
İNSTAGRAM :@RAZİYE_MLL22
Nur elinde ki tabağı masaya bırakıp, bir adım geri çekildi, Masada herşey hazırdı. Sabah erkenden kalkıp kahvaltı hazırlamıştı. Dün gece yaşanan olaydan sonra uyuyamamış, dijvan ne kadar
" geri gelmeyecek" desede bir türlü içini rahatlatamamıştı, Adem kara her an bir yerden çıkıp onu alacak korkusu ile bütün gece yatakta oturmuştu
Gözlerini her kapattığında Adem Kara’nın yüzü canlanmıştı zihninde. Soğuk, karanlık bakışları ve tehditkâr sesi kulaklarında çınlıyordu. Nur, titreyen ellerini eteğine silip derin bir nefes aldı. Sessizlik içinde mutfağın camından dışarı baktı; Mardin’in dağları hâlâ sis altındaydı.
Dijvan içeriden hâlâ çıkmamıştı. O, her zaman sabahları erken kalkardı ama bu sabah belli ki yorgundu. Belki de onun da kafası doluydu. Nur, içinden geçenleri susturmak istercesine başını iki yana salladı.
Tam o anda kapının menteşeleri gıcırdayarak açıldı. Dizlerinde bir ağırlık hissetti, kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Geri döndü—ama kapıdan çıkan sadece Dijvan’dı. Uykusuz gözleriyle Nur’a baktı, sonra masaya.
"Yine mi sabah kahvaltısı için bu kadar uğraştın?" dedi, sesi yorgun ama yumuşaktı.
Nur' un yüzünde küçük bir gülümseme oluştu, ardıdan ise hızla silinip yerine ise utanmış bir ifade oluştu ve hızla arkasını döndü " dijvan üzerine neden bir şey giyinmedin, yarı çıplak gelmişsin kahvaltıya "dedi Dijvan bir an ne olduğunu anlamadı, sonra gözleri aşağıya kaydı. Üzerinde sadece gri bir eşofman altı vardı, üstün de ise siyah dar bir atlet . Uykusuz geçen geceden sonra kalkar kalkmaz çıkmıştı odadan, düşünmeden.
Bir kahkaha kaçtı dudaklarından, hafif ama içten. "Özür dilerim, senin elinin emeğine gömlekle saygı gösterecektim demek," dedi alayla, ama gözlerinde oyunbaz bir parıltı vardı.
Nur hâlâ arkasını dönmüş, pencereye bakıyordu. Utancı sesine yansımıştı.
"Git de bir şey giy… sonra kahvaltı soğuyacak." dediğinde Dijvan ellerini beline koydu, sanki bir tiyatro oyuncusuymuş gibi dikildi. “Efendim, ağanız olarak huzurunuzda eşofmanla dikilmekten gurur duyarım,” dedi, teatral bir sesle.
Nur kenarda duran mutfak bezini kapıp olduğu yerden arkasına doğru fırlattı. “Git üstünü değiştir de gel! Yoksa gerçekten çay falan yok sana!”
Dijvan havluyu kolayca yakaladı, sonra başını yana eğip hafifçe gülümsedi.
“Tamam… tamam. Madem tehdit ciddi, gidip üstüme Nur Onaylı tişörtümü giyiyorum. Birazdan dönerim, kahvaltı da umarım hâlâ sıcak olur.”
Nur onun ardından burun kıvırarak göz devirdi ama dudaklarındaki gülümseme kaçamadı. “Sen yeter ki giyin, kahvaltı buz gibi olsa da razıyım,” diye mırıldandı.
Dijvan banyoya doğru yürürken başını geriye çevirdi, alaycı bir ifadeyle “O zaman söz veriyorum... bu sabah kombinde ne diz izi olacak, ne kol kası,” dedi ve kahkaha atarak gözden kayboldu.
Nur ellerini kalçalarına koyup iç çekti. “Allah’ım sabır... Dün ki adam değilmiş gibi ?” diye söylendi, sonra tekrar masaya yönelip kahvaltı sofrasındaki tabakları düzeltmeye başladı.
Tam o anda dış kapı tekrar çaldı.
Bu sefer sesi daha tok, daha buyurgan bir şekilde geldi. Nur’un içi bir anda buz kesmişti. Elindeki tabakla olduğu yerde dondu kaldı. Gözleri yavaşça kapıya, sonra banyoya döndü. Seslenmeden önce bir an duraksadı.
Nur kapıya gözlerini dikip öylece kalmıştı. Kalp atışları göğsünü zorlarken elindeki çatalı tezgâha bıraktı. Gözleri korkuyla mutfağın köşesindeki alçak dolaba kaydı. Derin bir nefes aldı.
“Dijvan...” dedi tekrar, bu sefer sesi daha da kısıktı. “Biri geldi, ama… bu sefer farklı. Sert çaldı.” O sırada banyodan su sesi kesildi. Ardından çıplak ayak sesleri yankılandı. Ve aniden, duvarın köşesinden çıkan Dijvan, henüz üstünü bile giymemişti. Belindeki banyo havlusu ıslaktı, saçları alnına düşüyordu. Ama yüzünde bir şey vardı… o an Nur’a güven veren o kararlı ifade.
Nur korkuyla “Belki de... Adem... Belki geri döndü…” Bu tek cümle yetti.
Dijvan, gözlerini hemen mutfağın köşesine çevirdi. Süratle dolabın kapağını açtı ve siyah kabzalı silahı eline aldı. Silahı kontrol ederken kurma kolunu çekti, metalin çıkardığı ses mutfağın sessizliğini böldü.
“Geri çekil,” dedi kararlı bir sesle. “Ne olursa olsun arkamda kal.” Nur itiraz edemedi. Olduğu yerde birkaç adım geri attı, elini göğsüne bastırarak nefesini tutmaya çalıştı.
Dijvan, çıplak ayakla koridora yürürken tetikteydi. Elindeki silahı bel hizasında tuttu. Adımlarını ağır ve sessiz atıyor, gözlerini kapıya dikmişti. Göz göze gelse savaş çıkacak gibiydi.
Kapı yeniden çaldı. Bu kez kapı kolunu hafifçe oynattılar.
Dijvan kapının yanına geldiğinde, sol eliyle kapı koluna uzandı, sağ elinde silah. Omzunu kapının kenarına dayayıp derin bir nefes aldı. Ardından aniden kapıyı açtı ve …
Göz göze geldiği ilk şey, tanıdık ama sert bir bakıştı. Yazması sıkıca bağlı, kaşları çatık, yüzünde yılların yorgunluğu ve otoritesiyle duran bir kadın…
“Dijvan,” dedi sertçe, oğlunu süzerken. “Evi mi basacaklar , duş alırken bile silahı bırakmamışsın.” O an Dijvan’ın yüzü değişti. Silahı hızla arkasına sakladı, ardından kapıyı açıp bir adım geri çekildi.
“Anne…” dedi sadece.
Kadın içeri girerken bakışları önce karşısında sadece havluyla duran oğluna, sonra içeride mutfakta kalan Nur’a döndü. Gözleri hafif kısıldı, bakışı keskinleşti. Ortamdaki havayı tek hamlede kontrolüne aldı.
“Demek ben yokken işler bu kadar serbest olmuş bu evde.”
Nur bir adım geri çekildi, dizlerinin titrediğini hissetti. Bu kadın, sadece Dijvan’ın annesi değildi… Aynı zamanda bu evin gerçek sahibi, gölgesi bile ağırlık yapan bir kadındı.
Ve hiçbir bakış Adem Kara kadar tehlikeli hissettirmemişti Nur’a—ta ki şimdiye kadar
Dijvan’ın cümlesi yarım kaldı. “Yok anne, sadece—” Kadın bir şey dinlemedi, içeri kararlı adımlarla girip doğruca salona yöneldi. Yüzünde “benim evim, benim kurallarım” ifadesi vardı. Omzundaki yazmayı düzeltti, göz ucuyla etrafı süzerken, girdiği odada kim varsa tartıyordu.
Arkasından sert ve net bir ses geldi:
“Konuşmaya geldim. Önemli.”
Dijvan, arkasından kapıyı sessizce kapattı, silahı koridorun duvarındaki küçük rafa bıraktı. Ardından havlusunun ucunu sıkıca tutarak salona doğru yürüdü. Göz ucuyla Nur’a baktı. Başını hafifçe eğdi, “Sakin ol,” der gibiydi.
Nur, ne yapacağını bilemeden elini önlüğüne sürdü, sonra çaydanlığı kontrol eder gibi yaptı. Elleri titriyordu. Bu kadının varlığı bile üzerindeki tüm güven duygusunu silip süpürmüştü.
Salona girdiklerinde kadın pencere önündeki tekli koltuğa oturmuştu bile. Duruşu dimdikti. Kendi evinde değilmiş gibi hiç davranmıyordu. Sanki her yer onun kontrolü altındaydı. Bakışları önce oğluna, sonra mutfağa doğru kaydı.
Dijvan, annesinin gözlerinin içine bakmadan hafifçe iç çekti.
“Üzerimi giyinip geleyim… öyle konuşalım,” dedi, sesi sakin ama yorgundu.
Kadının dudaklarında sert bir tebessüm belirdi, ama gözleri gülmüyordu.
“Aşiret zaten hakkında konuşuyor, oğlum,” dedi. “Giyinmeden de konuşabiliriz, değil mi?”
O an hava daha da ağırlaştı. Nur nefes almayı unuttu, başını eğdi. O cümlede sadece utanç yoktu… aynı zamanda bir suçlama, bir sorgu, bir ceza vardı.
Dijvan kısa bir duraksamadan sonra başını kaldırdı, annesinin bakışlarına karşılık verdi.
“Konuşalım o zaman,” dedi. Ve salondaki koltuklardan birine oturdu, hâlâ sadece havluyla.
Kadın başını Nur’a çevirdi, gözlerini onun üzerinden bir kez daha geçirdi.
“Adın neydi senin?” dedi, sesi hâlâ net, hâlâ tok.
Nur zor duyulan bir sesle yanıt verdi.
“Nur… dediğin de dijvanın annesi "benim ismimde Hatice " diyerek kendini tanıttı, dijvan araya girip" anne ne dediler de geldin hayırdır "diye sordu, Hatice Hanım oğluna döndü, gözlerinde bir öfke ve hayal kırıklığı dalgası vardı.
“Dün gece… aşireti toplamışsın. Neden?” diye sordu .
Dijvan’ın çenesi gerildi. Kaşları çatıldı, bakışları annesinden kaçmadı.
" öyle gerekliydi sağ olsunlar hepsi de geldi sayılır" Hatice Hanım gözlerini kısarak oğluna yaklaştı. “‘Gerekliydi’ diyorsun... Neye göre? Kime göre gerekliydi? Aşiret dediğin, öyle gecenin bir vakti çağrılır mı oğul? Herkes kendi işinde gücünde, sen bir gecede bin yıllık dengeyi sarsarsın.”
Dijvan derin bir nefes aldı, gözleri hâlâ annesinin gözlerinden kaçmıyordu.
" anne keyfimden toplamadım ben aşireti dediğim gibi gerekliydi. Bende topladım" dediğinde Hatice hanım daha fazla dayanamayıp " neye göre? Kim için? Ne için dijvan?" diye sordu öfkeyle
Dijvan Bakışlarını Nur' a çevirdi sonra tekrar annesine " dün gece adem kara... Yani dayım kapıma geldi" dediğinde Hatice hanım gerildi, Nur ise korkuyla dijvana baktı. " ne" dedi şaşırmış bir şekilde. Dijvan başını çevirip Nur 'a baktı
" evet adem kara öz dayım" tekrar bakışlarını annesine çevirdi , Hatice hanım ise yıllar sonra kardeşinin adını duyduğun da öylece kala kalmıştı.
Hatice Hanım’ın dudakları titredi. Sanki bir hayalet çıkıp geçmişten önüne dikilmişti. Yüzüne yılların acısı çöktü, gözleri buğulandı ama ağlamadı.
"Ben o adamı çoktan gömdüm içimde..." diye fısıldadı. "Yıllardır adını bile anmadım. Şimdi karşıma mı çıkıyor?"
Nur, olanları anlamakta güçlük çekiyordu. Gözlerini bir Dijvan’a, bir Hatice Hanım’a çevirdi. "Nasıl yani? Senin dayın... O Adem Kara, benim korktuğum adam mıydı?" Dijvan başını yavaşça salladı.
"Evet. Annemin kardeşi. Benim öz dayım... Ama ben onu hiçbir zaman aileden saymadım."
Hatice Hanım ellerini kucağında kenetleyerek oturduğu koltuktan doğruldu. "O adam, ailesini arkadan hançerleyen bir yılandı. Ben onu o gün, babamı mezara soktuğunda sildim."
Nur, korkuyla yutkundu.
"Peki şimdi ne olacak? Eğer tekrardan "
Dijvan, sakin ama sert bir sesle sözünü kesti. "Artık kimseye zarar veremez. Ben buradayım."
Hatice Hanım, oğlunun gözlerinin içine baktı. İçinde korku değil, kararlılık vardı.
"Bu kez yarım kalmayacak, değil mi oğlum?"Dijvan başını salladı. "Hayır anne Bu kez hesap kapanacak." Dijvan ayağa kalktı " o it Nur a göz dikmiş dün aşireti bu yüzden topladım"
Hatice Hanım yerinden doğrulmak ister gibi oldu ama dizleri titredi, koltuğa tekrar çöktü. "Demek hâlâ gözünü hırs bürümüş..." dedi kısık bir sesle. "Kendi kanını bile yakacak kadar kör olmuş."
Dijvan gözlerini kıstı, çenesini hafifçe kaldırdı."Nur’a uzanan her el, önce benimle hesaplaşacak," dedi. Sesi buz gibi ama içinde öfkeyle yanan bir ateş vardı.
Nur, duyduklarına inanamazcasına bakıyordu ona "Dijvan... Bunu gerçekten söyledin mi?"
Dijvan, bir adım atıp Nur’un tam karşısında durdu. Göz göze geldiler.
"Evet, söyledim. Sadece söyledim sanıyorsan yanılıyorsun."
Dijvan Nur 'un gözlerine bakarak
" karşısında durdum dün. Adem Kara’nın göz diktiği kadının artık yalnız olmadığını, onun adını bile ananın bedel ödeyeceğini söyledim."
Nur’un gözleri doldu.
"Sen... Beni korumak için..."
Dijvan' nın Bu kez sesi biraz daha yumuşaktı, ama hâlâ güçlüydü. "Benim için artık sen sadece sığınan biri değilsin, Nur. Senin için savaşmak, göze almam gereken her şeyden daha değerli."
Bir anlık sessizlik oldu. Hatice Hanım gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Sanki yılların yükü bir parça hafiflemişti.
Dijvan’ın sesi bir kez daha yükseldi, bu kez meydan okurcasına "Adem Kara görsün . Kim olursa olsun görsün, duysun, bilsin ! Nur benim himayemde. Ona göz diken, benim karşıma çıkar. Ben de gölge tanımam, düşman saymam. Gelirse... Bu topraklar ya ona mezar olur, ya bana."
Nur, ağır adımlarla birkaç adım öne çıktı. Gözleri doğrudan Dijvan’ın gözlerine kilitlenmişti. İçinde ne tereddüt vardı ne de korku. Kaçtığı adamın yeğeni olabilirdi o karşısındaki adam, ama Nur biliyordu... Güven dediğin şey kanla değil, kalple yazılırdı.
“Ben sana güveniyorum, Dijvan,” dedi sesi yumuşak ama taşı delen bir netlikle. “Her şeye rağmen.”
Dijvan’ın yutkunduğu duyulmadı, ama gözlerindeki titreme, içindeki fırtınanın iziydi. Nur’un sesi, kalbine dokunan bir sükunet gibi oturmuştu içine. Bu kadını korumak için yemin etmişti, evet. Ama artık o yemin, sadece sorumluluk değildi. Daha derin, daha karmaşık bir şey filizlenmişti içinde.
Daha önce kimseye bakmadığı gibi bakıyordu Nur’a. İlk kez biri gözlerinin içine korkmadan bakmıştı. İlk kez biri, onun gölgesinde değil, yanında durmayı seçmişti. “Sen bana emanet değilsin,” dedi kısık bir sesle, “Sen benim çizgimsin, Nur. Geçilmeyecek sınırım.”
Annesi, ikisine birden bakarken içine çöken o sessiz korkuyu bastıramadı. Anladı. Oğlunun gözlerinde daha önce hiç görmediği bir şey vardı: Teslimiyet. Ama bu zayıflığın değil, inancın teslimiyetiydi.
Hatice hanım derin bir nefes aldı, sesi bu kez daha yorgun ama kabullenmişti
“Bir yemin ettin kendine. Ama unutma... yemin, bazen sadece söz değil, bedel ister. O bedeli ödemeye hazır mısın, Dijvan?”
Dijvan başını eğmeden cevapladı
“Hazırım. Onun için gerekirse her şeyi yakarım.” Nur’un gözleri dolmuştu ama ağlamadı. O da biliyordu; bu yol kolay olmayacaktı. Ama artık yalnız değildi. Ve belki ilk kez… sığınmak zorunda kalmadan birinin yanında duruyordu.
Ondan sonra İkisi de konuşmadı ne dijvan ne Nur. Onlar için süslü sözcükler ve cümleler yoktu, sessizlik vardı. Bir birini anlayan iki sessiz yürek... Bakışlar vardı güven veren, varlıkları vardı bir birine yuva olan, sarılmak yok, konuşmak yok sadece sessizce teşekkür etmek vardı onlar için.
Dijvan Nur 'a kanat gerdi, Nur ise ona sonsuz güvenle sığındı, Nur tıpkı aşkın uçurum olduğunu bile bile, o uçurumdan atladı. Dijvan ise onu tutmak için her zaman uçurumun aşağısında bekledi....
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Yeni hayat... Yeni başlangıçlar... Ve sevdiğim adam...
Hepsi bir rüya gibi, ama artık gözlerimi her açtığımda o rüyanın içindeyim.
Geçmişin ağırlığını geride bırakıp, geleceğe umutla bakmayı öğrendim onunla. Her sabah güne onun sesiyle uyanmak, her akşam huzuru onun gözlerinde bulmak... Bu, hayalini bile kurmaya cesaret edemediğim bir mucizeydi.
Şimdi kalbim daha sakin, yüreğim daha cesur. Yanımda o varken, her zorluk aşılır, her yol yürünür.. Yeni bir sayfa açtım hayatımda, ilk cümlesinde onun adı var.
Gözümü alan gün ışığını engellemek için elimi kaldırdım ve gözümü kapattım, bir süre sonra odanın kapısı açıldığında elimi çektim, behram karşımda kahvaltı tepsisi ile bana gülümsüyordu. Yarı çıplaktı, altında siyah eşofmanı vardı saçları ise dağınıktı.
Elindeki tepsiyle usulca yanıma yaklaştı. Gözlerimi ovuşturup doğrulurken, “Günaydın,” dedi yumuşak bir sesle.
“Günaydın,” dedim kısık bir sesle. Hâlâ uykunun ağırlığı üzerimdeydi ama Behram’ın gülümsemesi ayılmamı kolaylaştırdı.
Tepsiyi yatağın ucuna bıraktı, ardından karşıma geçip çömeldi. “İyi uyudun mu?” diye sordu. O an gözlerim istemsizce üst vücuduna kaydı. Geniş omuzları ve güneş ışığında parlayan teni dikkatimi dağıtmıştı.
“Fena değildi…” dedim bakışlarımı kaçırarak. “Sen erken kalkmışsın.”
Omuz silkti. “Alışkanlık. Sen hâlâ uyanmazsın diye ses etmedim, ama karnın acıkmıştır diye düşündüm.”
Tepsiyi önüme doğru itti. Peynir, zeytin, haşlanmış yumurta, taze ekmek ve demli bir çay vardı. Her şey sıcaktı. “Bunları ne zaman hazırladın?”
“Birkaç dakika önce. Senin gibi uyuyan birini uyandırmak günah gibi geldi,” diye gülümsedi yine. O sırada dağınık saçlarını geriye itti ve başını hafif yana eğerek beni izledi.
Sustum. O anın huzuru, odanın içine yayılan çay kokusu ve onun varlığı… Hepsi bir araya gelince zaman duruyormuş gibi hissettirdi.
“Behram…” dedim usulca. “Sen… her sabah böyle misin?”
“Hayır,” dedi, sesi biraz ciddileşti. “Sadece yanımda olduğun sabahlar böyleyim.”
İçim ısındı. Elim farkında olmadan onun eline uzandı. Parmak uçlarımız birbirine değdiğinde bir kıvılcım geçti içimden. Bu anın geçici olmadığını, bir şeylerin değiştiğini hissettim. Ama aynı zamanda o huzurun ardında duran sessiz bir fırtına da vardı sanki…
Behram elime öpücük kondurup ayağa kalktı, yan tarafıma dolanıp kendini yatağa doğru bıraktı, Yatağın yayları hafifçe gıcırdadı, ardından sessizlik tekrar odaya yayıldı. Behram başını yastığıma yakın bir yere yasladı, yüzü bana dönüktü. Gözleri gözlerime kilitlenmişti, bakışlarında hem huzur hem de içinde tutmaya çalıştığı bir ağırlık vardı.
“Biliyor musun,” dedi sessizce, “bazen sadece yanında olmak, her şeyi unutturuyor bana.”
Sözleri boğazımda bir düğüm oluşturdu. İçimde kıpırdayan o fırtına birden daha da belirginleşti. Ona bakarken kelimeler kifayetsiz kaldı. Bir şey söylemek istedim ama dilim dönmedi.
O an, Behram elini tekrar uzatıp saçlarıma dokundu. Parmakları yavaşça saçlarımın arasından geçti, sonra yanağıma indi. “Korkuyorsun,” dedi fısıltıyla. “Gözlerinden anlıyorum.”
Gözlerimi kapattım. Sessizliğimin içinde sakladığım duygularım, onun sesiyle yankılanıyordu sanki.
“Kendimden değil,” dedim sonunda. “Sadece… bu huzurun sonsuz olmayacağından korkuyorum.”
Behram bir an durdu. Sonra yanağıma dokunan elini çekmeden başını biraz daha yaklaştırdı. “O zaman,” dedi kararlı bir tonla, “bu huzuru birlikte koruyacağız. Ne gelirse gelsin… yanındayım.” diye fısıldadı. Gülümsediğim de oda gülümsedi, ardıdan başı ile önümde ki hazırladığı tepsiyi işaret etti " hadi kahvaltını yap artık bugün senin ile vakit geçireceğim sizin emrinizdeyim yani"
Kahkahamı bastırmaya çalışarak ona baktım. “Aşiret ağası Behram Bey, sizi böyle emrime amade görmek… alışılmadık bir şey,” dedim hafifçe başımı yana eğerek.
“Bugünlük istisna,” dedi, göz kırparak. “Hem seninle bir gün geçirmek için koca aşireti bile beklemeye bırakırım. Sadece söyle yeter.”
Tepsideki taze ekmeği elime alırken gözlerim ona kaydı. O, sırtını yastıklara yaslamış, saçları hâlâ dağınık, yüzünde huzurlu bir ifade ile beni izliyordu. Gözlerinde alışkın olduğum o sert bakışların yerini, neredeyse çocuksu bir sıcaklık almıştı.
“Ne yapmak istersin?” diye sordum, bir yandan çayımı yudumlayarak.
Omuzlarını hafifçe silkti. “Sen nereye dersen orası. Dilersen seni ovanın en güzel yerine götürürüm, dilersen bu odadan çıkmayız. Bugün bu aşiret ağasının vakti sana ait.”
Sözlerinde hem şaka hem ciddiyet vardı. İçimde bir şeyler yumuşadı. Koca bir aşireti yöneten, adı ağırlıkla anılan bu adam, o an sadece benim için oradaydı.
“Tamam,” dedim. “O zaman önce bu kahvaltıyı edeyim… sonra Behram Ağa’ya bugün kim olduğunu unutturacağım.” dedim muzip bir ifade ile “Unutmaya hazırım,” dedi alçak sesle, “Yeter ki seninle olayım.”
Ve o an, dışarıdaki dünya yok gibiydi. Aşiret, sorumluluklar, geçmiş… hepsi kapının dışında kalmıştı. İçerideyse sadece biz vardık. Ve bu sabah, kelimelerin ötesinde bir başlangıç gibiydi.
Ben kahvaltıya devam ederken Behram bir süre sessizce izledi. Bazen gözleri yüzümde geziniyor, bazen de dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm beliriyordu. Oda sıcaktı, ama onun bakışları bambaşka bir sıcaklık yayıyordu içime.
Son lokmamı bitirince tepsiyi kenara koydum. “Peki Behram Ağa,” dedim gözlerimi kısmış, sözlerimle hafifçe onu sınar gibi, “bugün seni sıradan biri gibi yaşatmaya hazırım. Ağa yok, hüküm yok. Sadece sen ve ben.”
Yatağın içinde hafifçe doğrulup bana yaklaştı. Bir kolunu yastığa dayayıp başını avucuna aldı. “Sıradan biri olmak kolay,” dedi, sesi biraz daha alçalmıştı. “Ama senin yanında, sıradan olmak bile özel hissettiriyor.”
Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Gözlerimi kaçırmaya çalıştım ama başaramadım. Bu adam, sadece sözleriyle değil, sessizliğiyle bile kalbime dokunuyordu.
Yorganın altındaydım hâlâ. Tenimdeki çıplaklık, geceden kalan o yakınlığın izlerini taşıyordu. Saçlarım dağınıktı, dudaklarımda ise Behram’ın dokunuşunun sıcaklığı vardı. Birlikte geçirilen bir gecenin ardından gelen sabahın sükûnetiyle kıpırdamaya bile ihtiyaç duymuyordum.
Behram gözlerini bir an üzerimde gezdirdi, sonra çaktırmadan başka yöne çevirdi bakışlarını. Saygısızlık etmeyen ama hâlâ hislerini gizleyemeyen bir hali vardı.
“Bakma öyle,” dedim kısık bir sesle. “Kıpırdamaya cesaretim yok zaten, soğukla karşılaşmak istemiyorum.”
Gülümsedi. elini saçlarıma uzattı. Parmakları yavaşça saçlarımın arasında gezinirken, sesi neredeyse fısıltıydı “Keşke bu sabah hiç bitmese.”
Gözlerimi kapadım. “Böyle konuşursan kahvaltıyı da unuturum,” dedim yarı ciddi, yarı oyunla. Başını hafifçe eğip dudaklarını alnıma dokundurdu. “Unut. Her şeyi unut bugün. Bu odada sadece sen varsın. Sadece senin gülüşün, tenin, sesin…”
Sözleri içimde yankılandı. Hiçbir şey söylemeden onun varlığını hissetmeye devam ettim. Sadece tenimde değil, ruhumda da iz bırakıyordu.
Yorganın kenarından uzanıp çayı elime aldım. “O zaman,” dedim, dudaklarımı bardağa götürürken, “bugün seninle bir masal yazalım. Kimseye anlatamayacağımız bir masal…”
Behram gözlerimin içine baktı, yüzünde hem bir adamın arzusu hem de bir çocuğun masumiyeti vardı. “Hazırım,” dedi. “Son sayfasına kadar seninle yazmaya.”
Ve o an biliyordum… Bu sadece bir sabah değildi. Bu, yeniden doğuştu. Bir aşiret ağasının bile kendini kaybettiği, sadece bir kadının teninde, sesinde ve sevgisinde sığındığı bir başlangıçtı.
Yatağın sıcaklığı tenime sinmişti ama artık kalkmalıydım. Çay bitmişti, sohbet susmuştu, ama içimde hâlâ onun sesi yankılanıyordu. Behram’la göz göze gelmeden, sessizce çarşafı üzerimden sıyırdım. Ayağım yere değdiği anda, odanın serinliği bedenimi sardı.
Yavaş adımlarla banyoya yöneldim. Arkamdan beni izlediğini biliyordum ama dönüp bakmadım. Bu sabah, kendime dönmek istiyordum. Aynadaki kadına. Yeni başlayan masalın kahramanına.
Duşun altına geçtiğimde, su tenimde geçmişin tortularını siler gibiydi. Ellerim saçlarımda, gözlerim kapalı… Bu sabah sadece temizlenmiyordum. Hafifliyordum. Her damla, içimde bir düğümü çözüyor gibiydi. Gözlerimden süzülen su muydı, yoksa hissettiklerim mi, ayırt edemedim bir an.
Duştan çıktığımda saçlarım sırtıma yapışmıştı. Havluyu sıkıca sardım bedenime, sonra buğulu aynada kendime baktım. “Hazırsın,” dedim fısıltıyla. “Artık bu kadın sevdiği adam ile yeni bir masala başlıyor…”
Odaya döndüm. Behram hâlâ yatağın kenarındaydı, ama bu kez gözlerini kaçırdı. Saygının en sessiz haliydi o bakış. Gülümsedim, gardıropun önüne gidip kapaklarını açtım ve içinden
İlk iç çamaşırlarımı aldım, behramın beni izlediğini umursamayıp Havlunun ucunu parmaklarımla tuttum, bir an durdum. Aynadaki yansımama baktım. Tenimde hâlâ suyun serinliği, saçlarımda buharın yumuşaklığı vardı. Yavaşça çözdüm havluyu. Omuzlarımdan süzülüp yere düştü. Bu bir alışkanlık değil, bir teslimiyetti. Kendime, … ve belki biraz da ona.
İlk olarak iç çamaşırımı aldım. Dantel detaylı, krem rengi bir takım. Ne fazla gösterişli ne de sıradan. Tam ben gibi. Sutyeni takarken ellerimle sırtımı kavradım, südyenimi giydikten sonra iç çamaşırımıda giydim .
Sonra jean pantolonumu aldım. Hafif taşlanmış, yüksek bel. Üzerime çektiğimde, belime oturuşu tanıdık geldi. Ardından tişörtü giydim. Yumuşak kumaşı tenime değdiğinde sanki dışarıdaki dünyaya karşı küçük bir zırh giymiş gibi hissettim. Tişört, salaş ama yakasında zarif bir dikiş vardı, içimdeki kadını saklamadan taşıyordu.
Ayakkabılarımı elime alıp giyerken aynaya son bir kez daha baktım. Saçlarım nemli, gözlerimde derin ama huzurlu bir bakış. Masanın kenarında duran Zincir kolyemi aldım ve boynuma taktım ardıdan ise Bilekliğimi unutmadan ekledim.
Ve sonra... Tamamen hazır olduğumda arkamı döndüm ve behrama baktım .Yatakta uzanmış beni izliyordu. Bir kolu başının altına girmişti, diğer eli göğsünün üzerinde. Bakışı ciddi ama içinde yumuşak bir kıvılcım vardı.
“Hazırım tamamen,” dedim, dudaklarımda oyunbaz bir gülümsemeyle
Behram yatakta doğruldu , çıplak göğsü sabah ışığında bronz bir heykel gibi parlıyordu. Sadece siyah eşofman altı vardı üzerinde, beline tam oturmuş, sade ama erkeksi bir şıklıkla taşıyordu. Kasları her nefes alışında göğsünde usulca hareket ediyor, sessiz bir güç gibi gözlerimin önüne seriliyordu.
Ben ayağa kalkmış, tam karşında duruyordum. O hâlâ oturuyordu ama bakışları boydan boya üzerimdeydi. Gözlerimle ona dokunmadan bile değiyordum sanki. Dudaklarımı ısırmamaya çalıştım, ama içimdeki o küçük kıpırtı boynuma kadar çıktı.
“Hazırım tamamen,” dedim yine, sesimi biraz alaycı ama ince bir heyecanla incelterek.
Behram başını yana eğdi, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıvrım oluştu. Sonra yavaşça yerinden kalktı. Çıplak ayakları parke zeminde ses bile çıkarmadan yürüdü bana doğru. Aramızda yalnızca birkaç adım kalmıştı.
“Elimi bile tutmadan bu kadar etkileniyorsan… Dara’da ne yapacaksın bilmiyorum,” dedi hafif bir gülümsemeyle.
Kahkaha atacak gibi oldum ama sadece gülümsedim. “Dara’yı bilmem ama… seninle ilk kez gittiğim her yerin anlamı olacak.”
Behram bana doğru biraz daha yaklaştı. Göğsünden yayılan sıcaklık neredeyse tenime dokunuyordu.
“Orası çocukken yalnız kaldığım bir yerdi,” dedi fısıltıyla. “Bugün… ilk kez biriyle gideceğim. Seninle.”
Bir an sessizlik oldu.
O sessizlikte, aramızda söylenmeyen binlerce kelime vardı.
Gülümsediğim de behram bir adım atıp yanıma tam dibimde durdu, anlıma öpücük kondurduğun da gözlerimi kapadım kokusunda bile huzur vardı.
Gözlerim kapalı, nefesim usulca ciğerlerime dolarken Behram’ın teninden yükselen o tanıdık, güven veren kokuda kayboldum. Kalbim bir anlığına hızlandı, sonra onun varlığıyla yavaşladı sanki.
" iyi ki varsın," dedi kısık bir sesle, alnımdan çekilirken. Başımı hafifçe kaldırıp ona baktım. Gözlerinde hem geçmişin ağırlığı hem de geleceğin sözü vardı. "Behram..." dedim fısıltıyla, kelimeler boğazıma düğümlenmişti.
Elimi tuttu, parmakları parmaklarımın arasına dolandı. "Ne olursa olsun," dedi, "yanındayım." O an, dünyanın tüm karmaşası sussa, sadece biz kalsak gibi hissettim. Ve ben ilk kez, birini kaybetmekten bu kadar korktum.
Yüzümde beliren gülümsemeyle başımı eğdim, elim hâlâ onun elindeydi. Sessizlik ikimizin arasında konuşuyordu sanki; sözsüz, ama bir o kadar derin…
Behram, elimi bırakıp başparmağıyla yanağıma hafifçe dokundu. "Sana böyle dokunmaya bile kıyamıyorum," dedi.
Gözlerimiz kenetlendi, içimde tarifsiz bir sıcaklık yayılıyordu. Kalbim usulca ona yaslanmak ister gibi çırpınıyordu. Yaklaştı, alnını benim alnıma yasladı.
"Sana baktığımda başka bir dünya görüyorum," diye fısıldadı.
Ben de sadece fısıldayabildim, "Senin dünyanda kaybolmak istiyorum."
Gülümsedi… Öyle bir gülümsedi ki, içimi huzurla doldurdu. Ardından yavaşça geri çekildi.
"Yokluğunda toz toprak oldum, sen geldin, ruhumun üzerindeki pası silip attın," dedi ve ardından bir iç çekerek, "Ama şimdi… şu üzerimdeki tozu da atmam lazım," deyip göz kırptı.
Kahkaha attım, o anın ciddiyetini bozan bu küçük şaka içimi hafifletti.
Behram banyoya yönelirken omzunun üzerinden dönüp bana baktı. "Çok bakma, özletirim kendimi," deyip kayboldu kapının ardından.
İçeriden akan su sesi, kalbimdeki kıpırtıyla birleşti. O anda biliyordum; hayat karmaşık olsa da, bu adam kalbimin en duru haliydi.
Behram banyoya girdiğin de bende kenarda duran tekli koltuğa oturdum
Bir süre sonra Banyodan gelen su sesi durmuştu artık. Sessizlik, kalbimin ritmine eşlik ederken kapı yavaşça aralandı. Behram, saçlarından hâlâ süzülen damlalarla, beline sadece bir havlu sarmış hâlde karşımdaydı.
Omzundan aşağıya kayan su damlaları boynuna ulaşıyor, sonra yavaşça göğsüne süzülüyordu. Yüzü tazelenmişti, ama gözlerinde hâlâ bana dair bir tutku, bir huzur vardı.
"Özledin mi beni iki dakikada?" diye sordu alaycı bir gülümsemeyle.
Kıpırdayan dudaklarımı bastıramadım. "Sen yokken epey sessizdi burası," dedim hafifçe omuz silkerek.
Birkaç adımda yanıma geldi, eğildi ve kulağıma fısıldadı"Ben sessizliğin bile yankısıyım senin için…"
Tüylerim diken diken olmuştu. Parmak uçlarıyla saçlarımdan bir tutamı yüzümden geriye doğru itti. Yüzüme baktı uzun uzun, sonra hafifçe başını yana eğdi."hemen giyinip geliyorum" dedi ve geri çekilip gardıropun önüne gitti
Yutkundum.
Bakmamam gerektiğini biliyordum ama gözlerim başka yöne dönmeyi reddediyordu.
Parmakları gömlekleri karıştırırken o kadar sakindi ki… sanki yıllardır bu odayı, bu anı yaşıyormuşuz gibi.
Bir gömlek seçti, yatağa bıraktı. Sonra pantolonu aldı ve üstündeki havlunun ucunu bir çırpıda çözdü.
Ve işte o an… zaman durmuş gibiydi.
Karşımda tüm çıplaklığıyla duruyordu. Ne utanma, ne acele… sadece bir bedenin doğallığı vardı üzerinde.
Ama beni en çok sarsan şey, çıplaklığı değil, kendine olan güveniydi.
Sanki bana "Bundan korkma" der gibiydi.
Gözlerim istemsizce vücudunun hatlarında dolaştı…
Sırtında kalan bir iz vardı; derin değildi belki ama iz bırakmıştı.
Kolundaki eski bir sıyrık, ne kadar çok şey yaşadığının sessiz tanığı gibiydi.
Ve beline kadar inen o güçlü çizgiler… sanki hepsi, bir savaşın sessiz anatomisiydi.
Ama o, bunların hiçbirini önemsemiyormuş gibi davranıyordu.
Sakince eğildi, ilk siyah baksırını giydi. Sonra, beyaz bol pantolonunu alıp beline geçirdi. O kadar rahat ve özgürdü ki, sanki vücudu her kıyafetle uyum içinde dans ediyordu. Son olarak siyah dar bir polo yaka tişörtünü aldı eline. Başından geçirip üzerini kapatırken bile bir zarafet vardı hareketlerinde. Tişört vücuduna tam oturdu. Omuzlarının keskinliği, göğsünün gücü belirginleşti.
Sanki her şeyi bilerek, kasıtlı yapıyordu. Ama yüzünde zerre kadar kibir yoktu.
Bir erkek için bu kadar doğal, bu kadar rahattı.
İçimdeki huzursuzluğu bastırmaya çalışarak, gözlerimi ondan kaçırmak için yeniden odanın köşesine odaklandım.
Ama her adımında, her hareketinde bana bir şeyler hissettiriyordu.
Ona bakmasam da, bir şekilde varlığını hissediyordum.
Yavaşça pantolonunu çekiştirip, ellerini cebine soktu. “şimdi hazırım işte ?” dedi, bu kez sesi daha ciddi, ama yine de o aynı rahatlık vardı içinde.
Yavaşça başımı kaldırıp ona bakarken, kalbim ne kadar çırpınsa da, bir şekilde sakin görünmeye çalıştım. Gülümsedim ve ayağa kalktım yanına gidip yakasını düzelttim, behram ise belini elime koydu ve beni kendine daha çok bastırdı
Bakışları kısa süreliğine dudaklarıma kaydı " bir an düşündüm de sanki evde kalmamız daha iyi gibi ne dersin" diye fısıldadı dudaklarıma doğru.
Yakalasından çekip elimi göğüsüne koydum " olmaz kocacım sözün var" dedim. Behram hafifçe kaşlarını çattı, ama gülümsemesi dudaklarının kenarına yayıldı. "Sözüm var ama... seni böyle görünce insanın bütün sözleri bozuluyor," dedi, sesinde hem hayranlık hem de nazlı bir serzeniş vardı. Elimi göğsünde tutarken, parmaklarımı usulca avucunun içine aldı, ardından başını eğip alnımı öptü.
" peki madem söz verdik sözümü tutarız " dedi ve bir adım geri çekilip elini uzattı
" tutun bakalım Aydan hanım elimi" dediğinde kıkırdadım ve yatağın üzerinden çantamı alıp behramın elini tuttum
Behram’ın eli her zamanki gibi sıcaktı ve avucunun içi, beni sanki dünyanın en güvenli yerine çekiyormuş gibi huzurluydu. Elimi tutarken gözlerimin içine baktı, “Hazır mısınız hanımefendi?” diye sordu alaycı bir resmiyetle.
"Her zaman," dedim göz kırparak.
Kapıya doğru yürürken parmaklarımız birbirine kenetlendi. Behram kapıyı açtı, önce ben çıktım. Ardından o da çıktı ve kapıyı sessizce kapattı. Merdivenleri inerken hiç konuşmadık, ama o sessizlik bile tatlıydı. Aramızdaki bağ kelimelere gerek duymuyordu.
Dışarı çıktığımızda güneş, bulutların arasından vedalaşır gibi son ışıklarını şehre serpiyordu. Hafif bir esinti yüzüme çarptı. Behram arabaya yöneldi, benim için yine kapıyı açtı.
“Bu kadar centilmenlik fazlalık yapar,” dedim ama sesimde memnun bir gülümseme vardı.
"Sen fazlasını hak ediyorsun," dedi gözlerimin içine bakarak. Arabaya bindim, o da direksiyona geçti. Motorun sesiyle birlikte sokaklardan süzülmeye başladık.
Mardin’in dar ve taş kokulu sokaklarından süzülürken, başımı cama yaslamıştım. Gözlerim, evlerin arasından süzülen sarı ışıklara takılıydı; kim bilir kaç hayat yaşanıyordu o duvarların ardında? Ama benim dünyam, şu anda Behram’ın direksiyonun başındaki sessiz varlığından ibaretti.
Ansızın, sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.
“Biliyor musun, seni götüreceğim yeri ilk kez birine gösteriyorum,” dedi.
Başımı ona çevirdim. Kalbim, onun ağzından çıkan her özel cümlede biraz daha fazla çarpıyordu. “Özel bir yer mi?” diye sordum, sesi yumuşak ama içinde tatlı bir merakla.
Sadece gülümsedi. O gülümseme… her defasında içimi ısıtan şeydi. “Birazdan görürsün,” dedi.
Araba biraz daha ilerledi. Sonra yavaşladı. Gözlerimi yeniden dışarı çevirdiğimde nefesim tutuldu.
Mardin ayaklarımızın altındaydı. Işıklar, sanki yıldızlar yeryüzüne inmiş de şehri süslemeye gelmiş gibiydi. Girişte eski bir demir kapı, sarmaşıklarla çevrelenmiş küçük bir teras… ve hepsi Behram’ın ellerinden çıkmış bir tablo gibi duruyordu.
Arabadan indi, benim için kapıyı açtı. “Hazırsan çıkalım,” dedi.
Ayakta kalakaldım bir an. “Burası… muhteşem,” dedim, gözlerim manzara ile Behram arasında gidip gelirken.
Taşların serinliğini, rüzgarın yüzüme değen hafifliğini, ama en çok da Behram’ın bana bakan gözlerindeki o derinliği hissettim.
Bankın önüne geldi, elini bana doğru uzattı.
““Yıldızlarla yarışan şehir… ve senin gözlerin,” dedi.
Sanki içime işleyen bir mırıltıydı bu söz. Elimi onun avcuna koyarken kalbim çırpınıyordu ama dışarıdan bakıldığında sadece usulca iç çekmiş gibi görünmüş olmalıydım.
“Yalnızca bana ait olduğunu hissettiren bu anlara… daha ne eklenebilir ki?” dedim, ama içimden geçen daha fazlasıydı: Sen varsın ya, her şey tamam.
Yaklaştı. Alnını benimkine yasladı. Gözlerimi kapadım.
“Sessizlik, ve senin kalbinin sesi…”
O anda anladım; gerçek huzur, seslerde değil, bir insanın kalbine bu kadar yakın olmaktaydı. Zaman, şehir, gece… hepsi uzakta birer siluetti. Ama o ve ben, bu küçük noktada evrenin tam ortasındaydık.
"Behram..." dedim, ama sesim sadece ona ulaşabilecek kadar hafifti. Adını söylerken bile kalbim hızlandı. Gözleri gözlerime kilitlendiğinde, zaman bir kez daha durdu.
Bana bir adım daha yaklaştı, gözleri dudağıma kaydı, sonra tekrar gözlerime döndü. Elini yanağıma koydu; parmaklarının sıcaklığıyla tenim titredi.
"İzin ver," dedi fısıltıyla.
Başımı hafifçe salladım. Sözlere gerek yoktu artık.
Ve sonra… dudakları dudaklarıma değdi. Önce nazik, sabırlı ve sevgi doluydu öpücüğü. Nefesimi tutmuş, kalbimin sesini dinliyordum. Sonra o öpücük derinleşti; aramızdaki tüm mesafeleri eritip yok etti.
Kollarımı boynuna doladım, o ise belimi kavrayıp kendine daha çok bastırdı. Dudaklarımız birbirine karışırken, ruhlarımız da sanki o anda bir oldu.
O anın sonsuza kadar sürmesini istedim. Gecenin serinliği artık umurumda bile değildi. Şehrin ışıkları, Behram’ın dudaklarının arasında eriyip yok oldu.
Öptükçe biriken duygular, özlem, tutku ve o derin sevgi… her şey bu öpücüğe gizlemişti. Sonunda, yavaşça ayrıldığımızda gözlerimi araladım. O hâlâ çok yakındaydı. Burnumuz birbirine değiyordu.
“Nefesin benim nefesim gibi artık,” dedim, ve o gülümsedi. “Çünkü sen artık benim evimsin, Aydan.”
O gülümseyişin içinde hem huzur vardı hem de kalbimi darmadağın eden bir şefkat. Parmak uçlarıyla yanağıma dokundu, öylesine hafif, öylesine nazik…
“Sen de benim sığınağımsın,” dedi fısıltıyla. “Fırtına ne kadar sert olursa olsun, seni düşününce diniveriyor içimde.” Elini tuttum. Avuç içi sıcacıktı. Birkaç saniye sessizlik oldu, ama o sessizlik her kelimeden daha doluydu.
“Beni bırakma,” dedim, neredeyse bir dua gibi. “Bırakırsam, kalbimi de bırakmam gerekir,” dedi. “Ve ben kalbimi çoktan sana verdim.”
Gökyüzü yavaşça mora çalıyordu. Zaman durmuş gibiydi. Birbirimize ait iki yabancı değil, aynı hikâyenin cümleleri gibiydik artık.
Behram geri çekilip elini bana uzattı
" gidelim hadi" dediğinde elimi kaldırdım ve düşünmeden elimi eline bıraktım, behram elimin üzerine öpücük bıraktıktan sonra terasa doğru yürüdük.
Terasa çıktığımızda gün batımının son demleri gökyüzüne vurmuştu. Turuncunun, pembenin, mora çalan tonlarının dansı vardı ufukta. Güneş yavaş yavaş dağların ardına çekilirken, gökyüzü adeta yanıyordu. Behram yanımda durdu, rüzgâr saçlarımızla oynarken bir an konuşmadan sadece manzarayı izledik.
"Her gün batımı başka," dedi alçak bir sesle. "Ama bu... sanki farklı."
Başımı ona çevirdim, gözleri gökyüzünün tonlarını değil, benim yüzümdeki ifadeyi izliyordu. "Çünkü bu kez birlikteyiz," dedim, dudaklarımda hafif bir tebessümle.
Behram, elini nazikçe belime doladı. Sıcaklığı sırtımda yankılandı, ürperdim ama bu ürperti rüzgârdan değildi. Yanımda oluşu, kelimelere ihtiyaç duymadan hissettirdiği güven, beni sarmalayan bir huzur gibiydi.
"Hayatın bu kadar sessiz olabileceğini bilmiyordum," diye fısıldadım. "Bu kadar… güzel."
Behram başını eğip alnını benimkine yasladı. Güneşin son ışıkları gözlerimizin içine dolmuştu, renkler gibi biz de yavaş yavaş birbirimize karışıyorduk.
Behram’ın alnı hâlâ benimkinin üzerindeydi. Gözlerini kapattı, sanki zamanı orada durdurmak istiyordu. Ben de gözlerimi yumdum, içimdeki fırtınayı sadece kalbimin ritmiyle duyabiliyordum.
"Keşke zaman hep böyle aksa," dedim fısıltıyla. "Hep bu kadar yavaş ve huzurlu."
Behram başını kaldırdı, gözleri gözlerime değdi. "Seninle zamanın akışı değişiyor zaten," dedi. "Sen varsın diye farklı atıyor kalbim."
Sözleriyle birlikte içimdeki bütün savunmalar birer birer dağıldı. Hiç kimseye söyleyemediğim kelimeler dilimin ucuna kadar geldi ama Behram sanki duymuşçasına elimi daha sıkı tuttu.
Arkamızda yavaşça kararan gökyüzüyle birlikte, dünya sessizliğe bürünüyordu. Rüzgâr hafifledi, gölgeler uzadı. Behram, yüzüme bir kez daha baktı, sonra bir adım daha yaklaştı.
"İzin verirsen," dedi kısık bir sesle, "bu anı ömrüm boyunca unutmayacağıma söz veririm."
Söyleyecek tek bir kelimem bile kalmamıştı. Sadece gözlerimle cevap verdim. O an, terasta, gün batımının en derin tonları arasında dudakları dudaklarıma değdi.
Zaman durmadı belki ama biz o anın içinde kaybolduk.
Öpücük yavaşça son bulduğunda, ikimiz de bir süre konuşamadık. Terasın loşluğunda, gözlerimizle konuşuyorduk artık. Behram eliyle saçlarımı geriye doğru itti, sonra elimi yeniden tuttu.
"Haydi," dedi, sesi daha yumuşaktı bu kez. "Bu geceyi sadece gün batımıyla hatırlamayalım."
Merdivenlerden yavaşça indik, sokağa çıktığımızda Mardin’in taş sokakları lambaların sarı ışığında parlıyordu. Şehrin dokusu, geceyle birlikte başka bir büyüye bürünmüştü. Her köşe başı tarih kokuyor, her duvar bizi dinliyor gibiydi.
Behram beni elinden tuttuğu gibi eski bir konağın iç avlusuna götürdü. Avluya girdiğimizde, küçük lambaların altın gibi parlayan ışıkları, ortadaki taş çeşmeden akan su sesiyle birleşmişti. Masanın üzerinde bizi bekleyen iki fincan kahve, yanında Mardin çörekleri ve tatlı hurmalarla özenle hazırlanmıştı.
Masanın olduğu yere yöneldik, behram elimi bırakıp "Bu gece sadece sana ait," dedi Behram, sandalyeyi çekip beni oturturken. "Dün yok, yarın da yok. Sadece bu an."
Müzik çok uzaktan, neredeyse rüzgârın içinden geliyormuş gibi çalıyordu. Hafif bir ud sesi, kalbime dokunuyordu.
Saatlerce konuştuk. Sessiz kaldığımız anlar bile bir şey anlatıyordu artık. Kahkahalar, bakışlar, küçük dokunuşlar...
Gece ilerledikçe, Behram beni konağın taş merdivenlerinden yukarı çıkardı. Odanın balkonuna çıktık, burada da bir masa vardı masanın üzerinde ise güzel Mardin yemekleri karşıda ise Mardin’in ışıkları bir yıldız tarlası gibi parlıyordu. O gece, gökyüzüyle şehir arasında asılı kaldık. Zamana meydan okur gibi…
Gecenin ilerleyen saatlerinde avludaki lambalar biraz daha soldu, sessizlik daha derinleşti. Mardin'in taş duvarları, yıldızların ışıltısıyla parlıyordu. Zaman sanki ağırlaşmıştı, konuşmadan oturuyor, sadece birbirimizi seyrediyorduk.
Behram masadan kalktı, yanıma geldi. Eğilip alnıma hafif bir öpücük kondurdu.
"Artık yukarı çıkalım mı?" diye sordu, sesi yumuşaktı, neredeyse fısıltı. Başımı usulca salladım. Elini uzattı, yine ilk andaki gibi, tereddütsüzce elimi ona verdim. Merdivenlerden ağır adımlarla yukarı çıktık, taş duvarlar arasında yankılanan ayak seslerimiz bile nazikti bu gece.
Odaya girdiğimizde içerisi loştu. Mum ışığı gibi sıcak bir aydınlık vardı, perdeler aralanmış, dışarıdan yıldızlar sızıyordu içeri. Her şey dingin, huzurlu ve ait hissettiriyordu.
Odanın kapısı kapanınca aramızda kalan tek ses kalp atışlarımız oldu. Loş ışıkta Behram yüzüme baktı, gözlerinde geceyi bile susturacak bir derinlik vardı. Parmak uçlarıyla yanağıma dokundu, sesi neredeyse nefes kadar hafifti:
"Seninle her şey ilk kezmiş gibi… ama aynı zamanda hep varmışız gibi."
Gözlerim doldu. O an sadece duymadım, ruhumun bir yerinde hissettim bu sözleri. Elimi göğsüne koydum, kalbinin ritmini parmaklarımla hissettim.
"Senin yanında dünya bile daha yavaş dönüyor," dedim fısıltıyla. "Ve ben… ilk kez birinin kollarında kaybolmaktan korkmuyorum."
Behram gülümsedi, alnını benimkine yasladı. Dudaklarımız tekrar birbirini bulduğunda, ilk öpücüğün heyecanı değil, bu kez ait olmanın sıcaklığı vardı aramızda.
Gecenin içinde yeniden birbirimize dokunduk. Daha derin, daha içten… Birbirimizi yeniden keşfeder gibi, acele etmeden, sadece hislerle. Kalplerimiz aynı ritimde atarken, ellerimiz aynı dili konuşuyordu.
O gece, ikinci kez tenlerimiz buluştu. Ama bu defa sadece arzuyla değil; güvenle, bağlılıkla, aşkla.
Ve biz… sadece birbirimizin değil, artık gecenin, şehrin, zamanın da ortağıydık.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Ferzan elinde ki alkol bardağını kaldırıp baktı " biliyor musun,insanlar da alkol gibidir kanına bir kere karıştı mı seni sarhoş eder ve gözünün önünü göremez hale gelirsin" dedi. Karşında oturan adam ise ona şaşkın gözler ile bakıyordu, Ferzan oturduğu koltukta doğruldu ve bardağın da kalan son alkolü de tek dikişte bitirdi ve sertçe önünde ki sehpaya bıraktı.
Adam, Ferzan’ın bardağı bırakırken çıkardığı sert sesten irkildi. Gözlerini ondan ayıramıyor, ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu. Sessizlik birkaç saniye sürdü, sonra hafifçe boğazını temizleyip sordu " ne demeye çalışıyorsun sen" diye sordu.
Ferzan güldü bu gülüş aksine keyiften uzaktı " anladın bence adem kara ne demek istediğimi" dedi alayla. Adem'in kaşları çatıldı. Ferzan’ın ses tonundaki alay, adını söyleyişindeki soğukluk tüylerini diken diken etmişti.
" mesajını aldım" dedi adem kara ve elini Ceketinin iç cebine atıp cebinden Ferzan’ın bıraktığı kurşunu sehpaya bıraktı " ne demek oluyor bu ferzan" diye sordu.
Ferzan uzanıp kurşunu aldı, bir süre parmaklarının arasında çevirdi sonra arkasına tekrar yaslandı ve koltukta yayıldı, elinde ki kurşuna baktı, dudaklarında ki gülümse adem karayı gerse de bozuntuya vermedi.
" şu demek ortak" Ferzan’ın bakışları adem karaya kaydı " ortalık fena karışacak hemde çok fena"
Adem Kara, Ferzan’ın elindeki kurşuna son bir kez baktı. O küçük metal parça, odadaki havayı delip geçecek kadar tehditkârdı. Sessizliği bozan tek şey, saat tik taklarıydı.
"Bu yaptığın, tek bir kurşunla koskoca bir yangın başlatmak Ferzan," dedi Adem, sesi buz gibiydi. "Hedefin kim olduğunu söylemesen bile... ben artık anladım."
Ferzan hafifçe başını kaldırdı. Gözleri, o tanıdık meydan okuyuşla parlıyordu. Koltuğa daha da yayıldı, bacak bacak üstüne attı. “Anlaman güzel,” dedi sakince. “Çünkü ben artık laf anlatacak hâlde değilim. Hesap zamanı geldi, Adem.”
Adem derin bir nefes aldı, gözlerini kısa bir an için kapattı. Ardından koltuktan doğruldu “Peki ya ben?” dedi, sesi bu kez yumuşaktı ama içinde çelik gibi bir ton vardı. “Ben bu oyunun neresindeyim, Ferzan? Dost musun, düşman mı?”
Ferzan gözlerini onun gözlerine dikti. Gülümsemesi silinmişti artık. Sadece bir cümle fısıldadı “Sen… ateşle barut arasında kalacaksın. Ve patladığında, hangi tarafta olduğunu sen bile anlayamayacaksın.”
Odada yankılanan sözler, yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi gibiydi.
" planın ne peki ne geçiyor aklından" diye sordu adem kara, Ferzan parmaklarının arasında döndürdüğü kurşun ile oynamayı bıraktı ve oturduğu koltuktan doğruldu, elinde ki kurşunu sehpaya geri bırakıp " birazdan görürsün planı mı" dediğinde kapı çaldı.
Bütün bakışlar kapıya döndü, Ferzan
" Vee işte geldi planım" dedikten sonra
" gel" dedi. Adem kara kapıda ki kişiye merakla bakarken Ağır ağır açılan kapının ardından içeri biri girdi. Uzun boylu, siyah tişört ve pantolon giymiş, sert bakışlı bir adamdı bu. Sessiz adımlarla içeri girerken, yüzünde ne bir gülümseme ne de bir endişe vardı. Gözleri doğrudan Adem’e odaklanmıştı.
Adem Kara’nın gözleri hâlâ şaşkınlıkla adamın yüzünde geziniyordu. Kapıdan giren adam ise sakin, neredeyse umursamaz bir özgüvenle ortama hâkim olmuştu "Sen… ciddi misin?” diye sordu Adem, dudakları zor hareket ederken.
Ferzan’ın gülümsemesi daha da belirginleşti. Başını yana eğdi, sonra gözlerini Behram’ın karşısında duran adama çevirdi.“Hem de fazlasıyla,” dedi, sesi gururla karışıktı. “Kendisi en yakınım. Kardeşim gibi.”
Adamın yüzünde ilk defa bir gülümseme belirdi. Soğuk ama anlamlı bir gülümsemeydi bu. Sanki yıllardır beklediği ana kavuşmuş gibiydi. Adem’in tepkisinden memnun kalmıştı.
Ama o an, Ferzan’ın gözlerindeki sıcaklık kayboldu. Gülümsemesi bir anda silindi. Yerine karanlık bir öfke çöktü. Ses tonu da değişti, kelimeler içinden gelen bir nefretle döküldü:
“Behram Atasoy’u… beklemediği yerden, beklemediği kişiden vuracağım.”
Odadaki hava bir anda değişti. Sözler, duvara çarpan kurşun gibi yankılandı. Sessizlik her yanı sardı.
Adem, Ferzan’ın yüzündeki ifadeye baktı. Bu, tanıdığı adamın yüzü değildi artık. İçinde yılların biriktirdiği kinin ateşi vardı.
“Bu iş kişisel...” dedi Adem, yarı uyarı, yarı anlama çabasıyla.
Ferzan başını eğdi, yumruğunu sıktı.
“Bunun hesabı sadece kanla kapanır. Behram bana her şeyimi kaybettirdi. Ama bu kez… onun her şeyini alacağım.”
Gözleri kapıdan giren adamla buluştu.
“onun kalbine saplanacak hançer olarak seçtim.”
Adam başını eğip kararlı bir şekilde,
“Emrin olur,” dediğinde, Ferzan’ın yüzüne yeniden o sinsi gülümseme yerleşti. Gözleri bir anlığına karanlıkla parladı.
Başını hafifçe dışarıyı işaret etti.
“Şimdi git… ve işini bitir. Artık bakalım, Behram Atasoy bu darbeden sağ çıkabilecek mi?”
Adam tek kelime etmeden döndü, sessiz adımlarla kapıya yöneldi. Her hareketi kontrollü, her adımı bir planın parçası gibiydi. Kapının eşiğine geldiğinde bir an durdu, başını hafifçe çevirdi. Gözleri Adem’le buluştu.
Adem onun bakışını soğukkanlılıkla karşıladı. Aralarında söze dökülmemiş, eski bir bağ ya da kırık bir geçmiş vardı. Adam gözlerini kaçırmadan konuştu
“Bittiğinde… tekrar görüşeceğiz.”
Kapı sessizce kapandı. Adam gölge gibi ortadan kayboldu. Odanın içinde sessizlik hâkimdi. Adem, Ferzan’a döndü. “Beni neden burada istedin, Ferzan?” diye sordu. “ O adam işini yapacaktıysa, bana ne ihtiyaç vardı?”
Ferzan, yüzünü Adem’e çevirdi. Gülümsemesi bu kez daha sert, daha hesaplıydı “Çünkü Behram tek başına bitmeyecek , Kara. Onunla birlikte geçmişte bana sırt çeviren herkes… birer birer düşecek. Senin gibi.”
Adem’in bakışları karardı.
“Ne ima ediyorsun?”Ferzan hafifçe arkasına yaslandı.“Henüz hiçbir şey. Ama zamanla anlarsın. Bu oyunda herkesin bir rolü var, Adem. Ve seninki yeni başlıyor.”
✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨✨
Sezon finaline yaklaştık sayılır son 3 bölüm kaldı... Sezon finaline yaklaştığımız zaman, zaman atlaması olacak ondan sonra zaten sezon finali ve sezon finalini sizi merakta bıraka bileceğim bir bölüm olacak ondan sonra zaten karakterlere ara ara da bana küfür ede bileceğinizi düşünüyorum 😂 neyse diğer bölümde görüşmek üzere kendinize cici bakın 😘
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |