
Zaman geçiyordu, zaman ile yüreğim de ki sıkıntı giderek katlanıyordu, behram çıkalı neredeyse 2 saat olacaktı. Bakışlarımı duvarda ki saate çevirdim neredeyse gece yarısı olmuştu ve behram hayla ortada yoktu. Kapının önünde birkaç tur attım, ne yapsam da içimdeki endişeyi susturamıyordum. Telefonuma uzandım, ama Behram’dan hâlâ bir mesaj yoktu. Parmaklarım bir an numarasına gitmek istedi ama sonra vazgeçtim. Belki önemli bir şey olmuştur, belki de beni merakta bırakmak istememiştir… Ama bu kadar uzun sürede en azından bir haber verirdi, değil mi?
Pencereye yöneldim, dışarısı sessizdi, gecenin derinliğine karışmış sokak lambaları loş bir huzursuzluk saçıyordu. Her geçen saniye içimdeki kuruntular büyüyordu. Ya başına bir şey geldiyse?
Tam o an, kapının zili çaldı. Kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Ayaklarım beni kapıya doğru çekerken, ellerim titriyordu. Kapıya gelip açtığım da karşımda behramı gördüm.
Endişem yerini rahatlamaya bıraktı ve hızla behrama sarıldım, behram kollarını bana dolayıp sıkı sıkı sarıldığın da kokumu içine çekti " çok merak ettim seni apar topar çıktın, hiç bir şey söylemedin" dedim ve bir adım geri çekilip behramın geçmesi için yol açtım. Behram içeri girdiğinden kapıyı kapattım.
Ayakta beklemek yerine avluda ki meşeden yapılma sandalyelere geçip oturdu.
Behram, oturduğu sandalyeye yaslandı ve başını geriye doğru kaldırıp derin bir nefes aldı. Gözleri bir an için gökyüzünde gezinirken, sanki içinde biriken tüm kelimeleri toparlamaya çalışıyordu. Sonra bana döndü, yüzünde hem yorgun hem de huzurlu bir ifade vardı.
“Her şey o kadar hızlı gelişti ki, seni habersiz bırakmak istemezdim ama... mecburdum,” dedi, sesi kısık ama kararlıydı.
Ben de karşısındaki sandalyeye geçip oturdum, gözlerim onunkilerle buluştu. “Ne oldu Behram? Nereye gittin böyle birden?” dedim, içimde hâlâ bir miktar merak ve kaygı vardı.
Behram gözlerini benden kaçırmadan
" dijvan ile alakalıydı onun için gittim" dediğinde " dijvan mı?" diye sordum, behram başını salladı " evet aşiretten biri aradı dijvan ve bir kadın kaçırılmış onları kurtarmak için gittim" dediğinde hemen arkasından ekledi " merak etme iyiler şuan, bende iyiyim korkulacak bir şey yok" Sözleri içimi hem ürpertti hem de rahatlattı. Bir yandan Dijvan'ın başına gelenlere üzülmüş, diğer yandan Behram'ın sağ salim karşımda oturmasına şükretmiştim.
“Kaçırılmışlar mı? Kim yaptı bunu?” dedim, sesimdeki endişeyi saklayamadım.
Behram derin bir iç çekti, gözleri dalgınlaşmıştı.
“Muhtemelen başka bir aşiret. Sınırın öte yanında çıkar çatışmaları büyüyor. Bu işin arkasında kimler var tam çözülemedi ama planlı bir şey olduğu belli. Şanslıydık, yetişebildik,” dedi, sonra başını iki yana sallayarak ekledi
“Kadın perişandı… ama şimdi güvendeler.”
Bir an durdum, gözlerim Behram’ın yüzünde gezindi. Sertti… ama aynı zamanda çok yorgun. O güçlü durmaya çalışsa da gözlerindeki kırılganlığı görebiliyordum. Sessizce kalktım ve yanındaki sandalyeye oturmak için hamle yaptığım da Behram kolumu tuttuğu gibi bir anda beni kendine doğru çekti. Dengemi kaybetmeden onun kucağına oturdum, göz göze geldik. Kalbim bir anlığına duracak gibi oldu… Hem şaşkın hem de tarifsiz bir sıcaklık vardı içimde.
Kollarını belime doladı, başını omzuma yasladı. “Seni çok özledim,” dedi, sesi fısıltı gibi kulağımda yankılandı.Behram’ın kucağında sessizce dururken, kalbim onun kalbiyle aynı ritimde atmaya başladı sanki. O an zaman durmuş, dünya sadece ikimizden ibaret kalmış gibiydi. Başını omzumdan çekti, yüzünü boynuma doğru yaklaştırdı… ve sonra usulca, hafifçe bir öpücük kondurdu boynuma. Masumdu… ama o dokunuşta öyle çok duygu, öyle çok özlem gizliydi ki içim titredi.
Nefesim kesildi bir anlığına. Gözlerimi kapadım, tenimde hâlâ dudaklarının sıcaklığı vardı. Behram’ın eli belimde biraz daha sıkılaştı, diğer eliyle saçlarımı usulca geriye itti. Yüzü yüzüme yaklaştı, göz göze geldik. Gözlerinde tanıdığım o ateş vardı—bana ait, sadece bana bakan ve beni isteyen bir adamın ateşi.
“Aydan,” dedi fısıltıyla, “bu kadar yakının da olmak, nefes almak gibiydi ama her nefes eksikti…”
Ben dudaklarımı araladım, bir şey söylemek istedim ama kelimeler yetersizdi. Cevabım sadece bir bakış, bir dokunuş olabilirdi. Ellerim boynuna uzandı, başımı ona doğru eğdim. Aramızdaki mesafe neredeyse yok olmuştu… Tenim, onun tenini hissediyordu artık. Sessizlik tutkuya teslim oldu.
Behram’ın bakışları derinleşti, parmakları belimde gezindiğinde içim ürperdi. Dudakları, boynumdan çeneme, oradan yanağıma usulca ilerledi. Her dokunuşunda içimde bastırmaya çalıştığım özlem biraz daha çözülüyordu. Sonunda dudaklarımız buluştu—yavaşça, çekinerek, ama derin bir arzuyla.
Öpücüğü ilk başta narindi, bir bekleyişin sonunda gelen sabırlı bir kavuşma gibiydi. Ama sonra… her şey değişti. Özlemin, endişenin, sevdanın ağırlığı o anın içine yüklendi. Ellerimiz birbirini aradı, bedenlerimiz birbirine daha çok yaklaştı. Behram, beni kucağında biraz daha kendine çektiğinde kollarım boynuna dolandı, dudaklarımız ayrıldı ama nefeslerimiz birbirine karıştı.
“Aydan…” dedi yine, sesi bu kez biraz daha kısık, biraz daha çatallıydı. “Sensiz geçen her saniyede içimde bir şey eksikti. Şimdi tamamım.”
Gözlerimi açtım, onun gözlerinin içine baktım. İçimdeki tüm duvarlar birer birer yıkılırken sadece bir şey fısıldayabildim
“Ben de.”
Behram usulca ayağa kalktı, beni kucağından indirmeden taşıdı. Avludan içeri geçtik. Her adımı kararlı, her dokunuşu sevgi doluydu. O an, dışarıdaki dünya yok olmuştu—korkular, mesafeler, savaşlar... hepsi bu geceye ait değildi artık. Sadece o ve ben vardık.
Behram, beni kucağında taşırken odanın kapısını ayağıyla yavaşça itti. İçeriye adım attığımızda hava bir anda değişti; loş ışık, duvarlara dökülen gölgeler ve tenimizin arasındaki o görünmeyen kıvılcım odayı doldurdu. Ama beni hemen yatağa bırakmadı… Kucağında tuttuğu hâliyle, ayakta durdu ve yüzünü boynuma gömerek derin bir nefes aldı.
“Sana dokunmak… senin bu kadar yakınında olmak… Aydan, inan bana, her şeyin ötesinde bir şey bu,” dedi, sesi içimde yankılandı.
Yavaşça başını kaldırdı, gözleri gözlerime saplandı. Baktığında sanki içimi okuyordu, kalbimin en saklı köşelerini görebiliyordu.
“Senin gözlerin var ya…” dedi, dudaklarını hafifçe ısırarak, “baktığında beni dizlerimin üzerine çöktürecek kadar güçlü. Ama senin yanında hep dimdik durmak istiyorum. Çünkü senin adamın olmak… benim en kutsal yerim.”
Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyordu. O an sadece bakışlar konuşuyordu aramızda. Dudaklarını yanağıma, sonra çeneme kondurdu. Sıcaktı, sakindi ama içinde barut gibi bir özlem vardı.
Behram başını eğdi, alnını alnıma yasladı.
“Senin her nefesin içime işliyor. Senin her dokunuşunla ben yeniden doğuyorum, Ayda. Beni al, sakla… sakın bırakma.”
Beni usulca yere indirdi, ama kollarını hâlâ çözmemişti belimden. Avuçlarıyla yüzümü tuttu, başparmağıyla yanağıma hafifçe dokundu. Ve sonra, dudaklarıyla yeniden buldu beni—bu kez daha yoğun, daha derin, kalbin tam ortasından çıkan bir sevdanın ateşiyle…
Behram’ın nefesi tenimde gezinirken zaman adeta donmuştu. Kolları hâlâ belimi sarmıştı, bedenlerimiz arasında neredeyse hiç mesafe kalmamıştı. Ellerim göğsüne, sonra boynuna süzüldü… o an sadece hissediyordum—onun varlığını, dokunuşunu, kokusunu… kalbimi titreten her şeyini.
Dudakları bir kez daha buldu dudaklarımı. Bu kez öpücüğü daha derin, daha yoğun, daha sahiplenecek kadar güçlüydü. Parmakları sırtımda gezindi, beni kendine daha çok çekti. Varlığı bedenime işlerken fısıltıları kulağımda yankılanıyordu:
“Deliriyorum sana dokundukça… Aydan, senin tenin… senin nefesin, beni sarhoş ediyor.”
Başını boynuma gömdü, dudakları sıcak izler bırakarak omzuma doğru süzüldü. Parmak uçlarım gömleğini kavradığımda Behram başını kaldırdı, gözleri parlıyordu. Buğulu, arzu dolu ama içinde en saf duyguları saklayan bir bakışla bana baktı.
“Ben seni sadece sevmiyorum,” dedi, sesi derinden, yüreğinin tam içinden geliyordu. “Sana dokunmayı, seninle bir olmayı… seninle bütünleşmeyi istiyorum. Beni içine almanı, beni kendinde eritmeni istiyorum.”
Bir an durdu, avuçları yüzümdeydi şimdi. Parmak uçlarıyla dudağıma dokundu.
“Aydan… Ben seninle olmak istiyorum. Sadece bedenen değil, ruhen de. İzin verir misin? Bu gece, seninle… tam anlamıyla bir olmama izin verir misin?”
Bakışlarımdaki cevabı arıyordu ama sabırsız değildi.
Behram’ın gözlerindeki o yakarış, o arzuyla karışık masumiyet içimi titretti. Ellerim yüzündeydi şimdi, başparmaklarımla gözlerinin altını okşadım. Dudaklarımı araladım, kalbimle konuştum “Evet, Behram… Ben de seni istiyorum. Tüm benliğimle.”
Sözlerim dudaklarımdan döküldüğü an Behram’ın bakışları değişti—bir adım daha yaklaştı bana, oysa zaten neredeyse iç içeydik. Ellerini usulca sırtıma doladı, gövdemi kendine bastırdı. Dudaklarıma bir öpücük daha kondurdu, bu kez daha yavaş… daha derin… zamanın içinden geçer gibi. Öpücükler boynuma, omzuma doğru indi, her biri içimde yankılanan bir duygunun karşılığıydı.
( wattpad de smut sahne var burdan sonra)
Behram kendini yana sırt üstü yatağa bırakıp biraz bekledi sonra kenarda duran çarşafı üzerimize atıp beni kendine çekti
Bir kolunu başımın altına yerleştirirken diğer eliyle belimi kavradı, teni tenime değdiğinde içimde tarifsiz bir huzur yayıldı. Kalbinin ritmini yanaklarımda hissedebiliyordum; sanki onunla aynı anda atıyordu kalplerimiz. Sessizlik ağır ama güzel bir örtü gibi üzerimize serilmişti.
"İyi misin?" diye fısıldadı, sesi uykuyla karışık, kısık bir tonda. Başımı hafifçe salladım, kelimelere gerek yoktu. O an, sadece orada, onun koynunda olmak yetiyordu.
Behram parmak uçlarıyla sırtımı usulca okşarken, dışarıda rüzgar hafifçe cama çarpıyor, zaman bizim için yavaşlıyordu. Ne geçmiş vardı ne gelecek… sadece o anın sıcaklığı ve güvende hissettiren bir ten.
Bir süre öylece yattık, birbirimize sarılmış, nefeslerimiz birbirine karışmış halde. Gözlerim kapanmak üzereydi ki Behram başını hafifçe eğip saçlarımı kokladı. Nefesi enseme değdiğinde ürperdim, ama bu bir korku değil, tam aksine huzurla karışık bir heyecandı.
“Keşke zaman hep böyle dursa,” dedi usulca, sanki sesini yükseltse an bozulacakmış gibi.
Bir şey söyleyemedim. Boğazıma bir düğüm oturmuştu. Gözlerim doldu, ama ağlamadım. Mutluluktan, belki de tam anlamıyla ait hissetmekten gelen bir doluluktu bu. Elimi göğsüne koydum, kalbinin atışları hâlâ aynı ritimdeydi, hâlâ benimleydi.
Sonra bir sessizlik daha oldu, ama bu kez o sessizlikte söylenmeyen binlerce cümle vardı. Behram’ın parmakları saçlarımda geziniyor, ben gözlerimi kapatıp o dokunuşlarda kayboluyordum.
“Burada kal,” dedi, bir an sonra. “Hiçbir yere gitme.”
Sanki gidebilirmişim gibi. Sanki kalmak elimde değilmiş gibi. Yalnızca başımı salladım, kelimelere yine ihtiyaç yoktu. Zaten o da anladı.
Behram’ın sıcaklığı sardı beni, çarşafın altında bedenlerimiz birbirine yaslanmış, dünya dışarıda bir yerlerde sessizce dönüyordu. O, parmaklarını saçlarımda dolaştırmaya devam etti bir süre. Giderek yavaşlayan nefesi, uykunun eşiğinde olduğunu söylüyordu. Ben de gözlerimi kapadım, yüzüm göğsüne yaslı, onun ritmine uyum sağlamış halde.
Odamızın içinde hafif bir loşluk vardı. Sokak lambasından sızan ışık duvarda titrek bir gölge gibi dans ediyordu. Her şey olması gerektiği gibiydi. Ne eksik ne fazla.
Behram son kez derin bir nefes aldı, sonra yavaşça dudaklarımla alnıma dokundu. “Buradayım,” dedi, sesi neredeyse bir rüya gibiydi. Ve sonra sessizlik... sadece nefeslerimiz kaldı.
Zihnim hafiflemeye başlamıştı, düşünceler bulanıklaşıyor, bedenim ağırlığını Behram’ın yanında bırakıyordu. İçimde bir boşluk yoktu artık, bir arayış kalmamıştı.
Ve biz, sarılmış halde, birbirimizin varlığında eriyerek sessizce uykuya daldık. O gece dünya durmuş gibiydi. Ve biz, tam da olması gereken yerdeydik.
💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛
Dijvan sessizce salonda oturmuş elinde bitmekte olan sigarasını içiyordu, bakışları tek bir nokta odaklanmış yaşanan olayları düşünüyordu. En çok da sadık itinin nur 'a dokunmasını ve ardından kolunu kırmasını.
Dijvan bu adama çok yabancıydı, herşeyi ile hemde. Önceden sadece adamı dövüp bırakırdı ama bugün ise kolunu kırmış yetmezmiş gibi de artık nur' un himayesi altında olduğunu adem karaya iletmesini istemişti. …O an gözlerinde beliren gölge, içindeki fırtınayı ele veriyordu. Sigarasının külü halıya düşerken dahi kımıldamadı. Nur’un sessiz çığlığı kulaklarında çınlıyordu hâlâ. Sadık itin gözlerindeki o karanlık bakışı unutamıyordu. Nur’a uzanan o eli kırmak, belki de ilk defa bu kadar doğru hissettirmişti bir şeye.
Ama bu "doğru", içindeki başka bir şeyi de uyanmıştı—kendine bile itiraf etmekten çekindiği bir koruma arzusu, bir aidiyet hissi. Nur artık sadece bir tanık değildi. Artık onun meselesiydi. Onun sorumluluğundaydı.
Adem Karaya gönderdiği haberle sadece bir tehdit savurmamıştı; aynı zamanda sınır çizmişti. Nur’a yaklaşan herkes artık bu sınırı aşmış sayılacaktı.
Dijvan bitmek üzere olan sigarasından bir kez daha duman çektikten sonra dışarı üfledi, sigarayı söndürmek için yaslandığı yerden doğruldu ve önünde ki sigara izmaritleri dolu olan küllüğe bastırdı.
Dijvan sigarasını küllüğe bastırdığı anda, arkasından gelen hafif bir çıtırtıyla irkildi. Başını çevirmeden önce kısaca gözlerini kapadı. Bu adımların kime ait olduğunu biliyordu. Yavaş, çekingen, ama bir o kadar da kararlı…
Nur odasından usulca çıkmıştı. Üzerine ince bir hırka almış, sanki içinden çıkamadığı duygularla savaşırken bir parça cesaret toplamış gibiydi. Gözlerini yere dikmişti ama durduğu yerle Dijvan arasında yalnızca birkaç adım kalmıştı.
“Dijvan…” diye fısıldadı, sesi neredeyse duyulmayacak kadar hafifti.
Dijvan hafifçe arkasına döndü. Göz göze geldiler. Nur’un bakışlarında korkudan çok merak ve bir tutam da kırgınlık vardı. Ona ne söyleyeceğini bilemeden dudaklarını araladı ama kelimeler çıkmadı. Sadece içindeki soruyu gözleriyle sordu:
“Neden?”
Dijvan derin bir nefes aldı, başını hafifçe öne eğdi. “Sana dokunmasına izin veremezdim,” dedi sadece. Ne daha fazlasını açıklamaya çalıştı, ne de savunma yaptı. Bu, onun için açık ve netti.
Nur başını yana eğdi. “Ama… onu öldürebilirdin,” dedi, sesi titrekti ama suçlayıcı değildi. Sanki gerçekten anlamaya çalışıyordu.
Dijvan, “Evet,” dedi. “Yapabilirdim. Ama senin önünde… seni daha çok korkutmak istemedim.”
Sessizlik ağırlaştı. Sadece duvardaki eski saatin tik takları duyuluyordu. Nur birkaç adım atarak ona biraz daha yaklaştı. Ellerini kavuşturmuştu, omuzları düşük.
“Ben... kendimi ilk kez bu kadar... korunmuş hissettim,” dedi, gözlerini kaçırmadan.
Dijvan’ın ifadesi yumuşadı, gözlerinde ilk defa bir sıcaklık parladı. Ne diyeceğini bilemedi. Belki de bazı şeyler artık kelimelere gerek duymuyordu.
Nur derin bir nefes aldı, gözyaşlarını hızlıca sildi. Sessizce yürüyerek Dijvan’ın karşısındaki tekli koltuğa oturdu. Küçük hareketlerle ellerini birbirine dolarken bir süre sessiz kaldı. Sanki söylemek istediklerini toparlıyordu.
“Teşekkür ederim,” dedi sonunda, sesi yumuşak ve içtendi. “Bugün… sen olmasaydın ne olurdu, bilmiyorum. Sadece fiziksel değil, başka bir şeydi o. Korkunun, çaresizliğin içinde bile… bana bir yerin olduğunu hissettirdin.”
Dijvan’ın kaşları hafifçe çatıldı ama bu sefer öfkeyle değil. Şaşkınlıkla. Nur’un sözleri, içini derinden bir yerden yakalamıştı. Ne diyeceğini bilemedi, sadece başını hafifçe eğdi.
" önemli değil kim olsa aynı şeyi yapardı" dediğinde " yapmazdı" dedi Nur " herkes adem karadan korkuyor onun korkusu yüzünden kimse yanıma bile yaklaşamıyor" dedi, dijvan kaşlarını çattı
" ne demek kimse yanıma yaklaşamıyor sen..." nur sessiz kalıp suçlulukla başını yere eğdi " sana anlatmam gereken bir şey var dijvan" dedi.
Dijvan sessiz kalıp arkasına yaslandı
" dinliyorum" dediğinde Nur derin bir nefes aldı, sesi hafifçe titriyordu ama bakışları artık kaçmıyordu. Gözlerini yavaşça Dijvan’ın gözlerinde sabitledi, orada gördüğü şey onu konuşmaya cesaretlendiriyordu: güven, sabır ve yargılamayan bir dikkat.
Nur’un gözlerinde bir anlık tereddüt belirdi. Elleriyle hırkasını sıktı. Yutkundu. Gözlerini kaçırmak istedi ama başaramadı. Artık kaçmanın bir anlamı kalmamıştı.
“Babam…” diye başladı, sesi çatallaşmıştı. “Babamın büyük borçları vardı. Kumar… içki… her şeyin içinde boğuluyordu. O zamanlar ben daha çok küçüktüm. Ama olanları anlıyordum. Bir gece eve sarhoş geldi ve anneme bağırırken söyledi. Borcunu Adem Karaya’ya vermişti.”
Dijvan’ın gözleri kısıldı, vücudu kasıldı ama sustu. Dinliyordu.
Nur devam etti, sesi şimdi daha boğuktu:
“Beni… borçları karşılığında ona verdiğini söyledi. O adam o günden beri peşimi bırakmadı. Önce nazik görünmeye çalıştı, sonra zorlamaya başladı. Ne zaman başka bir yere gitsem, ne zaman bir yere sığınsam, bir şekilde izimi buldu. Ben de hep kaçtım. Sürekli… hep kaçtım.”
Gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı ama o ağladığını fark etmemiş gibiydi.
“Bazen düşünürüm… acaba o borç hiçbir zaman ödenmeyecek miydi? Ben… hep onun malı gibi mi kalacaktım?”
Dijvan yerinden kıpırdadı. Yumruklarını sıktı, çenesindeki kaslar gerildi. İçinde yükselen öfke artık bastırılacak gibi değildi.
“Demek seni satın aldığını sanıyor,” diye kükredi adeta. “Birinin kızı, bir insan… borç kağıdındaki bir sayıymış gibi.”
Nur, Adem Karaya’yla ilgili geçmişini anlattıktan sonra gözlerini yere dikti. Sanki konuştukça hafifleyeceğini sanmıştı ama içinde bir yer hâlâ titriyordu. O an, en çok da gözlerinin içine bakmadan ona inanan birine ihtiyaç duyuyordu.
Dijvan hafifçe yerinden doğruldu, karşısındaki koltukta oturan Nur’a doğru eğildi. Yüzünde her zamanki sertlikten eser kalmamıştı. Gözlerinde alışılmadık bir sıcaklık vardı. O alışık olduğu karanlık, bir anlığına geri çekilmişti sanki.
“Artık kaçmana gerek yok,” dedi yavaşça.
“Buradasın. Ve ben buradayım.”
Nur başını kaldırdı, göz göze geldiler. O anlarda sözlerden çok bakışlar konuşuyordu.
“Sana bir şey olmasına asla izin vermem,” dedi Dijvan, sesi titrek ama netti. “O herif… seni geçmişin bir borcu gibi görse de, benim için… sen sadece kendinsin. Kimsenin malı değilsin. Kimsenin korkusu değilsin.”
Nur’un gözleri doldu, ama bu kez gözyaşlarında korku yoktu. Sadece o uzun zamandır unuttuğu bir his vardı: güven.
“Dijvan…” dedi fısıltıyla. “Ben hep babamdan kaçtığımı sandım. Öyle söyledim, öyle düşündüm. Ama aslında… Adem Karaya’dan kaçıyordum. O bakışlarından, o dokunuşundan, o ‘sahiplik’ hissinden...”
Gözlerinden yaşlar süzülürken bir adım bile geri çekilmedi. Aksine, daha yakındı şimdi ona.
Dijvan elini uzattı, ama dokunmadan önce durdu. İzin verir gibi, bekledi. Nur başını hafifçe eğerek onay verdiğinde, parmaklarıyla hafifçe elini tuttu. Bu dokunuş ne sahipti, ne zorlayıcı. Sadece orada olduğunun bir işaretiydi.
“Söz veriyorum,” dedi kısık sesle. “Ne geçmişin, ne onun gölgesi bir daha sana dokunamayacak.” Nur, Dijvan’ın sözleriyle bir anlığına içine yayılan sıcaklıkla başını hafifçe salladı. Gözlerindeki yaşlara rağmen gülümsedi—yorgun ama içten bir gülümseme.
“Teşekkür ederim,” dedi usulca. “Beni gerçekten gördüğün için… koruduğun için… ve en çok da, inandığın için.”
Dijvan’ın sert çizgilerle yoğrulmuş yüzünde yavaşça beliren güven dolu bir gülümseme, Nur’un içini bir anlığına tamamen ısıttı. Sanki o anda dünya sadece o salondan ibaretti ve dışarının bütün karanlığı geride kalmıştı.
Bir süre birbirlerine öylece baktılar. Zaman sanki durmuştu o an. Ne dışarıdaki tehdit, ne geçmişin ağırlığı… sadece ikisinin varlığı kalmıştı salonda.
Dijvan’ın bakışları sertliğini çoktan kaybetmişti. Artık orada bir koruyucunun, bir adamın değil bir umudun izi vardı. Önünde oturan bu kadının yaşadıklarını, taşıdığı korkuları düşündükçe, içindeki öfke değil, onu iyileştirme arzusu büyüyordu.
Nur ise hiç böyle hissetmemişti. O bakışlarda ilk kez ne bir beklenti, ne bir zorlama vardı. Sadece güven. Sadece “buradayım” diyen sessiz ama güçlü bir varlık.
O anki huzur, neredeyse kutsal bir sükûnetti. Nur’un gözleri kapalıydı, içinde ilk defa bir güvenin yankısı vardı. Ancak bu dinginliği paramparça eden, aniden dışarıdan yükselen tok bir ses oldu:
“Dijvan, azamet selamını aldım.”
Sesin tonu sakindi ama içinde taşıdığı ima tehditkârdı. Bu sözler, sıradan bir selam değil; meydan okumanın soğukkanlı bir ilanıydı.
Nur, ses duyulur duyulmaz adeta koltuğa saplandı. Nefesi kesildi, vücudu refleksle geriye çekildi.
“Hayır…” diye fısıldadı, boğazı kuruyarak. “Bu sesi tanıyorum…”
Dijvan’ın yüzündeki yumuşaklık bir anda kayboldu. Gözleri kısıldı, kaşları öfkeyle çatıldı. Başını pencereye çevirdi ama kalkmadan önce bir kez daha Nur’a baktı. Gözleriyle “sakin ol” der gibiydi.
“Bu kadar hızlı geleceğini sanmazdım,” dedi kendi kendine, sesi buz gibiydi. Sonra yavaşça ayağa kalktı.
Nur’un sesi titreyerek çıktı:
“O... O sadece izliyordu başta. Uzaktan. Ama konuştuğunda... artık niyetinin sınırı kalmaz, Dijvan. O konuştuysa, bir şey planlamıştır.”
Dijvan başını ağır ağır salladı.
“Biliyorum,” dedi. “Ama plan yapan yalnız o değil artık.”
Sonra pencereye yöneldi. Perdeyi hafifçe araladı. Gecenin içinde bir siluet vardı. Sokak lambasının altında durmuş, elleri cebinde, başı dik… Adem Karaya.
Sanki sadece Nur’u değil, artık Dijvan’ı da ölçmek istiyordu.
Dijvan perdeyi kapattı, dönüp Nur’a baktı.
“Bu gece, artık oyun onun değil,” dedi.
Ve sonra bir cümle daha ekledi, sesi kararlı ve sertti “Bundan sonra, savaş bizim evimizin önünde verilecekse... kazanan da içeride oturan olacak." dedi ve hiç düşünmeden kenarda elinin altında her zaman tuttuğu silahını altı, Nur silahı görmesi ile hızla oturduğu yerden kalktı" dijvan "dediğinde sesi titredi, dijvan Nur ' a baktı, boşta ki elini güven vermek istermişcesine nur' un omzuna koydu" korkma hiç bir şey yapamaz buraya gelerek kendi sonuna geldi " dedi ve elini çekti" sen dışarı çıkma bekle tamam mı? " nur sessiz kalıp sadece başını salladı ardıdan
" dikkat et "dediğinde dijvan başını salladı ve hızla kapıyı açıp dışarı çıktı.
Dijvan kapıyı hızla açtığında soğuk gece havası yüzüne çarptı. Sokak lambasının solgun ışığında, Adem Karaya hâlâ aynı yerde dimdik duruyordu. Ellerini cebinden çıkarmamıştı. Sanki bir misafir gibi görünmeye çalışıyordu, ama gözlerinde puslu bir karanlık saklıydı.
Dijvan ağır adımlarla birkaç basamak inip tam karşısına dikildi. Aralarında sadece birkaç adım vardı artık. Göz göze geldiler. Sessizlik bir süre sürdü, ama bu sessizlik bile neredeyse patlayacak kadar gergindi.
Adem hafifçe başını eğdi, küçümseyen bir gülümsemeyle “Misafirliğe geldik, ama ev sahibi biraz sert karşıladı.”
Dijvan’ın yüzünde en ufak bir tebessüm yoktu.“Senin gibilere kapı gösterilir, ikram değil,” dedi.
“Elin boşsa konuşmaya geldin, doluysa yanlış yerdesin.”
Adem bakışlarını evin camına doğru çevirdi, perdelerin arkasında bir silueti sezmiş gibiydi. “Yine de ne güzel... ev sıcaklığı insana iyi geliyor. Hele içinde tanıdık bir yüz varsa.”
Dijvan’ın eli tetikte değildi ama parmakları silahın kabzasına yakın, hazırdı “Nur artık senin korkularının içinde değil,” dedi, sesi tok ve kararlıydı. “Ve senin gölgene boyun eğmeyeceğiz. Bu oyunun kurallarını artık sen koymuyorsun.”
Adem gözlerini kısarak bir adım ileri attı.
“Beni hafife alma, Dijvan. Ben insanların hayatını kurşunla değil, sessizlikle mahvettim. Bir bakmışsın, çevrendeki herkes senden uzaklaşmış. Bir bakmışsın, yalnız kalmışsın.”
Dijvan bir adım bile geri çekilmedi.
“Ben yalnızlıkla savaşmayı senden önce öğrendim,” dedi. “Ama bir farkla… benim yanımda kalmayı seçenler korkuyla değil, güvenle kalır. Ve kimseyi tehditlerle susturamayanlar, sonunda yalnız boğulur.”
Aralarındaki mesafe hâlâ kapanmamıştı ama artık bir çatışmanın eşiğindeydiler. O an kapının arkasında, perde aralığında Nur, nefesini tutmuş ikisini izliyordu. Gözleri özellikle Dijvan’da... Ve ilk defa, biri için bu kadar korkuyordu.
Adem’in boğuk kahkahası sokağın sessizliğinde yankılanırken yüzündeki maskeyi düşürmemeye çalışıyordu, ama sesindeki tehdit artık gizlenemeyecek kadar büyüktü.
“Kızı bana ver… canın yanmasın, Dijvan Ağa.” Söylediği her kelime, bir kurşun gibiydi. Duruşu, bakışları, sesi… hepsi yakında patlayacak bir fırtınanın habercisiydi.
Dijvan bir adım daha attı ileriye. Gövdesini dikleştirdi, çenesini meydan okurcasına yukarı kaldırdı.
“Sana kız mız yok.”
Sesi net, tok ve sarsılmazdı. Korku barındırmıyordu, tek bir tereddüt bile yoktu.
Adem’in gözleri daraldı. Yüzündeki o yapmacık tebessüm tamamen silinmişti artık. “İyi düşün,” dedi, sesi buz gibi soğuktu. “Ben birini almak istediğimde… onun çevresinde kim varsa ilk önce onlar kaybolur.”
Dijvan başını yana eğdi, gözlerini hiç kaçırmadan “Tehdit etmeye çalıştığın her adam belki sustu, belki geri çekildi. Ama ben senin dünyandan değilim, Adem. Ben susarsam fırtına kopar, ben durursam senin dünyada yer yarılır. Anlıyor musun?”
O an, havada öyle yoğun bir gerilim vardı ki, sanki gökyüzü bile nefesini tutmuştu.
Adem bir anlık sessizliğe gömüldü. Gözlerini kıstı. Ardından yüzünde alaycı bir ifade belirdi:
“Bakalım bu kararlılığın... kimin sonunu getirecek.” adem başı ile arkasında duran sadığa başı ile işaret verdi, dijvanın yüzünde alaycı bir gülümse oluştu ardıdan " o sadık çıkmışsın hemen hastaneden ben daha yatarsın demiştim" Dijvan’ın alaycı sözü havada yankılanırken Sadık dişlerini sıktı. Kolundaki sargı hâlâ çıkmamıştı ve o acı, dizlerinin üstünde duran gururunun sessiz bir hatırlatıcısıydı.
“Ne oldu lan koluna?”
Dijvan’ın gülümsemesinde hem küçümseme hem de zafer vardı.
Sadık ileri atılmak ister gibi bir adım attı ama Adem Kara, başıyla küçük bir hareket yaparak onu durdurdu. Sadık geri çekildi, ama gözleri kinle doluydu.
Dijvan gözlerini tekrar Adem’e çevirdi. Bu kez etrafına da göz gezdirdi. Siyah takım elbiseli on adam, arabaların yanında sıralanmıştı. Gözleri sabitti, elleri ceket düğmelerine yakın… tetikteydiler.
Dijvan, Adem’e doğru bir adım daha attı. Artık aralarında yalnızca bir nefeslik mesafe kalmıştı. “Nur’u almak için orduyla gelmişsin, Adem.”Sözleri ağır ama sarsılmazdı. “Ama sende biliyorsun… biliyorsun ki himayem altında olan bir kadını alamayacağını.”
Adem’in gözleri bu kez küçüldü. Dudağının kenarında seğiren bir sinir kası vardı. Sustukça bastırdığı öfke dışarı sızmaya başlamıştı.
Dijvan devam etti, sesi daha da toklaştı:
“Senin adamların göz korkutabilir, tehdit edebilir, ama benim inandığım şeyin karşısında diz çöktüremezsin kimseyi. Hele bir kadını sahiplenmeye çalışıp, onun iradesini yok sayan bir adamsan…” Adem'in öfkesi artık taşma noktasına ulaşmıştı. Gözleri karardı, dişlerini sıktı. Bir anda ceketinin içine uzandı ve silahını çekti.
"Ya bana kadını verirsin," dedi, sesi artık neredeyse bir hırıltıydı,
"ya da ben girer alırım. Ama alırken… senin canını da alırım!"
Soğuk çelik, Dijvan’ın alnına dayanmıştı. Adamları bir adım öne atıldı ama Adem, gözleriyle onları durdurdu. Bu, onun kişisel savaşıydı.
Ama karşısındaki adam, korku nedir bilmeyendi.
Dijvan ne geri çekildi, ne de gözünü kırptı. Yüzü sakindi. Gözleri, Adem’in gözlerinin ta içine baktı. Orada ne bir tereddüt vardı, ne de bir boşluk.
Ve sonra… hafifçe gülümsedi.
"Demek elin tetiğe gitti, Adem."
Sesi sakindi ama taşıdığı güç, silahın ağırlığından bile fazlaydı.
"Korkuyla silahına sarılanın yüreği boş demektir. Madem bu kadar cesursun, hadi… sıksana."
Adem’in kaşları çatıldı, parmağı tetiğin üzerinde titredi ama çekemedi. Çünkü Dijvan’ın gözlerinde öyle bir kararlılık vardı ki, onu öldürse bile bu savaşın galibi olamayacağını biliyordu.
“Sıksan ne olur?” diye fısıldadı Dijvan.
“Ben düşerim, ama Nur senin yanına dönmez. Çünkü senin korkun, onun iradesine ulaşamaz. Ve o kız… ” Dijvan’ın sesi gecenin sessizliğinde yankılandı “O artık sadece benim korumamda değil. O artık Azamet Aşireti’nin koruması altında.”
Bu söz, bir mühür gibi indi toprağa.
Ve hemen ardından…
Karanlığın içinden bir gölge gibi adamlar çıkmaya başladı. Siyah giysiler içinde, elleri silahlı… her biri Azamet Aşireti'nin sessiz ama ölümcül nöbetçileri. Çatılardan, ağaç diplerinden, duvar aralıklarından… sanki yer yarılmış da çıkmışlar gibi etrafı sardılar.
Adem Kara 'nın adamları bir anda refleksle silahlarına davrandı ve karşılarında ki azamet aşiretinden olan adamlara silah doğrulttular
Azamet Aşireti’nin sessiz gücü, sadece varlıklarıyla bile havayı keskinleştirmişti.
Dijvan, Adem’e doğru bir adım daha attı.
Artık sözlerine ihtiyaç duymayan bir sessizlik vardı. Herkes sadece onun nefesini dinliyordu.
“Ben sustuğumda konuşanlar olur Adem,” dedi. “Ben durduğumda arkamda duranlar... can verir. Senin kalabalığın korkudan toplanır. Benimkiler… sadakatten.”
Adem, etrafını saran adamların ağırlığı altında ilk defa gerçekten sıkıştığını hissetti. Kaçmayacağını biliyordu ama kazanamayacağını da…
Dijvan’ın sesi geceyi yırtarcasına netti. Sözleri sadece Adem’e değil, onun arkasındaki adamlara, hatta havadaki korkuya bile söylenmişti.
“Şimdi kulağını aç ve beni iyi dinle Adem... Bundan sonra Nur benimle. Azamet Aşireti’nin himayesinde.
Ona bakmaya, dokunmaya… hatta saçının teline zarar vermeye yeltendiğin an…”
Bir adım daha attı, artık aralarındaki mesafe yalnızca birkaç santimdi.
“…ben ve aşiretim, seni tarihe gömen ilk gölge oluruz .”
Adem’in boğazı hafifçe yutkundu. Gururu izin vermese de, gözlerindeki tehdit yerini çekinmeye bırakmıştı. Etrafında dönen dengeleri artık hissediyordu. Bu, düşündüğü gibi yalnızca bir kadını geri alma meselesi değildi. Bu artık bir savaş ilanıydı. Ve karşısındaki adam...
Yalnızca Nur’u değil, onun uğruna ölmeyi göze alacak bir aşireti de temsil ediyordu.
Adem gözlerini kısmıştı, dudakları ince bir çizgiye dönüşmüştü.
“Seninle işim bitmedi, Dijvan.” dedi, dişlerinin arasından çıkan bu cümle, bir tehditten çok... bir kabullenişti.
“Ama bir gün… yalnız kalacaksın. O gün, gölge düşer üstünüze.”
Dijvan gülümsedi. Soğukkanlı, ama içinde kıvılcımlar taşıyan o tanıdık gülümseme ile “Biz gölgeye alışığız Adem. Ama sen güneşten kaçarken yanacaksın.”
Adem başını çevirdi, Sadık'a başı ile işaret verdi . Ardından adamları ile birlikte sessizce geri çekildi. Silahlar indirildi ama bakışlar hâlâ tetikteydi. Araçlar çalıştı. Ve motor sesleri geceyi parçalayarak uzaklaştı.
Dijvan derin bir nefes aldı. Sonra arkasını döndü. Kapının hemen ardında Nur duruyordu, endişe ve hayranlıkla birbirine karışmış gözlerle ona bakıyordu.
Dijvan sessizce yaklaştı, kapının eşiğinde göz göze geldiler. “Bitti,” dedi yavaşça,
“Bu gece senin korkuların değil, bizim direnişimiz kazandı.”
Nur’un gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Bu gözyaşı korkudan değil; ilk kez birinin onu gerçekten koruduğunu hissetmenin verdiği sarsıcı huzurdandı.
“Teşekkür ederim,” diye fısıldadı.
“Bana bir yer, bir liman… bir nefes oldun.”
Dijvan gözlerini onun gözlerinden ayırmadan, usulca başını eğdi.
“Sen artık yalnız değilsin, Nur. Ne Adem Kara’nın gölgesi, ne babanın sessizliği... artık hiçbiri seni ezemez.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |