?” Göz göze gelebilmemiz için boynunu sağa eğmişti. “Onlar, bizim olduğu kadar senin de ailen.”
Torak ne kadar beni yatıştırdığını düşünse de tam tersi daha çok geriliyordum. Az da olsa ona temas etmiş, sarılmış olsam da böyle ani temaslarda atak geçirecek gibi oluyordum. Ne kadar aştığımı söylesem de sanki daha çok geriye dönüyordum.
Ellerimi ondan kurtardığım da ve o bakışlarını gördüğüm de istemsizce kendimi kötü hissetmiştim. Ardından “Tabi ki de öyleler. Ağız alışkanlığından öyle söylemişimdir.” diye ortamı yumuşatmaya çalışmıştım. Kimsenin fazla üstelememesi açıkçası işime gelmişti.
Titreyen ellerimi kimsenin görmemesi ve yahut kimsenin kendisini suçlamaması istemediğimden elbisemin etekleriyle uğraşmaya başladım. Doktor odasından çıkan hemşirenin seslenmesiyle içeri geçtiğimizde titremelerim de neredeyse azalmıştı.
Doktor beyin yönlendirmesiyle Toprak, muayene koltuğuna oturmuştu. Küçük bir ışıkla gözlerini inceledikten sonra merakla bekleyen bizlere dönüp açıklamaya başladı.
“Çarpmaya bağlı olarak beyninde ya da omurgasında bir hasar oluşmamış.” Biz derin nefesler alırken Alya “Peki, neden bayıldı?” diye sormuştu.
“Kazayla bir ilgisi var mı, emin değilim. Fakat aldığı darbe ile sol tarafında, kaşının biraz üstünde ki kafatasın da çatlaklık var. Bu da kısmi bilinç kaybına, bulantı ve denge kaybına sebep olabilir.”
Toprak'ı incelemeyi bitiren doktor, masasına geçip bilgisayarla uğraşmaya başladı. Ardından ekrana bakarak “Şanslıymışsınız ki o kadar derin ve büyük bir çatlak değil. Dilerseniz hastane yatışı vermeden ilaçla tedavi edebiliriz.” demişti.
Doktor beyin muhatabı Toprak olsa da üçümüz hastanede tedavi olması tarafındaydık ve çoktan kendimizce açıklamalarımızı sunmaya çalışıyorduk.
Kaya hastanede çalıştığı için kolayca göz kulak olacağını söylerken; Alya ise en iyi tedaviyi görmezse vicdan azabından öleceğini söylüyordu. Bende Toprak’ın ilaçlarını düzenli kullanmayacağını bildiğimden burada kalmasını savunuyordum. Ama tüm bu çabamız boşa çıkmış Toprak, kesin bir dille hastanede kalmayacağını söylemişti.
Kaya'nın ağbisine itiraz etmesine kalmadan onun ürkütücü derecede korkunç bakışlarıyla karşılaşmış ve susmak zorunda kalmıştı.
Doktor emin olmak için birkaç tahlil daha yaptırdıktan sonra ilaçları yazıp nasıl kullanması gerektiğini anlatıyordu. Toprak'tan çok Alya ile ben dinliyorduk. Kaya'yı ise bir hemşire, acil olarak çağırmış ve gitmek zorunda kalmıştı.
Reçeteleri alıp hastaneden çıktığında valenin arabayı getirmesini bekliyorduk. Alya zorla Toprak’ın koluna girmiş kendince bayılmaması için ona destek oluyordu ve doktor olan kardeşi hakkında soru yağmuruna tutuyordu. Toprak ise çattığı kaşlarıyla sabır dileniyordu.
Sorularının hiçbirine cevap alamayan Alya, benim ona bakışlarımı görmüş ve ardından aklına sinsi bir plan gelmiş gibi gülümsemeye başlamıştı. Boşta kalan eliyle beni daha yakınına çekiştirip bir de benim koluma girdi. Tatlı tatlı gülümseyip “Hayatımın güneşi.” diye cilveyle konuşmaya başladı. “Sen biliyor musun, Doktor Kaya Bey’in kız arkadaşının olup olmadığını?”
Ona ters ters bakıp kolundan çıktım. “Sadece evli olmadığını biliyorum, Alya.” dedim ve gelen arabaya binmeleri için kapıyı açtım.
Alya, bana ‘nasıl bilmezsin’ adlı nutuğunu atarken Toprak sırıtarak arabaya biniyordu. Bende yerime geçtiğim de ilk iş Aşkın Hanım’ı aramak olmuştu.
Toprak telaşlanmaması için annesinin aramalarına geri dönmemiş kısa mesajlar atmakla yetinmişti. Büyük ihtimalle eve gittiğinde de söylemeyecekti. Annesi olarak bilmesi gerektiğini ve durumu kötüye giderse eğer müdahale edebileceğini düşündüğümden söyleme taraftarıydım.
Telefonun çalmasına dahi izin vermeden elimden alıp kapatan Toprak olmuştu. İtiraz edip yaptığının yanlış olduğunu söyleyecekken konuşmama izin vermemiş “Eve gidiyoruz nasıl olsa, o zaman söylersin. İnsanları gereksiz yere panik etme.” demişti.
Kendisine gereksiz diyen ve kendi bildiğini okuyan biriydi. Spor salonuna gittiğimiz gün ona o kadar çok hastaneye gidelim demiştim ama beni dinlemeyip sonra gideceğini söylemişti. Anlaşılan o ki gitmemişti ve başında ki çatlak, benim yüzümden olmuştu.
Ne kadar Alya kendini suçlasa da trafikte ya da ara sokaklarda hız yapan biri değildi. Kafatasında ki çatlağın oluşabilmesi içinde güçlü bir çarpma olması gerekiyordu.
“Geçen hafta sonu bana hastaneye gideceğini söylemiştin. Gitmedin değil mi?”
Bana attığı kaçamak bakışlarıyla hastanenin önünden bile geçmediğini anlamıştım. Tam ağzını açıp bana karşılık verecekken sözlerini kestim. “O zaman da iyiyim diye geçiştirmiştin. Ama bak kafatasın da çatlaklık olduğunu söylediler.” Sesimi yükseltmemin sebebi hem bu ihmalkâr oluşundan hem de hem de onun için endişelenmemdi.
Bir insan ağrısı olduğu halde neden gitmezdi ki hastaneye? Ya daha kötüsü olsaydı. Aklıma ne kadar kötü senaryolardan uzak tutmaya çalışsam da olmuyordu. Onun başına gelebilecek tüm tehlikeler dolanıyor ya daha kötüsü olsaydı diye bas bas bağırıyordu.
Yan tarafıma kısa bir bakış atıp “Aslında sorun sende değil, bende! Senin o maç teklifini kabul etmeyecektim. Hadi kabul ettim diyelim en sonunda kolundan tutup hastaneye kendim götürmeliydim.” dedim. Sinirimden onunla mı konuşuyordum yoksa sesli bir şekilde kendime mi kızıyordum emin değildim.
Toprak ona olan söylenmelerime sessiz kalırken Alya hiçbir şey anlamadığını gösteren boş bakışlar sergiliyordu. “Ne maçından bahsediyorsunuz ya? Başına aldığı hasarla futbolun ne ilgisi var?” diye saçma bir çıkarımda bulunan Alya’ya, araba aynasından en ters bakışlarımı yolladım. Nereden yapmıştı bu saçma çıkarımı, çözememiştim.
“Ne futbolundan bahsediyorsun, Alya! Geçen gün ringde karşılıklı dövüştük.”
Gözlerimi ondan ayırıp yanımda oturan Toprak’a çevirdim. “Başına tekme attığım için kafatası çatladı ve yine inat edip hastaneye gitmek istemedi.”
Bir Toprak’a bir de bana bakan Alya onaylamayan mırıltılar çıkarttı. “Yok kara günlerimin güneşi. Toprak Bey’e arabayla ben çarptım. Başına darbe aldığı için oldu.”
“Hayır! O gün öfkemi kontrol edemeyip çok sert tekme attım. Hatta ayağa kalkarken başı da döndü.”
“Saçmalama Güneş! İzbandut gibi adamın kafasını nasıl kırmış olabilirsin?”
Toprak kendine söylenen hitapla şaşırırken ben Alya’yla olan atışmama devam ettim. “Dedim ya çok sinirliydim. Art arda yumruk atınca olan oldu. Durduramadım kendimi.”
Alya daha çok öne doğru geldiğinde bu tartışmanın uzayacağı kesinleşmişti.
“Sen bizim arabaların halini görmedin herhalde. Neredeyse perte çıktılar. Yani ben kaza yaptığım için oldu tüm bunlar.”
Yine itiraz edecekken Toprak araya girmiş “Yeter artık! Allah için susun ya! İkiniz de olanlardan sorumlu değilsiniz. Kendinizi suçlayıp durmayın artık!” diyerek isyan bayraklarını çekmişti.
Bende ona karşı gelecekken izin vermemiş “Sakın! Gördüğünüz gibi iyiyim, ben.” demişti. Zaten bugüne kadar başımıza ne geldiyse ‘iyi’ olduğu için gelmişti.
Uzun bir süre aramızdaki bu suskunluk sürmüştü. Nöbetçi bir eczane bulup reçetedeki ilaçları almıştım. Toprak'ın konuşmaması hatta sesini bile çıkartmaması için ters bakışlar atmıştım. Çünkü biliyordum, ilaçları kendi halledeceğini söyleyip almayacak ya da geciktirecekti. Bu konu hakkında onu tembihlemek yerine her ilaç saatlerinde onu arayıp içtiğinden emin olmam lazımdı.
Alya ön koltuklara yaklaşıp araya girmeye çalıştı. Bu çabası boşa çıksa da içindeki sıkıntıyı dile getirmeye engel olamadı. “Umutlarımın güneşi. Ben arabayı çektirmeyi unuttum.” dedi çekingen bir tavırla.
Alya'nın şoförlüğü oldukça berbattı ve ufak tefek kazalar başına sık gelirdi. Genel olarak kaza yaptığı kişiler de trafik magandası çıktığı için panikleyip beni arardı ve ortada sağlık sorunu olmadığı müddetçe böyle şeyleri atlamazdı.
Onun içini biraz olsun rahatlatmak için “Merak etme, arabaları aldırdım.” dedim. Böyle durumlarda arkasını ben topladığım için fazla takılmazdı. Ama hala gergin görünmesi dikkatimi çekiyordu.
“Sence ne kadar tutar?”
Böyle bir soruyu açıkçası beklemiyordum. Alya kaza yaptıktan sonra arabasının ve karşı tarafın masrafını sorgulamadan öderdi. Ne kadar çalışmayı sevmese de gelir düzeyi yüksek biriydi. Hem ailesinden de oldukça varlıklıydı.
Toprak da benim gibi sorgularken Alya’nın milyonluk elbisesi ve topuklularına bakıyordu.
“Öyle bakmayın ya!” diye uzattı kelimeleri. “Tasarımcıma verdim tüm paramı.”
Bileklerinde ve yakasında taşları olan mini, gece mavisi bir elbiseye tüm parasını yatırması akıl kârı değildi. “Elbisendeki taşların gerçek elmas olduğunu söylesen bile kafayı sıyırdığını düşüneceğim.” diye çıkıştım.
“Sadece bu elbiseyi almadım ki.” dedi, çok iyi bir şey yapmış gibi.
Kendimi şu âna kadar yeterince tutmuştum. Ama sabrımın da bir sınırı vardı ve çoktan o sınırı geçmişti. “Bir avuç ne olduğu belli olmayan, kimliği dahi muamma olan adamlarla buluşmak için tüm paranı harcadığına inanamıyorum. Alya!”
“Ama...” diye kendisini savunmaya başlayacakken konuşmasına izin vermedim. “Aması falan yok, Alya! Bilmiyor muyum sanıyorsun buluştuğun insanları! Her şeyden haberim var.” Aynadan onunla göz göze geldim. “Bugün yemek yediğin adamın yemekten sonraki tekliflerinden de haberim var!”
Alya olduğu yere sinerken Toprak’tan bakışlarını kaçırmıştı. Çünkü o da aramızda geçen konuyu anlamış kaşlarını çatıp sessizliğini korumuştu. Belki de aralarındaki mesafeyi geçmek istemediği için susmuştu.
Sessiz kalmayı başaramayan Alya “Yine de önümüzdeki günlerde günde birkaç kere seansa gelsen hiç fena olmaz.” demiş, bu seferde Toprak’ın ters bakışlarına maruz kalmıştı.
Alya'nın “Ne!” diye ufak çaplı isyanından sonra “Ödemesine sağdık olup günü gününe ödeyen danışanlarımdan biri o.” deyip beni işaret etmişti. Bu gidişle psikoloğum yüzünden kafayı yiyecektim.
Eraslanların evinin önünde durduğumda içeri girmemiz için güvenlik görevlisi kapıyı açmıştı. Garaj kapısından girip evlerinin önündeki bahçede durdum. Arabadan ilk ben inip Toprak’ın da inmese yardım ettim.
Biz arabadan inene kadar bu saate kadar uyanık olduğu belli olan ev halkı da dışarıya çıkmışlardı.
Toprak'tan sonra Alya’da indiğinde gördüğü kalabalık karşısında sessiz kalamayıp “İyi akşamlar.” demişti.
Tüm aile, bu durumu sorgularken aralarında uyku sersemliği ile yanımıza gelip selam veren Evren olmuştu. “Hoş geldin, Alya abla.” deyip yanıma gelmişti. Kollarını belime dolayıp başını da omzuma yaslamış yarım kalan uykusuna devam etmeye çalışıyordu. Bana da uyku mahmurluğu ile hoş geldin demişti. Gerçekten ayakta uyukluyordu.
Yanımıza gelen Erol Bey çattığı kaşlarıyla oldukça sinirli görünüyordu. Birlikte yediğimiz akşam yemeğinden saatler sonra evlerine gelmemi beklemezdi elbette.
Toprak'ın boşta kalan yanına geçip kolunu kendine çekti. Henüz baş dönmesi geçmeyen Toprak, babasının çekiştirmeleriyle ona doğru savruldu. Sağ kolundan destek olmak için tutan bende dengemi sağlayamamış ufak bir çarpışmaya sebep olmuştum.
Sesini olabildiğince kısık tutmaya çalışan Erol Bey “Lan hayvan herif! Sen kız kaçırıp bir de utanmadan kardeşini mi alet ettin, işlerine!” demiş ve bizi büyük bir şaşkınlığa uğratmıştı.
Toprak ile göz göze gelip aynı anda Alya’ya döndük. Pek kaçırılmış gibi durmayan arkadaşım, etrafa en masum tebessümlerini sunuyordu. Yaşanılan kazalar sonucunda en çok Toprak zarar görse de yine suçlu o olmuştu. Oysaki kapanmaya yüz tutmuş gözleri ve dengesini tam kuramadığından sallanan bedeni onun açıkça mağdur olduğunu gösteriyordu.
Erol Bey’in söylediklerine göz devirmekle yetinen Toprak’ın olayları anlatacak kadar enerjisinin olmadığını bildiğimden konuya ben açıklık getirdim. “Erol Bey, kimse kimseyi kaçırmadı. Arkadaşım ve Toprak kaza yapmışlar.”
Karşılığında Erol Bey, oğlunu tepeden tırnağa süzmüş sonrasında da kendi kurduğu senaryoları bir bir silmiş olacak ki rahatlayan yüz ifadesini görmüştüm. Tuttuğu kolunu sıkmak yerine destek olmak için iyice kavramıştı. Toprak'ın da daha fazla ayakta durmaması için içeri geçtik. Aşkın Hanım ve diğerlerinin soru yağmurunu her zamanki gibi iyi olduğunu söyleyerek geçiştiriyordu.
Mutfağa gidip ilaçlarını içmesi için yanına oturdum. Tek seferde hepsini içtiğinde akıllarına takılan soruları yanıtlamak Alya’ya düşmüştü.
Çınar'ın da yardımıyla Toprak’ı odasına götürüp dinlenmesi için yalnız bıraktık. Aşağı salona indiğimizde asık ve üzgün yüzler görmeyi beklerken aralarında gülüşüyorlardı. Daha doğrusu Aşkın Hanım arkadaşıma Toprak’ın çocukken yaptığı yaramazlıkları anlatıyordu. Alya ise sert tepkilere maruz kalmadığı için oldukça rahat görünüyordu.
Aşkın Hanım ve Erol Bey’ başındaki çatlağı ve doktorun uyarılarını kısaca anlattıktan sonra iyi geceler dileyip evden çıkmıştık. Aşkın Hanım, saatin geç olduğunu söyleyip kalmayı teklif etse de kabul etmemiş sabah işlerimin olduğunu söylemiştim. Yine de pes etmeyip akşam yemeğine davet etmişti. Bu sefer onu kıramamıştım.
Devam edecektirrrrr….
Çok uzun bir aradan sonra tekrardan merhaba sevgili okurlarım🤍🤍
Size tarih veripte yazıp yükleyemediğim için özür dilerim🤥🤥
Ve bundan sonrada tarih vermeyeceğim çünkü sözümde duramıyorum. Her seferinde bişey çıkıyor..
Yinede sizi seviyorum oy ve yorumlarınızı bekliyorum.
hoşça kalınnnn🫶🫶🫶🫶
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.05k Okunma |
91 Oy |
0 Takip |
17 Bölümlü Kitap |