
Sezon finaline son 2 bölüm kaldı...
Keyifli okumalar dilerim herkese lütfen vote ve yorum yapmayı unutmayın 😘
İNSTAGRAM :@RAZİYE_MLL22
❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️
Sabahın ilk ışıkları otel odasının perdelerinden sızarak içeriye doluyordu. O loş ama sıcak ışık, odanın havasına dingin bir yumuşaklık katmıştı. Yatakta hareketsizce uzanan Behram, yüzüstü yatıyordu. Başı yana dönüktü, bir kolu yastığın altına girmiş, nefesi huzurla göğsünde yükselip alçalıyordu.
Yanında, onun kadar sessiz ama uyanık bir ben. Gözlerim hep yüzündeydi . Ağalığından eser yoktu bu hâlinde. Ne o otoriter bakış, ne ağır duruşu... Şimdi yalnızca uyuyan bir adamdı ve sadece benim Behram’ımdı.
Gülümseyerek eğildim, yanağını usulca öptüm. Hiç tepki yok “Behram…” dedim tatlı bir inatla, “uyan artık, ağa da olsan sabah seni affetmiyor.”Bir kaşını kıpırdattı ama gözlerini açmadı.
“Bak, seni yine öperim, sonra da üstüne çıkar zıplarım,” diye fısıldadım tehdit eder gibi. Dudaklarım boynuna değdi bu kez, hafifçe öptüm. Sonra bir daha, bir daha...
“Sen benim üstümde zaten zıplıyorsun,” dedi uykulu sesiyle, mırıldanarak.
“Behram!” dedim kıkırdayarak.
Gözlerini hâlâ tam açmadan bir kolunu uzattı, beni kendine çekti. “Uykumun en güzel yerindeydim. Rüyamda sen vardın.”
“Şanslısın. Çünkü rüya değilim.”
Gözlerini açtı sonunda. O bakış... Dingin, sıcak ama derinlikli. Tam da Behram’a ait. “Günaydın,” dedim yavaşça.
“Seninle uyanmak... Sabahı bile sevdirdi.”
Yorganın altından ayaklarını dışarı çıkarırken yüzüne baktım. “Hadi kalk da kahvaltıya gidelim. Ağalık karınla kahvaltı masasında karizmasına karizma katmalı.” Behram gözlerini devirip güldü. “Ben senin ağanım ama sen de benim belalım.”
“Ve en tatlı belanım,” diye ekledim cilveli bir şekilde. Behram yavaşça doğrulup yastığa yaslandı. Saçları iyice dağılmıştı, ama umurunda bile değildi. Gözleri hâlâ uykulu ama gülümsemesi genişti.
“Sabahları böyle uyanacaksam,” dedi, beni kendine çekerek, “ben her gece geç yatmaya razıyım.”
“Yani sabahları beni öpmem için mi uykunu feda edeceksin?” dedim, kaşlarımı kaldırarak.
“Sabah öpücükleri bir yana, senin şu sabah sabahki şımarıklığın bile özlenir,” dedi ve burnumu öptü.
Güldüm. “Şımarıklık mı? Behram, ben sabah neşesiyim! Güne enerjik başlamak lazım.” dediğimde “Ben güne kahvaltıyla başlamak isterdim ama senin enerjinle tok hissediyorum,” diye mırıldandı göz kırparak.
Yorganın altından ayağımı uzattım, onun bacağına hafifçe dokundum. “O zaman kalksana Behram Ağa. Otel kahvaltısı kaçıyor.”
“Sen beni böyle uyandırdıktan sonra, ben seni bırakır mıyım?” diye sordu ve ben daha ne olduğunu anlamadan behram Bir anda beni kucakladı ve hemen üzerime çıktı “Behram! Dur!” dediğim de “Yok, durmam artık. Şimdi intikam zamanı,” dedi, saçlarımın arasına yüzünü gömerek öpücüklere boğdu.
Kıkırdayarak kendimi yastıklarla savunmaya çalıştım ama nafile. Onun kahkahası odayı dolduruyordu.
Yastıklarım onun canını acıtmak yerine eğlendiriyordu , ellerimle onu uzaklaştırmaya çalışırken gülüşlerimiz daha da yükseldi. O kadar eğleniyorduk ki, anın keyfini çıkarıyorduk; sabahın o sessizliğinden çok uzak bir yerdeydik.
"Behram, lütfen!" diye bağırdım, gülümsemekle öfkelenmek arasında kalmış bir halde. “Yeter artık!” Ama o beni daha sıkı sarıyor, yanağıma bir öpücük daha konduruyordu. "Söz vermiştim," dedi, "intikam almadan bırakmam."
“Tamam, tamam!” dedim pes ederek, ama hâlâ gülerek. “Kazandın, intikamını aldın.” dediğimde behram umursamadı sakallarını batıra batıra yanaklarımı öptü
O kalın, hafif sert tüylerin dokunuşu, ilk başta garip ama sonra inanılmaz bir huzur verdi. Her öpücük, sanki bana olan sevgisini biraz daha hissettiriyordu.
“O kadar kolay pes ettin mi?” diye sordu, sesinde tatlı bir alay vardı.
“Bazen pes etmek, kazanmak kadar tatlıdır,” dedim gülerek, onu biraz daha itmeye çalışarak. Ama o, sanki her hareketimde biraz daha sıkı sarılıyor, biraz daha fazla öpüyordu.
Bir süre daha onun öpücükleriyle savaştım, ama sonuç değişmedi. Behram, her öpücükle beni yeniyor, kahkahaları odayı dolduruyordu. Gözlerimden yaşlar süzüldü, ama bu sefer ne sinirden, ne de sıkılmaktan sadece eğleniyordum.
“Yeter, bırak artık!” diye bağırdım, ama bir yandan da gülümsüyordum.
“O kadar kolay pes etme,” dedi, dudaklarımın kenarına bir öpücük bırakırken, “Biraz daha savaşırsan, belki seni serbest bırakırım.”
Başımı yana çevirip derin bir nefes aldım. “Serbest mi? Hadi ama, bu nasıl bir tehdit?” diye sordum, behram güldü
" tamam sen öp ben bırakayım seni olur mu?" diye sorduğunda başımı çevirip ona baktım " sen ciddi misin?" behram başını salladı " evet" dedi ve dudaklarını öne doğru çıkardı " öp hadi" Ama ben, gözlerimi devirdim ve gülümsedim. “Evet, tamam! Ama önce seni bir görmek gerek,” dedim, onun bu kadar ciddiyetle öne çıkardığı dudaklarına bakarak.
Behram bir an bekledi, sonra ciddiyetle, "Ne demek istiyorsun?!" diye sordu, ama yüzünde yine o sevimli gülümseme vardı.
"Öpüşmeden önce seni iyice inceleyeceğim," dedim, ellerimi çenesinin etrafında gezdirerek. "Kusurlarını arıyorum." Behram güldü, gözlerinde o tanıdık pırıltı vardı. “Bir kusur arayacaksan,” dedi, bir eliyle elimi tutarak, kalbinin üzerine koydu. “Burda ara kusuru… Çünkü seni neden önceden sevmemişim de, sonra sevmişim diye.”
O an, kalbimde bir sıcaklık yayıldı. Bir an, sadece ona bakarak sustum. Behram’ın gözleri derin, samimi ve içten bir şekilde parlıyordu. Bir şeyler söylemek istedim, ama kelimeler boğazımda düğümlendi.
“Bunu… Cidden mi söyledin?” diye fısıldadım, hala biraz şaşkın ama gülümsüyordum.
Behram başını hafifçe yana eğdi, ellerini kollarımın arasına sarmıştı. “Evet,” dedi, yine o gülümsemesiyle. “Çünkü seni tanımadan, seni sevmeden önce hayatı nasıl bildiğimi hiç bilemezdim. Şimdi anlıyorum ki, seni tanımak, her şeyin anlamıymış.”
Bir süre sessiz kaldık, sadece birbirimizi izleyerek. Her şey bir anda ne kadar derinleşmişti. “Behram…” dedim yavaşça. “Sen… Sen beni nasıl böyle seviyorsun? Her şey o kadar hızlı oldu ki…”
“Bazı şeyler, zamanla değil, kalbinle olur Aydan. Bunu hep bilmelisin,” dedi. Yavaşça başımı öperek ekledi, “Bana hiç zaman verilmedi ki, seni sevmek için. Sadece seni tanımam gerekiyordu.”
O an, gözlerimden birkaç damla yaş süzüldü. Ama bu, mutluluktan, huzurdan ve şükran dolu bir duygu vardı. Gülümsedim “Sadece sevdiğin kişiyle olmak istiyorum,” dedim.
Behram “O zaman hep birlikte olacağız,” dedi. “Çünkü seni sevmek, hayatımın geç kalmış en güzel kusuru.”
Behram'ın sözleri, içimde bir yerleri titretti. Her kelimesi, yıllardır unutmaya çalıştığım bir duyguyu uyandırıyordu. “Çünkü seni sevmek, hayatımın geç kalmış en güzel kusuru…” O cümle, yüreğimi zorla yavaşlatan bir dokunuş gibiydi. Gözlerimdeki korku ve tereddüt bir anda yok olmuştu. Onun bu kadar derin bir şekilde hissetmesi, beni hem korkutuyor hem de bir huzur içinde bırakıyordu.
Zamanın geriye gitmesi mümkün olsaydı, belki de çok farklı bir hayatımız olurdu. Ama işte… Bu an, her şeyin bir anlam kazandığı an, geç kalınmış bir şeyin değil, tam zamanında yapılmış bir şey gibi hissediyordu. Sadece Behram’ın söyledikleri, hayatımda en çok eksik olan şeyi, yani cesareti, bana hatırlatıyordu.
Bir süre sessizce durdum. Her kelime, her bakış aramızda bir mesafe yaratıyor gibi görünse de, aslında bir şekilde birbirimize daha yakın oluyorduk. "Zaman, geri alınamayan bir şey," dedim. Cümlem, kendi içinde bir anlam taşıyor gibiydi ama ne kadar doğru söyledim, bilmiyorum.
Behram'ın yüzündeki gülümseme, içimde bir şeyleri kırıyordu. Gerçekten doğru muydu? Belki de bazen, insan sadece geç kalmakla kalmaz, doğru zamanla buluşur.
" evet ama geleceği biz yaza biliriz dimi güzelim" behram bir elinin tersiyle yanağımı okşadı " ve ben geleceğimi seninle yazıyorum" dedi sesi sanki tüm dünyayı durduracak kadar anlamlıydı. O an, sanki zaman sadece ikimiz için akıyordu. Gözlerimi ondan ayıramadım. Kendi içimde beliren duygular, onunla bir bütün olma isteği, her geçen saniyede daha da büyüyordu.
"Biz yazmalıyız," dedim, sesim biraz titreyerek ama kararlı bir şekilde. İçimdeki kaygı, yerini bir güven duygusuna bırakmıştı. “Geleceğimizi yazmak, seninle olmak… Bunlar çok uzak değil, Behram. İstediğimiz gibi olabiliriz, değil mi?”
Behram, hafifçe gülümsedi, ama gözlerinde bir şeyler saklıydı. Bir an, düşüncelerinde kaybolduğunda, içindeki derinliği daha da fazla hissedebiliyordum. Bir yandan güven veriyor, diğer yandan beni karanlık düşüncelere itiyordu. Ama her şeyden önemlisi, onun burada, şimdi, benimle olduğunu biliyordum.
Dudakları anlıma değdi, bir süre öyle bekledikten sonra geri çekildi ve bana yukarıdan baktı "Sadece seninle olmak değil, seninle yaşamak da istiyorum," dedi, cümlesi bir dilek gibiydi. Bir an, her şeyin mümkün olduğunu düşündüm. Bu an, hayatımın dönüm noktalarından birine dönüşüyordu
Başımı salladım " ne olursa olsun seninleyim ve her zaman seninle olacağım behram çünkü senden başka kimseyi istemiyorum" dedim Sözlerim, aramızdaki sessizliği doldurmuştu. Gözlerim, onun gözlerine kilitlenmişti, ve o an, sanki dünya sadece bizim etrafımızda dönüyordu. Behram'ın yüzünde bir değişim oldu. İlk baştaki sertlik, yavaşça yumuşayarak, bir tür huzura dönüştü. Ellerini ellerime koydu, parmaklarım arasındaki boşlukları doldurdu ve bir an için sanki zaman durdu.
"Beni her zaman isteyeceğini bilmek, içimi ısıtıyor," dedi, sesi bu kez yumuşacık, ama bir o kadar da kararlı. Gözlerinde bir güven vardı, ama aynı zamanda derin bir sevgi. "Ama unutma, bu yolda seni yalnız bırakmam, her zaman senin yanındayım."
Sözleri, içimde bir sıcaklık yarattı. Hiç bu kadar huzurlu hissetmemiştim. O an, tek bir gerçek vardı: Behram’la olmak, onunla bir hayatı yazmak, birbirimizin geleceğini inşa etmek… Ve her şeyin anlamı, sonunda birbirimize olan bu sevdayla şekillenecekti.
Behram başını eğdi yanağıma derin bir öpücük bıraktı. Behram’ın öpücüğü, yanağımda sıcak bir iz bırakırken, gözlerimi kapadım. Onun kokusu, yine çevremi sarmıştı; derin, güçlü ve tanıdık. Bir an her şey sessizleşti, sadece onun varlığı ve o anın huzuru vardı. Ama hemen ardından, Behram hızla üzerimden kalktı. O anın sıcaklığı birden kaybolmuş gibi hissettirdi, ama sesindeki samimi neşe, havaya hemen yayıldı.
"Hadi kalk, çok açım," dedi, gülerek. Gözlerindeki o parlak ışıltı beni daha da güldürdü. "Yoksa açlıktan karımı yiyeceğim," dediğinde, gülmekten kendimi alamadım. Behram’ın içindeki çocukça neşe, beni rahatlatıyor ve bu kadar ciddi bir adamın bazen bu kadar eğlenceli olabilmesi beni şaşırtıyordu.
"Seninle asla sıkılmam," dedim, gülerek. "Ama önce senin karını yiyecek kadar aç olmadığımı kabul ediyorum." Onunla geçirdiğim her an, bana başka bir dünyayı, başka bir hayali hatırlatıyordu. Bu anlar, sonsuza kadar kalacakmış gibi hissettiriyordu.
Behram gülümsedi ve elini uzatarak, beni kaldırmaya çalıştı. "Hadi bakalım," dedi, "Bugün yemek yenecek bir şeyler bulmalıyız. Çünkü karımı gerçekten çok seviyorum, ama aç karnına çok da iyi davranmam."
Sadece gözlerimle ona eşlik ettim, hala gülümsüyordum. Behram’ın yanında olmak, her şeyin en doğal haliyle güzel olmasını sağlıyordu.
Behram, gülümseyerek bana doğru bir bakış attıktan sonra, başını sallayarak banyoya doğru yöneldi. "Bir dakika, hemen geliyorum," dedi, o tanıdık cesur ses tonuyla. Başımı salladım, behram ise beklemeyip doğru banyoya yöneldi ardıdan kapıyı kapattığın da bende yataktan çıktım.
Neyse ki Behram’dan önce uyanmış üzerimi giyinmiştim. Dün gece, yine tenlerimiz birbirini bulmuştu ve her bir dokunuş, sözsüz bir şekilde birbirimize daha yakın olmamızı sağlamıştı. Haz dolu saatler, zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadan sabaha ulaşmıştı. O anlar, sanki sadece ikimize özel bir dil gibiydi, kelimeler gereksizdi. Yatakta, her şeyin ötesinde bir huzur vardı. O huzur, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte odada yankılanıyordu.
Yatak örtüsünü düzeltirken, zihnimdeki düşünceler de toparlanıyordu. Geceyi, sabaha bağlayan o anı hatırlarken bir an için gözlerim uzaklaştı. Her şey yeniden başladı, her şey taze, her şey Behram ile daha anlamlıydı.
O sırada banyonun kapısı açıldı ve Behram dışarı çıktı, elinde havlu ile ıslak saçlarını kuruluyordu. O an, su damlacıkları saçlarının uçlarından süzüldü ve her bir damla, adeta sabahın ilk ışıklarıyla dans ediyormuş gibi parlıyordu. Hızla hareket ederken, o tanıdık gülümsemesiyle gözlerimi buldu. O kadar yakın, o kadar içtendi ki, bir anlık kararsızlıkla kalakaldım.
Otelde kaldığımız için yanımızda yedek kıyafetlerimiz yoktu. Bir an, dün geceyi hatırladım—o anları, tenlerimizin birleştiği o sıcak saatleri... Şu anda aynı kıyafetlerle, aynı huzurlu ama bir o kadar da gizemli şekilde duruyorduk. İkimizin de dün geceki hali hala üzerimizdeydi, ama sanki her şey bir devam niteliğindeydi.
Behram, saçlarını kuruturken, bir an elini havludan çekip bana doğru adım attı. "Bugün için ne planın var?" dedi, sesi hala geceyi taşıyan yumuşak bir tınıda. Gözlerinde, sabahın ferahlığına karşın, hala bir arzu vardı; belki de biz, ikimiz de hâlâ o anın içinde, o geceyi devam ettiriyorduk.
Bir an sessiz kaldım, düşüncelerim arasında kaybolmuşken, yavaşça gülümsedim. "Sanırım bugün, kocamın planına ayak uyduracağım ," dedim. Bir yandan, dün gecenin verdiği huzurla, bir yandan da sabahın bu taze duygusuyla aramızdaki bağ daha da güçleniyordu.
Behram elindeki havluyu kenarda duran sandalyenin üzerine attı, sonra ağır adımlarla yanıma gelip tam önümde durdu. Vücudu hâlâ buğuluydu, saçlarından ince su damlaları süzülüyordu. Gözlerini gözlerime kilitledi bir süre, sonra bir elini belime atıp beni kendine doğru çekti.
Sabun ve teninin karıştığı o ferah koku burnuma dolunca, istemsizce gülümsedim. O an ona daha da yaklaştım.
“Behram…” dedim sessizce. “Ben… az önce… kocam dedim sana.”
Behram’ın gözlerinde önce bir kıvılcım parladı, ardından dudaklarının kenarı belli belirsiz bir tebessümle kıvrıldı. Başını eğdi, dudakları tam kulağımın dibinde fısıldar gibi konuştu “Bunu tekrar söyle, Aydan… Duştan çıktığıma değsin,” dedi Behram, sesi koyu bir tınıyla kulağımda yankılandı.
Kalbim göğsümde deli gibi atıyordu. Sanki söylediklerimin onu bu kadar etkileyeceğini hiç düşünmemiştim. Gözlerimi kaçırmaya çalıştım ama elini çeneme uzatıp yüzümü tekrar kendine çevirdi.
“Bakma öyle utanarak,” dedi. “Duyduğum en güzel cümleydi.” İçim titredi. Sanki bütün bir dünya durmuştu o anda. Onun elleri bedenimde, bakışları gözlerimdeyken dünya sadece bizden ibaretti.
“Kocamsın,” dedim bu sefer daha cesurca, gözlerinin içine bakarak. “Behram... sen benim her şeyimsin.”
Sözlerimden sonra bir anlığına hiçbir şey söylemedi. Sadece yüzüme baktı. Derin, anlamlı bir bakıştı bu. Sonra alnımı öptü, o kısa an içinde bile dudaklarının sıcaklığı tüm bedenime yayıldı.
“Bu kelime… kocam,” dedi yavaşça, dudakları tenimdeyken. “Ömrüm boyunca hiçbir unvanı bu kadar çok istemedim, Aydan.”
Elini belimden sıyırmadan beni bir adım geri çekti, gözleriyle tüm yüzümü inceledi. Ardından hafif bir gülümsemeyle, “Şimdi biraz daha burada kalırsak kahvaltı yerine seni yiyeceğim karım " gülümsedim" tamam anladık açsın kocam gidelim madem " dediğim de behram sırıttı" sen bide bunu yataktayken söylesene altım... " Sözünü tamamlamasına fırsat vermeden elim ile karnına hafifçe ama ani bir darbe indirdim. Şaşkınlıkla iki büklüm olur gibi yaptı ve geri çekilirken bir yandan da kahkaha attı.
“Ah be kadın!” dedi gülerek. “İnsafın yok vallahi!” Kollarını karnına sararken yüzüme bakıyordu, gözlerinde hem oyunbazlık hem hayranlık vardı. Birkaç saniye sonra toparlandı, doğruldu ve yanağımı hafifçe okşadı.
“Şaka bile yaptırmıyorsun adam gibi,” dedi ama sesi yumuşacıktı, içinde gizlenmiş bir sevgiyle.
“Edepsiz kocam…” dedim başımı iki yana sallayarak ama gözlerimdeki gülümsemeyi saklayamadan. Behram, o kendine has sırıtışıyla gözlerini kıstı, ardından bir adım yaklaşıp alnıma kısa bir öpücük kondurdu.
“Senin edepsizinim ben,” diye mırıldandı. “Başkasına zararım dokunmaz.” İçimde tuhaf bir kıpırtı oldu. Bazen böyle basit bir cümle bile bir ömre bedeldi onun ağzından çıktığında.
“Yalnız…” diye devam etti, alaycı bir bakışla, “benim gibi bir adamla evlisin , sabahları böyle uyanmalara alışsan iyi edersin.”
Gözlerimi devirdim ama o sırada dudaklarımda istemsiz bir tebessüm belirdi " tamam anladık bir birimize karım, kocam dediğimize göre gidelim yoksa sen beni yiyeceksin" dediğim de behram kahkaha attı " doğru tespit" dedi ve elini uzattı " tutta gideli KARIM" karım kelimesine öyle bir vurgu yaptı ki gülmeden edemedim
Behram’ın elini tuttum, parmakları parmaklarımın arasına tam anlamıyla kenetlendi. Avuç içi hâlâ sıcaktı, tıpkı yüreği gibi.
“Gidelim KOCAM,” dedim onun tonlamasını taklit ederek, abartılı bir vurguyla.
Behram kahkahasını tutamadı, sonra bir anda durdu ve gözleriyle beni baştan aşağı süzdü. “Senin bu hallerin var ya…” dedi, başını hafifçe eğerek. “İyi ki varsın, Aydan.” Yanaklarımın ısındığını hissettim ama bu defa utandığım için değil… sevilmenin, sahiplenilmenin ve değer görmenin o tarifsiz ağırlığıyla.
“Ben seni sadece karım diye sevmiyorum. Ben seni Aydan olduğun için, güldüğün için, gözlerime böyle baktığın için seviyorum,” dedi fısıltıyla.
O an gözlerim doldu ama ağlamadım. Sadece daha sıkı tuttum elini.
“Ben de seni… sen olduğun için seviyorum. Laf aramızda, edepsizliğin de hoşuma gitmiyor değil hani,” dedim gülerek. Behram kaşlarını kaldırdı, sahte bir şaşkınlıkla: “Bak sen şu işe. Demek gerçekler dökülüyor yavaş yavaş.” dediğin de İkimiz de gülerek otel odasından dışarı çıktık. Koridor sessizdi ama içimizdeki neşeyi susturmak mümkün değildi. Behram, parmaklarını hâlâ elimden ayırmamıştı, sanki bırakırsa ben yok olurmuşum gibi bir tutkuyla tutuyordu.
“Asansörle mi iniyoruz, merdivenle mi?” diye sordum, başımı ona çevirerek.
“Seninleysam, uçurumdan bile inerim,” dedi göz kırparak.“Romantikliğin dozu fazla kaçtı yalnız, dikkat et de boğulmayalım,” dedim gülerek.
Asansöre bindik. Kapı kapanırken Behram kolunu usulca omzuma attı, beni kendine çekti. Başımı göğsüne yasladım. O birkaç saniyelik sessizlikte sadece kalp atışlarını duydum.
“Duyuyor musun?” diye fısıldadı.
“Ne?”
“Kalbimi. Seninle her attığında, doğru yerdeyim diyor.”
O an gözlerimi kapattım. İçimde garip bir huzur vardı. Sanki dünya bir süreliğine güzelleşmişti.
Asansör kapısı açıldığında Behram kolunu tekrar belime doladı ve birlikte aşağı kata indik. Lobide görevli bize tebessümle selam verdi, biz de başımızla karşıladık. Behram bir yandan beni bırakmadan yürümeye devam ederken, diğer yandan kulağıma eğilip alçak bir sesle fısıldadı:
“Şimdi kahvaltı zamanı. Ama akşamı unutma karım… Az önceki edepsizlik meselesini detaylı konuşacağız.”
Yanaklarım anında ateş bastı. Hafifçe dürttüm kolunu ama hiçbir şey demedim. Çünkü biliyordum… bu adam lafını esirgemezdi. Ama aynı zamanda her kelimesine ömrünü koyan adamlardandı.
Otelden dışarı adım attığımızda güneş yüzümüze vurdu. Sabahın serinliğine rağmen içim sıcacıktı. Ve o an anladım ki... hayatın tüm karmaşasının içinde, Behram’la geçirdiğim bu sade sabah, en değerli anılarımdan biri olacaktı.
Behram ile otelden çıktığımızda doğruca kahvaltı yapmak için bir kafeye gittik. Hava serindi ama güneş yüzünü yeni göstermeye başlamıştı. Sessiz bir sokakta, köşede küçük ama şirin bir kafe bulduk. İçeri girdiğimizde taze demlenmiş çayın kokusu bizi karşıladı.
Behram her zamanki gibi etrafı dikkatle süzdü, sonra pencere kenarındaki masaya yöneldi. Oturduğumuzda garson hemen geldi; Behram sade bir menemen ve demli bir çay istedi. Ben ise peynirli gözleme söyledim.
Sessizlik içinde otururken, Behram birden bana dönüp,
"Bugün seni bir yere götürmek istiyorum," dedi.
Gözlerinde gizemli bir parıltı vardı.
"Özel bir yer mi?" diye sordum merakla.
"Benim için önemli," dedi sadece.
Çaylarımız geldiğinde artık sessizlik yerini hafif bir heyecana bırakmıştı. İçimde garip bir his vardı; hem huzurluydum hem de neyle karşılaşacağımı bilmemenin verdiği bir tedirginlik vardı.
Kahvaltı bittikten sonra Behram hesabı ödedi , ardından yavaş adımlarla kafeden çıktık. Hava biraz daha ısınmış, sokaklar canlanmaya başlamıştı. Behram arabaya yöneldi, kapısını açıp bana ön koltuğu işaret etti. Sessizce bindim, o da direksiyonun başına geçti. Motorun sesiyle birlikte şehir merkezinden uzaklaşmaya başladık.
Camdan dışarı bakarken, Behram’ın yüzüne kısa bir göz attım. Her zamanki gibi ciddi ve düşünceliydi. Yolu iyi biliyormuş gibi tereddütsüz sürüyordu.
Tam o sırada behramın cebindeki telefon çalmaya başladı. Telefon çaldığında behram açmak için arabayı kenara çekip durdu. Behram ekrana şöyle bir baktı, kaşları anında çatıldı. Arabanın içinde hava bir anda gerildi. "Dinliyorum," dedi kısa ve sert bir tonla.
Karşı taraftan gelen sesi ben duyamıyordum ama Behram'ın yüz ifadesi her kelimeyle daha da sertleşiyordu. Gözleri yola odaklıydı ama aklı artık orada değildi.
“Neler oluyor?” dedi dişlerinin arasından, sesi alçak ama tehditkârdı.
Karşı taraf bir şeyler söyledi, ne dediğini anlayamıyordum ama Behram birden yüksek sesle bağırdı
"Dijvan ne oluyor!"
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Behram Hemen tekrar bağırdı, bu kez sesi daha da keskin ve endişeliydi "Dijvan, neredesiniz? Konum atın hemen!" dijvan hâlâ hatta olmalıydı ama Behram bir süre dinledikten sonra telefonu kapattı. Direksiyona iki eliyle sıkıca tutundu, gözleri önümdeki boşluğa dalmıştı. Yüzü taş gibiydi, ama içinde fırtınalar koptuğu belliydi.
“ behram Söylemeyecek misin ne olduğunu?” dedim kısık sesle.
Behram başını bana çevirdi. Gözleri normalde olduğundan çok daha koyuydu sanki. İçinde bir şeylerin kırıldığını, ama yine de kendini sıkı sıkıya tuttuğunu hissediyordum.
"Aydan, seni eve bırakmam lazım," dedi. Sesi kararlıydı ama o kararlılığın altında bir telaş gizliydi.
Motoru tekrar çalıştırdı, bu sefer hızlı ama dikkatli bir şekilde evin yoluna koyulduk. Arabanın içinde keskin bir sessizlik hâkimdi. Ben bir şey demedim, o da konuşmadı. Sadece sürüyordu… sanki direksiyonun başında değil de kendi düşüncelerinin içinde bir yolculuk yapıyordu.
Kısa bir süre sonra evin önüne geldik. Aracı yavaşça durdurdu. Kapıyı açmamı bekledi ama hâlâ söylemediği bir şeyler var gibiydi. Elini direksiyondan çekip gözlerini bana çevirdi.
"Eve gir, kapıyı da içeriden kilitle. Kimseye açma. Ne olursa olsun… ben gelmeden çıkma, tamam mı?"
Başımı hafifçe salladım ama içimde büyüyen endişeyi saklayamıyordum.
"Behram... ne oldu? Dijvan’a ne oldu?" diye sordum titrek bir sesle.
Bir an gözlerini kaçırdı, sonra tekrar bana baktı. "Bilmiyorum," dedi sessizce. "Ama öğrenmek üzereyim."Kapıyı açtım, inmek üzereydim ki bir an duraksadım. Ona dönüp "Kendine dikkat et," dedim.
Gözlerinde bir anlık yumuşama belirdi, ama hemen ardından maskesini taktı.
Ben kapıyı kapatırken o çoktan vitesi takmış, uzaklaşmaya başlamıştı. Sokakta yalnız kaldım… ama içimde onun bana bıraktığı ağırlıkla.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Dijvan ceplerine baktı ama anahtarı bulamadı, en sonunda kotun cebine baktığın da anahtar eline değdi ama cebinden çıkarmadı. O sıra aklına gelen düşünce ile kapının ziline baktı, bir süre bekledi sonra ise derin bir nefes alıp hızla zile bastı.
İçeriden adım sesleri duyuldu ardıdan ise içeriden onun sesi " kim o" dedi korku dolu bir şekilde. Dijvan’ın yüzünde bir gülümseme oluştu " benim Nur dijvan anahtarımı unutmuşum" İçeriden kısa bir sessizlik oldu. Nur'un sesi biraz daha rahatlamış bir tonda tekrar duyuldu:
"Bir dakika, hemen açıyorum."
Dijvan derin bir nefes daha aldı, parmak uçlarında hafifçe sallanarak bekledi. İçeriden kilidin döndüğünü duydu, ardından kapı aralandı. Nur, endişeyle baktı önce, sonra onu görünce yüzü yumuşadı.
"Ödümü kopardın!" dedi, elini göğsüne götürerek. Dijvan başını eğip hafifçe güldü. "Kusura bakma... Aradıkları için aceleyle çıktım unutmuşum anahtarı" diye yalan söyledi dijvan. Aslında kapıyı ona Nur 'un açmasını istedi.
Nur, hala biraz şaşkın bir ifadeyle başını salladı. "Önemli değil... Neyse ki bir şey olmamış," dedi sessizce.
Dijvan, onun bu telaşlı haline baktı bir an. İçinde hafif bir sızı hissetti ama bunu çabuk bastırdı. O an gerçekten istediği şey Nur'un kendi elleriyle ona kapıyı açmasıydı; sanki onun için kapı açması, aralarındaki görünmez duvarlardan birini de kıracaktı.
Nur, "İçeri gelsene, kapıda kaldın," dedi, sesi yumuşak çıkıyordu artık.
Dijvan, bir şey söylemeden içeri adım attı. Ayakkabılarını çıkardı, duvara yaslanan montunu düzeltti.
"İstersen çay koyarım," dedi Nur, hafif bir tebessümle.
Dijvan başını salladı. "Olur. İyi gelir."
Nur mutfağa doğru yürürken, Dijvan kapının önünde bir an durdu. Gözleri kapının kulpuna kaydı. Az önce zile basarken hissettiklerini düşündü. Kalbinin nasıl hızlı çarptığını, içindeki garip heyecanı...
Bu kapı, sadece bir evin kapısı değildi onun için; Nur'un hayatına açılan bir kapıydı sanki.
Kendi kendine hafifçe gülümsedi, sonra ağır adımlarla salona geçti. Nur mutfakta suyu kaynatıyordu, sesi mutfaktan geliyordu:
"Şekerli mi içiyorsun? Yoksa yine şekersiz mi?"
Dijvan hafif sesle cevap verdi:
"Sen nasıl içiyorsan, ben de öyle."
Nur başını uzatıp baktı ona. "Kendi zevkini söylemeyeceksen, bir daha sormam!" dedi şakacı bir tonla.
Dijvan omuz silkti. "Seninle aynı olsun yeter."
Nur bu söz üzerine kısa bir an durdu, sonra tebessüm etti. Suyu bardağa doldururken hafifçe mırıldandı:
"İyi o zaman, bir gün senin de sevdiğin gibi yaparım..."
Dijvan, o küçük, neredeyse duyulmayacak kadar hafif cümleyi duymuştu. Kalbinde sıcak bir titreşim hissetti. O anda biliyordu: Sadece kapıyı değil, yavaş yavaş kalbini de açıyordu Nur.
Nur, iki bardak çayı tepsiye koydu. Kendi evinde gibi rahat değildi; elleri hafif titriyordu.
Burası ona ait bir yer değildi, sadece sığınacak bir yerdi. Bir yabancının evinde kalıyor olmanın verdiği tedirginlikle ama aynı zamanda garip bir güven duygusuyla doluydu.
Tepsiyi kanepeye bırakırken, göz ucuyla Dijvan'a baktı. O pencerenin önünde, dışarıya dalmıştı; yüzünde her zamanki gibi düşünceli bir ifade vardı.
"Çayını soğutma," dedi Nur, sesi ürkekti ama yumuşaktı.
Dijvan döndü, bakışları Nur'un sesine yöneldi. Hiçbir şey söylemeden geldi, kanepeye oturdu. Nur, ona biraz mesafe bırakarak diğer uca yerleşti.
Birkaç yudum aldıktan sonra Nur sessizce mırıldandı:
"Burası... senin evin. Aslında hâlâ kendimi biraz fazlalık gibi hissediyorum."
Gözlerini çayına dikmişti, sanki bakışlarıyla kupanın içine saklanmak istiyordu.
Dijvan çayını dizinin üstünde tutarak, bir süre düşündü. Sonra sesi yumuşak ama kesin bir şekilde çıktı:
"İstediğin kadar kalabilirsin. Burası senin de evin gibi olsun."
Nur başını kaldırdı, gözleri hafifçe dolmuştu ama gülümsemeye çalıştı.
"Teşekkür ederim... Çok şey yapıyorsun benim için, farkındayım."
Dijvan omuzlarını hafifçe silkti.
"Ben... sadece doğru olanı yapıyorum. Yalnız kalmanı istemiyorum."
Nur o an bir şey diyecek gibi oldu, sonra sustu. Belki minnettarlığını anlatacak kelimeleri bulamadı, belki de söylemeye çekindi. Aralarındaki mesafe, söylenmemiş sözlerle doldu.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra Dijvan, alçak bir sesle seslendi. "Nur..." dedi Nur, elindeki fincanı bardağı çay tabağına bıraktı, ardından başını çevirip Dijvan’a baktı. Onun gözleri, her zamanki gibi derin ve sakindi; yeşil hareler ışığın altında daha da belirginleşmişti. Dikkatle, adeta Nur’un yüzünü ezberlemek ister gibi bakıyordu.
"Efendim, Dijvan?" dedi Nur, hafifçe kaşlarını kaldırarak.
Dijvan, elindeki çayı yavaşça çay tepsisine bıraktı. Parmak uçları bir an için boşluğa değdi, sanki ne söyleyeceğini tartıyordu. Sonra bakışlarını Nur’un gözlerinden ayırmadan usulca konuştu:
"Şey... Dışarı çıkalım mı? Biraz alışveriş yaparız..."
Sözleri havada asılı kaldı bir an. Nur, şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı. Beklemediği bir teklifti bu. Onunla dışarı çıkmak... İnsanların arasına karışmak... Bir an kalbi daha hızlı atmaya başladı. Yüzünde istemsiz bir sıcaklık yayıldı.
"Olur," dedi, sesi zar zor duyuluyordu.
Dijvan’ın yüzünde küçük, belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Başını hafifçe eğip onaylar gibi yaptı.
"O zaman hazırlan," dedi. Sesi hem sabırlı hem de şefkatliydi. "Seni bekliyorum."
Nur hafifçe başını salladı, ama ayağa kalkarken bir an tereddüt etti. Elini eteğinin kenarında sıktı. "Ne giymeliyim?" diye sormak istedi ama kelimeler boğazına düğümlendi.
Dijvan onun çekingenliğini fark etti, hafifçe omzunu silkti.
"Ne giyersen yakışır sana," dedi. Sonra, gözlerini kaçırmadan ekledi: "Sana yakışan her şey... zaten sendendir."
Nur'un yüzü daha da kızardı. Başını önüne eğip hızla odadan çıktı. Kapıdan çıkarken, kendini gülümserken buldu. Kalbi, kıpır kıpır bir heyecanla doluydu.
Dijvan, Nur odadan çıktıktan sonra bir süre yerinden kalkmadı. Gözleri, Nur’un ardından kapanan kapıya takılı kaldı. Sonra usulca yerinden doğruldu, pencereye yürüyüp dışarıya baktı.
Gökyüzü açıktı. Hafif bir bahar esintisi sokakları süslüyordu. İçinden geçirdi: İyi gelecek ona... Belki bana da...
Nur, hafif adımlarla odasına geçti. Kapıyı arkasından usulca kapattı, sırtını kapıya dayadı. Derin bir nefes aldı; kalbi sanki göğsünden çıkacak gibiydi.
İçinde garip bir heyecan vardı. Hem utangaçtı hem de içten içe seviniyordu.
Yavaşça dolabın önüne yürüdü. Parmakları, askılardaki birkaç kıyafetin üzerinde gezindi. Ne giymeliydi? Çok mu süslü olmalıydı, yoksa sade mi kalmalıydı?
Kendi kendine hafifçe mırıldandı:
"Sade olsun... ama özenli."
Beyaz, ince pamuklu bir elbise seçti. Dizlerinin biraz altında bitiyordu. Üzerinde küçük nakış desenleri vardı; zarif ama abartısızdı.
Elbiseyi yatağın üzerine serdi, sonra aynaya yöneldi. Aynada kendi yansımasına baktı; yanakları hâlâ utangaç bir pembeyle kızarıktı.
Saçlarını elleriyle düzeltti, örgüsünü açıp saçlarını serbest bıraktı. İnce telli saçları omuzlarına döküldü. Saç uçlarını parmaklarıyla tararken düşündü:
Acaba böyle daha mı güzel olurum?
Kıyafetini giydikten sonra narin bir hırka aldı üzerine; dışarısı serin olabilirdi. Ayakkabılarını da giyerken, içindeki telaş daha da arttı.
Hazırlanırken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişti. Son bir kez aynada kendine baktı. Bir yandan kendine cesaret vermeye çalıştı:
"Sadece alışveriş... Sadece birlikte çıkacağız..."
Ama kalbi onu ele veriyordu; sıradan bir şey gibi hissettirmiyordu bu buluşma.
Kapının önünde bir an tereddüt etti. Sonra derin bir nefes alıp kapıyı araladı. Koridora adım attığında, ileride onu bekleyen Dijvan'ın silueti göründü.
Dijvan, Nur'u görünce başını hafifçe kaldırdı. Gözleri bir anlık bir parıltıyla doldu. Sessizce baktı, bakışı her zamanki gibi kelimelerden daha çok şey anlatıyordu.
Sadece usulca, içten bir ses tonuyla söyledi. "üzerinde ki sana yakışmış ." dedi Dîjvan
Nur dijvanın iltifatı ile utanıp başını önüne eğdi, gülümsedi. Utangaç ama içten bir mutluluk doldu içine.. Ve birlikte, evin kapısından dışarıya doğru yürümeye başladılar.
Sokağa adım attıklarında Nur, hafifçe irkildi. Çarşı oldukça kalabalıktı. İnsanlar sağa sola koşturuyor, tezgâhlardan alışveriş yapıyor, esnaf yüksek sesle mallarını övüyordu.
Baharat kokuları, taze ekmeklerin sıcak buharı ve yeni açılmış çiçek tezgâhlarının tatlı rayihası birbirine karışmıştı.
Dijvan, Nur’un bir adım önünde yürüyordu. Kalabalıkta onun önünden gitmesi Nur’a güven veriyordu.
Arada sırada başını hafifçe çevirip Nur'un yanında olduğundan emin oluyor, bakışlarıyla onu kolluyordu.
Nur, utanarak kalabalıkta ona daha çok yanaştı. Eli, istemsizce hırkasının kenarını sıktı.
O anda, yol kenarında küçük bir takı dükkânı dikkatini çekti.
Cumbalı eski bir dükkândı bu. Vitrininde parlayan bilezikler, küpeler, kolyeler sergilenmişti.
Dijvan bir an durdu, dükkâna göz gezdirdi. Sonra Nur'a dönüp hafifçe başıyla işaret etti:
"Gel, bir bakalım mı?"
Dükkânın içine girdiklerinde dışarının gürültüsü geride kalmıştı. Tahta raflarda dizili çeşit çeşit takılar, küçük cam vitrinlerde parlıyordu.
Hafif tütsü kokusu havaya sinmişti; ortama eski zamanlardan kalma bir sıcaklık katıyordu.
Dijvan vitrinin önünde durmuş, dikkatle bir şeyler inceliyordu.
Nur, birkaç adım geride durmuş, ellerini önünde birleştirmişti.
Gözleri çevrede dolaşsa da, aklı hâlâ az önceki kalabalığın içinde kalan kalp çarpıntısındaydı.
Birden, Dijvan’ın bakışları küçük bir bileklikte takılı kaldı.
İnce bir gümüş zincir, üzerinde küçük yeşil taşlarla süslenmişti.
Gözlerinde hafif bir parıltı belirdi.
Elini vitrinde cama dayadı.
"Şunu görebilir miyim?" dedi satıcıya.
Yaşlı satıcı, gözlüğünü düzelterek vitrini açtı. Bilekliği çıkardı, mendil gibi beyaz bir kumaşın üstüne koydu.
Dijvan bilekliği eline alıp inceledi.
Sonra döndü, Nur’un önünde durdu.
Elindeki bilekliği hafifçe kaldırarak, yumuşak bir sesle konuştu:
"Bu... sana çok yakışır."
Nur bir anlık bir şaşkınlıkla bakakaldı.
Sonra başını iki yana salladı, geri adım attı.
"Hayır, olmaz... Lütfen. Gerek yok," dedi aceleyle. Yanakları utançtan kızarmıştı.
Böyle değerli bir şeyin hediye edilmesi ona ağır geliyordu.
Dijvan gözlerini kısarak, hafif bir baş hareketiyle ona yaklaştı.
"İstiyorum," dedi kısa ve kesin bir ifadeyle.
"Bu senin olmalı."
Nur tekrar başını salladı, inatla:
"Gerçekten... gerek yok. Bir şey almana gerek yok bana."
O sırada yaşlı satıcı hafifçe öne eğildi, gözlüklerinin üzerinden ikisine baktı ve gülümseyerek söze karıştı "Bu bileklik sıradan bir bileklik değil," dedi sıcak bir sesle. İkisi de ona döndü, dikkat kesildiler.
"Eskiden," dedi adam, "bu tarz bileklikleri gençler birbirine hediye edermiş.
Yeşil taşlar... bağlılığı temsil ederdi.
Bilekliğin her bir taşı, bir sözü simgelerdi:
'Yanındayım',
'Sana güveniyorum',
'Seninle bir yol yürümek istiyorum.'
Bu, bir nişan gibi değil belki ama... kalpten verilen bir söz gibi düşünün."
Nur’un gözleri büyümüştü, kalbi küt küt atıyordu. Dijvan, satıcının sözlerini sessizce dinledikten sonra tekrar Nur’a döndü.Bakışları şimdi daha da derindi, daha kararlıydı.
"Ben de tam bunu söylemek istiyorum," dedi. "Senin yanındayım Nur ."
Nur’un nefesi kesildi.
Başını önüne eğdi, elleri birbirine kenetlendi.
Ne diyeceğini bilemiyordu.
İtiraz edecek gücü kalmamıştı artık.
Dijvan, onun bileğini nazikçe tuttu.
Bilekliği yavaşça Nur'un bileğine taktı.
Zincirin minik tıngırtısıyla bileklik yerine oturdu. Bileğinde ılık bir ağırlık vardı; ama asıl ağır olan, kalbinde hissettiği tatlı sızlamaydı.
"Teşekkür ederim..." diye fısıldadı Nur.
Gözleri dolmuştu ama gülümsüyordu.
Satıcı, ikisine bakıp hafifçe başını salladı, sanki ikisinin arasında söylenmemiş nice sözleri duymuş gibi.
Dışarı çıktıklarında, Nur bileğine baktı.
Yeşil taşlar güneş ışığında parlıyordu.
Ve her parıltı, satıcının söylediği o sözleri yeniden fısıldıyordu:
"Yanındayım... Sana güveniyorum... Seninle yürümek istiyorum."
Bileklik bileğinde usulca sallanırken Nur, utangaç ama mutlu adımlarla yürüyordu.
Dijvan, onun yanında sessizce ilerliyordu; ara sıra göz ucuyla Nur’a bakıyor, yüzündeki hafif gülümsemeyi görmekten kendini alamıyordu.
Çarşıdaki alışveriş devam etti.
Birlikte birkaç tezgâha uğradılar; Nur için birkaç basit şey aldılar.
Bir el işi şal, renkli boncuklardan yapılmış bir anahtarlık, birkaç küçük sabun.
Nur önce her şeye itiraz etmek istediyse de, Dijvan’ın sessiz ama inatçı bakışları karşısında daha fazla direnemedi.
Alışveriş boyunca her seferinde Nur’un yanağında utangaç bir pembe beliriyor, Dijvan ise onun bu halini sessizce izliyordu.
Güneş yavaş yavaş alçalmaya başlamıştı.
Gökyüzü turuncu ve pembe tonlarına bürünüyordu.
Çarşının kalabalığı hâlâ sürüyordu ama artık insanlar biraz daha yavaşlamış, akşamın serinliğini hissetmeye başlamışlardı.
Dijvan, Nur’a döndü ve başıyla ileriyi işaret etti.
"Biraz dinlenelim mi?" diye sordu.
Nur hafifçe başını salladı.
Alışveriş poşetlerini hafifçe sıktı; hem yorgundu hem de içinde tarif edemediği bir huzur vardı.
Birlikte, çarşının biraz dışında kalan küçük parka doğru yürüdüler.
Parkta birkaç çocuk son oyunlarını oynuyordu; banklar büyük ölçüde boşalmıştı.
Kuşlar ağaç dallarında ötüşüyor, hafif bir esinti kuru yaprakları savuruyordu.
Dijvan, gözüne kestirdiği bir banka doğru yöneldi.
Nur çekingen adımlarla onu takip etti.
Birlikte bankın kenarına oturdular.
Aralarında birkaç karışlık bir mesafe vardı; ama sessizlikleri, garip bir şekilde rahattı.
Nur, poşetleri usulca ayaklarının dibine bıraktı. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı.
Turuncu bulutlar arasında yavaş yavaş kaybolan güneşi izlerken, içi sıcacık oldu. Yanında Dijvan’ın sessiz varlığı, dünyanın en güvenli yeri gibiydi.
Birkaç dakika boyunca sadece hafif esen rüzgârın sesi vardı aralarında.
Gün batımı, her şeyi altın rengine boyuyordu.
Nur, bileğinde hafifçe sallanan bilekliğe baktı.
Taşlar, gün batımının son ışıklarında parlıyordu.
Bir an duraksadı.
Sonra cesaretini topladı ve bakışlarını ufka dikip yavaşça konuştu:
"Bu... çok değerli bir hediye," dedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi.
"Ben... böyle güzel bir şeyi ilk defa aldım."
Dijvan, gözlerini ufuktan ayırmadan cevap verdi:
"Değerli olan, bileklik değil."
Sesi sakindi ama içinde derin bir anlam vardı.
Nur başını ona çevirdi, şaşkın bir bakışla baktı.
Dijvan, hafifçe başını eğdi, gözlerini yere indirdi.
Sanki daha fazlasını söylemek istemiş ama kelimeleri seçmeye dikkat ediyormuş gibiydi.
Sonra hafif bir nefes alıp devam etti:
"İnsanın karşısına... her zaman böyle bir an çıkmaz," dedi.
"Sana küçük bir şey vermek istedim. Belki yıllar sonra bile hatırlarsın... diye."
Nur’un boğazı düğümlendi.
O anda bilekliğe baktı, sonra yeniden ufka döndü.
Gözleri nemlenmişti ama yüzünde tatlı bir tebessüm vardı.
"Unutmam," dedi sessizce.
"Hiçbir zaman."
İkisi de birbirine bakmadan gülümsedi.
Kelimesiz bir bağ oluşmuştu aralarında.
Sözlerle adlandırılamayan, zamana yayılan, sadece hissedilebilen bir bağ.
Güneş son bir kez titredi, sonra ufkun arkasında kayboldu.
Gökyüzü koyu lacivert bir örtüye büründü.
Ama Nur’un yüreğinde sanki bir güneş daha doğmuştu: küçük, sessiz ve sıcak.
Güneş batmıştı ama hava hayla kararmamıştı. Güneş battıktan sonra, hava hafif serinlemişti.
Parkta birkaç sokak lambası yanmış, solgun bir ışık bankların üzerine dökülmüştü. Nur, bilekliğine bakarken bir anda içinde kıpırdayan soruyu susturamadı. Ellerini kucağında kenetledi, gözlerini yere indirdi.
Bir süre sessiz kaldı.
Sonra, neredeyse kendi de şaşırarak sordu "Dijvan..." dedi çekingen bir şekilde Sesi kısılmıştı.
"Hiç... aşık oldun mu?" diye sordu bir anda
Soru, havada asılı kaldı.
Dijvan bir an kıpırdamadı.
Sonra derin bir nefes aldı, sırtını bankın arkalığına yasladı, gözlerini gökyüzüne çevirdi.
"Evet," dedi kısık bir sesle.
Sözcük, bir yük gibi dudaklarından döküldü. Bir süre sustu; sanki geçmişteki bir anıyı yeniden yaşar gibi.
"Eskiden," diye devam etti sonra.
"Çok zaman önce... Henüz hayatın ne kadar zor olduğunu tam anlamadan önce."
Nur, başını hafifçe kaldırıp ona baktı.
Dijvan'ın yüzünde bir gölge vardı; geçmişin getirdiği hafif bir sızı.
"Bir insanın, her şeyden habersizce... tüm kalbiyle güvendiği zamanlar vardır ya," dedi.
"Benim de öyle bir zamanım olmuştu."
Sesi sakindi ama içinde derin bir kırılganlık vardı.
Nur onu bölmeden, dikkatle dinliyordu.
Kalbi hafifçe sızladı, nedenini tam anlayamadan.
Dijvan kısa bir gülüşle başını iki yana salladı.
"Sonra hayatın gerçekleri geldi," dedi.
"Ve bazı şeyler... geride kaldı."
Sustu.
Gözleri karanlıkta uzak bir noktaya dalmıştı, sanki orada geçmişin izlerini görüyormuş gibi.
Nur hafifçe başını eğdi.
İçinde anlamlandıramadığı bir hüzün vardı.
Ama bir yandan da, Dijvan’ın bu kadar dürüst olması, ona daha da yakın hissetmesine neden olmuştu.
Aralarında kelimelere dökülmeyen bir anlaşma vardı:
Geçmişin yaraları, sessizce kabul ediliyor; geleceğe dokunmadan, sadece bugünde kalıyorlardı.
Nur sessizce mırıldandı:
"Üzgünüm..."
Dijvan başını ona çevirdi, hafifçe gülümsedi.
"Üzülme," dedi yumuşak bir sesle.
"Hayat böyle. Bazı şeyler biter... ama insan değişir, büyür. Ve yine de, bir yerlerde... bir şeyler yeniden başlar."
Nur, bu sözlerin altında yatan umudu hissetti. Ve o an, içini hafif bir sıcaklık kapladı. Belki de her son, yeni bir başlangıcın habercisiydi. Belki de... henüz adını koymadıkları bir yolun en sessiz adımlarıydı bunlar.
Bir süre daha sessiz kaldılar.
Rüzgar hafifçe ağaçların yapraklarını hışırdattı. Parktaki diğer sesler uzaklaştı, sanki dünya sadece onlara ait kalmıştı.
Nur, dizlerinin üzerinde kucağındaki poşetle oynadı bir süre.
Sonra, başını hafifçe kaldırıp, kısık bir sesle sordu:
"Sence... insan bir kere mi aşık olur?"
Dijvan, sorunun ağırlığını fark eder gibi derin bir nefes aldı.
Gözlerini uzaklara dikti, geceye karışan turuncu çizgileri izledi.
Sonra başını hafifçe salladı.
"Bilmem," dedi. "Belki de aşk, insandan insana değişir. Kimi için bir kere olur... kimi için birçok kere.Ama bence... gerçek olan, insanın içinde iz bırakan."
Nur başını eğdi. İçten bir merakla sordu "İz... hep acı mı bırakır?"Dijvan bir an durdu.Sonra alçak bir sesle cevap verdi "İyi izler de vardır," dedi.
"İnsana nefes aldığını hatırlatan, yaşadığını gösteren izler.
Ama... bazen o iz, canı yaksa da... kaybolmaz."
Nur, elini bileğinde sallanan bilekliğe götürdü. Parmakları boncukların üzerinde gezinirken, fısıldar gibi sordu:
"Acıdan korkuyor musun?"
Dijvan hafifçe güldü.
Yorgun, ama samimi bir gülüştü bu.
"Artık korkmuyorum," dedi.
"Çünkü insan, korksan da korkmasan da... yaşayacaksa yaşar.
Kaçamıyorsun.
En fazla... hazırlıklı oluyorsun."
Nur, bir süre cevap vermedi.
Sonra kendi kendine, sanki sadece geceye fısıldar gibi konuştu "Bazen düşünüyorum da... acaba sevmeden yaşamak mı daha kolay olurdu diye." Dijvan ona baktı.
Gözlerinde yumuşak ama derin bir ifade vardı.
"Kolay olurdu belki," dedi.
"Ama eksik. Sevmeden yaşayan biri, hiçbir zaman tam olmaz. Kendini tamamlayamaz."
Nur, başını yana eğip hafifçe gülümsedi.
Gözlerinde bir ışıltı belirdi.
"Yani... sevmek bir eksikliği tamamlıyor mu?" Dijvan bir an düşündü.
Sonra başını yavaşça salladı.
"Hayır," dedi. "Sevmek... bir eksiklik değil.
Sevmek, insanın içindeki en saf, en güçlü şeyi açığa çıkarıyor.
Korkularına rağmen, eksiklerine rağmen... insanı insan yapıyor."
İkisi de sessizleşti.
Gökyüzünde yıldızlar birer birer belirmeye başlamıştı.
Serinlik, usulca tenlerine değiyordu ama içlerinde garip bir sıcaklık vardı.
Nur hafifçe iç çekti.
Sonra gülümsedi; derin bir gülümsemeydi bu.
Hem geçmişin acılarına hem de geleceğin belirsizliğine rağmen, olduğu haliyle güzeldi.
O anda ikisi de bir şey söyledi:
Dudakları aynı anda kıpırdadı.
İkisi de birbirine baktı ve gülümsediler.
Dijvan, hafifçe başını eğerek yol verdi:
"Sen söyle," dedi.
Nur mahcup bir şekilde gözlerini kaçırdı.
Sonra cesaretini toplayıp fısıldadı "Teşekkür ederim." Dijvan şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
Nur hafifçe omuz silkti.
"Bugün için," dedi.
"Konuştuğun için.
Yanımda olduğun için."
Dijvan, hafifçe gülümsedi.
Başını eğdi, yere baktı.
Ve sadece bir kelime söyledi. "Her zaman." dedi " her zaman seni koruyacağım Nur"
Nur gülümsedi. İlk defa bir erkeğe gözü kapalı güveniyordu ve sözüne güveniyordu...
Nur, dudaklarında hafif bir tebessümle başını önüne eğdi.
İçinde tarifsiz bir huzur vardı.
Sanki uzun zamandır aradığı bir limanı bulmuş gibiydi.
Öyle bir güven ki... sorgulamadan, korkmadan inanıyordu.
Bir süre ikisi de konuşmadı.
Zaman durmuştu sanki.
Parkın loş ışıkları altında, sessizliğin bile anlamı vardı.
Nur, usulca bileğindeki bilekliği okşadı.
Sonra başını kaldırıp, gözleri parlayan bir ses tonuyla fısıldadı:
"Biliyor musun Dijvan...
İnsan bazen tek bir söz için yıllarca bekliyor."
Dijvan, kaşlarını hafifçe çattı.
Merakla ona baktı.
Nur devam etti, gözlerinde hafif bir buğu vardı:
"Birinin... 'Yanındayım' demesi.
'Korkma' demesi.
'Koruyacağım' demesi..."
Sesi hafifçe titredi ama gülümsüyordu.
Sonra gözlerini kaçırmadan ekledi:
"Ve o söze inanabilmek...
İşte bu, en büyük armağan."
Dijvan, Nur'un sözlerini sessizce dinledi.
Kalbi, sanki bir anda ağırlaşıp aynı anda hafiflemişti.
İçinde garip bir sızı, ama aynı zamanda bir sıcaklık vardı.
Koruma sözü vermek kolaydı belki.
Ama Nur’un böyle bakabilmesi... ona gerçekten güvenmesi...
İşte bu, onun için her şeyden daha büyüktü.
Başını hafifçe salladı.
Sözleri ağır ağır, ama kararlıydı:
"Ben söz verdim Nur," dedi.
"Ve sözüm, benim onurumdur."
Nur'un gözleri parladı.
Bir an suskun kaldı, sanki kelimeler yetmiyordu hissettiklerini anlatmaya.
Sonra gülümsedi.
Sade, temiz bir gülümseme.
Dijvan hafifçe doğruldu, elini bankın kenarına koyup ayağa kalktı.
"Artık hava iyice serinledi," dedi.
"İstersen yavaş yavaş dönelim."
Nur başını salladı. Dijvan ayağa kalktığı anda, parkın sessizliği bir anda tuhaf bir şekilde değişti.
Ayakta, çevresine bakarken bir şeylerin yanlış olduğunu hissetti.
Adımları durdu.
Gözleri hızla karanlığı taradı.
Nur da bakışlarındaki değişimi fark etti, tedirginlikle başını kaldırdı.
O anda, birer birer parkın farklı köşelerinden adamlar çıktı.
Siyah kıyafetler içinde, yüzlerinin bir kısmı örtülü, ellerinde parlayan silahlar...
Sessizce, ama kararlı adımlarla etraflarını sardılar.
Dört, beş... belki daha fazlası.
Gölgelerin içinden süzülüyorlardı, gözlerinde keskin bir niyet vardı.
Nur bir an nefessiz kaldı.
Kalbi deli gibi çarpmaya başladı.
İrkilerek yerinden doğrulmak istedi, ama Dijvan bir el hareketiyle onu durdurdu.
"Yerinden kıpırdama," dedi alçak bir sesle.
Sesi sakindi, ama içinde keskin bir dikkat vardı.
Dijvan, vücudunu hafifçe Nur'un önüne doğru koydu; siper alır gibi.
Adamlar iyice yaklaştı.
Karanlığın içinde metalik sesler yankılandı; silahların namluları üzerlerine doğrultulmuştu.
Aralarından biri öne çıktı.
Karanlıkta gözleri parlıyordu.
Boğuk bir sesle konuştu " üzgünüm bölmek istemezdim ama adem kara kızı istiyor" dedi tanıdık ses. Sesin sahibi bir adım öne çıktığın da dijvanın yüzünde alaycı bir gülümse oluştu " bakıyordum da kolun çabuk iyileşmiş sadık, sanırım diğerin de kıra bilirim" diye alaya aldı dijvan.
Sadık adamların arasından bir adım öne çıktı " senin ile uğraşamam dijvan adam gibi kızı ver gidelim" dediğinde dijvan iğrenen bir bakış attı " adem karaya söyle anca benimkinin başını alır " sadığın yüzü öfkeyle gerildi " kaşınma dijvan bırakda alalım kızı, karın değil nişanlın değil bu kadar koruma sebebin niye?" Dijvan, Sadık’ın sözlerini umursamaz bir tavırla karşıladı. Başını hafifçe eğerek, burun kıvırdı. "Ne olduğuna sen mi karar vereceksin?" dedi. Sesi buz gibiydi.
Ardından bir adım ileri attı, meydandaki hava iyice gerildi.
Sadık’ın sabrı taşmıştı. Elini arkasına attı, tabancasının kabzasına dokundu.
"Bu kadar tantanaya gerek yoktu," diye tısladı. "Sen istedin böyle olsun!"
Sadık’ın işaretiyle adamları bir anda harekete geçti. İkisi Nur’a doğru atıldı, biri ise hızlıca Dijvan'a yanaştı.
Nur bir anda kollarından yakalanınca çığlık attı, kendisini kurtarmak için çırpındı"Bırakın! Ne yapıyorsunuz! Bırakın!"
Dijvan, silahını çektiği gibi havaya bir el ateş etti. Kuru toprak havaya savruldu.
"Herkes yerinde dursun!" diye haykırdı.
Ama Sadık’ın adamları durmadı.
Bir tanesi Nur'u kucaklayıp hızla geriye çekmeye başladı.
Dijvan önünü kesmek isterken Sadık, hızlı bir hamleyle silahını çekip namlusunu onun göğsüne dayadı.
"Gözünü karartma, Dijvan!" dedi dişlerinin arasından."Bir kişiyi koruyacağım derken hepsinden olursun."
Dijvan’ın dişleri sıkıldı. Yumrukları titriyordu ama hareket edemedi. Adamlarının birkaçı silahlarına davrandı ama Sadık’ın adamları onları çoktan çevrelemişti.
Nur’un sesi hâlâ duyuluyordu:
"Dijvan!" diye bağırdı Nur var gücüyle "Bırak beni!"
Dijvan, gözlerini bir an kapattı. Derin bir nefes aldı. Sonra gözlerini açtığında bakışı ölüm gibi soğuktu.
"Bu yaptığınızı kanla ödersiniz," dedi sadece.
Sadık alaycı bir gülümsemeyle başını eğdi."O zaman kanlı bir düğün yaparız," dedi.Ardından adamlarına emir verdi
"Bindirin arabaya!"
Nur çırpındı arabaya binmemek için, sadık nuru arabaya götürmek isteyen adamları eli ile durdurdu, adamlar sadığın emiri ile durdu.
Korku dolu gözler ile dijvana baktı Nur, karşında hiç bir şey yapmayan bir dijvan vardı ve bu daha kötüydü. Dijvanı az çok tanımıştı öfkesinden çok sessizliği korkuturdu.
Dijvan bakışlarını etrafında gezdirdi.
Sadık’ın adamları çember gibi çevirmişti onu. Her biri silahlıydı. Hepsi hazır, tetiğe yakın. Dijvan, tek tek hepsinin yüzüne baktı. Korkmadı. Gözlerinde korku değil, daha da derin bir öfke büyüyordu.
Sadık, kollarını arkada birleştirerek ağır adımlarla ona yaklaştı.
Sesi alayla, ama içinde gizli bir tehdit titreşimiyle doluydu:
"İşte böyle adam ol, Dijvan Ağa."
Bir adım daha yaklaştı.
"Sen Adem Kara'ya boyun eğersen..." dedi sesi incelerek, "Ne senin canın yanar, ne de sevdiklerinin."
Bir an meydanda ölüm sessizliği oldu.
Herkes nefesini tutmuştu.
Dijvan başını hafifçe yana eğdi.
Bakışlarında hâlâ o tanıdık diklik, o diz çökmeyen ruh vardı.Alaycı bir şekilde gülümsedi. Ardından kısık ama herkesi titreten bir sesle cevap verdi "Ben diz çökersem... canımı değil, onurumu kaybederim." dedi ve hızla sadığın yakasına yapıştı, ardından ise sağlam bir kafa attı
Sadık neye uğradığını şaşırmıştı. Geriye sendeledi, burnundan fışkıran kan avuçlarına damladı. Gözleri öfkeyle kısıldı ama Dijvan’ın bakışındaki kararlılığı görünce bir an duraksadı. Etraf sessizliğe bürünmüştü. Herkes nefesini tutmuştu.
Dijvan bir adım daha attı. Omuzları dimdik, gözleri çelik gibi soğuktu.
"Biz yere ancak toprak anayı selamlamak için eğiliriz," dedi. "Korku sizin yolunuz olabilir, ama bizim yolumuzda onur kaybolmaz."
Sadık başını hızla salladı. “Göreceksin, Dijvan,” diye tısladı ve ardından başıyla etrafındaki adamlara sert bir işaret verdi.
Adamlar hiç tereddüt etmeden hareket geçti. Dördü birden, çember daraltırcasına Dijvan’a doğru yürüdü. Ama Dijvan, bir an bile geri adım atmadı. Gözlerini bir an olsun düşmanından ayırmadan ceketini çıkarıp yere attı. Kasları gergindi, vücudu savaşa hazırdı.
İlk adam üzerine atıldığında, Dijvan hızlı bir yan adımla saldırıyı savuşturdu. Adamın kolunu bileğinden kavradığı gibi çevirdi, omzuna bastırarak yere indirdi. Adamın çığlığı yankılanırken diğer ikisi aynı anda saldırdı. Biri sağdan yumruk savurdu, diğeri solundan tekmeyle yaklaştı.
Dijvan, eğilerek yumruktan kurtuldu, ardından gelen tekmeyi dizini kaldırarak engelledi. Dengesini bozan adamın boğazına sert bir dirsek darbesi indirdi. Adam öksürerek geriye sendeledi.
Üçüncü adam arkasından sarılmak isterken, Dijvan aniden geriye doğru baş attı. kafası, adamın yüzüne denk geldi. Bir kemik sesi duyuldu; adam burnunu tutarak yere çöktü.
Son kalan adam eline geçirdiği kalın bir sopayla saldırdı. Sopayı savurduğunda, Dijvan yana sıçradı ama tahta koluna sürttü, canı acısa da belli etmedi. O an dizlerinin üstüne çökerek adamın ayak bileğine vurdu. Adam yere kapaklandığında, hızla üzerine çıkıp yumruklarını indirmeye başladı. Her darbe, içindeki öfkenin yıllardır biriktirdiği ağırlığı taşıyordu.
Dört adam birden, kedi gibi sessiz ama ölümcül bir kararlılıkla yaklaştı. Bu kez Dijvan’ın kaçacak yeri yoktu. İlk hamleyi yapacak zamanı da... Arkadan biri omuzlarına çullanıp onu yere doğru bastırırken, öndeki adam sağ böğrüne sert bir yumruk indirdi. Nur ise acıyla haykırdı " DİJVAN" diye
Dîjvan Nur 'un çığlıklarını duysada kendini toparlayamadı Canı öylesine yanmıştı ki, nefesi bir an kesildi.
Dizlerinin üzerine düşmeden önce direndi ama bir diğer adamın tekmesi tam göğsüne geldi. Havası çekildi, ağzından bir boğuk ses çıktı. Bir anlığına etrafı karardı.
Dijvan yere yığıldı ama tam teslim olmadan birinin bacağını kavrayarak kendine çekti. Adam sendeledi, düşmedi ama dengesini kaybetti. Tam o sırada diğer adamlar saldırıya devam etti. Biri çenesine diz attı, başı yana savruldu. Kan, dudaklarının kenarından sızmaya başladı.
Yerdeki toz, kan ve ter içinde nefes almaya çalışıyordu. Kolları titriyordu ama öfkesi hâlâ içindeydi. Bir yumruk daha geldi, bu sefer kaşının üzerinden patladı, görüşü bulanıklaştı.
Dijvan'ın dünyası yavaş dönüyordu artık, ama kulakları hâlâ seçebiliyordu o sesi.
"Bırakın beni!"
Nur’un sesi. Çırpınıyor, direnirken nefesi kesiliyordu.
Adamlar onu sıkıca tutmuştu, adımlarını geri çekse de biri omzundan bastırıyor, diğeri bileklerini kavrıyordu.
“Direnme!” diye fısıldadı biri dişlerinin arasından. “karşı gelme! "
Ama Nur, can havliyle ayağını savurup birinin dizine tekmeyi indirdi. Adam anlık bir acıyla sendeledi ama bırakmadı.
“Dijvan!” diye bağırdı Nur, gözleri yerdeki adamda. “Dayan!”
O an, sanki Dijvan o sesi duymuş gibi başını az da olsa kaldırdı. Görüşü hâlâ bulanıktı ama Nur’un silueti belli belirsiz görünüyordu. Kanlı dudaklarından sadece bir kelime döküldü:
“Gitme…”
Nur’un gözleri doldu. Göğsüne bastırılan koluna rağmen bir adım daha atmaya çalıştı, ama adam onu sertçe geri çekti.
“Yeter artık!” diye bağırdı adam. “Sana zarar vermek istemiyoruz!”
Sadık, tüm bu kargaşayı izlerken kaşlarını çatmıştı. Nur’a yürüdü, göz göze geldi onunla.
“Çok fazla direniyorsun,” dedi alçak bir sesle. “Ama unutma... ne kadar çırpınırsan, o kadar batarsın. Bu iş bitecek. Hem senin için... hem o toprağa düşmüş adam için.”
Nur, gözlerini kısmıştı. O an öyle bir bakışla Sadık’a baktı ki, içinde sadece korku değil, artık kin de vardı.
“Ben batmam,” dedi dişlerinin arasından. “Ama sen boğulacaksın.”
Sadık’ın ifadesi sertleşti, kaşları çatıldı ama bir şey söylemeden başını çevirdi. Ardından sesini yükseltti, tonunda hiçbir tereddüt yoktu “Kızı götürün!”
Nur’un gözleri bir anda büyüdü, kalbi sanki kaburgalarına sığmayacak gibi atmaya başladı. “Hayır! Bırakın! Gitmem!” diye bağırdı. Vücudu panikle titriyordu, ama içinde bir korkudan çok öfke vardı. Direniyordu. Hem bedeniyle hem haykırışıyla.
Adamlar onu sürüklemeye başladıklarında çığlığı da bastırıldı.
“Dijvan!" diye haykırdı, sesi gittikçe uzaklaşırken. "Beni bırakma!”
Tutulmuş bilekleri kıpkırmızı kesildi, çırpındıkça adımlar düzensizleşti ama adamlar kararlıydı. Zorla koltuğa itildiğinde çamura bulanmış saçları yüzüne yapışmıştı.
O sırada yerde kanlar içinde yatan Dijvan, son bir gayretle başını kaldırdı. Boynu ağrıyla sarsıldı, görüşü bulanık, nefesi kesikti ama Nur’un çekilerek götürüldüğünü gördü. O silueti… o çığlığı…
Göz göze gelemediler. Ama Nur’un gözlerinde çaresizlik vardı, onun gözlerinde ise kan içinde de olsa yankılanan bir söz “Beni bırakma.”
Dijvan'ın içinden bir şey koptu. Gücünün kırıntılarını toplamaya çalıştı ama vücudu cevap vermiyordu. Dişlerini sıktı, alnından aşağı bir damla kan süzüldü.
“Nur!” diye haykırdı Dijvan, sesi çatallıydı ama yürekten kopuyordu. Yaralı vücudundan çıkan son güçle doğrulmaya çalıştı ama kasları buna izin vermedi. Dizlerinin üstünde, kan ve toz içinde kıvranırken, boğuk bir sesle ekledi:
“Söz veriyorum... seni bırakmayacağım. Orda sabret… Geleceğim!”
Arabanın penceresinden dışarı sarkan Nur’un gözleri doldu. Omzundaki eller onu zorla geri iterken bile, başını çevirdi. Dudaklarının kenarında hüzünlü bir gülümseme belirdi. “Ya gelmez isen, Dijvan…” dedi kederli bir fısıltıyla. “Ya sen de bırakırsan…”
O an zaman sanki yavaşladı.
Dijvan, kendini dizlerinin üstünde doğrulttu. Acıyla titreyen elini kaldırdı, işaret parmağını yavaşça göğsüne götürdü.Tam kalbinin üzerine bastırdı… ve Nur’un gözlerinin içine bakarak konuştu “Tam buramdan vur beni... Eğer seni orda bırakırsam, yaşamamın bir anlamı kalmaz.”
Nur’un soluğu kesildi. Kalbi sıkıştı ama aynı anda içi ısındı. Dudakları aralandı, gözyaşları artık saklanmıyordu.
“Bekliyor olacağım…” dedi titrek bir sesle. “Lütfen bırakma beni, Dijvan.”
Dijvan acıyla yanan gözlerini onun üzerinden ayırmadı. Dudakları kanlıydı, nefesi zayıftı ama sesi hâlâ kararlıydı.
“Sen benim var olma nedenimsin, Nur.” dedi yavaş ama dimdik bir sesle. “Gözlerini kapatıp beni düşündüğün her saniyede… sana bir adım daha yaklaşacağım.”
Bir an Nur’la bakıştılar. Aralarındaki mesafe, ne acılarla ne zorbalıkla kapanabilirdi. Onların bağı başka bir yerden, daha derinden akıyordu.
Ama o an... acı bedenine bir bıçak gibi saplandı. Gözleri bir anlık karardı. Nefesi tıkandı. Dizleri titredi.
Bir hırıltı çıktı boğazından. Gözleri hâlâ Nur’un gittiği yöne bakarken, vücudu yavaşça yana devrildi. Başını toprağa bıraktı.
Son gördüğü şey... toz bulutunun içinde kaybolan o gözlerdi.
Ve bilinci karanlığa gömüldü.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
İnşallah bölümü beğenmişsinizdir.. Diğer bölümde biraz daha ortalık karışacak...
Sizce ferzanın bahsettiği adam kim olabilir?
Dîjvan' nın sonra ki hamlesi ne olacak sizce Nur 'u kurtara bilecek mi?
Diğer bölümde görüşmek üzere kendinize cici bakın...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |