
Dijvan elindeki fotoğrafa uzun uzun baktıktan sonra yarım kalan son rakısını da kafasına dikti. Gözleri bir an kapandı, boğazından aşağı süzülen acı tatla birlikte geçmişin yankıları odada dolandı. Fotoğrafta, siyah beyaz bir anının ortasında gülümseyen yüzler vardı; bazıları artık yaşamıyordu, bazılarıysa uzak diyarlarda kaybolmuştu.
Bardağın soğuk tabanını masaya bıraktığında, ahşap yüzeyde kalan izlere baktı. Parmakları hafifçe titredi. Küllükte yarım kalmış bir sigara, içilmeden sönüp gitmişti. Cebinden bir tane daha çıkardı, ağır hareketlerle yaktı. İlk nefesi ciğerlerini yakarken gözleri hâlâ fotoğraftaydı.
Neden yaptın bunu bana, neden gittin benden?" dedi kederli bir şekilde, yüreğine ağır geliyordu bu sevda. Sesi çatallandı, gözlerinde biriken yaşları belli etmemek için başını hafifçe yana çevirdi. O anlarda sigarasının külü uzamış, düşmek için saniyeleri sayıyordu.
Etrafına bakındı, geç olmuştu ve neredeyse mekân kapanmak üzereydi. Garson, masaların üzerinde kalan boş bardakları topluyor, ağır adımlarla ilerliyordu. Loş ışıkların altında süzülen duman hâlâ havadaydı; tavanın köşesine sıkışmış eski bir şarkı gibi.
Dijvan, sigarasını söndürdü, fotoğrafı sol cebinin üzerine koyup, cebinden biraz para bıraktı masaya sonrada ayağa kalktı ve ceketini omzuna attı. Ceketi omzuna atarken bir an duraksadı. Meyhanenin loş ışıkları altında yüzü gölgelenmişti, gözleri dalgın ama kararlıydı. Ağır adımlarla kapıya yöneldi, yerdeki ahşap tahtalar hafifçe gıcırdadı. Kapıyı iterken içeride kalan sigara dumanı ve eski şarkılarla dolu havayı arkasında bıraktı.
Sokağa adım atar atmaz yüzüne vuran soğuk, ayılmasını sağladı. Cebindeki fotoğrafın varlığını yeniden hissetti. Parmakları istemsizce kumaşı yokladı; oradaydı, hala sıcaktı. Birkaç adım ilerideki sokak lambasının altında durdu. Caddede seyrek geçen araçların farları, yağmurdan ıslanmış asfaltı parlatıyordu.
Dijvan, derin bir nefes aldı. Yapacak fazla bir şey yoktu artık. Beklemek, daha fazla beklemek istemiyordu. Gözlerini kısıp uzaklara baktı; şehrin ışıkları, yıldızsız gökyüzünde birer hayalet gibiydi.
Dijvan, kaldırımların kenarındaki su birikintilerine aldırmadan yürüdü. Ayakkabılarının altından sıçrayan su damlaları, sessizliğin içine düşen ağır birer vuruş gibiydi. Sokak lambalarının solgun ışığı, arada bir önünden geçen kedilerin gölgelerini uzatıyordu. Ancak ne yağmurun soğukluğu ne de ıslak taşların kayganlığı, zihnindeki ağırlığı hafifletebiliyordu.
Cebindeki elleri, istemsizce fotoğrafı aradı. Parmak uçları, kâğıdın kenarlarını yokladı. Yüzündeki ifadeyi bozmamaya çalışarak yürümeye devam etti. Gözlerini önündeki yoldan ayırmadan, düşüncelerini susturmaya çabaladı. Ama olmuyordu. Fotoğraftaki bakış, zihnine mıhlanmıştı sanki; ne kadar uzağa gitse de peşini bırakmıyordu.
Bir zamanlar birlikte yürüdükleri sokaklardan geçerken adımları yavaşladı. Eski bir pastanenin vitrininde solmuş bir afiş gördü. Bir an için duraksadı; hatıralar, yılların tozunu silkerek üzerine çullandı. İçeri girmekle devam etmek arasında kısa bir tereddüt yaşadı ama sonunda başını eğip yürümeyi sürdürdü.
Soğuk, ellerini ısırıyordu ama ceplerinden çıkarmadı. Daha hızlı yürüdü, nefesi buhar olup havada kayboluyordu. Caddenin sonuna geldiğinde, köşedeki bakkalın ışıkları hâlâ açıktı. İçeriden gelen radyonun kısık sesi, eski bir şarkıyı mırıldanıyordu. O an, kalbindeki sızı bir nebze olsun hafifledi.
Sokağın sonunda, neredeyse unutulmuş bir alışkanlıkla başını kaldırdı. Evinin ışıkları kapalıydı. Merdivenlere adım attığında cebindeki anahtarların soğukluğu avucuna yayıldı. Kapıyı açarken içeri dolan sessizlik, dışarıdaki rüzgârdan daha keskin geldi.
Ceketini çıkarıp askıya astı, ayakkabılarını gelişigüzel bir kenara bıraktı. Salonun ortasında durup bir süre etrafına baktı; fazla düzenli, fazla sessizdi. Cebindeki fotoğrafı usulca çıkarıp masanın üzerine bıraktı.
Sandalyeye çöküp yüzünü ellerine gömdü. Zihni hâlâ bulanıktı, düşünceler birbirine dolanıyordu. Masanın üzerindeki fotoğraf, usulca nefes alıyormuş gibi duruyordu. Parmaklarıyla kenarlarını düzeltirken, gözlerini kaçırdı.
Bir sigara yakmak istedi ama vazgeçti. Pencereye doğru yürüyüp dışarı baktı; yağmur ince ince devam ediyordu. Sokak lambalarının aydınlattığı ıslak yolda, kendi adımlarının izini seçmeye çalıştı ama nafileydi. Zaman geçtikçe, odanın karanlığı daha da yoğunlaştı. Ve Dijvan, sırtını pencereye yaslayıp gözlerini kapattı. Dışarıda yağmur dinmiyordu. İçinde ise daha büyük bir fırtına kopuyordu.
Ne kadar süre geçti ya da uyumuş muydu, bilinmez ama dışarıdan gelen seslerle gözlerini açtı. Göz kapakları ağırdı, başı arkasındaki duvara yaslanmıştı. Pencerenin ötesinden gelen gürültü, birbirine karışmış ayak sesleri ve uzakta kalan motor uğultularından ibaretti. Bir an nerede olduğunu kavrayamadı; karanlıkta seçebildiği tek şey, masanın üzerindeki fotoğrafın silik hatlarıydı.
Koltuğa nasıl geçtiğini hatırlamıyordu. Üzerine çöken yorgunluk, saatlerce süren bir uykunun sersemliğinden çok daha ağırdı. Ellerini yüzüne götürüp ovuşturdu, alnındaki soğuk teri fark etti. Dışarıda yağmur dinmişti ama rüzgarın uğultusu hala sürüyordu.
Ayağa kalkarken dizleri titredi, birkaç adım atıp pencereye yaklaştı. Perdenin aralığından dışarı baktı; sokak lambalarının altı boştu, asfalt hala ıslaktı. Birkaç kat aşağıdan gelen sesler, iki kişinin tartışmasına benziyordu. Kelimeler seçilemiyordu ama tonlamalar keskin ve öfkeliydi.
Dijvan, perdeyi kapatıp derin bir nefes aldı. Oda soğumuştu, kaloriferin boruları tıslıyordu ama ısıtmıyordu. Mutfak tezgahındaki yarım kalmış çaydanlığa göz gezdirdi ama üzerine gitmedi. Bunun yerine masaya döndü, parmakları istemsizce fotoğrafı buldu.
Fotoğrafa bakarken zaman yeniden büküldü sanki; geçmişle şimdiki an arasındaki sınır inceldi. Gözlerini kaçırmak istedi ama yapamadı. Bir nefes aldı, kesik ve yarım. Yıllar öncesine ait, yüzünde hüzünlü bir gülümsemeyle bakan gözler, kendi bakışlarını delip geçiyordu.
Birden kapının altından gelen ışık çizgisi kesildi. Adımları temkinliydi ama kalbi hızlanmıştı. Dinledi; evet, yanlış değildi. Biri kapının önünde duruyordu. Nefesini tutup bekledi. Bir tıkırtı. Ardından üç kez tekrarlanan, hafif ama belirgin bir kapı vuruşu.
Dijvan’ın boğazı kurudu. Bir an için yerinden kıpırdayamadı. Sonra derin bir nefes alıp kapıya doğru yürüdü, adımları ağır ama kararlıydı. Kapının önünde durup tereddüt etti; elini tokmağa uzattığında parmakları hafifçe titredi.
Kapıyı araladığında karşısında duran kişi, yağmurun izlerini taşıyordu. Saçlarından süzülen damlalar omuzlarına iniyordu. Göz göze geldiklerinde, zaman yeniden durdu. Hiçbir kelime, bu kadar ağır bir sessizliği bozmaya yetmezdi.
" Bana yardım edin lütfen," dedi kadın nefes nefese, Dijvan’ın karşısında. Sesi titrek ve aceleciydi, sanki bu kelimeleri söyleyebilmek için tüm gücünü toplamış gibi. Omuzlarından yağmur damlaları süzülüyor, saçları ıslak tutamlar halinde yüzüne yapışmıştı. Gözleri telaş ve korkuyla büyümüştü, bakışlarında çaresizlik vardı.
Dijvan, bir an için donup kaldı. Kapının eşiğinde dikilen kadını süzdü; soluk soluğaydı, bir eli hâlâ kapının kenarında, sanki düşmemek için tutunuyormuş gibi. İçeri girmekle kaçmak arasında sıkışmış gibiydi. "Ne oldu?" diye sordu Dijvan, sesi beklenmedik bir şekilde yumuşaktı. Ama gözleri dikkat kesilmişti, kadının arkasındaki karanlık koridora kaydı. Birilerini bekliyormuş gibi.
"Onlar... peşimde," dedi kadın, kelimeleri zar zor toparlayarak. "Lütfen... saklanmam lazım." Dijvan’ın kaşları çatıldı ama hiçbir şey söylemedi. Bir saniyeden daha kısa bir süre tereddüt etti, sonra kapıyı biraz daha araladı. "Gel içeri," dedi alçak bir sesle. Kadın, teşekkür etmeye bile fırsat bulamadan içeri daldı. Kapı kapanırken dışarıdaki soğuk ve yağmurun uğultusu kesildi. Kadın salonun ortasında durdu, nefesi düzensizdi. Gözleri etrafı tararken ellerini kendine sarıp titremesini bastırmaya çalıştı.
Dijvan, bir süre boyunca tek kelime etmeden onu izledi. Bu kadar korkmuş olmasına bir anlam veremiyordu. Kadının pardösüsünün kenarından sızan kan lekesini fark ettiğinde nefesi kesildi."Yaralısın," dedi, gözleri kan lekesine sabitlenmişti. "Önemli değil," diye geçiştirdi kadın, sesi hâlâ telaşlıydı. "Onlar... buraya kadar gelirlerse..."
"Kim?" diye sordu Dijvan, sesi alçaktı ama içinde bir diken saklıydı.Kadın, cevap vermedi. Gözleriyle sanki her an bir yerden biri çıkacakmış gibi etrafı süzmeye devam etti. Dizlerinin bağı çözülmüş gibi sendeleyerek masanın kenarına tutundu. Parmakları beyazlaşana kadar sıkmıştı.
Dijvan, bir küfür savurup ona doğru yürüdü. "Otur," dedi, sesi bu kez daha sertti. Kadın direnmedi, neredeyse bayılacak gibi sandalyeye çöktü. Mutfaktan temiz bir bez alıp geldiğinde kadın hâlâ titriyordu. Pardösüsünü sıyırmaya çalışırken sanki bir şey söylemek ister gibi bakıyordu ama kelimeler diline takılıp kalıyordu.
"Kim peşinde?" diye sordu Dijvan tekrar, bu kez daha sabırsızca. Kadın, gözlerini kaçırdı. Elleriyle sarsakça pardösüsünü düzeltmeye çalıştı ama kan lekesi daha da belirginleşmişti. En sonunda pes edip derin bir nefes aldı.
"Zaman yok," dedi, sesi çatallıydı. "Sadece... bana güven." Dijvan bir an duraksadı, kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti. Ama kadının bakışlarındaki çaresizlik, daha fazla sorgulamasına engel oldu. Bezi bastırıp kanamayı durdurmaya çalışırken kendi kalp atışlarının hızını duyabiliyordu.
"Sana yardım edeceğim," dedi kısık bir sesle. "Ama her şeyi anlatman gerek." Kadın, gözlerini kapatıp başını hafifçe salladı. O an, Dijvan fark etti. Ne anlatırsa anlatsın, bu gecenin bir sabahı olmayabilirdi.
🌹🌹🌹
"Siktir yaa, neden böyle oldu ki şimdi?" diyen Behram'ın sesiyle uykumdan uyandım. Gözlerimi aralamadan önce derin bir nefes aldım, odada yankılanan sinirli adımlarını dinledim. Perdeler tam olarak kapalı olmadığı için hafif bir loşluk vardı ve bu, sabah mı akşam mı olduğunu kestirmemi zorlaştırıyordu.
"Ne oldu yine?" dedim, sesim hâlâ uykulu ve kısıktı. Yatakta oturup uykumun açılmasını bekledim. Behram, uyanmamla birlikte bana döndü, elinde beyaz bir gömlek vardı. Yüzündeki sinirle karışık şaşkınlık ifadesi dikkatimi çekti.
"Gömlekte bir kırışıklık var, gitmiyor. Sabah sabah sinirim bozuldu," dediğinde güldüm. İçimdeki huzursuzluk bir anlığına dağıldı. Behram, elindeki gömleği koltuğa fırlatıp gardıroba yöneldi. Kapakları sertçe açarken mırıldandığını duydum; söylenmesi her zamanki gibi, ama altında gizli bir telaş yoktu. "Bu kadar büyütme ya," dedim hâlâ gülerek. "Bildiğin kırışıklık işte."
Behram gardıroptan siyah bir uzun kollu tişört aldı, siyah bir pantolon alıp gardıropun kapaklarını kapattı ve giyinmek için banyoya gitti, Behram gittiğinde yataktan kalktım. Odanın içine giren güneş ışınlarının hafif loş ışığında etrafa bakındım; yerde düzensizce bırakılmış birkaç kitap, masanın üzerinde yarım kalmış bir kahve fincanı ve açık bırakılmış bir pencere. Soğuk hava içeri süzülüyordu, tüylerimi ürperten o hafif esintiyle kendime geldim. Ayaklarımı halıya sürterek pencereye doğru yürüdüm,güneş yeni bir güne merhaba diyordu dışarıda, boş avluya baktım bir an.
Behram'ın banyoda suyun sesini açtığını duydum. Bir an için içimdeki huzursuzluğu bastırmaya çalışarak derin bir nefes aldım. Yatağın kenarına oturup elimle örtüyü düzelttim. Kafamda dönüp duran düşüncelerle uğraşırken, masanın üzerindeki telefonuma gözüm takıldı. Ekranda yeni bir mesaj yoktu.
Banyodan gelen su sesi kesildiğinde, kapının kolu hafifçe döndü ve Behram çıktı. Siyah tişört ve pantolon içinde, yüzü her zamanki gibi ciddi ve düşünceliydi. Göz göze geldiğimizde bir an duraksadı, ardından yaklaşarak karşıma geçti.
"Erken uyandın," dedi, sesi yumuşak ama temkinliydi. "Uyuyamadım," diye cevap verdim. "Nereye gideceksin bu saatte?" Bir anlık sessizlik oldu. Behram, bakışlarını benden kaçırıp pencereye kaydırdı. Parmaklarını hafifçe ensesinde gezdirirken derin bir nefes aldı.
"Halledilmesi gereken bazı işler var," dedi. Sözlerinin ardındaki ağırlığı hissettim, ama üstüne gitmedim. Ayağa kalkıp yanına yaklaştım, elimi koluna koyarak onu durmaya zorladım. "Dikkatli ol," dedim sadece, sesim istemsizce titremişti.
Behram, dudaklarında belirsiz bir tebessümle başını hafifçe eğdi. "Merak etme," diye mırıldandı, sesi bu kez daha yumuşaktı. "akşam olmadan dönerim ." Behram'ın sözlerine karşılık başımı salladım, ama içimdeki sıkıntı bir türlü geçmiyordu. Onun gözlerine bakarken, geri dönüp dönmeyeceğini gerçekten bilmediğimizi ikimiz de farkındaydık. Yine de kelimelere dökmüyorduk; sessizlik, ikimizin de kaçındığı bir gerçeği örtbas eden ince bir örtüydü.
Behram, usulca kolumu bıraktı ve kapıya yöneldi. Elini kapı koluna koyduğu an, bir anlık tereddütle duraksadı. Arkasını dönmeden, "Kahvaltı yapmayı unutma," dedi. Sesindeki o küçük, sıradan ayrıntı bile fazla gelmişti o an.
"Tamam," diye fısıldadım, sesim neredeyse duyulmayacak kadar hafifti.
Kapı kapanıp da yalnız kaldığımda, derin bir nefes verip odanın sessizliğinde dikildim. Pencereye yönelip Behram’ın aşağı inerkenki siluetini görmeye çalıştım ama çoktan gözden kaybolmuştu. Sokak, bomboş ve sessizdi.
Behram gittikten sonra gardıropa yöneldim, kapaklarını açıp içinden uzun kollu kırmızı elbisemi aldım ve kapakları kapatıp giyinmek için banyoya gittim.
Elbiseyi giyip banyodan çıktığımda, odanın sessizliği daha da derinleşmiş gibiydi. Uzun kollu kırmızı elbise, tenimde hafif ama güven verici bir his bırakmıştı. Aynadaki yansımama kısa bir süre baktım; gözlerimdeki huzursuzluğu saklayamıyordum. Saçlarımı aceleyle tarayıp topladım, hafif bir ruj sürdüm. Sanki dışarıdaki kaosu görmezden gelmeye çalışır gibi, kendimi toparlamaya çabalıyordum.
Hazır olduğumun kanaatine vardıktan sonra odadan dışarı çıktım, merdivenlere yönelip sessiz adımlarla aşağı indim. mutfaktan gelen tabak sesleri ve hafif bir çay kokusu merdiven boşluğunu dolduruyordu.
Aşağı indiğimde Meryem Hanım'ı mutfakta, pencere kenarındaki masada kahvaltısını yaparken buldum. İnce porselen fincanını dikkatlice tutmuş, tam karşısındaki gazetenin üzerine eğilmişti. Hafifçe kalkan kaşlarından ve dudağının kenarındaki belli belirsiz sıkıntıdan, okuduğu haberden pek memnun olmadığını anlamak zor değildi.
Kapının eşiğinde durup onu izlediğimi fark edince, başını kaldırıp bana doğru baktı. Yüzündeki ciddi ifadeyi bozmadan,
"Daha ne kadar bekleyeceksin," dedi, masayı işaret ederek. "Gelsene."
Sesinde hafif ama buyurgan bir ton vardı. Tereddüt etmeden adımımı atıp sandalyeme geçip oturdum. Ben oturur oturmaz yardımcılar çayımı doldurdu, ince belli bardağın buğusu hafifçe yüzüme vurdu. Masada çeşit çeşit peynirler, zeytinler ve sıcacık ekmekler sıralanmıştı. Meryem Hanım, karşımdaki yerinden bakışlarını bir an bile kaçırmadan beni izliyordu.
Elimle fincanı kavrayıp küçük bir yudum aldım. Sıcaklık içimi hafifçe ısıttı ama bakışlarının üzerimdeki ağırlığı geçmedi. Göz ucuyla ona baktım; gri saçlarını her zamanki gibi düzgünce toplamış, sırtını dimdik tutmuştu. Onun yanında kendimi her zaman olduğundan daha genç ve tecrübesiz hissediyordum.
"Behram erkenden çıktı," dedi sonunda, sesi ölçülü ve sakin. "Yine tek kelime etmeden. Seni uyandırmak istememiş sanırım."
Başımı hafifçe salladım, çayı karıştırırken bakışlarımı bardağın içine diktim. "Bir işi vardı sanırım," dedim. Sesim olabildiğince kayıtsız çıkmaya çalıştı ama pek başarılı olamadım.
Meryem Hanım, hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Hep bir işi var zaten," dedi, belli belirsiz bir alayla. Sonra, sanki konuyu uzatmak istemiyormuş gibi peynir tabağını bana doğru itti. "Ye biraz. Bu kadar zayıf kalmanın âlemi yok."
Sözlerinde bir azarlama yoktu ama alıştığım bir kesinlik vardı. İtiraz etmeden tabaktan bir parça peynir aldım. Onun yanında sessiz kalmak, fazla sorgu suale maruz kalmamın en iyi yoluydu.
Ama Meryem Hanım, çayından bir yudum alıp ince dudaklarını büzerek bana baktığında, bu sessizliğin uzun sürmeyeceğini fark ettim.
"Behram nereye gitti, bir şey dedi mi?" diye sordu, gözlerini kısıp beni tartarken.
Elimdeki çatalı istemsizce sıktım. "Hayır," dedim, içimdeki huzursuzluğu saklamaya çalışarak. "Bir şey söylemedi." Meryem Hanım’ın bakışları, sözlerimi tartar gibi ağırlaştı. Sonunda, hafif bir iç çekişle gazeteyi katlayıp kenara koydu.
"Bu çocuk," dedi, daha çok kendine söyler gibi. "Başına iş açacak, korkarım."
Gözlerimi kaçırdım. Bir şey söylemem gerektiğini biliyordum ama içimdeki düğümden bir kelime bile çıkmadı. Meryem Hanım, bu sessizliği fazla uzatmadan tekrar konuştu.
"Sen de dikkat et," dedi, sesi yumuşak ama uyarır gibiydi. "Bu aralar her şey biraz... karışık."
Bakışlarımız kesişti. Sözlerinin ardında daha fazlası olduğunu biliyordum ama sormadım. O da anlatmadı. Masada sessizlik ağırlaşırken, dışarıdan geçen bir arabanın sesi pencerenin camına çarpıp dağıldı. Çayın buğusu hâlâ incecik yükseliyordu. Ama içimdeki soğukluk, geçmek bilmiyordu.
🐥🐥🐥
Behram yumruklarını sert bir şekilde masaya indirdi, biliyordu böyle olacağını o ne kadar diklensede ferzan durmayacak aksine daha da kızdıracaktı
" nasıl amınakoyayım nasıl, bu herif nasıl öğrendi herşeyi kim?" dedi, Dijvan, gözlerini hafifçe kıstı ve derin bir nefes aldı. Behram’ın öfkesi odada kasırga gibi esiyor, ama o, yılların getirdiği bir alışkanlıkla sakinliğini koruyordu. Yavaşça doğruldu, masanın kenarına yaslandı ve kollarını göğsünde birleştirdi.
“Bağırarak çözemezsin bunu,” dedi sakince. “Önce bir dur, düşün. Kimse senden habersiz hareket edemezdi, biliyorum. Ama belki de…” Sözlerini yarıda kestim. Dijvan bir süre ne diyeceğini şaşırdı ve en son da " her kim ise buradan yada başka bir yerden ama merak etme bulacağız onu ve ferzana bunun hesabını soracağız ama ilk önce sakin ol" dedi
Behram, derin derin nefes alırken dişlerini sıkarak bir adım geri çekildi. Yumruk yaptığı ellerini zorla gevşetti ve gözlerini kısıp " bul her kim ise dijvan bul ve onu bana getir" dediğinde dijvan başını salladı ve odadan dışarı çıktı
Dijvan, koridorun loş ışığında hızlı ama sessiz adımlarla ilerlerken aklı hâlâ dün gece gelen kızdaydı. Telaşla içeri daldığında gözlerindeki korku ve çaresizlik, yalan söylemediğinin en açık kanıtıydı. Adımlarını hızlandırdı, duvarların arasından yankılanan sessizliği kesintisiz bir uğultu gibi hissediyordu.
Kızın adı Nur 'du . İnce yapılı, ama gözlerinde hayatı boyunca kaçıp saklanmaktan yorulmuş birinin bakışı vardı. Babasının borçları yüzünden peşinde olanların kim olduğunu söylemekten kaçınmıştı ama Dijvan, onun bu korkusunun sıradan tefecilerle ilgili olmadığını sezmişti. Daha derin, daha karanlık bir şeyler vardı.
Merdivenlerden inip köşeyi döndüğünde Numan’ı kapıda beklerken buldu. Numan, iri yarı ve güvenilir bir adamdı, gözleriyle selam verip kapıyı araladı.
“Getirdim dediğin gibi,” dedi alçak sesle. “Ama hâlâ tedirgin. Konuşmak ister misin?”
Dijvan başını salladı ve içeri girdi. Küçük, penceresiz odada yalnızca tek bir sandalye ve eski bir masa vardı. Nur , sandalyede oturmuş, ellerini birbirine kenetlemişti. Gözleri kapıda, omuzları hafifçe titriyordu. Dijvan’ın içeri girdiğini görünce bir an irkildi ama sonra bakışlarını kaçırdı.
“nur ,” dedi yumuşak bir sesle. “Korkmana gerek yok. Burada güvendesin.”nur , titrek bir nefes aldı ve güçlükle başını kaldırdı.
“Ya onlar?” diye fısıldadı. “Beni bulurlarsa, burada olduğumu öğrenirlerse… O zaman ne olacak?”
Dijvan, sandalyeyi çekip karşısına oturdu. Gözlerinde sakin ama kararlı bir ifade vardı.
“Bunu engelleyeceğiz,” dedi kesin bir dille. “Ama senin de bize yardım etmen gerek. Kim olduklarını, ne istediklerini anlatmalısın.”
Nur 'un gözleri buğulandı, ellerini biraz daha sıktı. Bir an ne diyeceğini bilemedi, dudakları titredi ama sonunda derin bir nefes alıp başını salladı.
“Babam…” diye başladı zorlukla. “O… kötü adamlara bulaştı. Paraya ihtiyacı vardı ve onlar yardım eder gibi göründüler. Ama sonra… borç katlanmaya başladı. Babam ödeyemedi. Onlar da… ilk önce dükkânı aldılar. Sonra evi. En sonunda… babamı.”
Dijvan’ın gözleri karardı ama sabırla dinlemeye devam etti.
“Kim bu adamlar, nur ?” dedi sakince. “Bir isim, bir iz bile olsa işimize yarar.”
Nur bir an tereddüt etti ama sonra dudaklarının arasından tek bir kelime döküldü “Adem…” dedi fısıltıyla. “Adem Kara.”
Bu ismi duyar duymaz Dijvan’ın yüzü gerildi. Adem Kara, hem acımasızlığı hem de gizliliğiyle nam salmış biriydi. Behram’ın bölgesine defalarca kez sızmaya çalışmış, ama her seferinde geri püskürtülmüştü. Eğer gerçekten onun parmağı varsa, bu sadece kişisel bir hesap değil, çok daha büyük bir oyunun parçası olabilirdi.
Dijvan, derin bir nefes alıp ayağa kalktı.
“Tamam,” dedi sert ama güven verici bir sesle. “Şimdi burada kal. Numan dışarıda, merak etme. Ben de bu işi Behram’a anlatacağım.”
Nur , hafifçe başını salladı ama gözlerindeki korku hâlâ dinmemişti. Dijvan kapıyı kapatıp dışarı çıktığında dişlerini sıkarak hızla ilerledi. Adem Kara bu işin arkasındaysa, çok daha dikkatli olmaları gerekecekti. Ve bu bilgi, Behram’ın öfkesini daha da körükleyecekti.
🐥🐥🐥
Kolumdaki saate bir kez daha baktım. Akrep ve yelkovan sanki inadına ağır ağır ilerliyordu. Saat sekize geliyordu ve Behram hâlâ ortada yoktu. İçimdeki sıkıntı giderek büyüyordu; sanki midemde ağır bir taş varmış gibi. Bir kez olsun arasa, bir haber verse… Ama telefonum sessiz, ev bomboştu.
Tam o sırada kapı çaldı. Hafifçe irkildim, nefesimi farkında olmadan tutmuşum. Kendimi toparlayıp kapıya döndüm. Evin yardımcısı başını hafifçe eğerek kapının eşiğinde bekliyordu.
“Hanımım, Meryem Hanım sizi masaya bekliyor,” dedi kibar ama kararsız bir sesle.
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Meryem Hanım… Behram’ın annesi. Onunla aynı masaya oturmak her zaman zordu; bakışları fazlasıyla keskin, sözleri ise fazla ölçülüydü. Onun yanında hep tetikte olmam gerekiyordu ve şu an buna hiç hazır değildim.
Ama başka seçeneğim yoktu. Derin bir nefes alıp kendimi toparladım.
“Tamam,” dedim, sesimden olabildiğince kararlı çıkmaya çalışarak. “Geliyorum.” dedikten sonra odadan çıktım ve merdivenlere yöneldim.
Merdivenlerden inerken ellerimi farkında olmadan birbirine kenetledim. Yemek salonunun kapısına yaklaştıkça kalbim hızla çarpıyordu. Bir şeylerin ters gittiğini hissediyordum ama ne olduğunu bilmiyordum. Behram’ın yokluğu, bu sessizlik… İçimde kötü bir his vardı ve bastıramıyordum.
Kapıyı açtığımda Meryem Hanım çoktan masaya oturmuştu. Siyah ipek şalı omuzlarından zarifçe dökülmüş, yüzünde ifadesiz bir sakinlik vardı. Gözlerini bana çevirirken bile tek bir kası oynamadı. Onun bu soğukkanlılığı her zaman ürpertici gelmişti bana.
“Hoş geldin,” dedi ağır ağır. “Geç kalmadığın için sevindim.”
Sesinde bir sitem yoktu ama bu sözlerin ardında bir ima vardı sanki. Başımı hafifçe eğip karşısındaki sandalyeye oturdum. Gözlerim istemsizce boş olan başköşeye, Behram’ın her zaman oturduğu yere kaydı. Sandalyenin boşluğu içimi daha da daralttı.
Meryem Hanım da o tarafa baktı ama yüzünde en ufak bir endişe belirtisi yoktu.
“Behram gecikecek sanırım,” dedi sakin bir sesle. “Bir şey söylemedi ama önemli bir işi olmalı.”
Öyle bir tonda söylemişti ki, sanki her şey kontrol altındaymış gibi. Ama gözlerindeki soğuk parıltı bana başka bir şey anlatıyordu. Başımı eğip usulca sordum:
“Haberi yok mu sizde?”
Bir an sustu. Sonra bıçağını alıp yavaşça önündeki ekmeği kesti.
“Hayır,” dedi kısa ve net. “Ama merak etmeye gerek yok. O, işini bilir.”
Sanki bu kadar basitmiş gibi… Ama içimdeki huzursuzluk dinmedi. Masanın altında ellerimi sıktım, dudaklarımı aralayıp soruyu sorarken bile tereddüt ettim.
“Ya… ya bir şey geldiyse başına?”
Meryem Hanım bıçağı bir kenara bırakıp bana baktı. Bakışları, odanın soğuk havasını daha da keskinleştirdi.
“Sen,” dedi ağır ve vurgulu bir sesle, “Behram’a güvenmiyor musun?”
Bu soru, sıradan bir soru değildi. Gözlerindeki tehditkâr ışıltıyı görmemek imkânsızdı. Yutkunup başımı iki yana salladım.
“Elbette güveniyorum,” dedim çabucak. “Sadece… endişelendim.”
Bir an sessizlik oldu. Meryem Hanım, gözlerini benden ayırmadan sandalyesine yaslandı.
“Endişelenmene gerek yok,” dedi sakin ama keskin bir sesle. “Behram güçlüdür. Ve kimse ona kolay kolay zarar veremez.”
Sözlerindeki kararlılık içimi bir nebze olsun rahatlatsa da, içimdeki sıkıntı hâlâ geçmemişti. Masanın üstündeki mumun titrek alevine bakarken farkında olmadan dua etmeye başladım.
Lütfen, bir şey olmasın…
Ama içimdeki ses, bu gecenin uzun olacağını söylüyordu.
Yemek servisi yapılırken kapı açıldı
Behram’ın gelişini görmek içimdeki sıkıntıyı bir anda dağıttı. Yüzümde istemsizce bir gülümseme belirdi ve sanki saatlerdir tuttuğum nefesi sonunda bırakabilmiş gibi derin bir nefes aldım. Sağ olduğunu, burada olduğunu görmek… Bir an için başka hiçbir şeyin önemi yoktu.
“Afiyet olsun,” dedi Behram, annesine bakarak. Sesi her zamanki gibi sakindi ama gözlerinde hafif bir yorgunluk vardı. Üzerindeki koyu renkli ceket toz içindeydi ve kravatı hafifçe gevşemişti.
Meryem Hanım, elindeki kaşığı yavaşça tabağın kenarına bıraktı. Gözleri Behram’da, bakışları hem soğuk hem de sorgulayıcıydı.
“Sağ ol,” dedi kısa bir sessizlikten sonra. “Ama saatin kaç olduğundan haberin var mı Behram?”
Bu soru odada ince bir gerilim dalgası gibi yayıldı. Behram, annesinin sözlerini duymazdan geldi. Hiç oralı olmadan kapıyı kapatıp bana doğru yürüdü. Onun bu tavrı her zamanki gibiydi; ne annesinin sitemine ne de bakışlarına aldırmıştı. Yanıma gelip sandalyesini çekti ve oturdu.
Ben de farkında olmadan daha dik oturdum. Yüzümdeki gülümseme hâlâ geçmemişti ama içten içe Meryem Hanım’ın bakışlarını hissediyordum. Behram ise sanki hiçbir şey olmamış gibi sakindi, tabağına uzanırken yüzünde hafif bir ifade belirdi.
“Biraz işim vardı,” dedi kayıtsız bir sesle. “O yüzden geç kaldım.”
Meryem Hanım, kaşlarını hafifçe kaldırıp ince dudaklarını büzdü. Onun bakışlarını bilmesem bu kadar etkilenmezdim belki ama o an masanın üstünde bile buz gibi bir hava esti sanki.
“Öyle mi?” dedi, sesi alaycı bir yumuşaklıkla. “Ne kadar önemliymiş bu iş? Anneni bekletmeye değecek kadar…”
Behram, çatalını eline alıp tabaktaki yemeğe bakarken gözlerinde soğuk bir parıltı vardı.
“Öyleydi,” dedi kısa ve kesin bir tonda. “Gecikmemek için elimden geleni yaptım.”
Bu sözler Meryem Hanım’ın hoşuna gitmemiş olmalı ki derin bir nefes aldı. Ama daha fazla uzatmadı. Kaşığını tekrar eline alıp tabağına döndü, yüzünde ifadesiz bir soğukkanlılıkla.
Ben ise hâlâ rahatlayamamıştım. Behram’ın bu kadar geç gelmesi yetmezmiş gibi, üzerindeki toz ve gözlerindeki yorgunluk… Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi. Başımı hafifçe eğip kısık bir sesle sordum:
“Bir sorun yok, değil mi?”
Behram bakışlarını bana çevirdi. Gözlerinde kısa bir süreliğine olsa da o soğuk ve keskin ifade kayboldu. Yerine daha yumuşak bir şey geldi ama yine de içimi rahatlatmaya yetmedi.
“Merak etme,” dedi, sesi alçak ama güven vericiydi. “Halledilecek bir şey yok.”
Ama bu sözler yeterince ikna edici gelmedi. Onun saklamaya çalıştığı şeylerin olduğunu biliyordum. Gözlerindeki o karanlık ve yorgun bakış… Bir sorun vardı ve Behram bunu belli etmemeye çalışıyordu.
Meryem Hanım da bunu fark etmiş olmalı ki ince bir sesle homurdandı.
“Elbette,” dedi alaycı bir tonda. “Senin hiçbir zaman sorunların olmaz Behram. Ne de olsa her şeyi kontrol altında tutarsın, değil mi?”
Behram, annesinin bu sözlerine cevap vermedi. Çatalını yavaşça bıraktı ve bardağındaki suyu tek bir yudumda bitirdi. Sonra yeniden bana döndü, yüzünde hafif ama belli belirsiz bir gülümsemeyle.
“Sen nasıl geçirdin günü?” diye sordu.
Onun bu ani konu değişimi, Meryem Hanım’ın dudaklarını büzmesine neden oldu ama bir şey demedi. Ben ise ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerim masanın üzerindeki mum ışığında gezinirken dudaklarım kurudu.
“İyi… İyi geçti,” dedim zoraki bir gülümsemeyle. “Sadece… merak ettim seni.”
Behram’ın gözlerinde hafif bir sıcaklık belirdi. Elini yavaşça masanın altından uzatıp parmaklarımı kavradı. Bu sıcak dokunuş, kalbimdeki o sıkıntıyı biraz olsun hafifletti.
“Buradayım,” dedi kısık ama kararlı bir sesle. “Merak etme.”
Birleşen ellerimize baktım. Behram’ın parmakları benimkileri sararken içimdeki bütün o korku ve huzursuzluk yavaş yavaş dağılmaya başladı. Onun elleri hep böyleydi; sıcak, güçlü ve sarsılmaz. Ne zaman elimi tutsa, dünyanın geri kalanı önemsizleşiyor ve sadece onun varlığı kalıyordu. İçimdeki fırtınalar bir anlığına da olsa diniyordu.
Gözlerimi onun ellerinden kaldırıp yüzüne baktım. Behram, Meryem Hanım’ın sert bakışlarına aldırmadan bana dönmüş, hafifçe gülümsüyordu. Yorgun olduğu belliydi ama gözlerinde o tanıdık kararlılık hâlâ parlıyordu. Onun bu hali bana hem huzur hem de güç veriyordu. Bir şey olursa… ne olursa olsun beni koruyacağını biliyordum.
“Bir sorun yok,” diye tekrarladı Behram, sesinde yumuşak ama kararlı bir tonla. “Her şeyi halledeceğim, söz.”
Onun bu sözlerine güvenmek istiyordum. Başımı hafifçe sallayıp zoraki bir gülümsemeyle karşılık verdim ama içimdeki o huzursuzluk tam olarak geçmedi. Meryem Hanım’ın bakışlarını hissediyordum; gözlerini üzerimizden ayırmıyordu. Çatalını tabağın kenarına bırakıp ince bir sesle konuştu.
“Bir sorun yok diyorsun ama hâlâ neler olup bittiğini anlatmadın,” dedi, sesi fazla sakin ve hesapçıydı. “Bu gecikmenin sebebi neydi Behram?”
Behram bakışlarını annesine çevirdi, yüzü yine o tanıdık soğuk ifadeye büründü. Parmakları hâlâ ellerimi sıkıca kavrıyordu, bu bana cesaret verdi.
“Önemli bir şey değil,” dedi kayıtsızca. “Küçük bir aksilik oldu sadece.”
“Aksilik ha?” Meryem Hanım alaycı bir şekilde kaşlarını kaldırdı. “Bu kadar toz içinde döneceğin kadar küçük bir aksilik demek…”
Behram, annesinin bu imasına karşılık vermedi. Çatalını eline alıp tabaktaki yemeğe döndü. Sözlerini daha fazla uzatmamak için mi yoksa gerçekten anlatmak istemediği bir şey mi vardı, anlayamıyordum. Ama bir şeylerin yolunda gitmediği çok belliydi.
Meryem Hanım da bunun farkındaydı. Yüzündeki o soğukkanlı gülümsemeyle devam etti.
“Sen bilirsin,” dedi umursamaz bir tonda. “Ama bazı şeyleri saklamak bazen daha büyük sorunlar açar, unutma.”
Behram’ın çatalı hafifçe duraksadı. Çenesindeki kasların sıkıldığını fark ettim. İçimdeki huzursuzluk yeniden alevlenirken onun gözlerinde beliren o keskin bakışı gördüm.
“Ben ne yapacağımı bilirim,” dedi soğuk bir sesle. “Sen merak etme.”
Masadaki gerilim neredeyse elle tutulacak kadar yoğundu. Başımı eğip parmaklarımızın hâlâ birleşik olduğuna baktım. Behram’ın elleri soğumamıştı, hâlâ aynı kararlılıkla beni tutuyordu. Ama ne kadar saklamaya çalışsa da bir şeylerin ters gittiğini hissediyordum.
Derin bir nefes alıp cesaretimi topladım. Sormak zorundaydım, aksi halde içimdeki bu sıkıntı daha da büyüyecekti.
“Gerçekten iyi misin?” diye fısıldadım, sesim neredeyse duyulmayacak kadar hafifti.
Behram, gözlerini tabaktan kaldırıp bana baktı. Yüzündeki sert ifade bir anlığına yumuşadı.
“İyiyim,” dedi, sesindeki o yumuşak ton yeniden geri gelmişti. “Sadece biraz yorgunum, o kadar.”
Ama ben onun gözlerinde yorgunluktan fazlasını görüyordum. Karanlık bir şeyler vardı, söyleyemediği ve saklamaya çalıştığı bir şeyler…
Meryem Hanım’ın çatalını tabağa bırakıp hafifçe doğrulduğunu fark ettim. Bakışları hâlâ Behram’ın üzerindeydi ama dudaklarında ince bir tebessüm vardı.
“Pekâlâ,” dedi sakin ama tehditkâr bir sesle. “Sen nasıl istersen. Ama umarım o aksilik dediğin şey daha büyük sorunlara yol açmaz.”
Behram dişlerini sıkarak başını hafifçe eğdi. Onun bu halini görünce kalbim sıkıştı. Ne olursa olsun buradan kalktığımızda bana her şeyi anlatmasını isteyecektim. Artık daha fazla bilmemek olmazdı. Ellerimiz hâlâ birleşikti. Ve o an sadece bunun verdiği güvene tutunabildim.
Gergin ortamın eşliğinde yemekler yendikten sonra kahvelere geçilmişti ki kapı çaldı, Meryem hanım behrama bakıp
" biri mi gelecekti" diye sordu, behram başını iki yana salladı " hayır" dediğinde evin yardımcısı kapıya gitti ve kapıyı açtı, kapıda ki kişi tanımam ile beni büyük bir şok dalgası aldı ardından ise ayağa kalktım ve hızla kapıda ki kişiye sarıldım, gelen kişi abimdi.
Abimle yıllardır görüşmemiştik. Onu en son gördüğümde, genç bir delikanlıydım ve hayatın ağırlığı henüz omuzlarıma binmemişti. Şimdi ise karşımdaki adam, yüzündeki çizgiler ve gözlerindeki yorgunlukla yılların izini taşıyordu. Sarıldığımızda zaman sanki bir anlığına durdu, çocukluğuma geri dönmüş gibi hissettim.
"Hoş geldin," dedim, sesim titriyordu.
Abim, hafifçe gülümsedi. "Hoş buldum, kardeşim," diye mırıldandı ve omzuma hafifçe vurdu.
Meryem Hanım ve Behram, şaşkınlıkla bize bakıyordu. Salondaki herkes, bu ani buluşmanın etkisiyle sessizliğe bürünmüştü. Abimle birbirimizden ayrıldığımızda, gözlerimdeki nemi fark etmemem imkansızdı. Onu içeri davet ettim, adımları biraz çekingen ama kararlıydı.
Behram, nezaketle gülümsedi ve elini uzattı. "Hoş geldiniz, buyurun, lütfen," dedi.
Abim tokalaşırken kısa ama dikkatlice gözlerinin içine baktı. "Rahatsız ettim kusura bakmayın, haber vermeden geldim," diye açıkladı.
"Olur mu öyle şey? Sizin gelmeniz bizi mutlu etti," diye araya girdim aceleyle. Sesimdeki heyecanı gizlemek mümkün değildi.
Abim sandalyeye oturduğunda, Meryem Hanım nazikçe sordu: "Kahve içer misiniz?"
"Memnuniyetle," dedi abim, hafif bir tebessümle.
Kahve yapılırken salondaki gergin hava yerini meraka ve bekleyişe bırakmıştı. Gözlerimi abimden ayıramıyordum. Yıllar sonra neden şimdi gelmişti? Onu buraya getiren şey neydi?
" çok özledim abi sizi yaa" dedim ve abime tekrar sıkı sıkı sarıldım, abim bir kolunu bana doladı ve saçlarıma öpücük kondurdu " bende seni çok özledim yavrum, düğününe gelemedim maalesef kısmet bugüneymiş" dediğinde abimin kolunun altından çıktım ve ona baktım
" sorun değil abim sen geldin ya o benim için yeterli" abim sıcacık gülmsedi
Abimin yüzünde beliren sıcacık gülümseme, içimdeki tüm kırgınlıkları ve özlemi bir anda unutturdu. Gözlerimdeki yaşları fark edip başımı eğdim ama o, parmaklarıyla yanağımdaki bir damlayı nazikçe sildi.
"Ah be kardeşim," dedi hüzünle karışık bir sesle. "Ne çabuk büyüdün sen böyle…"
Elimi tutup hafifçe sıktı, parmaklarının sertliği ve nasırları yılların zorluğunu anlatıyordu. Salonda hâlâ meraklı bakışlar üzerimizdeydi. Meryem Hanım ve Behram, sessizce olan biteni izliyor, kimse bu duygusal anı bozacak cesareti bulamıyordu.
Meryem Hanım, yüzünde şefkat dolu bir ifadeyle araya girdi: "Buyurun, kahvenizi getireyim."
Abim başıyla teşekkür etti. Kahveler getirilirken ben hâlâ ona bakıyor, gerçekten burada olduğuna inanmaya çalışıyordum. Kardeşimin gözlerindeki yorgunluğu ve derinlerde sakladığı sızıyı fark etmemek imkânsızdı.
Abim kahvesinden bir yudum aldıktan sonra gözlerini bana dikti. "Nasılsın, mutlu musun bari?" diye sordu, sesi yumuşaktı ama içinde derin bir merak saklıydı.
Gözlerim istemsizce Behram'a kaydı, o da sessizce bizi izliyordu. "Evet abi," dedim hafifçe gülümseyerek. "Mutluyum, merak etme."
Abim bir an bakışlarımı takip etti, ardından Behram'a dönüp ciddi ama samimi bir ifadeyle başını salladı. "Sana emanet ettik kardeşimizi," dedi, sesinde abilikten gelen bir otorite vardı.
Behram sakin bir tebessümle karşılık verdi. "Merak etmeyin, gözüm gibi bakıyorum ona," dediğinde yüzünde bir ciddiyet vardı.
Bu sözler içimi ısıttı. Abim derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. Yüzünde kısa bir rahatlama belirdi " şüphem yok delikanlı adını duyduk dijvan ile bir çok yardımda elin varmış sevilen sayılan adamsın "
Behram, abimin sözleri karşısında hafifçe gülümsedi ama bakışlarındaki ciddiyet değişmedi. "Estağfurullah, elimizden geleni yapıyoruz sadece," dedi alçakgönüllü bir tonda.
Abim başını salladı. "Mütevazılık etme," dedi, gözlerinde hafif bir parıltı vardı. "Dijvan güvenilir bir adamdır, onunla birlikte iş yapıyorsan demek ki doğru yoldasın."
Bu sözler Behram'ın yüzünde kısa bir rahatlama yarattı ama bakışlarında hala temkinli bir bekleyiş vardı. Ben ise şaşkınlıkla abime bakıyordum. Dijvan'ın adını duyması, hatta onunla ilgili bu kadar bilgi sahibi olması beni hem şaşırtmış hem de meraklandırmıştı.
"Abi, sen nereden biliyorsun Dijvan'ı?" diye sordum dayanamayıp. Abim kahvesinden bir yudum daha alıp bardağı masaya bıraktı. Gözleri uzaklara dalmış gibiydi. "Ah kardeşim," dedi hafif bir tebessümle. "Bu dünya sandığından daha küçük. Eski dostlar, yeni tanıdıklar... yollar bir şekilde kesişiyor işte." dedi kederli bir şekilde.
Abim ile uzun uzun sohbet ettik, bazen benim küçüklüğümden bazen yaramazkıktan bazen de amcamın sırf kendi oğlunun canı için behrama berdel yapmasından konuştuk ama en sonunda ise yine tebessüm edip güldük...
Saat gece yarısına gelirken abim evden ayrıldı, ayrılırken bir süre buralarda olacağını da söyledikten sonra gitti. Abim gittikten sonra behram ile odaya çıktık, odaya çıktığımız da ikimiz de öylece kala kaldık " Aydan sen odanın düzenini mi değiştirdin" diye sordu, başımı iki yana salladım " hayır ben yapmadım" dediğim de " o zaman koltuk nerede kızım" dedi
Behram’ın sözleriyle irkilip odaya dikkatlice baktım. Gerçekten de pencerenin yanında duran büyük krem rengi koltuk yoktu. "Ben… bilmiyorum," dedim şaşkınlıkla. "En son sabah buradaydı, nasıl…"
Behram, kaşlarını çatarak odanın içine doğru birkaç adım attı. Etrafı dikkatlice süzerken yüzü daha da ciddileşti. Dolabın kapaklarını, komodinin çekmecelerini kontrol etti ama bir tuhaflık bulamadı.
"İlginç," dedi hafifçe mırıldanarak" yardımcılara sorarız şimdi "dedi ve odadan çıkmak üzereyken Meryem hanım geldi, bakışları ile odanın içini süzdükten sonra" hayırdır ne oldu "
Behram, kapının eşiğinde durmuş, Meryem Hanım’ın sorusu üzerine hafifçe kaşlarını kaldırdı. Bakışları hala koltuğun olması gereken boş köşeye takılıydı, behram " daye odada ki büyük koltuk nerede " diye sordu. Meryem hanım ise çenesini kaldırıp" Ben tanıştım fazlalık yapıyordu odanızda hem bak ne güzel ferahlamış oda "Behram, Meryem Hanım’ın bu kadar rahat ve umursamaz cevabı karşısında bir an afalladı. Kaşlarını hafifçe çatarak ona döndü.
"Daye," dedi hafifçe kısılmış gözlerle " sen benim ile dalga mı geçiyorsun" diye sordu " hayır dalga geçmiyorum olması gereken oydu odanız açılmış" Behram, Meryem Hanım’ın bu kadar sakin ve ısrarcı tavrı karşısında çenesini hafifçe sıktı. Bakışları daha da sertleşmişti " anne lütfen o koltuğu geri getirsinler hemen" dedi Behram, Meryem hanım ise umursamadan " maalesef satıldı koltuk" dedi ve arkasını dönüp odadan dışarı çıktı.
Behram, Meryem Hanım’ın umursamazca söylediği son sözler üzerine bir an dona kaldı. Gözleri, şaşkınlıkla açılmış halde annesinin arkasından bakarken çenesini iyice sıktı. Odaya çöken sessizlikte, Behram’ın nefes alıp verişleri bile duyulabiliyordu.
"Ne demek satıldı?" dedi, sesi alçak ama dişlerinin arasından zorla çıkıyormuş gibiydi. "Daye! Bekle bir dakika!"
Ama Meryem Hanım çoktan koridora çıkmıştı bile. Adımlarının sesi, ağır ağır uzaklaşırken Behram sinirle elini saçlarının arasından geçirdi. Yüzü karanlık bir ifade almıştı.
"Bu gerçekten olmuyor artık," diye mırıldandı kendi kendine, sesi öfkeyle karışık bir hayal kırıklığı taşıyordu. "Haber vermeden, sormadan nasıl… Delireceğim gerçekten."
Ben hâlâ olan biteni anlamaya çalışarak gözlerimi boş kalan köşeden alamıyordum. İçimdeki huzursuzluk yerini hafif bir kızgınlığa bırakmıştı. "Behram," dedim tereddütle. "Gerçekten mi satmış? Ama o koltuk…"
Behram derin bir nefes aldı, gözlerini kapatıp birkaç saniye boyunca sakinleşmeye çalıştı. Sonra bana dönüp, gözlerinde biriken öfkeyi dizginlemeye çalışarak, "Evet, anlaşılan öyle," dedi. "Kendi başına iş yapmakta üstüne yok zaten. Ama bunu nasıl yapar? Hem de böyle pat diye…"
Sesi giderek yükselirken ellerini yumruk yapıp birkaç adım attı. Sinirli haliyle koridorda Meryem Hanım’ın peşinden gitmeye yeltendi ama ben kolundan tutup durdurdum.
"Behram, lütfen," dedim yumuşak bir sesle. "Kavga çıkarmanın anlamı yok. Yarın sabah sakin kafayla konuşuruz. Hem belki gerçekten bir nedeni vardır, bilmiyoruz."
Ama Behram’ın çenesindeki kaslar hâlâ gerilmişti. Bir süre daha öylece durdu, nefes alıp verişi yavaşça düzene gelse de bakışlarındaki öfke silinmemişti.
"Bu böyle gitmez," dedi sonunda, sesi daha sakin ama hâlâ kararlıydı. "Hangi hakla, neye dayanarak… Neyse, tamam. Sabah konuşuruz."
Sonra, derin bir nefes daha alıp bana döndü. Ellerini hafifçe omuzlarıma koyarken bakışları yumuşamıştı. "Üzgünüm," dedi alçak bir sesle. "Böyle patladığım için. Seni de huzursuz ettim."
Başımı iki yana salladım, zoraki bir gülümsemeyle ellerini tuttum. "Önemli değil," dedim sakinleştirmeye çalışarak. "Yarın konuşuruz, hallederiz."
Ama içimdeki huzursuzluk geçmemişti. Koltuğun yokluğu, Meryem Hanım’ın bu kadar umursamaz ve kararlı tavrı… Her şey fazlasıyla tuhaftı.
Behram, derin bir iç çekip başını hafifçe eğdi. "Peki," dedi sonunda, belli belirsiz bir gülümsemeyle. "Hadi, yatıp dinlenelim biraz. Sabah hallederiz." dediğinde huzursuzca yerimde kıprandım " sen nerede yatacaksın peki" diye mırıldandım, behram sıkıntı ile saçını karıştırdı " yerde yatacağım mecbur baksana koltuk gitmiş"
Behram’ın sıkıntıyla saçını karıştırıp söylediği sözler içimde bir suçluluk dalgası yarattı. Gözlerim istemsizce odadaki boş köşeye kayarken dudaklarımı ısırdım. Koltuğun yokluğu, odanın dengesini bozmuştu sanki.
"Olmaz," dedim hemen, sesim hafifçe titreyerek. "Yerde yatamazsın, üşütürsün."
Behram, zoraki bir gülümsemeyle omuz silkti. "Başka çare yok gibi görünüyor," dedi. "Hem sen rahat et, önemli değil."
Sözlerindeki umursamaz tavra rağmen gözlerinin altında beliren yorgunluk çizgilerini fark ettim. Günün bütün ağırlığı omuzlarına çökmüş gibiydi. İçimdeki huzursuzluk daha da büyürken derin bir nefes aldım.
"Hayır," dedim kararlı bir sesle. "O kadar yorulmuşsun, yerde yatmanı istemiyorum."
Behram, şaşırmış gibi hafifçe kaşlarını kaldırdı. "Ee, ne yapacağız peki?" diye sordu, sesi hem meraklı hem de yorgundu.
Bir an tereddüt edip dudaklarımı ısırdım ama sonra derin bir nefes alıp gözlerine baktım. "Yatak yeterince geniş," dedim usulca. "İstersen burada yatabilirsin… yani şey, sadece uyumak için."
Sözlerim ağzımdan döküldüğü an yüzümün kızardığını hissettim. Kalbim deli gibi çarpıyordu ama başka bir seçenek de yoktu. Behram, bir an afallamış gibi bakarken dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi.
"Aydan," dedi alçak bir sesle, gözleri hafifçe kısılmıştı. "Emin misin?"
Başımı zar zor salladım. "Evet," dedim fısıltıya yakın bir sesle. "Yerde yatmana izin vermem."
Behram, birkaç saniye boyunca gözlerimin içine baktı. Bakışlarında hem şaşkınlık hem de sıcak bir sevinç vardı. Sonunda derin bir nefes alıp hafifçe gülümsedi.
"Peki," dedi yumuşak bir sesle. "Ama söz, sadece uyumak için." Sözlerindeki hafif şaka, ortamın üzerindeki gerginliği biraz olsun dağıtmıştı. Ben başımı önümü eğip yana doğru çekilirken kalbim hâlâ yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu.
Behram, yavaşça yanımda uzandığında odadaki sessizlik daha da derinleşmişti. Nefesini neredeyse kulağımın dibinde hissedebiliyordum ve bu, içimde tuhaf bir sıcaklık dalgası yaydı. Ama o, söz verdiği gibi mesafeyi koruyup kollarını başının altına koydu. Gözlerini tavana dikip derin bir nefes aldı. "Sağ ol," dedi alçak bir sesle. "Gerçekten."
Ben ise sadece başımı hafifçe sallayabildim. Sözlerim boğazımda düğümlenmişti. Yatakta aramızdaki birkaç santimlik mesafe bile, sanki nefes almayı zorlaştırıyordu.
Gözlerimi tavana dikmiş, kalp atışlarımın yavaşlamasını beklerken Behram’ın nefesinin düzenli ritmi, içimdeki huzursuzluğu biraz olsun yatıştırdı. Ama koltuğun yokluğu, Meryem Hanım’ın tavrı ve odanın içine sinmiş o garip hava… Hepsi hâlâ aklımın bir köşesinde ağır ağır dolanıyordu.
Uyku yavaş yavaş beni ele geçirirken
" iyi geceler behram" diye mırıldandım, behram bakışlarını bana çevirip " iyi geceler güzelim" dediğinde kendimi tamamen uykunun kollarına bıraktım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |