

“Lütfen, biraz daha izin ver.”
Yerimden kalkamıyordum. Kafamın içinde hem bin tane şey dönüyor, hem de derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. Düşüncelerim sanki bir sis bulutunun arkasına saklanmış, bu yataktan çıktığım an beni o bulutun içine çekip boğacakmış gibi geliyordu.
Aysu başımda endişeli bir şekilde dikilirken arkamı dönüp battaniyemi biraz daha kafamın üstüne çektim. Uyumak istiyordum. Başka bir şey yapamayacak, parmağımı bile kaldıramayacak kadar güçsüzdüm.
Biraz sonra Aysu tekrar battaniyemi açmaya çalışınca, bir çocuğun annesine sıkıca sarılması gibi sarıldım yumuşacık örtüme. Zorla çekip aldı, kollarımın arasından kayıp gitti.
*
“Eylül, lütfen...”
Sesi duymamla gözlerimi açtım. Kaç saat uyuduğumu bilmiyordum. Uyuduğuma bile emin değildim aslında.
Endişeli açık kahve gözler yüzümün her yerinde geziniyordu. Mücadeleyi bıraktım. Ellerim güçsüzce yana düşerken uzun zamandır görmediğim, her saniye düşündüğüm ve artık özleminden tükendiğim güzel suratı inceledim ben de tıpkı onun yaptığı gibi.
Soğuktan çatlamış ince dudakları hafifçe aralanmıştı, açık kahverengi gözleri telaşlı, hüzünlü ve altları morarmıştı. Yanakları içine çökmüş gibiydi. Biraz da kirli sakal bırakmıştı.
Beni kollarının arasına almasını, sarılmasını, öpmesini, bana biraz sevgi göstermesini ne kadar çok isterdim. Onun kokusunu bir kere doya doya içime çeksem belki de kendime gelirdim.
Bunların hiçbirini yapmadı. Sağ elini yanağıma koydu sadece. Kafamı çevirip o eli öpmemek için kendime içimden binlerce telkinde bulunmam gerekti.
Sonra o ellerin her gün başkasına dokunduğunu, sevdiği başka biri olduğunu hatırladım. Kafamı elinden kurtarıp gözlerimi kapadım.
“Neden? Neden bunu yapıyorsun?”
Gözlerimi açmadım. Sevgilin var diye bağırmak istiyordum yüzüne ama onu da yapmadım. Yalnızca yattım.
“O günkü olan o garip konuşmamızdan sonra aramızın açıldığını düşündüm, bu yüzden karşılaşmadığımızı düşünmüştüm. Seni lab’da görünce sağlığından da endişe etmedim. Aysu bugün söyledi kötü olduğunu. Hemen geldim.”
Cevap vermedim. Hareket dahi etmedim.
“Eylül, söylediklerim senin için ne ifade eder bilmiyorum ama, o ilaçları kullanmanı istemiyorum. Seni bir doktora daha götüreyim. Seni kötü etkilediğini söyle, yan etkilerini hiçbir doktora anlatmadın. Lütfen, gidelim birlikte ve anlat, başka bir çözüm bulsunlar.”
Konuşması bittikten beş dakika sonra bile tepkisizliğimin devam ettiğini görünce dayanamayarak devam etti.
“Benden gerçekten nefret ediyorsun değil mi?” kesik nefesler alır gibi, sinirle güldü.
“Burada olmamdan, seni düşünmemden bile nefret ediyorsun, mideni bulandırıyorum değil mi Eylül?” Yataktan kalktı. Odanın içinde hareket ettiğini duyuyordum. Gözlerimi açmayacaktım.
“Seni düşündüğüm için özür dilerim.” Sesindeki nefreti çok net bir şekilde hissediyordum.
Derin bir nefes alıp kapıya yöneldi. “Düşünmeyi bırakabilmeyi isterdim.” Gibi bir şey dedi mırıldanarak ve kapıyı çarpıp çıktı.
Son söylediğini kısık sesle, duymayı güçleştiren bir tonda söylemişti. O yüzden dediğinden emin değildim. Zaten öyle bir şey söylemezdi de. İlaçların yan etkisinden biri de buydu sanırım. Halüsinasyon görmemem için verilen ilaçlar aslında daha da çok görmemi, bazen de duymamı sağlıyordu.
Evet, bu sefer de aynısı olmuştu. Aysu’yla konuştuğumuz, ilaçlara başlamaya karar verdiğim gecenin üzerinden neredeyse bir hafta geçmişti ve ben yine bu haldeydim. Gördüğüm görüntüler de bir hayli artmıştı.
Yine hasta yatağında yatan o genç kadındım. İncecik bedenim çok güçsüz düşmüştü. Şu ankinden bile güçsüz. Muhtemelen ölüm vaktime çok kalmamıştı görüntüde. Ama korkmuyordum. Korku hissetmedim. Hissedebildiğim iki şey vardı misafir olduğum bedende. Öfke ve endişe. Ne öfke kendimeydi, ne endişe kendim içindi.
O kadın için üzülüyordum. Kendime ona o kadar yakın hissediyordum ki...
Sanırım gerçekten delirmeye başlıyordum.
Korkarak komodinimin üzerindeki ilaca uzanıp, yanımdaki şişeden birkaç damla suyla birlikte yuttum. Birkaç dakika içinde derin bir uykuya dalacağımın bilinciyle biraz olsun rahatlayıp gevşemeye çalıştım. Kötü düşüncelerin beni tamamen esir almasına izin vermeden uykuya dalmıştım.
*
Rüyamda annemi görmüştüm. Kulaklarıma yumuşacık sesi dolarken gözlerim kapalı, huzurla gerindim yatağımın içinde.
“Uyandın mı güzel kızım benim?”
Gözlerimi açtım. Rüyam devam ediyordu. Annem az önce Hazar’ın oturduğu yere oturmuş, sevgiyle beni izliyordu şimdi.
Sabırsızlıkla beni kollarına alıp sardığında ve onun yıllardır değiştirmeden kullandığı parfüm kokusu burnuma dolduğunda uzun bir süreden sonra üstümden attığımı hissettiğim koca yüklerin hafifliğiyle gözlerim doldu.
“Annem, ne zaman geldin?”
“Dün sabah Aysu aradı, hemen işlerimi halledip yola çıktım.”
Biraz daha sokuldum annemin yumuşacık kollarının arasına. Gözlerim bu sefer yine kapalıydı fakat saçma bir inatla değil, tatlı bir özlemi gidermenin mahmurluğuyla.
Annemle son birkaç senedir doğru düzgün görüşemiyorduk. O annesinin yanında Ayvalık’ta kalıyordu anneannemin hastalığından dolayı. Babam ise Antalya’da yoğun iş temposuna devam ediyor, annemlerin yanına da ayda birkaç kez gitmeye çalışıyordu.
Benim tatillerimde de ailemiz çok zor bir araya geliyordu dolayısıyla. Şanslıysak bazen Ayvalık’ta, bazen evimizde, Antalya’da buluşabiliyorduk ama bu çok nadir yaşanan bir durum olmuştu artık.
“Eylül’üm, güzel kızım, neden böyle oldun yine?”
Dudaklarımı araladım. Bilmiyorum annecim, ne olur iyileştir beni diyecektim. Çok kötü olduğumu söyleyecek ve minik bir kedi gibi kıvrılacaktım annemin sıcacık kucağına. Yapamadım. Gözlerim de aynı anda kapandı ve derin, çok derin bir uykuya daldım.
***
Etrafımda süzülen ışıklar gözlerimi kamaştırıyordu. Kalbimin heyecanlı pırpırları midemi bulandırıyordu. Korkuyu ve umudu aynı anda hissediyordum içimde.
Işıktan bir kürenin ortasında gibiydik. Karşımdaki adamın gözleri kapalıydı. Kulaklarıma çalınan tatlı ses anlamsız kelimeler bağırıyordu karanlık odanın içine. Bir şarkı gibi, bebekleri birkaç saniyede uyutabilecek yumuşacık bir ninni gibi...
Kafamı çevirip etrafıma bakmak istedim fakat her zaman olduğu gibi bu görüntülerde vücudumu kontrol edemedim. İçinde bulunduğum beden etrafına değil karşısındaki adama bakmak istiyordu sadece, aşık olduğu adama. Ruh eşine.
Hem görüp hem de göremediğim, çok iyi bilip de hiç karşılaşmadığım karşımdaki bu adam gözlerini açtığında kalbimde küçük çırpınışlar hissettim.
Sanki ilk defa görmüştü adamı, binlerce defa gördüğüne emindim oysa...
Saniyelerin bir ömür gibi geçtiği o kürenin içinde, huzur dolu sesin eşliğinde, aşık olduğu adamın gözlerinin içine bakıyor ve bütün hayatının böyle geçmesini, ölecekse de tam şu an ölmeyi diliyordu düşüncelerini paylaştığım kadın.
Patlama sesleri geldiğinde ve ışıklar hızla etrafımızdan kaybolduğunda da yaptığı ilk şey karşımdaki adamı korumaya çalışmak olmuştu tahmin edilebileceği gibi.
Evet, aşık olduğum, yani içinde bulundum bedenin aşık olduğu bu adam hastaydı. Patlama olduğu ve ışıklar gittiği anda anında kollarıma yığılıvermiş, ben de üstüne kapanmıştım onu korumak için.
Kalbi hala atıyordu. Bunu hissedince biraz olsun rahatladım. Kollarımın arasındaki bedeni hızla arka odaya doğru taşımaya çalıştım.
Kırılan cam sesleriyle birlikte çıkan zehirli gaz buna neredeyse engel olacaktı fakat başardım. Arka odaya kaçmış, az önceki tatlı sesin sahibi yaşlı kadının yanında durduğu yatağa yatırdım adamı.
Değişik görünüşlü, saçları birbirine karışmış, gözleri iyice içine çökmüş pelerinli kadın anında sevdiğim adamın üstüne eğilip dua benzeri şarkılarına devam ederken, ben de odadan fırladım.
Gazdan biraz daha az etkileneceğimi düşünerek kolumu burnuma siper edip saldırıyı yapan adamın yanına koştum. Beni gördüğü anda yüzünde bir gülümseme beliren, bakışlarından bile tekinsiz olduğu belli olan adam ufak bir reveransla birlikte elindeki minik şişeyi bana sundu.
Hışımla alıp hiç düşünmeden içtim şişenin içindeki sıvıyı. Kendim, bedeninde bulunduğum kadının neden bunu yaptığına bir anlam verememiş olsam da, kadın biliyordu. Karşısındaki ona zarar veremezdi. O kadar güçlü değildi. Hiç olmamıştı ve asla olamayacaktı.
Sıvıyı içtiği anda, havada dolanmayı devam eden zehirli gazın kokusu artık az önceki gibi ciğerlerini acıtan bir şey değil de dünyanın en güzel kokan çiçeği gibi geliyordu burnuna.
Tek bir derin nefes çekti içine. Çiçek kokusu ciğerlerine dolarken ağlamamak için kendini zor tuttuğunun farkındaydım. Ellerinin titrememesi için şişeyi sıkıca kavradığının, karşısındaki güçlü görünmek için başını dikleştirdiğinin farkındaydım.
Kadının bu gücü her ne kadar bende bir hayranlık uyandırsa da, kafasının içinde verdiği karar onun canını yaktığı kadar benim de yakmıştı.
“Sen kazandın. Seninle geliyorum. Onu artık rahat bırak.” Dedim hükmedemediğim dudaklarımın arasından. Bu şekilde bir hayata şahit olmak her ne kadar garip olsa da artık alışmıştım. Kendi düşüncelerimle içinde bulunduğum bedenin düşüncelerini bile ayırt etmeye başlamıştım.
Şimdi kadının düşünceleri net bir şekilde benim zihnime de doluyor, benim yüreğimi de aynı sızıyla titretiyordu. Ona saplantılı bir şekilde aşık olan bu korkunç adamla gidecek, bunu yaparak kalbini, ruhunu ve bedenini içerde hasta yatan gerçek aşkı için hiçe sayacaktı.
Karşımdaki adamın yüzüne yerleşen mide bulandırıcı gülümseme iyice büyüyüp rahatsız ediciliğin boyutlarını zorlarken, uzun parmaklarıyla bileğimi kavrayıp beni dışarıya doğru sürüklemeye başladı.
Son kez arkamı dönüp, aşık olduğum, kadının aşık olduğu adama baktım aralık kalmış kapanın izin verdiği kadar. Bir gün onu bulacaktım. O iyileşmiş, ben de bu iğrenç adamı öldürmüş olacaktım.
Tüm kalbimle bunları diledikten sonra bileğimden tutup beni sürüklemeye devam eden adamın peşinden gitmeye devam ettim.
***
Gözlerimi yarım yamalak açabildiğimde tek gördüğüm parlak beyaz ışık oldu.
Bakışlarımı biraz indirip zayıf düşmüş bileğime takılı serumu görünce yutkundum. Oldum olası hastaneleri sevmezdim. Değişik bir huzursuzluk kaplardı içimi her hastaneye geldiğimde.
Serumun olabildiğince hızlı bitmesi ve hastaneden bir an önce çıkmak için biraz daha uyumanın iyi olabileceğini düşündüm. Gözlerimi tekrar yumdum.
***
Siren sesleriyle uyandığımda daha bir saat bile uyumadığımı düşünmüştüm ki, sağ yanıma doğru kalkınca karşılaştığım ilk şeyin güçsüzce yanan bir gaz lambası olduğunu görünce anladım.
Yine başka bir bedendeydim.
Tahta kapı iki yana çarpılarak açıldı.
“Bomba! B-b-bombalıyorlar!”
Küçük kızın kekeleyen çığlıklarıyla koğuştaki herkes tıpkı benim gibi ayağa fırladı. Aceleyle yanımdaki komodinden kaptıklarımla hazırlanmaya çalışırken, bedenin sahibi kadının aklında tek bir dua dönüp duruyordu. ‘Tanrım lütfen ona bir şey olmasın. Tanrım lütfen ona bir şey olmasın. Tanrım lütfen...’
Küçük, şeritli bir kumaştan yapılmış bandana benzeri şeyi gür saçlarımı toplayıp kafama yerleştirdim. Önlüğümü de üstüme geçirip koşarak, benim gibi on beş kızın daha kaldığı koğuştan çıktım.
Eski, insanların etrafta telaşla koşturup durduğu bir hastanede olduğumu anladığım anda buradan kaçmak istedim fakat kaçamazdım. Bu bedendeki kadının hayatı buydu. Onun gerçeği buydu ve ben şu an onun kafasının içinde ona eşlik etmek zorundaydım.
Gözlerimle etrafta bir şeyler arıyordum. Bir ilaç, belki biraz sargı bezi, en kötü ihtimalle kumaş parçaları. Fakat hiçbir şey bulamadım.
Arkamda benimle birlikte koşan kızlarla birlikte kapının önüne çıkıp bizi bekleyen ilk arabanın arkasına atladık. Askerler arabaların başında bekliyor, dolan arabayı bombalanan bölgeye doğru gönderiyorlardı.
Bizim arabamızda dolup, yola koyulduğumuzda bedenini paylaştığım kadın arabada onlarla birlikte gelen askere döndü.
“Çok ölü var mı?” diye sordum kalbim parçalanırken. Cevabın olumlu olmamasını her şeyden çok istesem de asker sert bir baş hareketiyle sorumu onayladı.
Ellerimi kucağıma koyup başımı öne eğdim. Gün doğmak üzereydi. Benim umudumsa, sisler içinde ilk ışıklarını yaymaya çalışan güneş gibi kuvvetli değildi.
Kafamı çevirip çevreyi inceledim. Yıkılmış binalar, terk edilmiş ve geri dönüşü olamayacak yuvalar, aileler, umutlar.
Bir zamanlar insanların gezindiği, gündelik görevlerini halledip işlerine gittiği, evine döndüğü, sevgilisiyle el ele yürüdüğü ve yaşlı annesinin koluna girip yürüttüğü yollar şimdi toz bulutlarıyla kaplanmış, harabe binalarla donanmıştı.
Gözlerim doldu. Bedenin sahibi kadın kahrolmuş haliyle etrafı izlerken, ben savaşa doğmadığım, bu yaşananları yaşamak zorunda kalmadığım için şükrettim bencilce.
Bombalanan bölgeye ulaştığımızda ise gerçek dehşetle ilk kez karşılaştım.
Bu sahneyi görmeden önce cehennemi bazen yerin dibinde, bazen de evrenin çok uzak köşelerinde düşlemiştim.
Ama buradaydı, dünyanın içindeydi.
Cehennem savaşın ta kendisiydi.
Etraf sanki kıpkızıldı, kulaklarıma dolan uğultu sevdiklerinin cansız bedenlerini görenlerin çığlığı değil de cehennemden kopup gelen haykırışlardı.
Kalbim sanki ateşi asla sönemeyen bir kordu, yerde yatanlar sanki daha birkaç saat önce konuşup yemek yemiyorlar, yerlerinde korkuyla titremiyorlar, ailelerinin, sevgililerinin özlemiyle yanmıyorlardı.
İnsanoğlu başına ne zaman kötü bir şey gelse en kötüsünü yaşadığını düşünürdü. Eğer burada durup, cansız beden yığınlarını, nehir gibi yerlere süzülen kanları, ölüm kokusunun nasıl bir şey olduğunu öğrenebilseydiler yaşadıkları her ana şükür ederlerdi.
Arabadan inmemin ardından birkaç dakika donakalmayı, olanları algılamayı, bedeninde bulunduğum kadının yere çöküp çaresizce ağlamasını bekledim fakat bunlardan hiçbirini yapmadı. Vücudum ayağım yere bastığı anda dağıtılan yardım malzemelerinden birkaçını kaptığım gibi koşmaya başladı. Canlı olabilecek, sesi çıkan, parmağını oynatabilen bedenler aradım kalabalık ceset yığınlarının arasında.
Gözlerimden yaşlar döküldü, aldırmadım. Silmeye bile uğraşmadım. Kopmuş bir kolu sarıp, birinin son nefesini verişinin ardından gözlerini kapadım. Topallayan bir askeri kurulan çadıra kadar taşıyıp, hala yaşam mücadelesi verenlere elimizde olan, küçük boy bir ecza dolabına sığabilecek kadar kısıtlı sayıda ilaçla yardım etmeye çalıştım.
İlaçların bu kadar az olmasına lanet etti kadın. İlaçların bu kadar az olmasının sebebine, paranın bunca insanın hayatından daha değerli olmasına lanet etti. Lanetlerinin ardından, bedenin sahibi bu güçlü kadının düşünebildiği tek bir cümle vardı.
“Tanrım lütfen ona bir şey olmasın. Tanrım lütfen ona bir şey olmasın...”
***
“Eylül! Kızım! Sonunda, şükürler olsun...”
Annemin derin iç çekişlerinin arasından ettiği şükürlerle gözümü açtım bu kez.
Uzun bir sürenin ardından tekrar kendi bedenimdeydim. Annem gibi ben de alışmış olduğum hayata geri dönmenin rahatlığıyla derin bir iç çektim. Gözlerim bulanık görüyor, parmaklarımı bile kaldıramayacak kadar ağırlaşmış hissediyordum fakat rahatlamıştım, annem yanımdaydı, elimi tutuyordu. Gözleri dolu doluydu şimdi.
Bir elini yanağıma doğru götürdü. “Beni çok korkuttun kuzum. İyi misin?” dedi titrek sesiyle. Güçlü durmaya çalışıyordu fakat üzüntüden bitkin düştüğü belliydi. Kafamı salladım ve biraz da gülümsemeye çalıştım. Benim bu çabama o da kocaman gülümseyerek karşılık verdi. İçimi bir sıcaklık kapladı.
“Doktor ilaçları kullanmanı, iyi bir psikiyatristle görüşüp yan etkilerinin bu kadar ağır olduğunu anlatmanı söyledi.” darmadağın olmuş dalgalı saçlarımı parmaklarıyla düzeltiyordu bir yandan.
“Aysu’nun patronunun amcası varmış, çok ünlü bir profesör. Seni ona götüreceğiz.”
Kaşlarımı çattım. “Patron nereden çıktı?”
“Aysu hep burada olduğu için patronu arayıp sormuş kızım. O da durumu anlatmış, adam çok ilgilenmiş hemen amcasını aramış.”
Biraz doğrulup, yatağımın yanında duran sehpanın üzerindeki çiçekleri gösterdi.
“Sana bunları da gönderdi bak.”
Kafamı çevirip çiçeklere baktım. Bembeyaz orkideler de bütün zarafetleriyle durdukları yerden bana geri bakıyorlardı.
Kafamı tekrar yatağımda oturup gözlerini benden ayıramayan anneme çevirdim.
“Anne...” diye söze başladım korkuyla.
“Ben kaç gündür buradayım?”
Annemin ifadesi biraz şaşırmış gibiydi fakat hemen toparladı.
“Neredeyse üç gün olacak, hiç hatırlamıyor musun?”
“Neyi?” dedim. Sesim titriyordu.
“Ara ara uyandın. Sürekli bir şeyler fısıldıyor, titriyordun. Doktorlar kabus gördüğünü, bir şey olmadığını söyledi.”
Endişeyle sözlerine devam etti.
“Doğru düzgün beslenmediğin için, zaten ağır gelen ilaçlar iyice ağır gelmiş, vücudun kendini bırakmış. Çok güçsüz düşmüşsün kızım.”
Zaten ne zamandır kötüydüm, günlerim sadece düşünerek ve ağlayarak geçiyordu. Depresif ruh halimden kendimi kurtarmakta bir türlü başarılı olamamıştım. Bir yandan Hazar’la yaşananlar, bir yandan görüntülerin geri gelmesi, bir yandan da ilaçlara tekrar başlamak bedenime ağır gelmişti. Bir noktada patlayacağını biliyordum faka bu kadar şiddetli olacağını düşünmemiştim.
Gülümsemeye başladı. Bu sefer gerçek bir gülümsemeydi.
“Ama merak etme, ben biraz daha buradayım. Sana çok güzel bakar, hemen iyileştiririm güzel kızım benim.” Ben de gülümsedim. Annemin yanımda olacağının verdiği huzur ve rahatlıkla tekrar tatlı bir uykuya dalabilirdim.
Odaya giren Aysu ve Doruk sevinç çığlıklarıyla üstüme koşmasaydı tabii.
Annem engellemese ikisi birlikte üstüme çullanıp beni ezecek gibi duruyorlardı. Yanımdaki yatağa oturup benim için ne kadar endişelendiklerinden, nasıl bana bakacaklarından ve eğer bir daha bu gibi bir duruma düşersem ne gibi işkencelere maruz kalacağımdan bahsettiler.
Onları gülümseyerek dinledikten sonra gözlerim kapıya ilişti. Kalbimin sahibi sarışın kapıya yaslamış kafasını, gözleri bende belli belirsiz gülümsüyordu.
Ona baktığımı gördüğü anda gözlerini kaçırdı ve gidecek gibi arkasına yöneldi. Sonra belli ki fikrini değiştirdi. Toparlanıp yanıma geldi. Elinde bir demet çiçek vardı.
Boğazını temizledi. “Geçmiş olsun.” dedi güçsüz bir sesle. Annemin oradaki varlığından mı yoksa sürekli devam eden tartışmalarımızdan mı bilinmez, çekingen, kafası biraz yere eğik duruyordu karşımda.
O özgüvenli, neşeli halinden eser yoktu. Göz altları morarıp içine çökmüş, sakalları iyice uzamış, sanki on kilo vermişti. Tamam, en son üç gün önce yatağımın başında gördüğümde de berbat durumdaydı zaten ama şu an seviye atlamış, artık korkutucu derecede perişan görünmeye başlamıştı.
“Teşekkürler, sen iyi misin?”
Dudaklarını birbirine bastırıp kafasını evet anlamında salladı. Elindeki demeti orkidelerin yanına koyarken çok mahcup görünüyordu.
“Ben gitsem iyi olur. İyi akşamlar.” deyip cevap vermemizi bile beklemeden odadan çıktı.
Yanımda olmasına bu kadar ihtiyacım varken sadece geçmiş olsun dileyip gitmesi canımı yaksa da belli etmemeye çalıştım. Sonuçta o Hazar’dı. Hazar giderdi. Israr etmez, diretmez, sorgulamaz, sadece arkasına bakmadan giderdi. O tip bir insandı. Sorun şu ki ben de asla arkama dönüp bakmazdım. Eğer bir gün aynı anda ikimiz de gitmeye karar verirsek bunun geri dönüşü olmazdı.
Yatağıma iyice uzanıp gözlerimi kapattım. Biraz kestirmek için izin isteyip tekrar uykuya daldım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |