

-OKYANUSA SIĞINAN KUŞ-
Bölüm Şarkıları:
Billie Eilish - Everything I Wanted
Taş Ev - Yakamoz
White Noise - Black Screen
🌊
20 Aralık 2020 Olay Sabahı / Muğla
Sessizlik de bir manadır eğer susan kişinin içinde fırtınalar kopuyorsa. Kalbi ve zihni besliyorsa bilmeden, eğer seni bir taşkına hazırlıyorsa insan, konuşmak da mübahtır. Kulağını tıkıyorsa sözlerine, gözyaşların bir anlam ifade etmiyorsa o insana, artık kaçmak da bir cevaptır.
Belki tekrar geri gelecek belki bir daha bu evin yakınlarından bile geçmeyecek bir ayak izi silindi bu evden şafak vaktinde. Bir kadın dolu bir zihinle alıp başını giderek boş bir oda bıraktı koca evde. O boş odayı, yoğun bir hüzünle ablasının yatağına oturan Azra'nın öylece odaya bakarken göğsü titreyerek alıp verdiği nefes sesleri dolduruyordu. Çocukluğundan beri onca yaşanan şeye rağmen, onca bastırılmış duyguya ve söze rağmen evine, bu evdeki herkese ne kadar bağlı olduğunu bildiği halde onu kaçma fikrine sürükleyen sebebi bilememek kıvrandırıcı bir hisse neden oluyordu. Aynı evde ondan nasıl bu kadar uzak kalabildiğine öfkeleniyordu.
Göz altlarını kurularken odaya üç kardeşten en büyükleri, abisi Acar girdi. Herkeste olduğu kadar Acar'da da soğuk rüzgarlar esiyordu, gergindi ve henüz ne yapması gerektiğine karar verememişti. Kardeşinin önünde diz çöktü, Azra'nın nemli yanaklarını parmaklarının tersiyle kurularken "Ağlama güzelim, sakinleş biraz." dedi. Azra'ya sakinleş derken kendisinin de sakinleşmeye ihtiyacı vardı aslında, gözlerini kapatıp derin bir nefes alıp verdi. Tekrar gözlerini açtığında kafası o kadar allak bullak olmuştu ki daha az önce girdiği odanın kapısını kapatıp kapatmadığını kontrol etti.
Acar birkaç belirsiz kelime için dudaklarını aralayacağı sıra Azra avcunu açtı ve elindeki küçük not kağıdını abisine gösterdi.
"Yastığımın altındaydı, ne zaman bırakmış bilmiyorum."
Kaşları çatıldı hafifçe Acar'ın, kardeşinin elinden kağıdı aldı ve Alina'nın el yazısıyla yazılmış olan birkaç kelimelik notu okudu.
"Bir akşamüzeri güneş batarken ağaçların ardındaki o yerde biz yine beraberiz."
Tekrar tekrar okudu kardeşinin yazdığı notu ve Alina'nın onlara demek istediğini o kadar kolay anlamıştı, o kadar netti ki söylemek istediği şey bir an Azra'yla göz göze geldiler. Bu, ikisinin de ne yapmaları gerektiğini anladıklarını gösteriyordu.
"Ablam bir şey bırakmış bize, o tepedeki evden bahsediyor abi. Oraya gitmemiz lazım." dedi Azra sabırsızca. Azra'nın sesi kırgındı biraz, ortada hiçbir şey yokken nasıl böyle bir şey yaşanabilirdi anlam veremiyordu hâlâ.
Acar sakinliğini büyük ölçüde korumayı başarıyordu artık, "Görüyorum, anlıyorum da ama şimdi aşağı inmemiz lazım. Daha neler olduğunu anlayamadan gözler bizim üstümüze çevrilecek yoksa. Hadi güzelim." dedi. Azra derin bir nefes verip yanaklarını kuruladı, elleri titriyordu bu sırada ve abisiyle birlikte kapıdan çıkarken ona verdiği notu cebine sıkıştırdığını da görmüştü son anda. En kısa zamanda ablasının notta bahsettiği, zaman zaman üçünün belki yanlarında arkadaşlarıyla birlikte gittikleri, yerini hemen herkesin bilmediği şehirden uzak o tepedeki eve gitmeleri gerekiyordu. Yoksa bu sabaha nasıl böyle bir kaosla uyandıklarını anlamak onların uzun zamanını alacaktı.
Salona indiklerinde anneleri, telefonla konuşurken camdan dışarı bakan babalarını durgun ve buğulu gözlerle izliyordu. Babaları birilerine kamera kayıtlarına bakması için emirler veriyor, o kayıtları elde etmek için savcılıktan izinler çıkarmaya çalışıyordu ama bir yandan da büyük kızının kaçtığı haberinin yayılması telaşını taşıyordu. Bu sebeple tanıdığı birkaç savcı arkadaşı sayesinde bu işi halletmeye çalışıyordu ve uzun yıllardır tanınıp bilinen bir avukat olduğu için de bu konuda pek zorlanmıyordu.
Adnan telefonu kapatıp arkasını döndüğünde Acar'a "Sende son durum nedir?" dercesine bir bakış attı.
"Telefonunu, kredi kartlarını, her şeyini odasında bırakmış ama kimliğini bulamadım. Pasaport ve kimliği üzerinde olmalı ama onu biraz olsun tanıyorsak kaçtıktan birkaç saat sonra kimliğini kullanmayacağını da biliyoruz."
Acar cümlelerine ara verdiğinde babası ve diğerlerinin de onunla aynı fikirde olup olmadığını anlamak için gözlerine baktı bir süre. Sonra "Başka bir şeyle ilgilenmemi istemiyorsan telefonunu inceleteceğim, belki bir şey çıkar." dedi.
Adnan başını sallayıp "Olur, öyle yapalım. Bir de havalimanlarına, otogarlara isim fotoğraf bırak yine de ne olur ne olmaz." dedi. Acar bunlardan birinin onlara yardımcı olabileceğine ihtimal vermese de babasının sözlerine karşılık başını salladı ve arkasını dönüp telefonu almak için Alina'nın odasına çıkmadan önce durdu, babasıyla göz göze geldi birkaç saniye. Kaşlarını hafifçe çatmıştı, yüzünde durumu sorgulayan düşünceli bir ifade vardı. Uzun bir süredir şaşırılacak derecede ortada herhangi bir sorun yokken, babaları bir iki yıldır baskı ya da zorla güzellikle ailenin içinde yeni bir kaosa sebep olmamışken bilmedikleri ne olmuştu da Alina böyle bir şeye kalkışmıştı bilmek istiyordu ve bu evde bu sorunun tek bir muhatabı vardı: o da babaları ve bu kararları alırken her zaman onun yanında duran anneleriydi.
"Farkındaydım, bir süredir morali bozuktu, durgundu biraz." Bakışları annesi ve babası arasında gidip geliyordu gözlerini kırptığı her an.
"Ama benimle bir sorunu olmadığı için konu neyse çözer dedim, konu her neyse her kimse halledebilir diye düşündüm. Biraz daha onu öyle görmeye devam edersem alıp karşıma konuşacaktım da fakat gördüğünüz gibi, ortada konuşabileceğim bir Alina yok."
Adnan oğlunun sarf ettiği her cümlede yüzünü biraz daha ifadesiz tutmaya çalışıyordu. Sadece onun ne demek istediğini anlamaya çalışır gibi bir tavır takınıyordu, bunu başarıyordu da. Acar sebebinin onlardan kaynaklı olup olmadığından emin olamıyordu henüz. Bu yüzden biraz daha anlaşılır oldu onlara karşı, kelimelerle oynadığı gibi anne ve babasının zihniyle de oynamaya çalıştı.
"Azra'ya da sordum." Sormamıştı, sadece blöf yapıyordu. "Son zamanlarda aranızda benim bilmediğim bir sorun, bir mesele mi vardı?"
Annesi aceleci bir tavırla olmayan gözyaşlarını kurulayıp olumsuz anlamda başını sallarken babasına bakıyordu. Annesinin konuşmayacağını anladığında babasına döndü, ondan cevap beklerken koltuğun kolçağına bıraktığı ceketini alıp giydi. Gayriihtiyari gömleğini düzelttiğinde babası da kaşlarını hafifçe çatmıştı.
Adnan konuşurken ellerini kullanmayı ihmal etmedi ve tavırlarında ona sorulan soruyu küçümser gibi bir hava vardı. "Bunu size sormayı saatlerdir ben de düşünüyorum ama kardeşinizin bu evden kaçmasına sebep olacak bir şey yapmayacağınızı bildiğim için, sormadım gördüğünüz gibi." dedi. Adnan'ın cümlesinin alt anlamlarında bunu bana ne hakla sorabilirsin manası yatıyordu ve Acar bunu anlamıştı. Bu odadaki herkes bunu anlamıştı ve Acar buna hazırlıksız yakalandığı için bir şey söylemedi fakat babasının cümlelerinin aksine davranışlarını, tavırlarını izlediği için almak istediği şeyi çoktan almıştı. Çoğunlukla müvekkillerini dinlerken dikkat ettiği beden dili hareketlerini izliyordu: Babası ellerini saklamaktan ziyade usulca ve ustaca gözlerine sokuyordu çünkü doğruyu söylediği, anlattıklarında herhangi bir eksiklik veya fazla olmadığı imajını Acar'a vermek istiyordu. Acar belki dünkü çocuk olsaydı, belki hukuk fakültesinin kapısından daha yeni yeni girip çıkıyor olsaydı ve belki de yirmi sekiz yıllık babasını tanımıyor olsaydı bu tavrı ona samimi gelirdi, inanırdı belki de babasına fakat ondan öğrenmişti insanı bütünüyle analiz edebilmeyi. Söyledikleriyle davranışları paralellik gösteriyordu fakat Acar, babasının aynı zamanda onu manipüle etmeye çalıştığının da farkındaydı. Babası ne kadar sorusuna rahatlıkla ve kendinden emir bir şekilde cevap verirse versin anneleri bir o kadar aceleciydi ve şu saniyeden itibaren biliyordu, Alina bu evden kaçıp gittiyse bunda babalarının ve annelerinin bir etkisi vardı. Çünkü Alina, tam göğsüne vurucu bir darbe almamışsa ailesini ve kardeşlerini bırakıp gidebilecek birisi değildi.
Başını eğip kaldırdı anladım dercesine ve telefonu alıp kapıdan çıkmadan önce "Bir gelişme olursa ararsınız." dedi.
Adnan derin bir nefes verip büyük camdan dışarıyı seyrederken Alina'yı en kısa zamanda bulamazsa işlerin sarpa saracağını biliyordu. Evlilik konusu en son umurunda olan şeylerden biriydi. Planlarının suya düşmesinin yanında Alina'nın kaçma sebebini öğrendiğinde Acar'ı artık karşı safında görme ihtimalinin telaşı da sarmıştı onu. Belki de Acar öğrendiğinde, Alina'nın bulunmaması için elinden geleni yapabilirdi ve bu, evlilik adı altında kurduğu tüm planları, geçmiş zamanda sırtına yüklene yüklene büyüyen cerahatları ve teninde göze dokunan bir yara izi gibi yer edinmiş ödediği bedelleri, boynundan söküp atmak için yaptığı ahmakça anlaşmayı yüzüne gözüne bulaştırabilirdi. Hayatları temelinden ve en sağlam biçimde sarsılabilirdi fakat tüm bu ihtimallere engel olmak Alina'yı bulmaktan geçiyordu. Şimdi pervasız ve akıl dışı bir düşünceyle evinden uzaklaştırdığı kızını ne pahasına olursa olsun tekrar evinde görmek istiyordu.
Riskler alınmıştı, o riskler uğruna feda edilemeyecek şeylerin altına çok kolay imzalar atılmıştı fakat bir insanın bastırdığı, zaman zaman gözlerinden taşırdığı, içinde bir alev topu gibi biriktirdiği duyguları hiçe sayılabilir miydi?
***
Boyumdan büyük hislerle mücadele ettiğimi anlamazdım küçükken fakat yüklenirdim omuzlarıma içimde bir yerleri yarım bırakan hayal kırıklıklarını. Şimdiki aklım olsa, o zamanlar bende şimdiki bu yürek olsa kırgın bırakmazdım hiçbir hissimi kendime ve geri dönülmez yollara hiçbir zaman girmek zorunda da kalmazdım. Bana doğru, bana karşı gelen, önü alınamaz bir güç sarhoşluğu içeren o manevi baskıya zamanında, o psikolojik harp sırasında karşı koyabilseydim en büyük keşkelerimden biri keşke böyle olmasaydı olmazdı belki de fakat bir çocuğa da kızamazdım seni neden böyle büyüttüler diye. Neden sesini çıkarmak istediğinde önünde durdular, neden çocukça bir hevesle yapmak istediğin şeyler için izin alman bir meseleydi, neden neden diye sormadın diye.
Uyuyakaldığım yerden kollarıma yüklenerek doğruldum. Üzerimdeki pikeyi kenara kaldırdım ve aynı anda hatırladığım şey uyumadan önce üzerime herhangi bir örtü almadığımdı. Bu kamara Alphan'a ait olduğu için büyük ihtimalle bu da Alphan'ın işiydi. İçinde bulunduğumuz yelkenlide - burada tabii ki durumda da denebilir - daha bir günü yeni yeni deviriyorken şimdiden ona çok şey borçlu olacağımı ve ona karşı derin minnetler duyacağımı hissediyordum. Borçlu olmaya razıydım yeter ki daha kötü bir muameleye maruz kalmayayım. Belirsizliklerle mücadele ederken ve artık yeni bir yaşama adım attığım bu noktada tam aksi bir durumu kaldırabilir miyim bilmiyorum çünkü.
Temkinliydim. Onlardan zarar görürüm düşüncesiyle onların ufak bir tepkisine, tavırlarına, herhangi bir davranışlarına o kadar dikkat ediyordum ki bir an durup kendi kendime acaba paranoyakça mı davranıyorum dediğim de oluyordu. Bu düşünce sabahki kahvaltı masasında biraz kırılmıştı, daha sade ve kabul edilir bir hâl almıştı aslında. Bana karşı art niyetle yaklaşılmasından korktuğum için böyle hissetsem de onlarla bir şeyler paylaştıkça daha da rahatladığımı fark ediyordum ve biraz daha paylaşım içinde olmanın bana zarar vermeyeceği düşüncesiyle artık yakın temastaydım. Burada beni henüz mutsuz eden, tehlikeye atan bir şey yoktu.
Okuduğum kitap başucumdaki raflı komodine bırakılmıştı. Kaldığım yeri bulma ümidiyle sayfaları hızla aralarken kitabın yarısındaki bir sayfaya gözlük şeklindeki bir ayracın koyulduğunu gördüm. Bu ayrıntı yüzümde içten bir tebessüm oluştururken kitabı kapatıp aynı yere bıraktım ve toparlanıp odadan çıktım. Kafamda herhangi bir düşünce yoktu, sadece biraz daha samimiyeti artırmak için her ne yapıyorlarsa onlara dahil olma fikri aklımda dolaşıyordu. Normal yaşantımda nasılsam onlara karşı da daha arkadaş canlısı davranmak istiyordum. Özellikle Uras'la iyi anlaşabileceğimi düşünüyordum çünkü bana daha yakın geliyordu ve insanlarla çabucak kaynaşabilen, içten ve rahat bir yapısı var gibi görünüyordu.
Güverteye çıkmak için dar uzun koridorda ilerlerken ahşap duvara monteli küçük bir kutu dikkatimi çekti. Ne olduğunu anlamak için durup daha yakından incelemeye çalıştım ve aslında bu kutu bir hazneydi ve içinde bir telsiz telefon bulunuyordu. Bildiğimiz akıllı telefonlarla alakası yoktu fakat karayla iletişim kurabileceğim düşüncesiyle heyecanlanırken kaçıncı nesil bir telefon olduğu pek umurumda olmadı. Bunun heyecanına kapılmışken Alphan'ın bana doğru yaklaştığını da biraz geç fark ettim.
"Alina?" diye seslendi, ismimi telaffuz edişinde ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi bir ton vardı. Bakışlarım aniden ona dönerken çoktan yanımda durmuş biraz önce baktığım yere bakıp ardından göz göze geldi benimle.
"Yanınıza geliyordum da, gelirken fark ettim." dedim ahşap duvardaki telefonu işaret ederek. "Bununla mı haberleşiyorsunuz?"
Evet dercesine başını bir kez eğip kaldırdı ve "Birilerini aramak istiyorsun anlaşılan?" dedi.
Buraya düştüğüm andan itibaren, hiç tanımadığım bir yerde mahsur kalmışken birilerini arayıp kurtulmak istemek neden bilmiyorum aklımın ucundan bile geçmemişti şu ana kadar. Normal şartlarda belki de ilk yapılması gereken, en mantıklı yollardan biri buydu fakat beni bile kendime yabancı hissettiren kararlar alıp ardımda bir kaos ortamı bırakmışken fikirlerim, çıkış yollarım zihnimde normal şartlar altında oluşmuyordu.
"Kardeşlerimin sesini duymak isterdim en azında." dedim ve derin bir iç çekip ahşap duvara yaslandım. "Bu son olaylardan haberleri yok, onları bu kadar telaşlandırmak istemezdim." dedim.
Düşünceli bir şekilde işaret parmağıyla boynunu kaşırken çenesinde siyah renkte bir iz vardı, yağ lekesine benziyordu. Duvardaki telefonu eline alıp ortamızda tuttu ve bana bir şeyler anlatırken biraz daha yaklaştı.
"Bu bir uydu telefonu. Burada herhangi bir sorun yaşandığında karadaki birimle iletişimi buradan sağlıyorsun ve kısa bir görüşme yapıp güvenlik için oraya haber veriyorsun. Denizciler ve dağcılar kullanır genelde, işleyişi aynı olsa da normal bir telefon gibi de sayılmaz aslında."
Hevesim biraz kırıldığında onlarla iletişim kuramayacağımı anlamıştım, bu istemsizce yüz ifademe de yansımış olmalıydı fakat büyük bir yıkım da değildi bu. Bir süre onlardan her anlamda uzak kalacağımı göze alarak bu yola çıkmıştım, bu yolda birçok şeye hazırlıklıydım.
"Bununla kardeşlerinle iletişim kurabileceğini söyleyemem ama İtalya'ya ulaştığımızda bunu sağlayabiliriz istersen." dedi. Biraz önce ifadesizleşen yüzüm tekrar canlı bir hal almıştı, öyle ki anlık ve hızlı duygu geçişlerime gülümser gibi oldu fakat tam manasıyla bunu belli etmedi.
"Biraz günler sürecek tabii, hemen öyle heveslenme."
"Açıkçası onları şu an arama imkanım olsa bile onlara neyi nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Bu boşlukta belki biraz kafamı toparlarım ben de."
Anda kaldığımda bütün düşüncelerimde, davranışlarımda mantığın çerçevesinden çıkmamayı başarabiliyordum fakat duygularım baskın gelmeye başladığında bocalıyordum, git gel yaşıyordum. Belki de en doğru kararları o anlarda alıyordum fakat bundan emin olmak için daha çok erken sayılırdı. Bu saatten sonra yaşanacak olan her şey mantığımın ve duygularımın dengesi altında beni bir yerlere sürükleyecekti. Bir şeyleri yaşayıp görmekten başka çarem, çaremiz yoktu.
"Bu arada, yanağında yağ lekesi var." dememle eli yanağına uzandı ve bir kez silip eline baktı. Yanlış yeri silmekle uğraştığı için "Orada değil, çenende biraz daha." dedim fakat bu sefer de eli yüzünün diğer yarısına doğru uzanmıştı. Elini bileğinden tutup göğsünün üzerinden beri sol yanağının altına doğru yaklaştırdım ve parmakları çenesine değdiğinde "Burası." diye gösterdim.
Normal hayatımda da insanlarla temastan kaçınmazdım, sıcak ve samimi bir insandım fakat bu adamla bu kadar çabuk samimiyet kurmalı mıydım bilmiyorum. İçimden geldiği gibi davranıyordum sadece fakat birbirine takılı kalan gözlerimizin durgunluğu beklenmedik bir harekete karşı ikimizin de bocaladığını gösteriyordu.
Ellerim artık bedenimin iki yanında salınırken o işaret ettiğim yerden elini geçirdi ve elindeki siyah lekeye bakarken "Yakamozun birkaç bakım işi vardı, duşa gireceğim şimdi." diyerek odasına doğru ilerledi. Ben de peşinden adımladım, "Yakamoz dediğin bu geminin ismi öyle değil mi?" diye sordum.
Omzunun üzerinden bana kısa bir bakış atıp önüne döndükten birkaç adım sonra odasının kapısını araladı ve "Bu bir yelkenli gemi ve evet, yelkenlinin adı da Yakamoz." diyerek odasına girdi. O, dolabına ilerleyip birkaç kıyafet alırken kirişe yaslanmış onu izliyordum, duş alacağını hatırlayınca odada durmak yerine yukarı çıkma fikri baskın geldi ve ona "Uras yukarıda mı?" diye sordum
Arkasını dönmeden başını sallayarak beni onayladığında kapıyı çekip tamamen odadan çıktım ve güverteye geçtim. Koca denizin ortasında olmak, buna gözlerimle şahit olmak ne yalan söyleyeyim hâlâ göğsümü titretiyordu ama oldum olası mavi rengin bana hissettirdiği güzel enerjiye tutunarak kendimi sakinleştirmeyi başarıyordum. Beni bu noktada korkudan heyecanlandıran başka şeyler varken bir de aralarına denizi, maviyi eklemek istemiyordum. Mavi, bana her zaman olduğu gibi şimdi de güzel şeyler çağrıştırmalıydı.
Paşa amca güvertenin uç kısmına oturmuş bu mesafeden ne olduğunu pek anlayamadığım siyah bir kutuyla ilgilenirken beni gördüğünde başıyla selam verip gülümsedi. Aynı şekilde ona karşılık verdim ve güneş gözlüğünü takıp sandalyeye uzanır gibi oturan Uras'ın yanına geçtim. Gözündeki gözlüğü çıkartıp saçlarıma taç niyetine taktığımda tek gözünü kısmış bana bakıyordu.
"Saçlarım çok uçuşuyor rüzgarda, ben de tam böyle bir şey arıyordum." dedim yüzündeki ifadeye gülerek. Aslında hiç de öyle bir şey düşünmemiştim fakat bir anda dilimden dökülenler bunlar olmuştu. Kaşları ve dudakları bak sen dercesine kavislenirken artık o da gülümsüyordu ve ayağa kalktı.
"Söyleseydin yardımcı olurdum ben sana." dedi konuyu bir anda ciddiye alarak. Merak edip "Nasıl yani?" diye sorduğumda kollarımı göğsümde bağlamıştım. Önce saçlarımdaki gözlüğünü alıp aynı benim gibi kendi kafasına yerleştirdi ve sonra "Önceden uzun saçlıydım ben oradan biliyorum." dedi. Buna şaşırarak onu uzun saçlı hayal ederken üzerimdeki hırkanın kapüşonunu kafama geçirdi ve bir anda hırkanın iplerinden tutup aşağı doğru çekti. Önünde doksan derece eğilmek zorunda kaldığımda savunmaya geçip bacaklarına vurmaya çalıştım fakat ellerim ona yetişmiyordu.
"Seninkinden daha orijinal bir taktik değil mi ama?!" diye sesli sesli hem gülüyor hem konuşuyordu.
"Ya dursana! Alphan!"
Hâlâ önünde yere eğilmiş bir halde debeleniyordum ve debelendikçe kapüşonu daha da aşağı bastırıyordu. Yardım etsin diye nafile bir çabayla Alphan'a sesleniyordum ve onun yerine Paşa amca sesimi duyduğunda sertçe "Uras!" diye bağırmasıyla Uras benden uzaklaşmıştı. Bir metre öteden bana sırıtarak bakıyordu ve sırf samimiyet kurayım diye yakın davranışım sonucunda ayarsız bir şakaya maruz kalmıştım.
"Gel hadi akşam yemeği için bir şeyler hazırlayalım, boş durmak sana iyi gelmiyor anlaşılan."
Hem benimle dalga geçmeye devam ediyor hem de sırıtarak Yakamozun mutfağına doğru ilerliyordu. Sanki iki kardeş gibi atışıyorduk ve burada olduğum sürece bu böyle devam edeceğe benziyordu. Yine de bunu ona ödeteceğimi yapılacaklar listemin en başına yazarak peşinden ilerledim ve birkaç saatlik mutfak mesaimiz elime yıkanması için sebzeleri tutuşturmasıyla başlamıştı.
Kabul ediyorum, Uras'ın böyle yetenekleri olduğunu önceden öğrenseydim onunla daha güzel bir başlangıç yapmak isteyebilirdim. Verdiği birkaç pişirme taktiği ve anlık kafasından ürettiği soslarla birlikte akşama lezzetli ve diğerlerinin de gerçekten beğendiği iki çeşit yemek hazırlamıştık. Ev yemeği gibi değildi tabii ki fakat açık denizin ortasında yapılabilecek güzel yemeklerden birini yaptığımız kesindi. Hatta Paşa amca Uras'ın bugün bana yaptığı şakayı unutmamış olacak ki "Yemeğe bir kadın eli değdiği ne kadar belli." diyerek Uras'a inat olsun diye bana arka çıkmıştı.
Saat akşam altıyı geçerken herkes bir bir ortalıkta görünmeye başlamıştı, Yakamozda rutin bir hareketlilik vardı ve herkes yapması gerekenlerle ilgileniyordu. Henüz bir alışkanlık geliştiremediğimden akşam yemeği öncesi Yakamozdaki günün son hareketli saatleri olduğunu da yeni anlamıştım. Yemeği sabahki gibi güvertede yememiştik bu sefer. Yakamozun iç kısmında küçük mutfağın da bulunduğu bu ortak alanda ortada ancak beşimizin sığabileceği kadar bir masada sanki onlarla yıllardır ahbaplık ediyormuşum gibi bir samimiyetle geçmişti akşam yemeği. Onlara yabancı olduğum halde konuşulanların merkezinde sürekli benim olduğumu söyleyemeyecektim ki bu beni rahatlatan, daha iyi hissettiren bir şeydi. Kendimi savrulduğum bu yerde baskı altında veya her an onlara kendimi açıklamak zorunda hissetmiyordum ve bunun için onlara gerçekten minnettardım. Bütün bu yabancı yeri, bu yabancı insanları yok sayarsak özlem hissi dışında beni kara kara düşündüren tek bir şey vardı; o da İtalya'ya ulaştığımızda dağılmadan, sapasağlam ayakta durarak, güçlü bir iradeyle önümü görebilecek şartları kendime sağlayabilecek miyim düşüncesiydi. Kendime güvenim vardı, cesaretim de yok değildi ama hayat bu... Ya başka duygulara yenilip karaya inemeden bile düşüp suya gömülürsem diye bir tedirginlik vardı içimde. Önümüzde ne kadar süre vardı bilmiyorum fakat bu konu hakkında bildiğim tek şey, bir an önce kendime sağlam bir yol haritası oluşturmam gerektiğiydi.
Banyodan odaya geçtiğimde odada kimse yoktu, Alphan hâlâ yukarıda olmalıydı. Gündüz veya akşamın bazı vakitlerinde Yakamozda bir şeylerle ilgileniyordu fakat henüz tam olarak ne iş yaptığını, ne yaptıklarını çözememiştim.
Açıkçası onunla konuşmak, diğer herkes gibi onun hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordum. Kendimle ilgili şeyleri herkesten fazla onunla paylaşırken ben de onun hayatıyla ilgili basit de olsa bir şeyler öğrenmek istiyordum. Mesela neden Yakamozla İtalya'ya gittiklerini, bir yelkenliyle ülke değiştirebilecek tecrübeyi nasıl edindiğini... O da benim gibi Muğla'da mı yaşıyordu mesela? En basitinden karadaki hayatta onun ne yaptığına dair zararsız bir merak vardı içimde ona karşı.
Henüz yatıp uyumak için erkendi ve aslında iki gündür aralıklarla uyuyup uyandığım için bu gece pek uyuyabileceğimi sanmıyordum. Diğerlerini rahatsız etmemek için de şimdilik yukarıya çıkmak gibi bir düşüncem yoktu. Dizlerimi kendime doğru çekerek yatağa oturdum ve yanı başımdaki yarım bıraktığım kitabı açıp okumaya başladım. Sayfaları çevirirken zaman su oldu aktı gitti ve kitabın okumak için son birkaç yaprağı kalmıştı. Rastgele açtığım sayfadaki tek bir cümleyle beni etkisi altına alan, Kafka'nın içten hissederek kağıda akıttıklarını ben de hissedebilmek ve satırlarında biraz olsun kendimi bulduğum için sindire sindire okudum satırlarını. Zaman su oldu aktı gitti ve kitabın kapağını kapattığımda sanki yakın bir dostumla bir kafede üç beş saat akşam kahvesi içmiş, birbirimize içimizi dökmüş, anlayış göstermiş ve birbirimizi teselli etmiş, en sonunda da artık rahatlamış bir zihinle oradan ayrılıyormuşuz gibi bir his bırakmıştı.
Kitabın kapağını kapatıp raftaki yerine geri bıraktım ve buradaki boş vaktim bol olduğundan daha sonra yeni bir kitap seçmeyi aklımın bir köşesine yazdım. Kitaplarını okuduğumu, incelediğimi fark etmiş olmalıydı ve bununla ilgili bana rahatsız olduğuna dair herhangi bir belirti göstermediği için bu konuda rahat davranıyordum.
Biraz sıcaklamış hissettiğimde banyoya girip elimi yüzümü yıkadım. Her gün cildine yeterli bakımı yapan birisi için iki gün nemlendirici bile sürmemek bana eksi olarak geri dönüyordu ve cildim kuruluğunu belli edercesine gerilmişti. Yine de sağlıksız görünmüyordu şimdilik. Alphan'ın ihtiyacım olabilecek şeyler için bana rahat davranmamı söylediği sözlerine dayanarak lavabonun altındaki çekmeceleri araladım. Alphan sakallı veya kirli sakallı birisi değildi, yüzündeki pürüzsüzlükten her gün tıraş olduğu belliydi bu yüzden tahriş olmasın diye yüzüne kullandığı herhangi bir krem olabileceği düşüncesiyle çekmecelerine göz attım. Krem değil tıraş köpüğü ve losyon bulmuştum fakat losyon da parfümlü olduğundan herhangi bir şey kullanmaktan vazgeçtim. Onun yerine paketinde henüz açılmamış bir diş fırçasını gördüğüm gibi aldım ve ağzımdaki rahatsızlık hissini daha fazla uzatmadan dişlerimi fırçaladım.
Banyoda da kısa bir süre geçirdikten sonra odaya geçtiğimde komodinin üzerindeki küçük saate baktım; saat henüz gece yarısını çeyrek geçiyordu ve Alphan hâlâ gelmemişti. Gecenin bu saatinde yukarıda ne yaptığını merak etmiyor değildim aslında. Vakit geçirmek için bir şeyler yazıp çizmeyi düşünürken elimde bir kağıt olsa da kalemim yoktu, ben de iki gündür bıraktığım yerde duran küçük çantamı araladım ve içindeki defterimi alıp çantamı yerine geri bıraktım. Anılarımı hatırlatsın diye bir şeyler yazıp yapıştırdığım bullet journal tarzı bir defterdi bu ve sayfaların bana hatırlattığı anılarla yoğruştum birkaç saat daha ve böylece saat 02.15'i bulmuştu. Alphan hâlâ gelmemişti.
En sonunda gecenin bu vakti kendimi oyalayacak başka bir şey bulamadığımda yukarı çıkmaya karar verdim. Üzerimden çıkardığım hırkasını tekrar giydim, hırkanın içinde kalan saçlarımı dışarı çıkarmadan hırkanın kollarını avucumun içine kadar çekip odadan çıktım. İlk olarak güverteye bakmak geçmişti aklımdan fakat güvertenin merdivenlerinin olduğu yerden içerideki oturma alanı da görünüyordu. Göz ucuyla oraya baktığımda Alphan'ın orada olduğunu gördüm ve yönümü oraya çevirip yanına ilerledim. Biriyle konuştuğunu fark ettiğimde o daha beni görmeden duraksadım ve neden bilmiyorum kapının kenarına çekildim ve biraz bekledim. Kapı dinlemek adetim değildi fakat son deneyimlerimin bana öğrettiği bir şey varsa bazı gerçeklere ulaşmanın bir yolu da buydu.
"Anlattıklarının ne kadarı doğru bilmiyorum ama yalan söylüyor gibi gelmiyor bana."
"Neden böyle düşünüyorsun?" diye soran kişi Genco'ydu. Anladığım kadarıyla Alphan'la aralarında benden bahsediyorlardı ve şu an konusunun yine ben olduğum bir konuşmaya gizli şahit olmak bende ufak bir gerginliğe sebep olmuştu fakat nefesimi tutup bir adım daha geri çekilerek yine de onları dinlemeye devam ettim.
Yakamoza gelmeden önce sahilde yaşadığı bir kovalamacadan bahsediyor ve bu anlattığı doğru aslında. Çünkü limandan ayrıldığım vakitlerde merkeze geçerken bir kadın bana çarpmıştı. Telaşlıydı, arkasına bakıp duruyordu ve bahsettiği gibi de birkaç adam vardı peşinde. Alina'ydı o kadın."
Duyduklarımla şoka uğramıştım, onunla böyle bir an yaşadığımızı bilmiyordum nasıl bilebilirdim ki? Koştuğum sırada onlarca insana çarpmıştım, onlarca kez özür dilemiştim. Kalabalıktı ve kimseye bakmamıştım, kimseyi de görmemiştim. Aklımda o an tek bir şey vardı; kaçmak. Nasıl bilebilirdim o insanların içinden birinin de Alphan olduğunu? Belki de bu yüzden bana bu kadar ılımlı yaklaşıyordu.
Kendimce bana inanmaları için ona mantıklı sebepler veremediğimi düşünsem de öyle bir an yaşanmıştı ki ne ben sözlerimin yakın gelecekte nafile olmayacağını biliyordum ne de o kendisine çarpan kadının hayatının orta yerine dan diye düşeceğini.
"Onu bulduğumda küçük bir çantası vardı, açıp baktım içine doğru ya da yalan söylediğine dair herhangi bir şey bulmayı bekledim. Doğru bir hareket olduğunu söylemiyorum ama normal bir şey yaşamadığımız da ortada."
Bu söylediği az önceki kadar şaşırtmadı beni hatta birbirlerine hal hatır sordukları önemsiz bir konuşmaymış gibi gelmişti. Evet normalde alanıma bu şekilde girilse rahatsız olurdum hatta şu an çıkıp ne hakla böyle bir şey yaparsın derdim fakat şartlar gerçekten de normal değildi ve bunu ona çok göremiyordum.
Genco sustukça Alphan anlatmaya devam ediyordu ve daha sırada yaşayıp da farkında olmadığım ne var merak ettim.
Alphan derin bir nefes alıp verdikten sonra "Bir defter vardı içinde. Kısa kısa onu etkileyen anılar var, sanırım küçüklüğünden beri yapıyor bunu. Yazısı sayfa geçtikçe değişmiş çünkü. Ailesiyle, çevresiyle ilgili olumlu olumsuz bütün anıları, sonra bana kaçmasına sebep olan şeyde anne ve babasının etkisi olduğunu söylemesi... Sabah odaya girdiğimde gördüm, kitaplarımın arasında Babaya Mektup kitabını görmüş mesela, okurken uyuya kalmış." dedi. Sanki az önce derin bir nefes almamış gibi tekrar nefes verdi, bu kadar uzun konuştuğu bir âna henüz rastlamamıştım.
"Haklı olabilirsin ama sürekli birinin söyledikleri doğru mu yalan mı diye düşünüp durmak... Sen de biliyorsun insan ilişkileri böyle yürümez, karşılıklı adımlar attıkça gelişir, değişir. İyi veya kötü biri olduğunu zamanla anlarsın. E tabii bazen tek bakışta da belli eder bunu. Ezkaza karşılaşıp tanıştığımız birisi gözüyle bakacağız bu şartlarda, zaten bizimle çok uzun süre kalmayacağı da ortada."
Bunlar bilmediğim şeyler değildi ve onları daha fazla dinlemenin bir kârı olmayacaktı, Alphan'ın kamarasına geri dönüp direkt banyoya geçtim. Musluğu açıp ellerimi ıslattım ve şaşkınlıktan sıcak basan tenimi ferahlatmaya çalıştım. Ben, daha Yakamoza gelmeden deniz kenarında sahilde Alphan'la karşılaşmıştım ve bu hikaye tam da orada başlamıştı.
Sadece yüzümdeki, tavırlarımdaki o şok ifadesi kaybolsun diye odaya geri dönmüştüm, koridoru tekrar geçip ortak alana geldiğimde bu sefer beklemeden içeri girdim, yanına doğru yaklaştım ve "Bu akşam nöbetin Uras'ta olduğunu sanıyordum." diye konuştum sakin bir sesle. Genco ortalarda değildi ve Alphan'ın önünde içeriğini bilmediğim bir dergi açıktı.
Gözleri beni bulduğunda bakışlarından beni beklemediğini anlayabiliyordum. Elindeki derginin arasına işaret parmağını koyarak kapattı ve "Ateşi var biraz, iyi hissetmiyordu kendini." dedi. Oturduğu koltuğun diğer ucuna ona dönerek oturdum ve bu süre zarfında sanırım neden uyumadığımı çözmeye çalışıyordu.
"Uyuyorsun sanıyordum, neden uyandın?"
"Hiç uyumadım ki, uykum yok pek. Malum..." dediğimde kısık bir nefes vererek güldüm ve "...sürekli uyuyorum zaten. Gece, gündüz, saat kavramım karmaşık bu ara." dedim.
"Onu anladık zaten canım. Günlerdir uyumuyorum derken yalan söylemiyormuşsun, evet." dediğinde daha önce ona söylemiş olduğum söze atıfta bulunduğunu birkaç saniye gecikmeyle de olsa anlamıştım. Bu bir anlık ikimizin de yüzünde yarım bir tebessüm oluşturdu ve gitmeyeceğimi anladığında dergiyi tamamen kapatıp ortadaki masaya bıraktı.
Ayağa kalktı, eli ensesindeki saçlarına yerleşirken "Kahve içer misin?" diye sordu. Başımla onu onayladığımda tezgaha ilerleyip iki kupa çıkarmıştı. Önündeki küçük dolaplardan birinden kaliteli bir markaya ait kahveyi çıkardığında eli otomatikleşmiş gibi sıcak su için ısıtıcıyı da çalıştırmıştı ve bu sırada onu izlediğimi fark etmediği için onu rahatça izlemeye devam ediyordum. Tam bu sırada önündeki kupalara kahveyi eklerken "Bugün daha iyi hissediyorsun anlaşılan?" diye sordu.
Omzumu hafifçe silkerek "Bana iyi davranıyorsunuz, sanırım bu iyi geliyor." dedim. Bakışlarımda bundan ötürü minnet duyarcasına sıcak bir anlam vardı fakat o elindeki kupayla bana doğru gelirken kaşları çatılır gibi olmuştu. O an kafasından ne geçmişti de yüzüne böyle yansımıştı bilmiyorum fakat kurduğum cümlenin üzerine yüzünde şekillenen ifade, sanki bu hayatta bana kimse iyi davranmamış gibi hissettirmişti. Halbuki öyle değildi, gayet güzel anılarım da vardı ancak bu son yaşadıklarım ve hatırımda biriktirdiklerim zihnimde öyle bir yer ayırmıştı ki kendine, bir küçük gülümseme görünce sanki dünyanın en şanslı insanı benmişim gibi hissediyordum.
Uzattığı kupayı iki elimle kavradım, aramıza bir kişinin daha oturabileceği kadar bir boşluk bırakıp o da yerini aldığında sanki kahve sıcak değilmiş gibi bir yudum aldı ve "Neden kötü davranalım ki?" diye sordu.
Dumanı tüten kahvenin köpüklü yüzeyini izlerken aklımdan biraz önce duyduklarım ve şimdi ona vereceğim cevaplar geçiyordu. "Hiç tanımadığınız biriyim, evimden kaçtığımı söylüyorum. Başka çıkış yolu bulamamışım ve Yakamozuna atlamışım. Sonra birilerini suçlayıcı şekilde konuşuyorum, belki de yalan söylüyorum... Daha sayabilirim, bunlar yetmez mi?"
"Birine kötü davranmanın şartları yok ki, bu senin nasıl biri olduğunla alakalı biraz da." dedi.
Düşününce söylediği cümleye büyük ölçüde hak verdim, karşımdaki saf kötü biri değilse aldığım karşılık benim duruşumla alakalıydı biraz da ve eğer birine kötü davranmanın şartları varsa da ben o şartları bilmeden istemeden bir adama çarpıp özürler dileyerek yıkmıştım.
Şimdilik böylesine bir gündemi gecenin bu vakti daha fazla uzatmak istemedim ve bana inanan yanına dayanarak onunla sıradan konulardan bahsetmek istedim.
"Neden bir yelkenliyle İtalya'ya gidiyorsunuz?" diye sordum. Uçakla daha kısa bir zamanda gidilebilecek bir yere denizaşırı ulaşmalarının bir sebebi olmalıydı ve benim de aslında merak ettiğim buydu.
"Denizcilik bizde aile mesleği sayılır. Babam emekli kaptan, Paşa'da öyle, önceden Karadeniz'de çalışırdı. Ben biraz mekanik ve tasarım kısmındayım gemilerin. Takip ettiğim birkaç yabancı tasarımcının İtalya'da sempozyumu var, ona davetliyim. İtalya'ya gitme sebebimiz bu esasen."
Bu yelkenlinin ona ait olduğunu kolaylıkla anlamıştım ilk anda fakat gemiler hakkında bu kadar yetkin olduğunu, bir aile mesleği gibi bunu devam ettirdiğini düşünmemiştim. O da benim gibi nesilden nesle geçen bir işle meşgul oluyordu fakat benim aksime bunu severek ve gönüllülükle yapıyordu. İşinden bahsederken yüzünde yaptığı işten, yaşadığı hayattan memnun değilmiş gibi bir hali yoktu çünkü. Kendimi bir kez daha şanssız hissettim.
"Buradaki herkes gemiyle ilgileniyor o zaman, doğru mu anlıyorum?" diye sordum. Gözlerini kısarak "Kısmen öyle de denilebilir." dedi.
"Uras'da bu alanla ilgileniyor, tecrübe olsun diye bizimle daha çok. Paşa'nın yaşına bakarsak açık denizde benden daha tecrübeli olduğu kesin. Genco ise fotoğrafçıdır, her sene fotoğraf sergisi düzenler belirli yerlerde. Bu seferki serginin konusu bir deniz hikayesi. Denizle ilgili her şey, her an, her yaşanan... Yakamozla gitmemizin bir sebebi de bu sayılır."
İnsanlar bu dünyada giymek istedikleri bir ceket varsa, ruh sağlığı yerinde kimselerse veyahut sapkın düşüncede bile olsalar amaçları uğruna yaşarlardı. Herkesin gitmek istediği yokuşlu da olsa bir yolu vardı ve görünen o ki burada yönünü şaşırmış ya da bir yolu bile olmayan tek kişi benim. Gökten inercesine dahil olduğum bir yol vardı fakat sonunun nereye varacağını bilmediğim sapaklarda ayaklarım olmadan yürüyormuşum gibi hissediyordum. Varacağım yer bir uçurum da olabilirdi bir ferahlık da.
Anlayışlı bir ifadeyle başımı salladım, artık dumanı tütmeyen kahvemden birkaç yudum birden aldım ve bu belirsizlik dolu günlerin eziyeti ne zaman bitecek diye öğrenmek istedim. En azından elimde net bir şey olsun istedim.
"İtalya'ya ne zaman varacağız peki? Kaç gün ya da kaç saat?"
Gözlerime bakıp biraz düşündü, bu süre zarfında ben de ayırmadım gözlerimi ondan. İnsanların gözlerine bakamamak, bunu sürdürememek gibi bir problemim yoktu. Gözlerimi kaçırarak ona karşı bir zayıflık göstermek istemiyordum ve genelde de ikili konuşmalarda bakışlarını karşısındakinden en son ayıran kişi ben olurdum.
"Bu geceden itibaren saymaya başla, sekizinci gün sabaha karşı İtalya'dayız."
Başlangıçtan tam bu âna kadar iki gün geçmişti fakat hissedilen yirmi gün gibiydi. Ve onlarla birlikte geçecek sekiz yeni gün daha... Yeni hislere, yeni tecrübelere gebe olan dolu dolu sekiz gün. Hiçbir şeyi gözümde büyütmüyordum; yaşayacaklarımı, hissedeceklerimi ve karşılaşabileceğim her şeyi... Bu noktada bana düşen tek şey hayatımın bir köşesinde durup figüranlık yapmaktı veya yaşanılacak her şeye yüz yıllık bir aşinalıkla uyum sağlayacaktım.
Şimdiyse bu yeni gerçeği kabullendim ve sekiz günlük kısa hikayemin sonunu heyecanla bekledim; her bir saniyesinin en dolu şekilde geçmesini diledim.
***
DEVAM EDECEK...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
