3. Bölüm
Serendipil / Yedi Hayat: Döngü / Bölüm 3: Görüntüler

Bölüm 3: Görüntüler

Serendipil
serendipil

Son zamanlarda lisenin ilk yıllarına geri dönmüştüm resmen. Platonik olarak hoşlandığım çocuğun başkasıyla birlikte olduğunu öğrenmiş, bunun acısıyla iki hafta kıvranıp yataktan çıkamamıştım.

Şimdi, biten dersimin ardından labaratuvardan çıkmak için eşyalarımı toplayabiliyor olmamın tek sebebi ise iki hafta sonra vizelerin başlıyor olmasıydı.

En okula gelmeyen kişi bile vizelere iki hafta kala mutlaka derslere uğrar, hocaların sınavlara dair paylaştığı küçük notları yakalamaya çalışırdı.

Ceketimi giyip, masanın üstünde açık duran bilgisayarıma eğildim ve yarım kalan raporumu kaydettim. Fakültenin çalışma alanında tamamlayacaktım çünkü bu lab’da biraz sonra alt sınıflar derse girecekti.

Doğrulup bilgisayarı elime aldığım anda göğsümün orta kısmından gelen küçük bir çıtırtı duyduğuma yemin edebilirdim. Bu görüntü karşısında kalbimin fiziksel olarak kırılmış olabileceği ihtimali çok fazlaydı çünkü.

Onu iki haftadır etrafımda, bir kızın elinden tutup kendine büyük bir istekle çekerken ise hiç görmemiştim.

Kızıl saçlı kız kahkahalarla Hazar’ın kollarının arasına sokulurken ben boğulmak istedim. Kız kollarını onun beline sarıp, sevgilisinden bir öpücük almak için parmak uçlarında yükseldiğinde ise midemi bastırmak için birkaç kez yutkunmak zorunda kaldım. Eğer biraz daha bu sahneyi izlersem vücudum küçük, dramatik bir şov sergileyecekti.

Titreyen ellerimle bilgisayarımı çantama attıktan hemen sonra, sonunda Hazar’ın açık kahve gözleri beni fark edebilmişti fakat her zaman olduğu gibi samimi bir şekilde parlamamış, aksine hemen odaklanacak başka bir şeyin arayışına girmişti.

Oradan o an kusmadan çıkabilmemin tek sebebi, beni gördüğü an refleksle kızdan birkaç adım uzaklaşması olmuştu. En azından beni bu kadar düşünebiliyordu. Gerçi onu suçlayamazdım. Ondan hoşlandığımı anlamamış bile olabilirdi. Hata biraz da bendeydi. Adımlarımı hızlandırdım. Nefes nefese fakülte binasından çıkabildiğimde aklıma gelen ilk şey Aysu’yu aramak oldu.

“Efendim aşkım?”

“Neredesin?” dedim ağlamak üzere olduğumu belli etmeden.

“Şirketteyim, bir şey mi oldu?”

Ben ne kadar belli etmemeye çalışsam bile anlardı. “Bir şey olmadı. Dersim bitti, belki bana bir kahve ısmarlarsın demiştim ama eve geçiyorum.”

“Dur geçme! Yarım saate ordayız. Bizim fakültede buluşalım.”

İtiraz etmeme fırsat vermeden telefonu kapattığı için derin bir iç çektim. Bu iç çekmeyle vücudum rahatlamış olacak ki birkaç damla birbirleriyle yarışır gibi hızlı hızlı gözlerimden düşmeye başladı.

Ceketimin kol uçlarıyla gözyaşlarımı sildim. Bugün göz makyajı yapmadığım için şükürler edip yakınlardaki bir banka yerleştim. Mühendisliğe yeterince büyük adımlar atarsam on dakikada yürüyebileceğimi hesapladığım için biraz kendimi toparlama süresi verdim kendime.

Berbat hissediyordum. Hazar’ı biriyle göreceğimi biliyordum, bunu son iki haftadır çok ayrıntılı biçimlerde düşünmüştüm ama kampüsteki hatta belki de ülkedeki en güzel kız değildi benim düşüncelerimdeki.

Kızın adı Gözde’ydi ve Hazar’la aynı sınıfta okuyordu. Genelde birinci sınıfların ismini bilmezdim, bu kızınkini bilmemin sebebi ise geldiği ilk anda herkesin aklını başından almasıydı. Geçen sene hazırlığa başladığı ilk gün ismi tüm okulda yayılmıştı. Sosyal medyada çok fazla takipçisi de olduğu için küçük çaplı bir ünlü de sayılırdı aynı zamanda.

Belinin altına kadar inen, gür kızıl saçları tüm dikkatleri üstünde topluyor, parlak yeşil gözleri de son noktayı vuruyordu. Hafif çilli, güzel minik yüzüyle zaten masallardan fırlamış prensesler gibiyken fiziği de modellere taş çıkartacak cinstendi.

Onu ilk gördüğümde belli etmemeye çalışarak iki kez arkamı dönüp bakmıştım. Gerçek değil gibi gelmişti.

Ben ise son derece gerçek görünüyordum onun yanında. Tamam, onun kadar olmasa da güzel olduğumu biliyordum ama özellikle dikkat çeken hiçbir şeyim de yoktu. Kahverengi saç, kahverengi göz, ortalama boy, ortalama kilo.

Tek farkım sol omzumdaki doğum lekemdi belki, bu beni ne kadar farklı yapıyorsa tabii.

On dakikanın ardından ağlamayı kesip, biraz kendime gelmeye karar verdim. İçimde kıskançlıkla kavrulan yangını dindirmek için birkaç yudum su içtim. İşe yaramadı.

Şişeyi yanımdaki çöpe fırlattım, gözyaşlarımı sildim, saçlarımı bir tokayla arkadan tutturup perişan halde oturduğum banktan düşüncelerimle kendimi daha da perişan hale soktuktan sonra kalktım. Tek ümidim dışardan belli olmuyor olmasıydı. İçimde kendi kendime kıvrandığımı kimsenin bilmesine gerek yoktu.

Yavaş adımlarla mühendislik fakültesinin yolunu tuttum. Sonuçta planımdan on dakika önce yola koyulmuştum, uyuşuk davranabilirdim. Yolda yarı ağlayıp yarı içime atarak ve biraz da yolu uzatarak yarım saat harcadıktan sonra sonunda hedefime ulaşabilmiştim.

Aysu’nun bana attığı mesaja göre çoktan kafeteryada yerlerini almışlardı. Kalabalık grubun içinden arkadaşımı seçebildiğimde biraz hayal kırıklığına uğradım. Daha tenha bir ortam olmasını ve Aysu’yu hızla oradan kaçırmayı umuyordum fakat masada neredeyse yedi sekiz kişi vardı.

Gülümseyerek herkesi selamlayıp bir sandalye çektim. Masadaki herkesi daha önce, Aysu’nun bölümden arkadaşları olmasından dolayı görmüştüm. Tek bir kişi dışında.

“Tuna Bey, en yakın arkadaşım Eylül. Size bahsetmiştim, sunumu birlikte hazırladık.” Aysu’nun sesinden heyecanı belli oluyordu.

Tuna Bey ayağa kalkıp elini uzattığında, çektiğim sandalyeden hemen fırlayıp kibarca gülümsemeye çalıştım elini sıkarken.

Yüzüne baktım. Muhtemelen hayatımda bir eşini daha göremeyeceğim gözlerinin renkleri birbirinden farklıydı. Biri kahverengiydi. Diğeri ise dünyanın tüm güzel renklerinin birleşimi gibi, kahverengi, yeşil, mavi, sarı...

Gözlerim hala gözlerindeyken elini sıkan elimden başlayarak tüm vücuduma yayılan karıncalanmayla birlikte şimşekler çaktı.

***

Karşımdaki dehşete düşmüş bakışların kaynağı bendim. Gözlerimi indirip birleşmiş ellerimize baktım. Elimi o kadar çok sıkıyordu ki onun eklemleri, benim parmaklarım bembeyaz kesilmişti.

Korkmuyordum, üzülmüyordum hatta bu durumdan tatlı bir keyif aldığım bile söylenebilirdi. İçimde bir şeylerin tamamlandığını işaret eden garip bir his vardı sadece.

***

Hızla geri çekilmemin garip göründüğünün farkında olsam da o an hissettiğim dehşet yüzünden elimden başka bir şey gelmemişti.

İçimi büyük bir korku kapladı. Görüntüler, anılar her neyse tekrar mı başlıyordu? Neden şimdi olmuştu? Beynim bana niye sürekli ihanet ediyordu?

Nefeslerimi kontrol altına almaya çalıştım. Gözlerimi birkaç saniyeliğine sımsıkı kapatıp sandalyeme gömüldüm. Titrediğimi belli etmemek için ellerimle sandalyenin iki kolunu sıkıca kavradım.

Uzun zamandır başıma gelmeyen bu görüntü olayı beni fazlasıyla germişti fakat Aysu için şu an normal davranmak zorundaydım. Bu yüzden toparlanmaya çalışıp, boğazımı temizledim. Sesimin çatlamasına engel olmaya çalışarak “Çok üzgünüm, bir anlık başım döndü, memnum oldum Tuna Bey.” dedim. Az önceki kibar gülümsememi tekrar yüzüme yerleştirmeye çabalıyordum.

“İyi misin, al şunu iç.” Endişeli gözlerini benimkilerden ayırmadan kendi için söylediği suyu bana uzattı. Masadan birkaç iyi misin sorusu daha gelmişti. Aysu ayağa fırlamış, ben elimle oturmasını işaret edince geri yerine çökmüştü.

Tuna Bey’in uzattığı suyu içip sırtımı dikleştirdim. Düşünmemeliydim, şu an olmazdı. Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım. Benim iyi olduğumu anladıktan sonra masadakiler biraz daha rahatladı. Sonra Tuna Bey kalın sesiyle konuştu.

“Bana Tuna diyebilirsin PowerPoint perisi.”

Masadan birkaç kıkırtı geldiğini duydum. Söylediği komik değil, utanç verici olduğu için gülüyorlardı fakat benim kulaklarıma bir uğultu hakimdi adeta. Gördüğüm kısa görüntünün etkisinden çıkamıyordum.

Ortama uyum sağlamak için gerektiği gibi davranıp, dudaklarımı birbirine bastırdım ve yapmak istediğim son şey olsa da samimiyetsizce güldüm genç adamın şakasına. Belli ki görünüşüne hakim olan etkileyicilikten espri anlayışı payını alamamıştı. Adamın suratına tekrar baktım. Siyah saçları, kirli sakallı güzel bir yüzü ve eşi benzeri olmayan gözleri vardı.

Gözleri. Neden bu gözler beni o görüntüye sürüklemişti? Gözlerimi sıkıca açıp kapadım. ‘Kendine gel Eylül!’ diye içimden kendime telkin verebiliyordum sadece. Başka bir şeye odaklanmalıydım. Yaşını tahmin etmeye çalıştım.

Yirmilerinin ortalarında olduğunu düşündüm. Bu küçük çaplı da olsa bir şirketin başında olmak için oldukça genç bir yaştı.

Bakışlarımız birbiriyle buluştuğunda rahatsızca yerimde kıpırdanıp çantamı kucağıma doğru aldım ve sarıldım. Yaydığı enerji de espri anlayışıyla aynı kaderi paylaşıyordu. Rahatsız ediciydi.

*

Geçen bir iki saatten sonra, masada yalnızca üç kişi kaldığımızda, sohbet de benim üzerimden dönmeye başlamıştı.

“Tasarım programlarını da biliyormuşsun işte. Öğrenmen gereken çok az şey var. Zaten stajyer olarak başlayacaksın ilk etapta.”

Tuna bana bunları söylerken Aysu kenardan büyük bir heyecanla hızlı hızlı kafasını sallıyordu. Benimse hiç ilgimi çekmiyordu bu staj işi.

“Tuna Bey, Eylül her ne kadar-“

“Tuna.” diye düzeltti adam Aysu’nun lafını hemen.

Sarışın kız boğazını temizleyip cümlesini baştan aldı.

“Tuna, Eylül her ne kadar böyle konuşsa da ben onu bir şekilde ikna edeceğim, emin olabilirsin.”

Sıkkın bir ifadeyle Aysu’ya bakan gözlerim onun heyecanla parlayan kahverengi gözleriyle karşılaşınca biraz mahcup oldum. Kız karşımda bana güzel de kazancı olan bir staj ayarlamaya çalışırken ben yanında mızmızlanıp beğenmiyordum.

“Aşkım! Hoş geldin!”

Aysu yerinden fırlayıp yıllardır görmemiş gibi Doruk’u karşılamaya gidince Tuna Bey’in bakışlarının hemen üstüme çöktüğünü fark etmiştim.

Gözlerimi kaçırsam utandığımı ya da heyecanlandığımı sanar belki diye ben de ona kısa bir bakış atıp tekrar samimiyetten yoksun bir gülümseme yolladım.

Bana kocaman bir sırıtışla karşılık verdiğinde vücudumda bir ürperme yayılıp hızla geçti. Hayatım boyunca kimsenin karşısında böyle hissetmemiştim.

Aysu ve Doruk masaya gelip, Aysu heyecanla sevgilisini patronuyla tanıştırırken ben de onların gelmesiyle biraz rahatladım. Üçü aralarında konuşurken sohbet arasında Aysu birazdan Hazar ve Gözde de burada olacak dediğinde bir kedi misali olduğum yerde sırtımın yay gibi gerildiğini hissettim.

Hemen boğazımı temizleyip sohbetlerini böldüm. “Ben artık gitsem iyi olacak. Zaten biraz hastayım.”

Üçünü de hasta olduğuma dair ikna çabalarımın ardından en sonunda ikna olmuşlar fakat Aysu “Tamam o zaman ben de seninle geliyorum.” deyince Tuna Bey de bizi eve kadar bırakmak istemişti.

Sonuç olarak şimdi ben iki saat önce tanıştığım adamın yanında, ön koltukta olmak üzere dördümüz adamın arabasında evimize doğru gidiyorduk.

Evin önünde üçümüz indik, Aysu ve Doruk Tuna Bey’i içeri davet ederken ben çoktan ona teşekkür edip el sallamış ve çıkacağım beş kat merdivenin yolunu tutmuştum.

Üstümdekileri hiç çıkarmaya zahmet etmeden kendimi yatağa attım. Vücudum yatağa değdiği anda tek düşünebildiğim bir daha bu yataktan asla kalkamayacakmış gibi hissettiğimdi.

Yaklaşık on dakika sonra, ben hala hiç pozisyonumu değiştirmeden yatarken odamın kapısı açıldı.

“Ne bu hâl! Kalk kalk kalk!”

Aysu gelip, tüm itirazlarına rağmen beni montumun sırtından çekerek yataktan kaldırmıştı. Oflaya puflaya karşısında dikildim.

“Şimdi odadan çıkıyorum, iki dakika içinde üstünü değiştirip battaniyeni kapıp balkona gel.”

Minik isyanlarıma aldırmadan odadan çıktı. Ben de söylediğini yapmak zorunda kalıp en kalın pijamalarımı üstüme geçirdim. Eğer doğru gün ve doğru kombinle yakalarsa Ankara soğuğu sizi kendi balkonunuzda bile dondurabilirdi.

Battaniyemi beni canavarlardan koruyacak bir kalkan misali tüm vücuduma sarıp, balkonumuzun dondurucu soğuğuna adım attım.

Aysu ısıtıcıyı balkona çıkarıp koltuğun önüne açmış, masaya da evimizdeki en büyük tencereyi ve iki kadeh koymuştu.

Kahkaha attım.

“Kazanıyla getirseydin.” O da bana katıldı kahkahalarıyla. Eliyle vurup yanına oturmamı işaret etti. Hemen dediğini yaptım. Kepçeyle sıcak şaraplarımızı kadehlere pay ederken, çıkan dumanların soğuk havada süzülüşünü izliyordum.

Havanın karanlığı yeni çökmüştü, iş çıkış saati Ankara kornalarla çalkalanıyordu, yüzlerce farın ışığı buradan küçücük görünüyordu, konuştuğunuzda ağzınızdan buharlar çıkıyordu, ısıtıcının sarı ışığı ve sıcaklığı yüzüme, sıcak şarabın kokusu burnuma doluyordu. Battaniyeme sarılmıştım ve yanımda en yakın arkadaşım vardı. Uzun zamandır bu kadar huzurlu hissetmediğimi düşündüm. Vücudum keyifle ürperince beni saran sıcaklığa biraz daha gömüldüm.

“Bayadır seni gülümserken görmüyordum.” dedi Aysu. Vücudunu bana çevirerek koltuğa kıvrılmış, başını koltuğa yaslamıştı.

Kafamı salladım. Bir yudum aldım.

“Biraz hastaydım son zamanlarda.” dedim gözlerine bakmamaya çalışarak.

“Eylül, bırak artık bu hastayım yalanını. Başka bir şey var.”

Kafamı iki yana salladım. Ona iki haftadır odamdan çıkmamamın sebebinin küçük kuzeni olduğunu asla söylemeyecektim.

“İlaçlarını tekrar kullanmaya mı başladın, doğruyu söyle. En son ilaçları kullandığında böyle olmuştun.”

Bu sefer dönüp ona baktım. Kocaman kahverengi gözlerinden endişeli olduğunu açıkça görebiliyordum. Hızlı hızlı parmaklarıyla kadehine vurmasından da belli oluyordu zaten.

“Hayır ama sanırım başlamalıyım.” dedim sıkıntıyla. Başka çıkış yolu bulamıyordum. Zaten kendime bu görüntüler bir daha gelirse ilaçları kullanacağıma dair söz vermiştim.

İlaçları kullanmanın da bir çözüm olmadığını biliyordum çünkü hem beni hayattan koparıyorlar, hem de bu görüntülerden daha çok görmemi sağlıyorlardı.

En azından üç ay önce ilk kullandığımda olaylar bu şekilde gelişmişti. Aysu da o dönem Antalya’ya gelip yanımda olduğundan ne hale geldiğimi biliyordu.

İlaçları sadece bir buçuk hafta kullanabilmiştim o zaman. Ne yataktan çıkabilmiş, ne de doğru düzgün bir şey hissedebilmiştim. Aksi gibi anılardan da birkaç tane görmüştüm. Çok kısa, birkaç saniyelik rüyalar gibi geçmişlerdi gözümün önünden.

Başkasının yatağında, başkasının bedeninde yine hasta yatağımda, ama bambaşka bir evde, koyu bir tende ölümü bekliyordum. Bunları görmek, hissetmek her ne kadar korkunç olsa da o dönem bir buçuk haftada neredeyse alıştığımı bile söyleyebilirdim.

Benim ağlamaklı olduğumu görünce kollarını hemen etrafıma dolayıp beni sıkıca sardı en yakın arkadaşım. Derin bir nefes aldım. Nefesi verirken gözlerime hapsolmuş birkaç damla da özgürlüklerine kavuşuvermişlerdi.

“Ne gördüğünü anlatmak ister misin?” diye yumuşak bir sesle sordu bana sarılmayı bırakmadan.

“Bugün, çok kısa bir görüntüydü ama sanırım birine zarar veriyordum Aysu.” O anı tekrar düşününce göğsümün ortasına bir yılan gibi sürünerek yerleşen sıkıntıyı görüntüyü gördüğüm andaki kadar net hissedebiliyordum.

“Sana daha önce de anlattım. Her şey çok net. Rüya değil, halüsinasyon değil, daha çok, çok eskide kalmış bir anı gibi. Daha dün yaşamış kadar net hatırladığım ama çok eskide kalmış anılar...”

Kafamı kaldırıp ona baktım dolu gözlerimle. “Daha önce böyle bir şey yaşadın mı?”

Dudaklarını sıkıntıyla birbirine bastırıp kafasını iki yana salladı. “Ama hepsinden farklı, bana çok garip hissettiren bir rüya görmüştüm”

Merakla gözlerimi açıp, onu dinlemeye başladım.

“Rüyamda bir prensestim sanırım. Harika bir odam, mükemmel elbiselerim vardı ve denizin kenarında kocaman bir sarayda yaşıyordum ama çok hastaydım.”

Gözleri anlatırken uzaklara dalmıştı, o ana geri döndüğü belli oluyordu.

“Kral ve kraliçe, yani annem ve babam yanımda duruyordu, bir kız daha vardı, kardeşim olabilir emin değilim, bana moral vermeye çalışıyorlardı. Uyandığımda çok garip hissetmiştim. Rüya görmüş gibi değil de ben de senin gibi bir şey hatırlıyormuşum hissine kapılmıştım.”

Tarifinin benimkine benzerliğinin verdiği heyecanla “Sadece bir kere mi oldu?” diye sordum sesim titreyerek.

“Evet” dediğinde ise hayal kırıklığına uğramıştım. Onun da benimle aynı şeyleri yaşamak zorunda kalmadığı için mutlu da olmuştum aslında. Sadece birini arıyordum. Benim gibi olan, beni anlayabilecek birini...

Soğuk bizi pes ettirene kadar bütün gece orada oturup iki yakın arkadaş dertleşip sohbet etmiş, hayatımız hakkında büyük ve yeni kararlar almış, bu etkinliği sık sık tekrarlayacağımız konusunda birbirimize söz verip, salona geçtiğimiz anda kendimizi koltuklara atıp uyuyakalmıştık.

 

Bölüm : 07.12.2024 01:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...