
Duvarlarının rengi iyiden iyiye solmuş odanın penceresine tutunmaya çalışıp sonra aşağı doğru yavaşça kayıp giden yağmur damlalarını izliyordum. Her gerildiğim anda olduğu gibi sol bacağımı hızlı hızlı yere vurduğumu fark edince hemen kendimi durdurdum.
Psikolog, boğazını temizleyip konuşmaya başladığında da kadının yüzüne bakmak yerine damlaları izlemeye devam ettim.
“Bana sanrılar görmeye başlamana sebep olduğunu düşündüğün olayı ayrıntılı bir şekilde anlatır mısın Eylül?”
Derin bir iç çektim. Annem üç gündür telefonda yarı ağlayıp, yarı tehditler savurarak bir psikoloğa daha gitmem için çabalamasa şu an asla burada olmazdım.
Bu terapi aldığım dördüncü kişiydi. İlk üçüne de aynı şeyleri anlatmıştım. Üçünden de fayda görmemiştim. Şimdi ne değişecekti ki?
Gözlerimi camdan ayırdım. Kadının yüzüne bakmayı reddeder gibi bu sefer bakışlarımı yere indirdim. Rahatsızca yerimde kıpırdanıp anlatmaya başladım.
“Dört ay kadar önce ailemin yanına, Antalya’ya gitmiştim. Arkadaşlarımla buluştum. Her zaman gittiğimiz tenha bir koya gittik. Kayalıkların üstünden sırayla atlamaya başladık. Yıllardır aynı yere gidip, aynı kayalıklardan yüzlerce kez atlamışımdır. Bu sefer bir hata yaptım. Kafamı çarptım ve suya çakıldım.”
Nefesim titredi. Çarpmadan sonra alnımın sağ tarafında kalan küçük çukurun sızladığını hissettim.
“Gözlerimin, kafamın içinde şimşekler çaktı. Zaman sanki bir anlığına durdu, sudan çıktığımda bildiğim dünya yoktu. Arkadaşlarım gitmiş, kayalıklar yok olmuştu. Büyük bir kumsal, birkaç adamın üzerinde durup beni izlediği bir iskele vardı. Kıyıdan çok uzaktım. Başımdaki yaradan akan kanlar gözüme ve ağzıma doluyordu. Korkunçtu.”
Geldiğimden beri neredeyse ilk defa gözlerimi kırklarının başında olan psikoloğun yüzünde gezdirdim. Daha genç olmasına rağmen dudaklarının etrafı başta olmak üzere yüzünde bolca kırışıklık vardı. Bununla birlikte demir çerçeveli yassı gözlükleri de kadının güzel ve ciddi yüzüne yaş katıyordu.
“İşin kötü yanı, en korkunç olan kısım bu değildi” diyerek devam ettim kadının yüzünü incelemeyi kesip.
“Kollarımda çok iyi tanıdığımı bildiğim birinin neredeyse cansız bedenini taşıyordum. Yüzünü görebiliyor, aynı zamanda da göremiyordum. Dünyada en iyi tanıdığım kişi bile olabilirdi ama o an kim olduğunu hatırlamam imkansızdı.”
Nefeslerim hızlandı. Bu anıyı belki onuncu anlatışımdı fakat her anlattığımda tekrar görüyor, her anlattığımda kalbim yeniden parçalanıyordu.
“Dalgalar bizi kıyıdan daha da uzağa götürüyordu. Çırpınmamın ve bağırmamın hiçbir faydası yoktu. Kıyıdaki adamlar da bize yardım etmeye çalışmıyorlardı zaten. Denize bir şey düşürmüş de arıyor gibi görünüyorlardı bulunduğumuz mesafeden bakınca.”
Gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü. Her anlattığımda o anı eksiksiz bir şekilde tekrar yaşıyordum, hislerim aynı şekilde geri gelip sıkıntıyla beni hapsediyordu.
“Sonra tepedeki dar patikadan biri iki isim haykırıp koşarak gelmeye başladı. Söylediği isimlerden birinin kendi ismim olduğunu biliyordum ama ismimi hatırlamıyordum.”
Ellerimle oynuyor, stresle parmak uçlarımı sıkıyordum. Bacağım şimdi az öncekine göre iki kat daha hızlı titriyordu belki fakat engel olamıyordum.
“İskeleden buz gibi suya kendini attı koşarak gelen adam. İsimler haykırarak kulaç atıyordu. Bizi kurtaramayacaktı biliyordum. Ben de kollarımdaki bedeni bırakmayacaktım. Kim olduğunu hatırlamasam da onu asla bırakamazdım.”
Derin nefesler almaya çalıştım. Göğsüm sıkıntıdan patlamak üzereydi sanki. Kalbim göğüs kafesimi yırtıp çıkmak istiyordu.
“Öleceğimi biliyordum. Bu hisse daha öncesinden aşinaydım. Adımı, kendi bedenimi ve kollarımdaki herkesten daha iyi tanıdığım adamı hatırlayamadığım bir evrende hatırladığım tek bir şey vardı. Ölüm. Ölümü hatırlıyordum çünkü daha önce ölmüştüm.”
Gözlerimde birikmiş yaşları elimin tersiyle sildim. Karşımdaki kadının suratına bakmaya hazır olmadığımdan yerde tuttuğu bakışlarımda değişiklik yapmadım. Kadının bana kanı donmuş şekilde dik dik baktığını yalnızca hissediyordum.
Bir saate benzer birkaç dakikanın ardından psikolog boğazını temizleyip konuşmaya başladı. Dudaklarından dökülen ilk birkaç kelime bile diğer üçünün söylediklerinin bire bir aynısı olduğundan kadını dikkatle dinleme zahmeti göstermedim.
Arada seçtiği “sanrı” “halüsinasyon” ve “şizofreni” kelimelerine fazlasıyla alışmıştım geçtiğimiz son dört ayda. Tekrar cebe attım bu lafları, verilen birkaç tavsiyeyi kafamla onaylayıp ilgiyle dinledim, bir sonraki randevumuzu sanki gerçekten gidecekmiş gibi meşgul günlerimin arasından özenle seçip ayırdım ve psikolog hanımla vedalaşıp klinikten ayrıldım.
Kapının önüne çıkınca derin bir nefesle yağmur havasını içime çektim. Göğsümdeki sıkıntı tam biraz rahatlayacakmış gibi olmuştu ki gördüğüm görüntüde de havanın yağmurlu olduğunu hatırladım. Tekrar geri geldi karanlık duygular kalbime.
Evet psikologlar gibi sanrı veya halüsinasyon demek yerine gördüğüm şeyleri “görüntü” olarak adlandırıyordum. Çünkü ne yaşadığımı kendim biliyordum. Halüsinasyon veya sanrı olmadığına emindim. Daha çok, çok eskide kalmış anılar gibi, dünyanın bir köşesinde bambaşka yaşanmış hayatlar gibiydi. Bazen içimden keşke diyordum sadece. Keşke biri daha benimle aynı görüntüleri aynı şekilde görebilse ve bana inansa. Beni anlasa.
Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım. Belki de yanılıyordum. Belki gerçekten hastaydım. Sonuçta daha önce kollarımda ölü bir bedenle, ucube kıyafetlerin içinde okyanusta boğulmak üzere süzülmemiştim ya da bırakın Bolşoy tiyatrosunda sahneye çıkmak, Rusya’nın sınır komşusu olan bir ülkeyi bile ziyaret etmemiştim.
O geceye geri döndüm tekrar. Kazadan sonra, bir ay kadar önce, yatağıma uzanmış arkadaşlarımın attığı hikayeleri izleyerek günün yorgunluğunu atmaya çalışıyordum.
Hızlı hızlı hep gördüğüm mekanları ve insanları geçerken birden ortaokuldan tanıdığım bir arkadaşımın hikayesine rastladım. Bu kızın şu an fotoğrafçılıkla hayatını sürdürdüğünü biliyordum, sevgilisiyle yaptığı Moskova gezisini de kendi gözünden bir sürü fotoğrafla yansıtmıştı. Üstünde durup hepsini teker teker incelemeye başladım.
Mekanları ve yapıları kızın gözünden keyifle incelerken birden durdum. Bir şey beni durdurdu. Gözlerimi ekrandaki tiyatronun fotoğrafına diktim. Sahneye baktım. Bir an sonra şimşekler çaktı, artık yatağımda değildim. Az önce fotoğrafını incelediğim sahnede önümde yüzlerce insan, bütün gözler benim üzerimde, hayranlıkla bana bakıyorlardı. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi çarpmaya başlar diye düşünürdüm böyle bir durumda ama bacaklarım bile titremiyordu. Bedenim bu duruma alışkındı, sanki bunun için doğmuştum ama daha önce bu kadar insanı bir arada görmemiştim bile. Şimdi ise hepsi oturmuş katlara ayrılmış, mükemmel genişlikteki salonda beni izliyordu.
Aşağı eğilip beyaz tüllü eteğimin altındaki pointe ayakkabıları gördüm. Hayatımda daha önce bale yapmamış, izlemeye gitmemiş, ilkokul dışında sahneye çıkmamıştım. Burada, bunca insanın önünde bu kılıkta ne işim vardı? Diye düşünmüştüm uzun uzun o gece de. Tıpkı boğulma anısını düşünüp kendime kafayı yedirdiğim zaman olduğu gibi.
Telefonunun titremesiyle anılarımdan sıyrılmak zorunda kaldım. Mesaj ev arkadaşım Aysu’dan geliyordu.
“Gelirken içkileri almayı unutma:***”
Saate baktım. Çoktan altı olmuştu ve planlar tamamen aklımdan çıkmıştı. Ara sokağa dönüp hızla köşedeki büfenin yolunu tuttum. Biraz daha geç kalırsam Aysu’nun sorumsuzluğumla ilgili atacağı tiradı dinlemek zorunda kalacağıma emindim ve bunu hiç ama hiç istemiyordum.
Fazla değil, birkaç bira alacaktım sadece. Biraz da atıştırmalık. Dün dört kişi konuşmuş, bugünün planını yapmış ve çok fazla içmeyeceğimiz konusunda anlaşmıştık.
Fakat büfeden içeri girdiğimde karşılaştığım manzara dünkü anlaşmamızı bozacağa benziyordu.
Uzun, iri yapılı çocuğun arkası dönük olsa bile nadir rastlanan, mükemmel sarı bukleler onu ilk saniyeden tanımanızı sağlıyordu. Ödemesini yapmak için elinde tuttuğu iki şişe tekila da onun ayrılmaz parçalarıydı zaten.
Onu bu şekilde, yüzünde planımızı sabote etmenin çocuksu munzurluğuyla kasada beklerken görünce içimdeki bütün sıkıntı uçup gitti. Yerini midemde uçuşan kelebekler ve yarım ağız bir sırıtma aldı.
Keyfim anında yerine gelince, hızlıca hain planımı da yaptım. Arkasından saldırıp onu korkutacaktım.
Avıma sessizce yaklaşmaya başladım. Eğer onu korkuttuğumda elindeki şişelerden birini düşürürse bana yerdeki tüm içkiyi yalatarak intikamını almaya çalışacağını biliyordum fakat göze almaya değecek bir risk olduğunu düşündüm.
Tam bir adım daha atıp sırtına sarılacaktım ki aniden fırlayıp arkasını dönmüş, “Yakalandın!” diye bağırmıştı ama benim çığlığım onun sesini başarılı bir şekilde bastırmayı başarmıştı.
Korkudan bacaklarımın titrediği birkaç saniyeden sonra kendime gelip ona can yakmayan yumruklar savurdum. Yere doğru eğilmiş kahkahalarla gülüyordu. O böyle gülünce insanın içinden ona katılmak, birlikte gülmek geliyordu fakat şu an bunu yapmak için fazla sinirli ve korkmuştum.
Nefeslerim düzelince “Nasıl ya!” diye bağırdım ona. Bana kahkahalarını kesmeden eliyle kasanın arkasındaki duvara asılmış plastik çerçeveli aynayı gösterdi. Normalde ayna kasada duran adama hizmet etmesi için asılmıştı ama sırada bekleyen müşterinin arkasını gözetlemeye de imkan sunuyordu. Kasadaki adama bu şahane fikri için içimden hatırı sayılır küfürler saydıktan sonra elimde olmadan kahkahalara katıldım.
Yaklaşık on beş dakika sonra büfeden çıkabildiğimizde, ki bu birkaç şişe içki almak için çok uzun bir süreydi, yerdeki su birikintilerine basarak ilerledik.
“Seni özlemişim.” dedim omzumla onun kolunu hafifçe ittirerek. Bana bakıp dişlerini göstererek gülümsedi yine. Sarı buklelerinden biri gözünün önüne düştü. Öylece bakakaldım. Bazen güzelliği karşısında böyle donup kalırdım.
“Sadece üç gün görüşmedik aslında.” dedi buklesini kulağının arkasına geri sıkıştırırken. Söylediğini duyunca yüzümün bu kadar hızlı düşmesini beklemezdim fakat o bekliyormuş gibi üzüldüğümü gördüğü an kollarını açıp beni sıkıca sardı. Zaten hep kalbimi kırmaktan korkardı.
“Ben de seni çok özledim Eylül.” Dudakları saçlarıma değecek mesafede kulağıma fısıldadı. Vücudumu tatlı bir ürperti sardı. Kafasını biraz geri çekip gözlerime baktı. Açık kahverengi gözleri samimiyetle parlayarak sözlerinin ciddi olduğunu söylemeye çalışıyordu sanki. Belimde duran titrek elleri de, açık kahvelere destek veriyordu.
Bir arabanın hızla yanımızdan geçmesiyle kendime geldim. Boğazımı temizleyip geri çekildim. Kendi hareketlerime ben bile anlam veremiyordum. Tamam, son dört aydır gerçekten zor zamanlar geçiriyordum ve evet sarışınlardan da hep hoşlanmıştım fakat karşımdaki ev arkadaşımın küçük kuzeniydi. Hazar’dı. Bizim aramızda bir şey olamazdı.
Bir yıldan biraz fazla olmuştu tanışalı. Aysu’yla şimdi oturduğumuz eve taşınırken yardım için gelmişti Hazar. Bizi o gün çok zor bir durumdan kurtarmış, grubumuzla da hemen kaynaşmıştı. Aramızdaki iki yaş hiç problem olmamış, bir uyum sorunu yaratmamıştı fakat işler ilişkiye geldiğinde sinirlerimi bozuyordu bu durum. Aysu ve sevgilisi Doruk da bunu bildiğinden sık sık yarı şaka yarı gerçek ortaya laf atarlardı. Ama Hazar daha on dokuz yaşındaydı. Evet reşitti fakat “Onlu” yaşları daha bitmemiş biriyle birlikte olma düşüncesi bile irkilmeme neden oluyordu. Sonuçta ben de onun abla diye hitap ederek büyüdüğü Aysu gibi yirmi birime çoktan basmıştım.
Derin bir nefes alıp “İstanbul nasıl geçti peki? Nazan teyzeyle görüştün mü? Bana sarma yollayacaktı, getirdin değil mi?” diye sorularımı sıraladım hızlı hızlı. Yeterince hızlı konuşursam ortamdaki garip havayı bozacağımı düşünüyordum.
Bana bakıp ani konu değişikliğiyle rahatsız olmuş gibi kaşlarını çattı. Sol kaşının bir kısmı beyazdı. Başkasında olsa garip görünebilecek bu ayırt edici özelliği, Hazar’ın görünüşünü daha da güzelleştiriyordu sadece.
“Seni özlemişim falan hikayeydi değil mi? Senin asıl özlediğin teyzemin sarmalarıydı!” dedi şakayla karışık bir buruklukla.
Omuz silkip gülümsedim. Eğer cesaretim olsaydı onu üç günde ne kadar özlediğimi üç saat anlatabilirdim ama “Dünyanın en iyi sarmaları.” demekle yetindim.
“Haklısın” dedi.
O, kısa İstanbul maceralarını anlatırken yan yana yürüdük.
Arada dönüp onun yüzüne bakıyordum. Göz göze gelince de gözlerimi kaçırıyordum. Özellikle son birkaç aydır onun yüzüne bakma isteğime söz geçiremiyordum ama bu asla olmayacaktı. Aramızda bir şey yaşanmayacaktı. Kazadan sonra sadece biraz kafam karışmıştı o kadar.
Kendime sürekli bunları söylerek ikna edecektim.
Bugün çok sarhoş olup yanlış bir şey yapmamayı dileyerek başımı öne eğip eve kadar yürümeye devam ettim.
*
“İç! İç! İç! İç!”
Aysu ve Doruk masaya vurup bağırarak tezahürat tutuyordu. Başım dönüyor, etrafı bulanık görüyordum fakat başka seçeneğim olmadığından elime shot bardağını aldım. Minicik bardağı tutarken bile ellerim titriyordu.
Midemdekileri çıkarmamamı engelleyeceğini umduğumdan önceden gözlerimle limonun yerini belirlemeye çalıştım. Shotı atıp ardından limon dilimini ısıracaktım fakat önümde dört limon vardı. Peki gerçek olan hangisiydi?
“Tamam! Bana ver!”
Hazar elimden bardağı alıp tereddüt etmeden kafasına dikti. Midesinin kalktığı ve iki saniye içinde tekilayı vücudundan atacağı belli oluyordu. Gözleriyle etrafta limon aradı tıpkı benim birkaç saniye önce yaptığım gibi. Bakışları elimde sabitlenince biraz geri çekildim. Limonumu korumaya çalışıyordum. Onu çok zor bulmuştum. Bu sebeple uzun uğraşlar sonucu bulduğum gerçek limonu elimden almaya bile zahmet etmeden ısırdığında hemen pes etmedim.
Göz göze geldik. Elimdeki limonu ısırıyordu. Limonu bırakmıyordum. Dişleriyle limonu çekiyordu. Aysu ve Doruk kahkaha atarak bizi izliyordu. Limonu bırakmak aklıma bile gelmiyordu.
Elimdeki yarım limonu dişleriyle çekerek alıp hepsini ağzına attı en sonunda. Çiğnedi ve yuttu. Hazar’ın yüzünde bomboş bir ifadeyle adeta işkembeli bir hayvan gibi limonu uzun uzun çiğneyip yuttuğu sahneyi baştan sona dikkatle izledim. Sarhoşluğun etkisiyle kısa bir an aptallıkla duraksadıktan sonra kendimi yere atıp bağırarak gülmeye başladım. Hazar da yanımda kıvranıyordu aynı şekilde.
Dakikalarca güldükten sonra nefeslerimizi kontrol edebildiğimizde tavana bakıp sırt üstü yan yana uzandık salonun zemininde.
“Bir şişeyi tek başıma bitirdim Eylül.” Dedi gülmekten kesilen nefeslerinin arasından. “Sadece senin için biliyorsun değil mi?”
Kafasını çevirip bana baktı. Ben de ona çevirdim yüzümü. Yerde yatıyorduk. Yüzlerimiz birbirine çok yakındı. Gözlerine bakmaya çalışıyordum fakat bulanık görüyordum.
Bir elini yanağıma koydu. Gülmekten akan bir damla göz yaşını baş parmağıyla sildi. Sildikten sonra aynı parmağıyla elmacık kemiğimi okşamaya devam etti.
Dudaklarını araladı. “Evet, hepsini içtim. Cezayı ben çektim.” Güzel dudaklarının arasından çıkacak her kelimeyi duymak için sabırsızlandığımı fark ettim. “Ama sarhoş olan sensin.” dedi eli hala yüzümdeyken. Gözleri benim dudaklarıma doğru kaydı.
Etraf bulanıklaştı. Gözlerimin önünde, kafamın içinde şimşekler çaktı.
***
Yerde yatmıyordum. Ayaktaydım. Hızlı hızlı nefes alıp veriyor, ağlıyordum.
Bir el yanağıma dokundu. Kafamı kaldırıp karşımdaki adama baktım. Yüzünü görebiliyordum ama adamı hem çok iyi tanıyor, hem de hiç tanımıyordum.
Parmakları yüzümde gezindi. Gözyaşlarımı sildi baş parmağı. Elmacık kemiğimin üstünde duraksayıp okşamaya devam etti tenimi.
Bakışları dudaklarıma kaydı. Ben de bıyıklarının altındaki ince dudakların baktım adamın. Onu öpmeyi her şeyden çok istediğimi hissettim. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Ağlamam durmuştu. Yüzünü yüzüme iyice yaklaştırdı.
***
Yerimden fırladım. Duvarlara tutuna tutuna koşarak tuvaleti bulup midemdeki her şeyi klozetin giderine boşalttım.
Aysu da benim peşimden gelmiş, yüzüme düşen saçları toparlıyordu. Her şey darmadağındı, her şey bulanıktı.
Gördüğüm adam kimdi? Onu neden tanıdığıma bu kadar eminken hiçbir yerden çıkaramıyordum? Yüz hatlarını bile hatırlayamıyordum. Ben böyle bir şey yaşamamıştım. Neden unuttuğum bir anı gibiydi öyleyse?
Ben işimi bitirdikten sonra Aysu yüzümü yıkadı ve salondaki koltuğa kadar yürümeme yardım etti. Çevremdeki her şey dönüyor, midem bulanmaya devam ediyordu.
Hazar’ın amacı neydi? Beni öpmek mi istemişti yoksa sarhoş olduğum için ben o şekilde mi algılamıştım? Bana bunu neden yapıyordu?
Kafamdaki sorularla birlikte kendimi koltuğa attığımda o sırada Doruk’un da yerde yatan Hazar’ın üstünü örttüğünü gördüm. Hemen sızmıştı. Ben de çok geçmeden, kafamdaki soruları ve soruların nedenlerini de unutarak yaklaşık iki saniye içinde uykuya daldım.
*
“Oo günaydın prenses.” Aysu’nun sesi uyandığım anda çoğunlukla olduğu gibi yine ilk duyduğum şey olmuştu.
Yattığım koltukta doğruldum. Üstüme örtülen battaniyeye de iyice sarıldım. Evin içi buz gibi olmuştu. “Kapasanıza camları.” diye söylendim yaşlı nineler gibi yüzümü buruşturarak. Çünkü tam olarak onlar gibi soğuktan kemiklerim sızlıyordu.
Doruk elindeki bütün ekmeği gösterdi. “Koktu diye açtık.” dedi ağzı dolu bir şekilde. Benim de elime bir ekmek arası tutuşturdular. Daha gözümü açalı bir dakika geçmemişti. “Ayran da versene” deyip sorgulamadan yemeye başladım. Sarhoş olup sızdıktan sonra ilk uyandığımda hemen bir şeyler yemem gerekiyordu. Yemek yiyemezsem midem felaket kötü oluyor ve sonraki günüm tamamen berbat geçiyordu.
“Saat kaç?” diye sordum yemeğimin yarısına kadar geldiğimde. Beynim daha yeni çalışmaya başlıyordu.
“Üç buçuk. İki saat uyumadın bile daha, kendine gelebildin mi?” Aysu meraklı meraklı bana bakıyordu. Onun bu karakterinin diğer kısımlarına tamamen zıt olan anaç tavırlarına bayılıyordum. Kafamla onayladım. Sonra hatırladım.
“Hazar nerde?”
Aysu kafasıyla koltuğun arkasını işaret etti. Uyurken odanın diğer köşesine kadar yuvarlanmıştı. Gülümsemeden edemedim. İki saatlik bir kestirmenin ardından bile onu asla aynı yerinde bulamazdınız, uykusunda hep hareket halinde olurdu.
“Çocuk senin için bir şişeyi tek başına bitirdi farkında mısın?” dedi Aysu gülerek.
“Siz bu kadar acımasız davranmasaydınız bu hale düşmezdik” dedim yemeğime devam ederken.
“Elimizde değil, biz süper bir takımız hayatım.” dedi en iyi arkadaşım ve sevgilisiyle bir beşlik çaktılar. İhanete uğramış hissetmem doğal mıydı?
Aysu-Doruk ve Ben-Hazar olmak üzere iki takıma ayrılıp masa oyunu oynuyorduk. Geride kalan takımdan biri her tur bir shot atıyordu. Bu artık aramızda gelenek gibi bir şey olmuştu. Birkaç haftada bir mutlaka yaptığımız bir etkinlikti.
Bu gece olaylar biraz farklı ilerlemişti sadece. Aysu-Doruk çiftinin şanslı gününe denk gelmiştik. Hazar ve ben üst üste kartlarımızı çekip, iyice geriye düşerken bir yandan da shotlarımızı atıyorduk fakat beni herkes tanıyordu. Çok dayanıklı bir mideye sahip değildim. Hazar’ı da herkes tanıyordu. Onun hassas karnı her zaman bendim. Azıcık zorlandığımı hissettiği anda içkileri elimden almaya başlamış ve tüm cezaları takımımız adına sırtlanmıştı. Tam bir kahramandı.
Gözlerim hemen salonumuzun zemininde bebek gibi uyuyan takım arkadaşıma kaydı. Muhteşem biriydi. Oyun ya da gerçek fark etmez onun yanında her zaman güvende hissediyordum.
“Şuna bak, senin kuzeninin duyguları da karşılıksız değil galiba aşkım” dediğini duydum Doruğun Aysu’ya. Aysu da onu onaylıyor, bir yandan da bana bakarak sırıtıyordu.
Kaşlarımı çattım. “Ne demek bu şimdi?”
Kusmama rağmen kafamdaki bulanıklığın yarısı bile daha geçmemişti ama yine de Aysu’nun açıp elime tutuşturduğu birayı reddetmedim.
İkisi de gülerek oturduğum koltuğa geldiler. Battaniyemin altına girip iyice kurulduktan sonra Doruk heyecanla konuşmaya başladı.
“Bizim ufaklık var ya, senden deli gibi hoşlanıyor.”
Kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı. İkisinin de ağız birliği yapıp bu konuyu açması, gece sarhoşken ağzımdan bir şey mi kaçırdım acaba düşüncelerini aklıma getiriyordu. Stresle elimdeki şişeden büyük yudumlar almaya başladım.
“Sadece hoşlanmak değil” diye devam ettirdi Aysu sevgilisinin lafını. “Ben bu çocuğu doğduğundan beri tanıyorum. Tamam yardımseverdir, iyi çocuktur, aşırı kibardır falan ama kimseyi senin kadar umursamıyor. Sana deli gibi aşık.”
“Bir şişe içki içti diye mi bu sonuca vardınız? Benim oraya buraya çıkartıp oyunu bozmamam için içti onu, biliyorsunuz.” dedim içimden aslında öyle olmamasını defalarca kez dileyerek. “Ayrıca tekilayı seviyor.”
“Seni sevdiği kadar değil” dedi Aysu yine sırıtarak.
Şişeyi yarılamıştım. Kafam zaten birkaç saat öncesinden dolayı çok iyi değildi, şimdi içki tekrar vurdukça her yer yeniden bulanıklaşmaya başlıyordu.
“Ben erkek milletini bilirim. Normal kız arkadaşlarımıza asla böyle davranmayız.” Bir sırrı açıklıyor gibi söze dalmıştı Doruk ama üzerimizde beklediği etkiyi yaratamadığı için üzülerek geri çekildi.
“Saçmalamayın. Olmaz zaten.” dedim belli belirsiz, kısık bir sesle. Aslında daha çok konuşmalarını istiyordum. Daha çok konuşup beni ikna etmelerini istiyordum çünkü ben kendimi ikna etmekte çok zorlanıyordum.
“Neden olmasın ki?” Aysu’ya umutla baktım. “Seni gerçekten sevdiğine ben eminim. Onun daha önceki kız arkadaşlarıyla da görmüştüm. Onlarla böyle değildi. Sizin kimyanız çok farklı.”
Gülümsedim. Aysu’nun bu şekilde düşünmesi bile karnımdaki kelebeklerin varlığını hissetmem için yeterliydi. Tam kanatlarını açıp, pır pır uçmaya başlayacaklardı ki Doruk konuşmaya başladı.
“Tamam belki arada garip hareketleri oluyor diye düşünüyorsundur ama daha on dokuz yaşında, çocukluğuna ver. Bunun yaşında liseye gidenler var.”
Kelebeklerin kanatları koptu. Hepsi anında yere düştü. Gerçekten Hazar’ın hareketleri bazen çocuksu olabiliyordu. Çocuk, birkaç sene öncesine kadar yaşıtım olan Aysu’ya abla diyordu! Hem insanlar ne düşünecekti? Büyükannem bile her zaman kendimden beş altı yaş büyük birini bulmamı tembihler, hemen sonrasında da erkeklerin kadınlara göre geç olgunlaştığını anlatmaya başlardı. Ben de bunun gerçek olmadığını, saçma toplumsal yargılarımız ve kadının üstüne çöken bozulmuş kültürel yapımızdan dolayı erkeğin geç olgunlaştığı yalanına inandırıldığımızı ona açıklamaya çalışırdım.
Haklıydım da. Haklı olduğumu hala biliyordum ama çok sarhoştum. Elimdeki şişeyi de bitirmiştim ve midem tekrar alt üst olmuştu. Sarhoşken büyükannemi düşünmek canımı sıkmıştı. Yerde yatan Hazar’a bakıp gidip onun kollarının arasına girememek de canımı sıkmıştı. Doruğun söyledikleri en canımı sıkan noktaydı. Her şey canımı sıkmıştı. Normalde kafamda maksimum beş dakika yer bulması gereken, biraz düşündükten sonra gülüp geçmem ve bitirmem gereken bu konu neden aylardır beynimi yiyiyordu?
“Tamam, bu kadar saçmalık yeter” diye bağırdım üstümüzdeki battaniyeyi yere çekip atmadan hemen önce.
“Benden küçük biriyle olduğumu gördünüz mü daha önce? İğrenç. Benim midem bile kaldırmaz. Asla olmaz. Bu konuyu da bir daha açmayın.”
Yerimden fırlayıp bu gece ikinci kez yalpalayarak tuvalete koştum.
Midemdekilerle birlikte gözyaşlarım da tuvaletin dibini boyladı bu sefer. Kendimden de, takıntılarımdan da, aptal aile büyüklerinin aptal fikirlerinin bıraktığı aşamadığım baskılardan da nefret ediyordum. Bir şeyi, bir kişiyi bu kadar umursamak zor geliyordu. Kendimi bile umursamazken sürekli onu düşünmek çok zordu.
Ağladım. Banyoda kalıp uzunca bir süre ağladıktan sonra kendi kendimi odama sürükleyip bu sefer de yatağımda sızıp derin bir uykuya daldım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |