5. Bölüm

Bölüm 5: Sanki Bin Kere Öptüm Seni

Serendipil
serendipil

Bölüm 5: Sanki Bin Kere Öptüm Seni

 

Hastaneden çıkalı daha yalnızca birkaç gün olmuştu. Fiziksel olarak da psikolojik olarak da çok daha iyi hissediyordum fakat aklımdan çıkmayan gördüğüm o sanrılar, görüntüler vardı.

Oyuncunun gözlerinden sahneyi inceleyebildiğim, karakterin hislerini kendi hislerimmiş gibi hissedebildiğim, düşünceleri sanki kendi beynimin içinde dönüyormuş gibi algılayabildiğim bir filmin içindeydim sanki o görüntüleri gördüğüm sırada.

Sanki sihirli çemberin içinde aşığının gözlerine bakan ve onun için her şeyi yapmaya hazır olan kadın da bendim, savaş meydanında kendini hayat kurtarmaya adamış cesur hemşire de...

Bu karakterler nereden çıkmıştı? Önceden okuduğum bir kitaptan mı hatırlıyordum bu kadınları, yoksa bir filmde mi izlemiştim hiçbir fikrim yoktu. Tek bildiğim onları çok iyi hissedebiliyor ve anlıyordum. Gerçek olsunlar ya da olmasınlar.

Delirmediğimi biliyordum artık. Bunların başka bir sebebi vardı. Sadece ne olduğunu bulmam gerekiyordu. Bulacaktım da. Bunun için bazı adımlar atmaya karar verdim. Bu görüntüleri gördüğümde korkmamaya ve onları benimseyeme karar verdim.

Düşüncelerimin değişiminde en etkili olan olay da tabii ki gördüğüm görüntülerdeki kadınların gücüydü. Beni öyle etkilemişlerdi ki asla aklımdan çıkmıyor, her düşündüklerinden, her hareketlerinden etkilenmeyi bir türlü bırakamıyordum.

Madem onlar yaşadıklarını yaşayacak kadar güçlüydüler, ben de onları düşünecek kadar, onların kim olduklarını, nereden çıktıklarını çözecek, araştıracak kadar güçlüydüm.

Annemin önüme koyduğu tabakla düşüncelerim bölünürken burun deliklerim de o tanıdık, mükemmel kokuyla dolmuştu.

Ne zaman hasta olsam annemin her öğün bana yedirdiği sebze çorbası.

İçine akla gelebilecek bütün sebze ve bakliyatları katmasına rağmen tadı nasıl bu kadar güzel oluyordu asla anlayamıyordum. Sorduğumda da kendisinin sırrı olduğunu söylüyordu zaten. Her zaman olduğu gibi yine sorgulamadan içmeye başladım çorbamı. Annem de karşımdaki sandalyeyi çekip bana eşlik etti.

“Doktordan sonra ben de otogara geçeceğim kızım. Anneannen durmuyormuş artık. Bir de biliyorsun, dün gece konuştuğumuz diğer olaylar var...”

Üzülsem de onu onaylayıp kafamı salladım. Dün gece, annem benim iyi olduğumdan emin olduktan sonra beni karşısına oturtmuş ve bir süredir babamla birlikte benden sakladıkları gerçeklerden bahsetmişti.

Babam Antalya’da sabit birkaç müşterisinin olduğu, çok kazandırmasa da bizi iyi bir şekilde geçindiren küçük bir fırına sahipti senelerdir. Geçen yıl, çok korkarak ve büyük risklere girerek bir fırın daha açmaya, işleri büyütmeye karar vermişti. Ben ne zaman sorsam işlerin iyiye gittiğini söylerdi fakat ben de dün gece annemden gerçekleri öğrenmiş bulundum.

Son aylarda işler hiç de iyi gitmiyormuş. Yeni fırın masrafını çıkarmak bir yana, bizi günden güne borca sokmaya başlamış. Annem ve babam da moralim bozulmasın, derslerim etkilenmesin diye bunu benden gizlemeye karar vermişler.

Normalde benim hastaneye yatma olaylarım olmasa, son çare anneannemden borç isteyecek, durumları kurtarmaya çalışacaklarmış fakat bu olay çıkınca annem konuşmaya fırsat bulamamış.

Yaşananları duyduğumda hem kendimi çok suçlu hissetmiş, hem de bana gerçekleri söylemedikleri için içten içe aileme çok sinirlenmiştim. Onları da anlayabiliyordum. Artık eskisi gibi değildik, birbirimizden çok uzaklaşmıştık.

Anneannem aniden hastalanıp bakıma muhtaç hale düşünce annem Ayvalık’a annesine bakmaya gitmiş ve orada bizden ayrı başka bir hayat kurmuştu bir noktada.

Babamın işleri ise ikinci fırını almasıyla bir hayli yoğunlaşmış, işlerini devam ettirmek için Antalya’daki evimizde, annemden uzakta yaşamaya devam etmek zorunda kalmıştı.

Ben ise Ankara’da, senelerce hayalini kurduğum bölümü okumaya çalışıyordum sürüne sürüne. Lisede hayalini kurarken derslerin bu kadar zor olduğundan haberim yoktu. Bölüm, dersler aklıma gelince mideme giren kramplar yüzümü buruşturmama sebep olmuştu.

Vizelerime sadece iki gün kalmıştı. İki kısa gün. Ben ise annemle konuşmamızdan önce birkaç saat, dün akşam çalışmaya başlayabilmiştim. Normalde üç hafta önceden başlasam bile tam olarak yetiştiremezdim. Ne yapacağım hakkında en ufak fikrim dahi yoktu.

Yemeğimi bitirip anneme kocaman sarıldım ve yemek için teşekkür ettim. Odama geçip doktora gitmek üzere hazırlanmam gerekiyordu. Tuna gelip bizi alacak ve amcasının kliniğine götürecekti. Tamam, çok yardımsever birisiydi fakat onun o garip enerjisi ve yaptıklarının altından bir şey çıkacakmış hissi beni yiyip bitiriyordu.

Hazırlanıp odadan çıktım. Annemin görmesi için tıpkı küçüklüğümde olduğu gibi çevremde bir tur dönüp kıyafetlerimi gösterdim.

Kot tişört kombinime kızınca koltuğun üzerinde duran kazağı üstüme geçiriverdim. Geçirmemle birlikte tanıdık kokuyla küçük beyin sarsıntıları yaşamam bir oldu.

Annemden çekinmesem yere çöküp ağlardım, o durumdaydım. Hazar’ın parfümünün kokusu burnuma dolarken kollarımı sardım kendi bedenime tıpkı ona sarılıyormuş gibi. Onu çok özlemiştim.

İçimde bir boşluk her geçen gün büyüyordu sanki, özlem beni her gece tüketiyordu. Bazen onsuz bir saniye daha geçiremeyecekmiş gibi hissediyordum. Kapısına dayanma, bağıra çağıra onu sevdiğimi haykırma isteğime engel olmaya çalışıyordum.

Onu görmememe rağmen, son zamanlarda duygularımdaki bu inanılmaz artışa da anlam veremiyordum. Bu duyguların beni dönüştürdüğü kişiye de inanamıyordum. Artık başkasının sevgilisiydi. Bu onu elde etme hırsımı dolayısıyla duygularımı mı arttırıyordu acaba, bilemiyordum. Ya da onu gerçekten özlüyor olabilir miydim?

Kafamı toparlamak için tuvalete gidip yüzümü yıkamam gerekti. Görüntüler, vizeler, Hazar, ekonomik durum, ilaçlar... O kadar çok şey düşünüyordum ki, bu durum biraz daha sürerse beynimin kendinde patlayacak gücü bulacağına emindim.

Kazağı üzerimde tutmaya karar verip, montumu ve çantamı alıp annemle birlikte evden çıktım. Eğer daha bir basamak indirmemişken Tuna gelip valizi elimden almasaydı anneme valizini taşımasında yardım edecektim.

Benim kan ter içinde sürükleye sürükleye beş kat indireceğim valizi küçük bir çanta gibi eline alıp nefesinde tek bir titreme bile olmadan binanın dışına çıkarmıştı. Kondisyonundan etkilenmemek elde değildi. Evet, yaydığı enerji belki bana kötü hissettiriyordu, gerçi kötü, küçük bir espri yapması dışında bu kötü hissi dayandırabileceğim bir sebep de yoktu, ama fiziksel olarak hoş biri olduğunu inkar edemezdim.

Arabada sadece annem, ben ve Tuna vardık. Aysu da normalde gelecekti fakat dersi vardı.

Ortamın garipliğini tarif edecek kelime bulmakta zorlanıyordum bu sebeple. Hayatımda sadece bir kez görüştüğüm adam ve annemle birlikte, adamın doktor olan amcasının yanına gidiyorduk.

Borcumu nasıl ödeyeceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Hem aşırı yoğun olan amcasından randevu rica etmiş, ücretsiz bir randevu, hem bizi gelip almış, valizi taşımış, annemi otogara bırakacağını bile söylemişti.

Utanmamam gerektiğini bile bile utanıyordum çünkü Aysu’dan aldığı numaramı geçmiş olsun demek için aradığında bunları yapmak için o kadar çok ısrar etmişti ki, en sonunda bıkmış ve kabul etmek zorunda kalmıştım.

Kliniğe vardığımızda borcumun ne kadar büyük olduğunu bir kez daha anladım.

Şehrin en işlek yerinde, kocaman lüks bir binayı klinik olarak kullanan profesör doktorun ücretini tahmin etmek benim için çok zor olsa da yüksek olduğuna emindim.

Beni psikiyatristin yanına almak istemelerinden hemen önce Tuna’ya çok teşekkür edip beklemeyip gitmesi için neredeyse yalvardım fakat yine beni dinlemedi. Ben çıkana kadar annemle bekleme alanında oturup kahve içmeye karar vermişti.

Huzursuzlukla bir süre kapıda bekledim. Parmaklarımı kazağımın kol uçlarına sardım. Kazaktaki çok sevdiğim kokuyu biraz içime çektim. Hazar yanımdaymış gibi hissettim. Güvende hissettim ve beklemeden içeri girdim.

Beş dakika sonra huzursuzluktan eser bile kalmamıştı. Tuna’nın amcası Tarık Bey son derece sakin, iç rahatlatan ve konunun uzmanı olduğu her halinden belli olan bir adamdı.

Her şeyi anlattım, her şeyi dinledi. Yaşadıklarımın bu ilaçları kullanmamı gerektirecek şeyler olmadığını, ilaçların yan etkilerinin vücuduma iyi gelmediğini ve aksi söylenene kadar bir daha asla kullanmam gerektiğini söyledi.

Gördüğüm şeyler sıklıkla ortaya çıkan durumlar olmamakla birlikte, daha önce hiç karşılaşılmamış da değildi. İnsanların başkalarının bedeninde gibi hissettiği, başka insanların bedenine girdiklerini düşündükleri vakalar yok sayılamazdı. Bazen şizofreni ile karıştırılıp yanlış tedavi uygulanırdı, tıpkı benim durumumda olduğu gibi, fakat hastalık bu değildi. Bu durumla ilgili birkaç araştırmayı ve sebebi olabilecek durumları anlattı fakat hiçbiri kesin değildi. Bilimsel olarak tatmin edici sonuçlar elde edilememişti henüz.

Bir saatten fazla bir sürenin sonunda, içimden büyük yükler kalkmış ve ilk defa reçetesiz bir şekilde doktorun ofisinden çıkmıştım.

Tarık Bey de hemen arkamdan gelmiş ve bekleme salonunda oturan, oğlu yerine koyduğu yeğeniyle de selamlaşmış, annemle tanışmıştı.

“Tuna beni öyle telaşla aradı ki, çok kötü bir şey olduğunu düşündüm.” dedi Tarık Bey biraz sonra hep beraber oturduğumuz alanda bitki çayını yudumlarken.

“Amca lüt-“ Tuna bir hışımla sözünü kesmeye çalışınca elini kaldırıp yeğeninin sözünü gülerek kesti profesör.

“Belli ki yakın arkadaşsınız.” dedi imalı bir şekilde Tarık Bey. Annemin de gözleri şaşkınlıkla açılmış bir bana bir Tuna’ya bakıyordu. Yerin dibine girmek üzereydim.

“Oğlumun değer verdiği benim de kıymetlimdir.” diye devam etti adam sevecen bir şekilde. Masanın üzerinde duran kartlıktan almak yerine iç cebinden bir kart çıkarıp bana uzattı.

“Kişisel numaram. Ne zaman istersen, tekrar bir şey görürsen arayabilirsin.” Kartı abartılı teşekkürler ederek aldıktan sonra kızarmış yanaklarımı gizlemek için kafamı önüme eğdim. O kadar mahcup hissediyor, ve bunları annemin yanında duymaktan o kadar utanıyordum ki.

Üstelik Tuna’yla bir alakam bile yoktu. Sadece bu mükemmel adama annemin ve yeğeninin yanında itiraz edemiyor, aslında biz sadece bir kez görüştük, o arkadaşımın patronu diyemiyordum.

Zaten Tuna’nın da neden böyle davrandığını anlamış değildim. Ya benden çok hoşlanmıştı, ilk görüşte aşk tarzı bir şeydi, ya da bana çok acımıştı. Hangi durum bana daha iyi hissettirir onu bile bilmiyordum çünkü Tuna her ne kadar çekici ve süper yardımsever biri olsa da kesinlikle hoşlanacağım bir tip değildi. Üstelik konu fiziksel asla değildi, sadece yaydığı enerji garip hissettiriyordu. Her ne kadar o enerji bugün yavaş yavaş dağılsa da...

Dördümüz yaklaşık on beş dakika daha sohbet etmiş, sonra Tarık Bey’i hastalarıyla ilgilenmeye bırakıp klinikten çıkmıştık.

Bu sefer de Tuna annemi otogara bırakmak için ısrar edince, artık daha fazla direnmemeye karar verdim. Madem benim işlerimi halletmek için ölesiye istekliydi, işime gelirdi. Belli ki maddi bir karşılık beklediği de yoktu fakat benim bir şekilde ödemem gerekiyordu.

Annemle sarılıp vedalaşırken kulağıma “Harika bir çocuk.” diye fısıldayıp sonrasında bana göz kırpması gerilmeme sebep olmuştu. Belli ki bugünden sonra, tam da tahmin edilebileceği gibi sevgili olduğumuzu veya olacağımız gibi yanlış bir izlenime kapılmış ve mutlu olmuştu.

Bu mutluluğu onun elinden alacağım için üzülerek anneme daha sıkı sarıldım ve onu annesinin yanına, kendi memleketine uğurladım. Otobüs otogardan tamamen ayrılıp gözden kaybolana kadar orda bekleyip gidişini izledim.

Hemen sonra soluma döndüğümde Tuna’nın bana doğru eğilmiş masum bakışlarıyla karşılaştım. Ona döndüm. İlk defa bende iyi bir düşünce uyandırdığını hissetmiştim o an. Yavru köpek gibi bir şeydi. Belki de gerçekten iyi biriydi. Belki de fazla ön yargılı olup kendi içimde ondan uzaklaşmıştım.

“Bugün için teşekkür ederim.” dedim utanarak. Ne yapabileceğimi bilmiyordum. “Teşekkür etmen için yapmadım.” dedi. Dudaklarında ortaya çıkmayı bekleyen bir gülümsemenin işareti gizliydi.

“Ne için yaptın?” merakla sorduğum sorunun cevabı onda hazırdı. “Benimle bir kahve içmen için.” Beklettiği gülümseme hemen kocaman bir şekilde yüzüne oturdu. Ben de gülümsedim. “Ben annemle kahve içmek için yaptığını düşünmüştüm.”

Gülümsemesine artık beyaz dişleri de eşlik ediyordu. Flörtöz bir tavır takındı. “Sana giden yolda önce onun kalbini fethetmem gerekiyordu.”

Gülümsemem bir anda kayboldu. İlk seçenek doğruydu. Bana acımamıştı, beni tavlamaya çalışıyordu.

Keşke bana acısaydı.

Kahveyi benim ısmarlamam dışında başka hiçbir seçeneği kabul etmeyeceğimi belirterek onunla kahve içmeyi kabul ettim. Sanki muayene ücretini karşılayacakmış gibi. Bunu yapmak istiyorsam ona yüzlerce kahve ısmarlamam gerekebilirdi ama ben de kendimi bir şekilde avutmaya çalışıyordum işte.

Kahvelerimizi alıp karşılıklı oturduğumuzda yüzünden ne kadar mutlu olduğu belli oluyordu. Zafer kazanmış gibi görünüyordu.

Yarım saat kadar oturup sohbet ettik önce. Sohbet o kadar akıcı ilerliyordu ki ikimiz de kahvelerimize neredeyse hiç dokunmamıştık.

“Benim kalbimi biraz hafifletmek için tatlı da yesen olur mu? Sana daha sıcak bir kahve de alırım hem, ne dersin?” diye sordum yalvarır gibi. Yine gülerek baktı yüzüme. “Emin ol en son umurumda olan şey para.” Ceketini çıkarıp devam etti. “Ben senden maddi bir şey beklemiyorum.”

Kaşlarımı çattım. O an bu adamı hiç tanımadığım adeta bir tokat gibi yüzüme çarptı. Bana belki burada saçma sapan bir şey söyleyecek biri bile olabilirdi. “Ne bekliyorsun benden?” diye sordum sesimi sakin tutmaya çalışarak.

O da aynı şekilde hafifçe kaşlarını çattı tıpkı benim yaptığım gibi. Bakışlarıyla tüm yüzümü inceledi. İfademi tartıyor gibi görünüyordu. Söyleyeceği karşısında tepkimi tahmin etmeye çalışıyordu belki de. Masanın üzerinde parmaklarını kenetleyip derin bir nefes aldıktan hemen sonra konuşmaya başladı.

“Çocuk değiliz, konuyu uzatmayacağım.” dedi sakin, kalın sesiyle. Bana daha yakın olmak ister gibi gövdesini masaya biraz daha eğmişti. “Seni tanımak istiyorum. Arkadaş olarak değil, çok daha yakından.”

Direkt konuya girmesi beni biraz şaşırtsa da bu kadar açık sözlü ve net oluşundan etkilenmediğini söyleyemezdim.

Yüzündeki gülümseme biraz solmuştu. Benim ifadem de aynı şekilde ciddileşti. Oturduğum yerde sırtımı dikleştirip kollarımı masaya koydum.

“Madem açık konuşuyoruz, ben de açık olayım” dedim kendimden emin göründüğümü düşündüğüm bir şekilde. “Ne herhangi birini yakından tanımaya, ne de bir ilişkiye hazır hissetmiyorum.”

Söylediklerim olumsuz olsa da onunla aynı cesareti gösterdiğim için memnundum. Bakışlarındaki soru işaretini gördüm fakat devam etmek istemedim. Onun konuşmasını istiyordum.

“Kibarca senden hoşlanmadım diyorsun bana.”

Biraz hayal kırıklığına uğradığı belli oluyordu. Daha önce ya çok az, ya da hiçbir kız tarafından reddedilmediğini tahmin etmek zor olmazdı. Ben de farklı değildim, görünüşünden etkilenmiştim. Benim farklı olan tek noktam Hazar gibi çözmeyi başaramadığım bir sorunum olmasıydı.

Normalde olsa inkar etmez, ondan hoşlanmadığımı ve sadece arkadaş olabileceğimizi çekinmeden söylerdim fakat bugün benim için yaptıklarından sonra söyleme cesaretini bu sefer kendimde bulamadım.

“Başkasından hoşlanıyorum aslında.” deyiverdim. Ağzımdan bir anda çıkmıştı. Abartılı olduğunu düşünmesem ellerimle ağzımı kapatırdım, ya da kendime bir tokat atardım.

Kaşlarını çattı. Kahvemden bir yudum aldım. Masaya doğru daha çok eğildi.

“Neden onunla değilsin öyleyse?”

Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Hazar’dan hoşlandığımı anlamasını da istemiyordum. İp ucu vermeyecektim.

“Karışık, birlikte olmamız mümkün değil şu an.”

Tekrar kahveme sarıldım. Git gide geriliyordum. O ise kahvesinden tek yudum bile almıyor, dikkatle beni izliyordu.

“Tamam, mümkün değilse bana bir şans ver.” Elini uzatıp masadaki elimi tuttuğunda bu kadar ısrarcı olmasına inanamadım. Normalde bir erkek karşısındaki kadının başkasından hoşlandığını duysa egosuna yediremeyip peşini bırakırdı. Bu, aksine üstüme geliyordu.

“Emin ol onu unutmanı sağlarım.” Eliyle biraz daha elimi kavrayacağı anda kendimi geri çektim. Vazgeçmiyor olması garip hissettirdi. Üstümde Hazar’ın kazağı, burnumda onun kokusu olması da garip hissettiren bir diğer şeydi. İhanet ediyormuş gibi hissettim bir an. Sonra aklıma geldi. O zaten başkasıyla birlikteydi.

“Tuna, şu an bu konuşmayı yapmak için de hazır değilim. Başka şeylerden bahsetsek?” dedim gerilerek.

Kafasını salladı. “Fazla ısrarcı göründüysem özür dilerim.” dedi. Gülümsemesini tekrar yüzüne oturtunca biraz rahatladım. Çekinmeden özür dilemesi hoşuma gitmiş olsa da üstüme geliyormuş gibi hissettirmişti. Bu tavrını görmezden gelmeye çalışarak ben de gülümsedim.

Gülümsemelerimiz kapıları biraz açmış ve saatlerce sohbet etmemizi sağlamıştı. Buluşmanın sonunda beni eve bırakırken elini bu sefer çok daha nazik ve arkadaşça elimin üzerine koymuş ve “ Çok güzel bir gün geçirdim.” demişti.

“Bana bir şans vermeni çok isterim. Lütfen söylediklerimi düşün.”

Dudaklarımı araladım. Sonra tekrar kapattım. Samimi bir şekilde gülümsedim bu kez. Sabahkine kıyasla daha içten gelmişti, ben de birkaç saatlik sohbetin ardından daha sakin karşılayabilmiştim.

Merdivenleri çıkarken düşündüm. Onu yanlış mı yargılıyordum? Rahatsız verici enerjisi tamamen benim kuruntum olabilir miydi ? Sert mizacı onu kötü olarak algılıyor olmamı sağlıyordu belki de?

Tam emin olamıyordum. Zaten yalnızca birkaç saat sohbet etmiştik. Emin olmam için tanımam gerekiyordu ve sanırım tanımak da istiyordum ama sevgilim olarak değil... Değişik, ilgi çekici biriydi fakat kesinlikle duygusal olarak bir şey hissedemeyeceğim bir tipti.

Sesi, bakışları içten gelmiyordu. Beni kırmamak için kelimelerini seçmiyor, kokusu rahatlatmıyordu. Her an gülmeye ve güldürmeye hazır değildi. Burun delikleri kahkaha atarken büyümüyor, gözleri kısılmıyordu. Varlığı güven vermiyordu ve rüzgar çıktığında sarı bukleleri tatlı tatlı uçuşmuyordu.

Düşüncelerimin geldiği noktaya bakarak şaşırdım. Bir erkekte aradığım şeyler gerçekten bunlar mıydı yoksa aradığım tek erkek Hazar mıydı? Bu çocuk hayatımda bile değilken aklımla nasıl böyle oynayabiliyordu, çıldırmak üzereydim!

Tam evimin kapısına elimi atmıştım ki bir anda bıraktım ve o an bir karar verdim. Karar bile vermedim. Sadece vücudumun ve kalbimin beni gitmek istedikleri yere götürmesine izin verdim.

Hızlı hızlı, daha önce hiçbir zaman olmadığı kadar hızlı bir şekilde indim merdivenleri. Kendimi apartmanın dışına attığımda kalbim ağzımda atıyordu fakat merdiven inmenin yorgunluğundan değil, heyecandan.

Koştum. İki sokak arkadaki ev arkadaşımın kuzeninin, iki alt dönemim olan çocuğun, aşık olduğum adamın evine doğru koştum.

Aklımda hiçbir şey yoktu. Ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum. Onun benimle aynı duyguları paylaşmadığı, başka birini sevdiği, hiçbiri aklımda değildi. Sadece koşuyordum. Sanki aklımı yitirmiştim.

Kısa sürede evlerine vardım. Nefes nefeseydim. Bacaklarım titriyordu. Ter içinde kalmıştım. Montumu çıkarıp apartman girişindeki merdiven başına bıraktım.

Kapının önünde durdum. Beynim hala bomboştu. Ne yapacağımı bilemeyerek, titreyen ellerimle zile bastım.

Bir süre sonra kapıyı açtı. Uykusundan uyanmış gibi görünüyordu. Saat kaçtı? Bilmiyordum. Berbat bir haldeydi. Sakalları çıkmış, bakımsız ve dağınık saçlarının eski buklelerinden eser yoktu ve mor göz altları hasta gibi görünmesini sağlamıştı. Yani, aslında son gördüğümden beri çok da değişmemişti.

Sağlığından endişelendim. O da beni karşısında bu halde görmekten endişelenmişti. Hızla dışarı çıkıp evinin kapısını kapattı.

“Eylül, iyi misin? Bir şey mi oldu?”

“Hazar...” dedim sessizce. Aklımda bir şey yoktu. Konuşmayı unutmuştum. Hatırlayabildiğim tek şey ismiydi.

Bu yüzden ona doğru yaklaştım iyice, hatırlayabildiğim tek şeye, o ismin sahibine uzanıp dudaklarına yapıştım.

Şimşekler çaktı. Aklımdan binlerce düşünce, binlerce görüntü geçti. Sanki ona defalarca kez aşık olmuştum, sanki binlerce kez öpmüştüm onu.

Hepsi farklıydı, hepsi aslında aynıydı. Tek bir kişiydi.

Belimden tutup beni iyice çekerek öpücüğüme karşılık verdiğinde artık emindim, tamamlandığıma, içimdeki boşluğun dolduğuna ve hayatta aradığım her şeyi sadece bu dudaklarda bulduğuma...

Şimşekler çakmaya devam ediyor, etrafımızdaki dünya sanki sürekli değişiyor ama ben hep aynı adamı öpmeye devam ediyordum.

Hasta yatağımda eğilip beni öpüyor, büyülü bir çemberin içinde dudaklarım kuru dudaklarına değiyor, gece ıssız bir ormanda beni susturmak için ağzımı dudaklarıyla kapatıyor, kocaman bir sahnede dans ettiğim sırada kolumdan çekip beklemediğim bir buse veriyor, savaş meydanında bir adamı öldürmesinin avuntusunu dudaklarımda buluyor ve işte şimdi, bu anda, onu öpmemin şaşkınlığını atlatmış, beni kendine iyice çekerken aşkımın karşılıklı olduğunu anlatıyordu adeta.

Görüntüler ve mekanlar değiştikçe bazen üşüyor bazen yanıyordum fakat sevdiğim adamın kollarından bir an olsun ayrılmıyordum.

Ne kadar zaman geçtiğini, ne kadar görüntü gördüğümü, hala saatin kaç olduğunu bile bilmiyordum. Dudaklarımız ayrıldığında dünyanın neden hala yerinde durduğunu da anlamamıştım.

Gözlerimi açıp onun hala kapalı olan gözleriyle karşılaştım. Bir an sonra onun da gözleri açılıp benimkilerle buluştu.

Ne o ne ben ikimiz de bir duygu belirtisi göstermiyorduk. Yalnızca şaşkın göründüğünü söyleyebilirdim.

Az önce benimkileri özlemle öpen dudaklarını bir şey söylemek ister gibi aralayıp çok büyük kelimeler edecekmiş gibi derin bir nefes aldı fakat sonrasında söyleyebildiği tek şey ismim olmuştu.

“Eylül...” dedi sessizce.

“Hazar?” dedim soru sorar gibi. Sonrasında söylediği şeyle beynimden vurulmuşa döndüm.

“Sanki bin kere öptüm seni.”

Nefesim kesildi.

Hayatımda ilk kez birini öpmemiştim. Defalarca kez, farklı insanlarla yaşadığım bir şeydi bu. Bazılarından gerçekten hoşlanmıştım. Bir tanesine aşık olduğumu bile düşünmüştüm zamanında, fakat bu durum farklıydı.

Hazar çok farklıydı. Bu yüzden mi tam olarak benimle aynı şeyi hissetmişti? Peki ya aynı benim gibi görüntüleri de görmüş müydü?

Gözlerim doldu. Dudaklarımı aklımdaki soruyu sormak için tam aralamıştım ki Hazar’ın arkasındaki evinin kapısı açıldı. Gözlerimi karşımdaki adamdan ayırıp kapıyı açan kişiye baktım.

Üzerinde Hazar’ın hırkasından başka tek bir şey bile olmayan Gözde yeni uyanmış, sevgilisini yanında bulamayınca kapıya dikilmişti belli ki.

Kalbim az önce nasıl tamamlanmış hissediyorsa şimdi tamamlanmış parçalar kopmuş, paramparça olmuştu. Az önce umut ve mutlukla dolan gözlerimden iki damla yaş süzülüp yere düşmüştü. Hazar arkasına dönüp bir kapıdaki kıza bir de bana baktı.

“Eylül...” dedi yine sanki bildiği tek kelime buymuş gibi.

“Rahatsız ettiğim için üzgünüm.” deyip hızla binanın dışına attım kendimi. Arkamdan ne bir ses ne de bir adım duydum. Bu kalbimi daha da çok kırdı.

Üstümde Hazar’ın kazağı vardı.

Kızın üstünde Hazar’ın hırkası vardı.

Kendimi tam bir zavallı gibi hissettim. Buz gibi havada kazağı çıkarıp yere fırlattım. Birkaç tekme atıp ağladım. Geldiğim yoldan geri koşmaya başladım. Bu anı ikinciye yaşadığımı hatırlattım kendime. İlkinde o kızın bıraktığı izler bölmüştü konuşmamızı, şimdi kızın neredeyse çıplak varlığı.

İkisinde de bir anda gaza gelip karşısına çıkmıştım. İkisinde de konuşmadan verdiği mesajları alıp arkamı dönüp kaçmıştım. İkisinde de peşimden gelmemişti. Çünkü Hazar gelmezdi.

Artık vazgeçmeliydim. Her ne kadar onu öptüğümde dünya da dursa, aynı şeyleri de hissetsem, aşkımdan da ölsem vazgeçecektim.

Kesin olarak karar vermiştim.

Bölüm : 01.01.2025 16:44 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...