
Bu bölümden sonra sezon finali olacaktırrr
İNSTAGRAM :@RAZİYE_MLL22
💌💌💌💌💌💌💌💌💌💌💌💌
Dijvan sarsak adımlar ile parktan çıktı, bir eli karnını tutarken daha fazla adım atamayıp kendini duvarın dibine bıraktı. Nefesi kesik kesik alıyordu, yediği dayaktan kaynaklı heryeri ağrıyordu, En çokta kalbi. Nur'u götürürlerken hiç bir şey yapamamıştı öylece baka kalmıştı.
Dijvan, başını soğuk duvara yasladı, gözleri yaşla doluydu ama ağlamıyordu. Gözyaşı akıtacak hâli kalmamıştı artık. Elini cebine attı, parmakları titreyerek telefonu buldu. Ekranı açtı, bir an duraksadı. Behram'ın ismini görünce boğazına bir yumru oturdu. Dişlerini sıkarak arama tuşuna bastı. Telefon uzun uzun çaldı. Her saniye, Nur’un gözlerinin içine son kez bakmış gibi hissettirdi ona.
Sonunda arka planda rüzgar sesiyle birlikte Behram'ın sesi geldi " efendim Dijvan?" Dijvan birkaç saniye konuşamadı. Sesi çatallıydı, yutkundu.
"Nur'u götürdüler… Sokakta bıraktılar" beni. Hiçbir şey yapamadım…"dedi sustu boğazına oturan yumru ile zorda yutkundu ama o yumru geçmedi
Behram’ın sesi bir anda sertleşti.
"Kim götürdü? Kim yaptı bunu?"
Dijvan karnını tutarak doğrulmaya çalıştı, sesi hırıltılıydı. "O herif… Zaten peşindeydi. Koruyamadım Behram. Kız gözümün önünde gitti." dediğinde pişmanlıkla omuzları çöktü . Telefonun ucundaki sessizlik, fırtına öncesi sessizlik gibiydi. Behram derin bir nefes aldı.
" Neredesin şimdi? Konum at bana " diye sordu behram sesine endişe bulaşmıştı "Eski okulun oradaki parkın arkasında. Duvar dibindeyim." dedi Dîjvan kesik kesik nefes alırken
"Oradan kıpırdama. Geliyorum." dedi
Dijvan telefonu elinden düşürdü. Göğsü sızlarken tek düşündüğü Nur’un gözlerindeki korkuydu. O an anladı: Bu iş artık geri dönüşü olmayan bir yola girmişti.
On dakika geçmişti, belki daha fazlası. Zaman, acının içinde boğulmuştu. Sokak lambalarının solgun ışığı, Dijvan’ın yüzündeki morlukları belirginleştiriyordu. Göğsü ağrıyor, nefesi düzensiz çıkıyordu. Sonra bir araba sesi... Fren sesinden tanıdı. Sert bir kapı kapanışı duyuldu. Adımlar yaklaştı.
“dijvan ” Behram’ın sesi endişeliydi ve dipten gelen bir öfke taşıyordu. Eğilip Dijvan’ı omzundan kavradı. Yüzü karanlıkta bile gergindi.
Dijvan başını hafifçe kaldırdı, sesi çatallı ve utanç doluydu “Dayanamadım Behram… Çok kalabalıklardı. Silah bile çektiler. Nur’u bindirip götürdüler gözümün önünde…” dediğinde behram bakışları yumuşadı ve elini dijvanın omzundan çekip ensesine attı ve onu kendine çekip sıkı sıkı sarıldı.
" kimsenin dokunmasına izin vermem derken ona dokundular behram hiç bir şey yapamadım onu götürdüler" Behram gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Sarılışı daha da sıkılaştı. Sesi alçak ama Kararlıydı “Tamam, geçti. Artık yalnız değilsin. Nur da yalnız değil. Bulacağız onu. Ne pahasına olursa olsun.”
Dijvan’ın omzuna bir kez daha bastı, sonra yavaşça geri çekildi. Göz göze geldiler. Behram’ın bakışlarında şimdi hem bir ağabeyin sahiplenişi hem de bir adamın karanlığa yürümeye hazır öfkesi vardı.
“Beni iyi dinle. Şimdi seni bir doktora götürüyoruz. Sonra oturacağız, tek tek konuşacağız" dijvan başını iki yana salladı " olmaz şuan tek derdim Nur onu almamız lazım" dedi ve zar zor da olsa duvardan destek alarak ayağa kalktı. Canı acısa da umursamadı çünkü ne çok ağrıyan yeri yüreğiydi...
" aşirete haber salacağım tekrardan toplanmak için sonra nur 'u alır ondan sonra da hastaneye gideriz" dedi kendinden emin ses tonu ile, behram arkadaşına baktı . Eski dijvan değildi, değişmişti ama bu bir tek değişim fiziken değildi hem ruhen hemde yürekten di.
Behram gülümsedi, derin bir nefes verdi ve başını yavaşça salladı.
“Peki tamam… Sen nasıl istersen, öyle olsun bakalım.” Sesi bu kez yumuşaktı, ama içinde bir gurur gizliydi. Yıllarca yanında taşıdığı, hep arkada duran o çocuğun artık omuzlarında yük taşıyacak bir adama dönüşmesini izliyordu.
Dijvan'nın Eli hâlâ karnındaydı ama artık acıya aldırmıyordu. Gözleri kararlıydı.
“Benim için geç olabilir Behram. Ama Nur’un hala bir şansı var. Onu almadan ne yatabilirim, ne de nefes alabilirim.”
Behram başını eğip hafifçe güldü.
“Büyümüşsün lan sen…”. Dedi ve Sonra ciddileşti. “Tamam. O zaman önce adamlara haber sal. Hangi aşiret bizimle yürür, hangisi durur, öğreneceğiz. Nur’u aldık mı… gerisini de temizleriz.”
Dijvan telefonunu eline aldı. Elleri hâlâ titriyordu ama ses tonu netti. Birkaç numarayı çevirdi. “Heval, haber sal. Dijvan Ağa yeniden topluyor aşireti diye . Silahını alan gelsin. Bu gece uzun olacak.” Telefonu kapattıktan sonra gözleri Behram’a döndü.“Onlar Nur’u aldı… Ama biz onun korkusunu almaya geliyoruz.” Behram dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümsemeyle başını salladı. “O zaman başlıyoruz, kardeşim.”
İkili araca doğru yürürken, dijvan bacağına yediği darbeler yüzünden bacağı aksasa da umursamadı ve hızla behramın arabasına geçip oturdu. Hava iyice ağırlaşmıştı. Uzakta bir köpeğin sesi, sonra sessizlik. O gecenin içinde bir isyan büyüyordu. Ve bu isyanın adı Nur'du.
💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛
Oda güzeldi. Fazla güzeldi. Tavandan sarkan zarif bir avize, camdan bakan kalın perdeler, yerlerde ipek halılar. Duvarda pahalı bir tablo. Her şey özenle döşenmişti ama Nur’un içindeki sıkışmışlık hissi, bir zindan karanlığı gibiydi.
Camın önünde durmuş, kollarını göğsünde birleştirmişti. Ellerinde kelepçe yoktu ama özgür de değildi. Gözleri pencereden dışarıya bakıyor ama zihni Adem Kara’nın adımlarını duyuyordu. O tanıdık yürüyüş. Soğuk ve hesaplı.
Kapı açıldığında Nur hiç dönmedi. Yalnızca sesiyle karşılık verdi “Burası güzel evet. Ama seni hâlâ pis bir kafesin içine hapsedilmiş bir yılan gibi gösteriyor.” Adem Kara içeri girerken üstünde pahalı bir takım elbise vardı. Ellerini ceplerine sokmuş, yüzünde sahte bir nezaket taşıyordu.
“Odanı beğenmene sevindim. Sonuçta misafirimsin Nur.”Sesi yumuşaktı ama alttan alta bir tehdit taşıyordu.
Nur döndü. Omuzlarını dikleştirdi. Gözlerinde ürkeklik değil, kin vardı.
“Misafir mi? Bunun adını böyle mi koyuyorsun? Kaçırılmış bir kadını altın kafese koymak seni hala hayvanlıktan çıkarmaz.” Adem’in dudakları hafif kıvrıldı. Gülümsedi ama gözleri gülmüyordu . “Ben senin için en iyisini istiyorum. O sokaklarda çürüyüp gidecektin. Şimdi sana bir hayat sunuyorum. Lüks, koruma, güç…” Nur öne bir adım attı. Sesi buz gibiydi “Sen bana ne verebilirsin ki Adem Kara? Ruhunu satmış, şerefi menfaatle takas etmiş bir adamdan ne çıkar? Güç mü? Gücün var ama saygın yok. Korku salıyorsun, sevgi değil.”
Adem’in yüzü aniden sertleşti. Gözleri daraldı, çenesini sıktı. Birkaç saniye sessizlik oldu.
“Kendine yazık ediyorsun Nur. İnadın seni korumaz. Dijvan' ı bekliyorsun, değil mi? O senin için yanıp tutuşuyor sandın. Ama ben sana bir şey söyleyeyim… o senin için bir hiç uğruna adamlarını ateşe atmaz.” kollarını kaldırıp iki yana açtı
" Ben senin için herkesi karşıma aldım sana olan sevgim yüzünden"
Nur, Adem’in sözleriyle irkildi ama hemen ardından gözlerini kıstı, yüzünde tiksintiyle karışık bir öfke belirdi. Adem’in “sevgi” dediği şeyin aslında ne olduğunu çok iyi biliyordu.
“Sevgi mi?” diye sordu ardıdan Dudaklarını alayla kıvırdı, başını hafifçe salladı. “Senin sevgin, zincir. Kontrol. Sahip olma hırsı. Senin ‘aşk’ dediğin şeyin içinde saygı yok, merhamet yok. Sadece sen varsın.”
Adem bir adım attı, yüzünde kırılmış bir ifade vardı ama gözleri hâlâ soğuktu.
“Ben seni kendi ellerimle bu bataktan çıkarmaya çalıştım. Seni kirli sokaklardan alıp en yükseğe koymak istedim. Ne yaptın? O her şeyini kaybetmiş, yıkık adamı seçtin.”
Nur gülümsedi, ama gözlerinde acı bir parıltı belirdi. “Evet, yıkıktı. Ama dürüsttü. Kırılmıştı, ama içi bozulmamıştı. O senin gibi insanları kandırarak büyümedi. Ve ben… onun beni korumaya çalışırken değil, yanımda durmaya çalışırken güçlü olduğunu gördüm.”
Adem’in yüzü bir anda kasıldı. İçindeki öfkeyi bastıramıyordu artık. Yumruğu yavaşça sıkıldı.“Ben sana her şeyi sunuyorum Nur! Hâlâ neyin inadındasın?” diye sordu bezgince
Nur gözlerini onun gözlerine dikti. Sesi bu sefer sakindi, ama içi volkan gibiydi
“Beni altınla süsleyebilirsin Adem, ama ruhumu satın alamazsın. Sevgi diye adlandırdığın şey, benim tutsaklığımın bahanesi. O yüzden ne bana sunduğun hayat ilgimi çeker… ne de senin yandığın cehennem.”
Adem, birkaç saniye durdu. Boğazı hafifçe kasıldı. Sonra hızla arkasını dönüp kapıya yürüdü. Ama tam kapıyı açarken bir şey fısıldadı “Dijvan... sana bir adım bile yaklaşamayacak. Bunu göreceksin.”
Kapı kapanırken Nur bir an başını eğdi. Kalbi hızla çarpıyordu ama korkudan değil. İçindeki inanç, Adem’in tehdidini çoktan bastırmıştı. Kendi kendine mırıldandı “Yaklaşsa bile... o bir adım, senin sonun olur Adem Kara.
💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛
Dîjvan ağrıyan kaburgalarına rağmen arabadan indi, kapısını kapatıp konağa doğru adımladı. Behramda dijvanın bir adım arkasında durdu, dijvan ise derin bir nefes alıp sırtını dikleştirdi ve her zaman ki dijvan olup Konaktan içeri girdi
" Daye" dediğinde Hatice hanım bakışlarını oğluna çevirdi.
Yüzündeki yaraları görür görmez hızla ayağa kalktı Hatice Hanım. Gözlerinde aniden parlayan endişeyle, neredeyse koşar adımlarla oğlunun yanına geldi.
"Bu ne hâl oğul?" dediğinde, sesi hem titrekti hem de öfke yüklüydü. Gözleri, kapının eşiğinde sessizce duran Behram’a kaydı. Behram, başıyla selam verdi. Hatice Hanım da kısa bir baş hareketiyle selamı aldı ama yüzündeki ifade hiç yumuşamadı. Gözleri hemen tekrar oğluna döndü.
Dijvan, annesinin bakışlarından kaçmadı. Gözleri yorgundu, yüzündeki çizgiler gecenin ağırlığını taşıyordu.
“Bir şeyim yok,” dedi kısık bir sesle. “Ufak bir çatışmaydı sadece.”
Hatice Hanım, oğlunun kaşının kenarındaki kurumuş kan izine baktı. Eli, istemsizce yaraya uzandı. Parmak uçlarıyla nazikçe dokundu ama dokunuşunda ne şefkat vardı ne de teselli sadece kontrol, sadece bir annenin dizginlenmiş öfkesi.
“Ufak diyorsun ama gözün kan çanağına dönmüş,” dedi alçak bir sesle. “Kaç can yaktın, söyle?”
Behram hâlâ kapının eşiğindeydi. Konuşulanlara karışmıyor, sadece gözlüyordu. Omuzları dimdik, bakışları serin bir taş gibi donuktu. Sessizliği, konağın içindeki gerilimi daha da belirgin hâle getiriyordu.
Dijvan, annesinin gözlerinin içine baktı. Derin, karanlık bir kuyu gibiydi o gözler; hem geçmişin yükünü taşıyor hem de bugünün inatçı suskunluğunda direniyordu.
“Anne...” dedi, sesi çatallıydı. “Sen aşirete haber mi saldın?”
Bir adım attı ileriye, durdu.
“Kimse Dijvan’ın peşinden gitmeyecek diye... Sen mi söyledin?”
Hatice Hanım, oğlunun karşısında dimdik duruyordu. Sırtını dönmedi. Geri adım da atmadı.
Çenesini hafif yukarı kaldırdı, bakışlarını oğlunun yaralı yüzüne sabitledi.
“Evet,” dedi tok bir sesle. “Ben söyledim.”
Sözleri konak da tokat gibi çınladı. Ne pişmanlık vardı yüzünde, ne de tereddüt. Sanki asırlık bir törenin yargıcı gibi durmuştu karşısında.
“Bir oğlumu toprağa verdim, Diyarbakır'dan gelen tabutla. Diğerini de göz göre göre göndermem. Hele ki yüreğinin ardına sakladığı bir sevda için hiç göndermem.”
Dijvan’ın kaşları çatıldı. Yüreğine yük binen bir anı gibi içi sıkıştı, gözlerinde öfkeyle kırılmış bir hayal parladı.
“Ben toprağa gitmiyorum. Onu almaya gidiyorum,” dedi kararlılıkla. “Ben sevdayı omuz değil, yürek yükü bilirim.”
Hatice Hanım bir adım yaklaştı oğluna.
Bakışları delip geçiyordu şimdi.
“Senin yüreğinle ödeyeceğin borcun, aşiretimin kanına bulaşmasın diyedir bu karar. Peşinden adam sürmeyeceğim. Kimse seni izlemesin istedim, çünkü bir yanlışta hepsi seninle yanar.” Dijvan dişlerini sıktı. Birkaç saniyelik bir sessizlik çöktü. Gözleri annesinden Behram’a kaydı, sonra tekrar annesine döndü.
“Senin sözünle gitmeyen gider mi, onu bilmem,” dedi. “Ama ben giderim. Gölge değil, ateş gibi yürürüm. İçimdeki yangını durduramam artık.”
Hatice Hanım’ın gözleri, oğlunun gözlerinde kaldı. Ağlamadı. Dudakları titremedi. Sadece olduğu yerde, olduğundan daha büyük duruyordu sanki.
“Yürü o zaman,” dedi. “Ama bil ki bu evin kapısından çıktığında, yol sadece senin olur. Ne arkanı kollayan olur, ne önünü aydınlatan.” Behram bir adım attı. Sessizce, kararlı bir şekilde Dijvan’ın yanına geçti. “Sen yürürsen, ben ardında olurum,” dedi.
Dijvan annesine son bir kez baktı. O bakışta hem veda vardı, hem teşekkür. Sonra kapıya yöneldi. Gecenin içine doğru ilerlediğinde, Hatice Hanım hâlâ oradaydı dimdik, kıpırdamadan, arkasından bakmadan.
Kapı kapanmadı.
Sadece içlerinden biri eksildi.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Behram gideli uzun süre olmuştu ama neyse ki 2 saat sonra eve dönmüştü, dönmesine ama kalmadı. Üzerini değiştirip çıkmıştı gitmeden ise
" dikkat et tamam mı? Kapıyı açarken falan ne olur ne olmaz" diye uyarmış çıkmıştı.
Evde tek başıma kaldığım da bir süre televizyon izleyip sonra da uyumaya gitmiştim, sabah olduğun da ise behram yanımda yine yoktu.
"Hayla inanamıyorum Aydan, cidden böyle mi âşık oldunuz Behram enişteyle?" dedi Gülcan hayranlıkla. Bakışlarımı Gülcan’a çevirdim ve gülümsedim.
"Evet," dediğimde, Gülcan dirseğini masanın üzerine koyup çenesini avucuna yerleştirdi. "Ay çok romantik, sanki masal karakterleri gibisiniz," dedi hülyalı hülyalı.
Bu dediklerine gülümsedim. Gülcan’ın bu hallerine alışkındım, çocukluğumuzdan beri her aşk hikâyesine böylesine kaptırırdı kendini. O sırada masanın diğer ucundaki Metin başını kaldırdı ve gözlerini devirerek konuştu "Allah aşkına Gülcan, masal değil bu, Behram bildiğin dağ gibi adam. Romantiklikle ne ilgisi var?"
Gülcan kaşlarını çattı, Metin’e döndü. "Sen anlamazsın zaten," dedi küçümseyen bir ses tonuyla. "Senin için aşk demek, iki kişi aynı masada yemek yesin, yeter."
Metin bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra vazgeçip çayından bir yudum aldı. Göz göze geldik. Hafifçe gülümsedim. Gülcan da Metin de hâlâ eskisi gibiydi; ne zaman bir araya gelseler birbirlerine takılmadan duramazlardı. İçimde tatlı bir huzur hissettim. Onlar yanımdayken, her şey biraz daha kolay, biraz daha sıcak geliyordu.
Bir süre daha havadan sudan, eski anılardan, mahallenin değişen yüzünden konuştuk. Gülcan, geçen gün markette kasiyerle yaşadığı komik tartışmayı anlattı, Metin yine "Bunun derdi hep olay çıkarmak" diyerek alay etti. Ben de arada lafa girip ikisini de gülümsetmeye çalıştım. Kahkahalar hafifçe salonun duvarlarına çarpıp dağıldı.
Tam o sırada kapı çaldı.
Üçümüz birden sustuk, bakıştık.
"Kim geldi ki şimdi?" dedi Gülcan ardıdan heyecanla " behram enişte mi? Yoksa" dediğinde başımı iki yana salladım
" hayır akşama doğru geleceğim demişti bana değildir" dedim ve Yavaşça yerimden kalktım ve kapıya yöneldim. Kapının önüne geldiğimde içimde hafif bir gerginlik hissettim, nedeni belirsizdi. Kapıyı açtığımda ise o tanıdık, ama uzun zamandır görmediğim yüzle karşılaştım.
"Abi?" dedim şaşkınlıkla.
Ağabeyim, kapının eşiğinde duruyordu. Omuzları hafifçe çökmüş gibiydi ama yüzündeki ifade ciddi ve kararlıydı. Göz göze geldik. Abim sıcacık gülümsedi.
"Günaydın kardeşim, inşallah rahatsız etmiyorum," dedi.
Yüzündeki yumuşak ifade içimi rahatlattı. Ne kadar zaman geçmişti, böyle samimi bir tonda konuşmayalı?
"Olur mu öyle şey, gir içeri," dedim, kapıyı ardına kadar açarak. İçeri girerken sessizdi. Gülcan ve Metin’in sesleri içeriden geliyordu ama ağabeyimin varlığıyla ev birden bambaşka bir havaya bürünmüştü.
Avludan geçip mutfağa girdiğimizde Gülcan abimi görünce hemen ayağa fırladı. "Vay, koca adam gelmiş!" dedi neşeyle. Metin başını hafifçe eğdi, "Hoş geldin abi," diye mırıldandı.
Abim hafifçe başını sallayarak selam verdi. Gözleri önce Gülcan’a sonra bana döndü. "Size fazla zamanınızı almayacağım," dedi bana bakarak. "Sadece... biraz konuşmak istedim. Müsaitsen tabii."
O an içimde garip bir his belirdi. Bu geliş, öylesine bir selamlaşma değildi belli ki. Sanki uzun zamandır taşıdığı bir düşünceyi ya da duyguyu anlatmak için cesaret toplamış gibiydi.
"Tabii," dedim " istersen terasa çıkalım" diye öneride bulundum, abim sıkıntı ile elini ensesine attı ve kaşıdı " aslında belki biraz dışarı çıkarız demiştim hem vakit geçiririz uzun zamandır görüşemedik" dediğinde gülümsedim
O eski, koruyucu hali vardı yine üzerinde. Her ne kadar söze yumuşak başlamış olsa da içinde bir şeyler sakladığını hissediyordum. "Olur, üstüme bir şey alayım hemen," dedim. İçeri dönüp ceketimi alırken Gülcan ve Metin’le göz göze geldim.
"Biraz çıkıyorum," dedim kısa bir açıklamayla. Gülcan merakla baktı ama bir şey demedi. Metin ise sessizce başını salladı.
Gülcan ile metini evde bırakıp Abimle birlikte sokağa çıktık. Hava serin ama güneşliydi. Sessizce yürümeye başladık. Yan yana ama kelimeler henüz bizimle yürümüyordu. Birkaç adım sonra abim derin bir nefes aldı.
Biliyor musun," dedi, "sana bir şey söylemeden önce birkaç kez düşündüm. Hatta hiç karışmasam mı, dedim kendi kendime."
Yan dönüp yüzüne baktım. Ciddi ama yumuşak bir ifadeyle devam etti "Ama... sen benim kardeşimsin. Seni korumak benim görevim gibi geliyor hâlâ. Behram’la ilgili... bazı şeyleri konuşmamız lazım."
Kalbim hafifçe sıkıştı ama belli etmemeye çalıştım.
"Ne gibi şeyler?" diye sordum, sesimi mümkün olduğunca sabit tutarak.
Abim duraksadı. Bir an başını öne eğdi, sonra gülümsedi, hafifçe başını sağa eğerek bana baktı.
"Gel," dedi. "Küçükken gittiğimiz o büyük ağaca gidelim mi? Hani sokağın arkasında ki tepeye çıkan patikanın sonunda olan... Dallarına salıncak kurmuştuk hatırlıyor musun?"
Yüzümde bir tebessüm belirdi. O ağacı elbette hatırlıyordum. Çocukluğumuzun en sessiz sırlarını orada konuşmuştuk, en büyük kavgalarımızdan sonra yine oraya gitmiştik.
"Hatırlamaz mıyım," dedim. "Yine orada anlatacakların daha anlamlı olur sanki, değil mi?"
"Tam da o yüzden orayı düşündüm," dedi abim, gözlerinde geçmişten gelen sıcak bir parıltıyla. "Hem belki biraz eski günlere döneriz, hem de daha rahat konuşuruz."
Yavaş yavaş yönümüzü o tarafa çevirdik. Sokak yavaşça arkamızda kalırken, içimde eski ama tanıdık bir merak ve huzursuzluk birbirine karışıyordu. Ne söyleyecekti abim? Ve neden bunu o ağacın gölgesinde anlatmak istiyordu?
💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛💛
" dijvan plansız dalmayalım kendi ayağamız ile girmeyelim içeri" dedi Behram, dijvan başını çevirip behrama baktı " planım var zaten" dediğinde
" ne planladın banada anlat" diye sordu.
Dijvan Bakışlarını behrama çevirdi
" direk içeri girip Nur 'u almak"
Behram alaycı bir şekilde güldü, kaşlarını hafifçe kaldırarak başını iki yana salladı.
"Vay be... büyük plan ha? Direk girip alacağız diyorsun yani. Sanki içeri girince Nur da seni bekliyor olacak, hadi geldin al beni diyecek."
Dijvan gözlerini kısmış, Behram’ın sözlerine aldırmadan sabit bir şekilde ona bakıyordu. "Ben içeri girmem diyorsan, burada kalırsın," dedi soğuk bir ses tonuyla.
Behram gülmesini kesti, sesi ciddileşti.
"Ben seninle ölürüm ama aptalca bir plan uğruna değil. Orası cehennem gibi korunaklı, her köşesinde adamları var. Eğer akıllı olmazsak, daha Nur'u görmeden kurşunları yeriz."
Dijvan başını öne eğip birkaç adım attı. Sessizlik anca rüzgârın uğultusuyla bozuluyordu. Sonra durdu ve başını yarım çevirerek konuştu "Ben içeri gireceğim Behram. Sen ister yanımda ol, ister karşıda. Ama Nur'u orada bırakmam."
Behram dişlerini sıktı, bakışları kararsızlıkla doluydu. Ardından küfretti sessizce ve belinde ki silaha uzandı. "Ulan seninle uğraşılmaz. Bari şu ‘direkt girme’ işini biraz daha akıllıca yapalım. Hangi kapıdan giriyoruz, nereden çıkıyoruz, bunları bilelim. Yoksa plan değil, intihar bu."
" iyi işte yaa arkamızdan hızlı yaşadılar genç öldüler derler" dedi Dîjvan alayla
" lan sikicem belanı ölüm kelimesini çıkar" dedi öfkeyle " ayrıca benim daha baba olmak gibi planlarım var dijvan ağa seni bilmem ama" Dijvan, Behram’ın sözlerine karşılık kısa bir kahkaha attı.
"Senin o planların yüzünden zaten bu kadar yavaş ilerliyoruz Behram," dedi. Gözlerinde hem ciddiyet hem de hafif bir eğlenme vardı. "Ama haklısın... ölüm lafını çok kolay harcıyoruz bazen."
Behram başını salladı, sonra gözlerini uzaklara dikti.
"Ben harcamam kardeşim. Biz ölürsek, arkamızda sadece kan değil, yarım kalmış hayatlar kalır. Onlar da acı çeker. Bu yüzden... iyi düşünmeliyiz."
Dijvan derin bir nefes aldı, yüzü bir anlığına gölgelerle kaplandı.
İnşallah Adem Kara şerefsizi Nur'a dokunmamıştır," dedi Dijvan, sesindeki titreşim öfkenin ve endişenin iç içe geçmiş hâliydi. Yumrukları kenetlenmişti, damarları gerilmiş bir tel gibi belli oluyordu.
Behram, bir adım yaklaştı. Sessizce elini Dijvan’ın omzuna koydu, sert ama güven veren bir sıkılıkla sıktı. Gözlerinde dostluktan fazlası vardı—bir yol arkadaşının, bir sırdaşın sessiz desteği.
“Onu benden iyi tanırsın,” dedi Behram, sesi karanlıkta yankılandı. “Ama Nur... O kız öyle kolay yıkılmaz. Güçlüdür. Gözlerinde bir direnç var. Adem Kara, her ne yapmaya kalktıysa da, emin ol Nur kolayına teslim olmaz. İçini ferah tutmak kolay değil, biliyorum. Ama şu an acele etme zamanı değil.”
Dijvan başını öne eğdi. Dişlerini sıktı, göz kapaklarının ardında bastırmaya çalıştığı görüntüler vardı. Nur’un korkmuş bir hâli, bir çığlık sesi, gözlerindeki hayal kırıklığı… Hepsi zihnini yakıyordu.
“Yeminim var Behram,” dedi alçak bir sesle. “Eğer o herif ona zarar verdiyse… Bu topraklar Adem Kara’yı bir daha görmeyecek. Onu kendi ellerimle yok ederim.”
Behram, başını yavaşça salladı. “Yemin ettiysen geri dönüş yok,” dedi. “Ama aklını kullan. İntikam, aceleyle alınmaz. Hele ki Adem gibi her adımını planlayan bir kurdun peşindeysen... Adımı dikkatli atacaksın. Yoksa hem onu hem kendini kaybedersin.”
Dijvan, gözlerini konağın ağır ahşap kapısına çevirdi. Zihninde hâlâ Behram’ın söyledikleri çınlıyordu ama kalbi başka bir sesi daha güçlü duyuyordu: İçeride Nur’a dair öğrenilecek her şeyin, kaderin yolunu değiştireceği sesi…
Tam o sırada kapı açıldı. İçeri, elinde siyah deri kaplı bir defter ve üzerinde resmi nikâh memuru cübbesi olan bir adam girdi. Yüzünde görev ciddiyeti vardı ama gözleri kaçamak bakışlarla etrafı süzüyordu. Herkesin suskun olduğu o anda, yalnızca onun ayak sesleri duyuluyordu.
Behram, göz ucuyla Dijvan’a baktı. Onun suratında bir gölge gibi beliren şaşkınlığı ve hiddeti anında fark etti. Sanki her şey yavaş çekimde gerçekleşiyordu. Nikâh memurunun gelişi, her şeyin düşündüklerinden daha ileri ve tehlikeli olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Dijvan, bir adım attı ileri. Gözleri memurdan çok daha öteye, içeride olacak olana kilitlenmişti. Dudaklarından öfkeyle bir cümle döküldü " şimdi siktim belasını" dedi ve öfkeyle konağa doğru yürüdü, behram arkasından ne kadar seslensede dijvan durmadı. Behram da elinde ki silahı son kez kontrol edip dijvanın peşine takıldı.
Dijvan elini beline atıp silahını çıkardı, mermiyi ağzına verdikten sonra hızla konağın kapısına geldi, beklemeden hızla kapıyı sert bir şekilde açtı. Avlu kalabalık sayılırdı hemen kapının az ötesinde nikah masası arkasında ise Nur ile adem kara yan yana oturuyordu. Nur un bakışları kapıya döndüğün de dijav ile göz göze geldiler. Yüzünde gülümseme oluşurken adem kara ise nefretle dijvana bakıyordu.
Nur masadan kalkmak için hamle yapacağı sırada adem bileğini tuttu ve kalkmasına izin vermedi.
Dijvan bir an durdu. Göz göze geldikleri o saniyede Nur’un gözlerindeki umut kıvılcımı, içindeki öfkeyi bıçak gibi kesti. Ama sadece bir anlığına. Adem'in Nur’un bileğini tuttuğunu gördüğü an, gözlerinde bir şey kırıldı. Geriye yalnızca patlamaya hazır bir öfke kaldı.
Kalabalık sessizdi ama gözler panik ve heyecanla olan biteni takip ediyordu. Kimse nefes almaya cesaret edemiyordu sanki.
Dijvan, silahı doğrudan Adem’e doğrulttu.
"Elini çek ondan!" diye bağırdı, sesi avluda yankılandı.
Adem Kara ayağa kalktı, hâlâ Nur’un bileğini bırakmamıştı.
"Ne yapacaksın lan? Sıkacak mısın herkesin önünde? Delirdin mi sen?"
Dijvan bir adım daha attı. Parmağı tetiğin hemen üzerindeydi.
"Bu kadar insanın içinde, yemin ederim hiç tereddüt etmem!" dedi, sesi bu kez daha soğuk, daha kararlıydı.
Behram arkasından hızla gelip omzuna dokundu, sesi alçak ama sertti "Dijvan, dur. İki kere düşün. Bu iş böyle çözülmez!"
Ama artık çok geçti. Nur diğer eliyle Adem’in elini bileğinden ayırmaya çalıştı.
"Bırak!" dedi hırçın bir sesle. "Zaten istemiyorum bu nikahı! Anlamıyor musun?"
Bu söz, kalabalık arasında fısıltıların büyümesine sebep oldu. Kadınlar birbirine baktı, erkekler homurdandı. Adem bir anlık boşlukta Nur’un bileğini bıraktı ama gözleri hâlâ kinle Dijvan’daydı.
Nur, gel yanıma," dedi Dijvan, sesi hem yumuşak hem buyurgandı.
Nur yerinden kalkmak için bir adım attı. Ayakta durduğu hâlde gözleri hâlâ Dijvan’daydı. Ama o an Adem Kara, hızla elini uzatıp Nur’un bileğini tekrar kavradı. Parmakları bu kez daha sıkıydı.
"Öyle kolay değil," dedi kin dolu, boğuk bir sesle.
Dijvan bir anda öne atıldı, silahı Adem’e doğru kaldırdı. Behram hemen yanında, gergin bir şekilde etrafı tarıyordu. Ama Adem Kara, bir adım geri bile atmadı. Gözleri parlıyordu, dudaklarında küçümseyici bir sırıtış vardı.
"Senin böyle bir hamle yapacağını biliyordum, Dijvan," dedi, sesi kendinden emin. "Bu kadar öngörülemez olduğunu sanma... Sen benim yeğenimsin tanıyorum biliyorum seni "
O an sağ elini hafifçe kaldırıp bir işaret verdi.
Bir anda avlunun dört bir yanından silahlı adamlar içeri doluştu. Arka kapılar, yandaki geçitler... Her yerden siyah giysili, yüzleri sert adamlardan oluşan bir grup çıkageldi. Silahlar ellerindeydi, bazıları doğrudan Dijvan’a, bazıları Behram’a doğrultulmuştu. Kalabalık panikledi, çığlıklar yükseldi. Kadınlar geri çekildi, yaşlılar yere çömeldi.
Behram hemen silahını çekti, sırtını Dijvan’a vererek arkalarını kollamaya başladı. "Tuzağa düşürdü bizi," dedi dişlerinin arasından.
Dijvan gözlerini Adem’den ayırmadan konuştu "Beni yıllar önce çözdüğünü sanmışsın. Ama sen hâlâ aynı çürük kafadasın, Kara."
Nur, iki adamın arasında kalmış, ne yapacağını bilemiyordu. Bileği hâlâ Adem’in elindeydi ama gözleri hep Dijvan’daydı. Kalbinin sesi artık bastırılamayacak kadar yüksekti.
"Silahını bırak, Dijvan…" dedi Adem Kara tehditkâr bir tonda. Gözleri kısılmıştı, sesi avluda yankılandı. "Buradan sağ çıkamazsın, yeğenim."
Dijvan göz ucuyla etrafına bir kez daha baktı. Adamları dört bir yanlarına dizilmişti. Silahlar hazır, parmaklar tetikteydi. Behram’la göz göze geldi, o da durumu anlamıştı: Şu an çatışsalar, Nur’u koruyamazlardı.
Bakışlarını tekrar Adem Kara’ya çevirdi.
"Asla bırakmam!" dedi kararlılıkla.
"Nur'u bırak!"
Adem Kara’nın dudaklarında soğuk bir gülümseme belirdi.
"Demek öyle… O zaman şöyle diyelim Sen o silahı yere bırak, ben de Nur’a zarar vermeyeyim."
Sesi buz gibiydi. Gözlerindeki karanlık, tehdidinin laf olsun diye edilmediğini gösteriyordu.
Dijvan’ın eli silahın kabzasında, kasları gerilmişti "Sen bir şerefsizsin, Adem. Kadını silah gibi kullanan bir korkak!"
Adem alayla başını salladı.
"Doğru, belki öyleyim. Ama hâlâ ayaktayım. Ve Nur hâlâ yanımda." dedi ve eski sert haline büründü " ciddiyim silahı bırak dijvan Nur a zarar gelsin istemezsin dimi?" dijvan Bakışlarını Nur a çevirdi, olduğu yerden bile Nur' un korkudan titrediğini göre biliyordu.
Dijvan’ın yüreği sıkıştı. Nur’un gözlerindeki korkuyu, titreyen bedenini olduğu yerden bile hissedebiliyordu. Göz göze geldiler o an. Zaman sanki dondu. Nur’un bakışlarında korkunun ardına gizlenmiş bir umut, bir yalvarış vardı. “Yapma bir delilik, lütfen… ama bırakma da beni.”
Dijvan yutkundu. Eli hâlâ silahının kabzasındaydı. Parmakları titremiyordu ama yüreği darmadağındı. Derin bir nefes aldı.
"Beni biliyorsun, Adem." dedi boğuk bir sesle. "Silahımı bırakırsam, senin ne yapacağını da."
Adem Kara tehditkâr bir adımla Nur’u biraz daha kendine çekti. "Beni de sen biliyorsun, yeğenim. Sana zarar vermem. Ama onu bir çizikle bile cezalandırmaktan geri durmam. Karar senin."
Dijvan’ın gözleri karardı. İçinde yanardağ gibi patlayan öfke, çaresizlikle boğuşuyordu. Dudakları aralandı.
"Peki…" dedi kısık bir sesle. "Tamam. Silahı bırakıyorum. Ama Nur'a dokunursan... yemin ederim Adem, bu dünyayı mezarına çeviririm!"
Yavaşça, dikkatle silahını kaldırdı. Ucunu yere doğru eğdi. Sonra dizinin üzerine çöktü ve silahı taş zemine bıraktı. Metalin sesi havayı yardı.
Adem Kara gülümsedi. Ama bu bir zafer gülüşü değildi bu, bir sadistlik gülüşüydü. "İşte bu... İşte böyle sevilir bir kadın. Diz çökerek."
Sonra Nur’a eğildi hafifçe.
"Biliyor musun, Nur? Bu kadar kıymetli olduğunu bilmiyordum… Ama artık seninle oynayacak başka oyunlarım da olacak."
Nur tiksintiyle başını çevirdi. O anda Diz çökmüş halde olan Dijvan'ın yumrukları sıkıldı. Dişlerini sıktı, damarları belirginleşti.
Adem Kara, gözlerini Behram’a çevirdi. Gözlerindeki tehdit artık daha da belirgindi.
"Sende Behram Atasoy, silahını yere bırak." dedi, sesi soğuk ve sertti. Bakışları, Behram’ın gözlerine kilitlenmişti.
Behram, Adem’in bu emrini duyduğunda bir an için hareketsiz kaldı. Gözleri, önce Adem’e, sonra Dijvan’a kaydı. Bir an için sanki zaman durmuş gibiydi. Aralarındaki sessizlik, sadece rüzgarın uğultusuyla kırılıyordu.
Dijvan, Behram’ın bakışlarında bir şeyler okudu. İkisi de aynı şekilde ağır bir kararın eşiğindeydi. Gözlerinde derin bir anlam vardı, ama ikisi de son bir hamle yapmaya cesaret edemiyordu. Birkaç saniye boyunca bakıştılar, bir dünyayı anlamaya çalışır gibi.
Sonunda, Behram omuzlarını salladı, derin bir nefes aldı ve silahını yavaşça çekip yere koydu. Metalin zeminle temas ettiği ses, havada yankılandı. Bir an için kalabalık, şaşkınlıkla bu kararı izledi.
Ve ardından, Behram diz çökerek yere oturdu. Üzerindeki ağır silah, ellerinin arasına düştü. Hava sanki daha da ağırlaştı, her şey sessizleşti.
Adem Kara'nın gözlerinde bir zafer parıltısı belirdi.
"İşte böyle, . Silahlarınızı bırakmak zorunda kalırsınız."
Gözleri, rahatlamış ama bir o kadar da soğuk bir ifadeyle, Dijvan’a döndü.
"Artık sıran sana geldi."
Dijvan, Behram’ın diz çöküşünü ve silahını bırakışını izlerken, içindeki öfke yeniden kabardı. Neredeyse her şeyin kontrolden çıktığını hissediyordu. Ama artık yapacak bir şey yoktu. Eğer son bir hamle yapmazsa, Nur’un hayatı için her şeyin sona erdiğini biliyordu.
"Bu kadar mı?" dedi Dijvan, sesi boğuklaşmıştı, ama kararlıydı. "Silahımı bırakmam yetmedi mi? Eğer gerçekten Nur’u korumak istiyorsan, ona zarar vermeyeceksin."
Adem Kara, gözlerinde bir kıvılcım ile gülümsedi. "Seninle bir oyunumuz var, Dijvan. Ama bu oyun, senin istediğin gibi bitmeyecek."
Kalabalık, gerilimden donmuş bir şekilde onları izliyordu. Artık herkes bir adım geriye çekilmiş, yaşanan bu durumu hayretle takip ediyordu.
Dijvan ve Behram, ikisi de diz çökmüştü.
Adem Kara, karanlık bakışlarını üzerlerine dikerek konuştu:
"Sıra gelelim cezanıza."
Bu söz üzerine diz çökmüş haldeki Dijvan, başını kaldırıp öfkeyle Adem Kara'ya dik dik baktı. Gözlerinde korkudan eser yoktu.
"Soysuz olanın cezası mı olur?" dedi, sesi yankı gibi düştü meydana.
"Anca gövde gösterisi..."
Sonra başını hafifçe yana çevirip Adem’in arkasında sıralanmış adamlarına baktı. Omuzlarını küçümsercesine silkti.
"Koruma ordusunun arkasında gezsen ne yazar... sende o yürek olmayınca."
Kalabalık bir anda uğuldadı. Behram, dizlerinin üstünde kıpırdandı. Bazı adamlar ellerini silahlarına götürdü ama Adem Kara elini kaldırarak hepsini durdurdu.
Gözlerinde parlayan öfke, artık kontrol edilemez bir yangına dönmüştü. Dişlerini sıktı, adım adım yaklaştı Dijvan’a. Sonra aniden silahını çekti ve hızla Dijvan’ın alnına dayadı.
"Yürek mi istiyorsun? Şimdi göreceksin neymiş yürek!"
Silahın soğuk metaline rağmen Dijvan gözlerini kaçırmadı. Kaşları çatık, nefesi sakindi.
"Sık o zaman!" dedi, sesi meydanı delip geçti.
"Madem kendine güveniyorsun... sık, Adem!"
Adem Kara’nın elindeki silah hafifçe titredi. Dişlerini sıkarak kabzayı daha da kavradı. "Yeğenim olsa bile… acımam bu yolda." Sesi boğuktu, içinde bir yerlere saplanan bir sancının izleri gizliydi. Gözleri bir anlığına karardı.
Kalabalıktan birkaç fısıltı yükseldi. Kadınlardan biri ağlamaya başladı. Behram nefesini tutmuş, öne atılmakla olduğu yere çakılı kalmak arasında gidip geliyordu.
Adem Kara, parmağını yavaşça tetiğe yaklaştırdı. Ses tonu ağır ve kesindi, kelimeleri adeta bir celladın hükmü gibiydi "Sen istedin, Dijvan Ağa... Sana söyledim, bir dahakine diklenmenin affı olmaz dedim... ve sen yine bana boyun eğmek yerine diklendin!"
Tetik düşmeye hazırlanıyordu.
Dijvan başını biraz daha kaldırdı. Namlunun soğukluğuna rağmen geri çekilmedi. Dudaklarında acı bir tebessüm belirdi. "Demek sen de sonunda sadece bir tetikçi oldun..." dedi. "Korktuğun için sıkacaksın, haklı olduğun için değil."
Adem Kara için bu söz, bardağı taşıran son damlaydı. Gözlerinde artık ne merhamet, ne tereddüt kalmıştı.
Karşısındaki, yeğeni değil; baş kaldırmış bir düşmandı onun gözünde.
Parmağını tetiğe bastı, merminin namludan çıkmasına yalnızca anlar kalmıştı ki
Avluda yankılanan silah sesi, her şeyi susturdu.
Kalabalık bir anda geri çekildi. Kuşlar çığlık çığlığa havalandı. Adamların elleri silahlarına gitti ama neye uğradıklarını anlayamadılar.
Adem Kara’nın bedeni aniden öne doğru savruldu. Omuzları titredi, ardından dizleri çöktü. Yüzü şaşkınlıkla geriye dönerken, sırtından süzülen kan gömleğini hızla boyadı.
Sırtından vurulmuştu.
Elindeki silah avlunun beton zemine düştü, gözleri irileşti. "Kim...?" diye mırıldanabildi sadece.
Arkasında, titreyen elleriyle silahı hâlâ tutmakta olan Nur vardı. Yüzü bembeyaz kesilmişti ama gözleri dolu doluydu, acıdan değil kararlılıktan.
"Seni durdurmak gerekiyordu," dedi Nur, sesi çatallı ama kararlı.
"Eğer senin önünde herkes diz çökerse, o zaman hiçbirimiz başımızı kaldıramayız."
Adem Kara, bir an daha ona baktı.
Yüzüne önce şaşkınlık, ardından öfke oturdu.
Sanki yıllardır biriktirdiği kin, ihanete uğramışlık ve intikam arzusu bir anda sırtına değil, yüreğine saplandı.
Ama artık ayakta duracak gücü kalmamıştı.
Yavaşça yan döndü…
Ve avlunun soğuk betonuna ağır bir beden gibi değil, bir devir kapanır gibi devrildi.
“ağam vuruldu !” diye biri bağırdı.
Bir anda Adem Kara'nın adamları etrafına toplandı. Kimisi diz çöküp nabzını kontrol etti, kimisi silahını çekip etrafa bakındı.
Havaya gerilmiş bir yay gibi bir sessizlik çöktü.
O karmaşada, Dijvan hızla Nur’un yanına koştu.Nur hâlâ elindeki silahı bırakmamıştı. Gözleri donuktu ama elleri titriyordu. Dijvan, bir eliyle onun kolunu tuttu, diğer eli beline kaydı.“Çabuk, buradan çıkmamız gerek,” dedi fısıltıyla.
“Seni yaşatmazlar Nur…”
Dijvan, Nur’un titreyen ellerinden silahı aldı, beline yerleştirdi.
Avlunun ortasında kargaşa sürerken, zamanı durdurmuş gibi fısıldadı
“Gitmemiz lazım Nur, hadi…”
Tam Nur’un elini kavrayıp kapıya yönelmişti ki bir gölge yollarını kesti.
Karşılarında Sadık duruyordu.
Gözleri öfkeyle parlıyordu, elleri sağlam şekilde silahının kabzasındaydı.
Namlu doğrudan ikisine çevrilmişti.
“Öyle kolay değil buradan çıkmak,” dedi Sadık, sesi karanlık ve sertti.
“Adem Baba hâlâ ölmedi. Sizse sırtına kurşunu saplayanla el ele kaçmaya kalkıyorsunuz. Bu mudur delikanlılık?”
Dijvan bir adım öne çıktı, Nur’u arkasına aldı. “Sadık, yol ver. Gerekirse bu avluyu kana boyarım ama Nur’a dokundurtmam .”
Sadık başını yana eğdi, alayla gülümsedi.
“Delikanlıysan silahını çıkar, karşımda öyle konuş. Bakalım hangimiz kana buluyor burayı.”
Nur, arkasından seslendi:
“Yolumuz kan değil Sadık. Ama o tetikte titreyen parmağınla, sen bambaşka bir yangını başlatırsın.”
Sadık’ın gözleri Nur’a çevrildiğinde içinde bir anlık tereddüt belirdi.
Ama o anda avlunun diğer ucunda bir adam bağırdı “Adem Kara uyandı! Adem Baba gözünü açtı!” Bu cümle, ortamın tansiyonunu bir bıçak gibi ikiye böldü.
Sadık’ın bakışları sertleşti.
“Demek hâlâ konuşacak gücü var... o zaman kararını da kendisi verir.”
Silahı indirir gibi yaptı ama hemen ardından adamlarına işaret etti “Kapatın çıkışları! Bu ikisi bir adım bile atmayacak!”
Silahlı adamlar dört bir yandan harekete geçti. Avlunun çıkışları bir anda tıkanmıştı.
Dijvan, Nur’un elini daha sıkı tuttu.
Gözleri bir çıkış yolu ararken, belindeki silaha kaydı.
Ama tek kurşun, bir savaşı kazanmazdı.
Nur, fısıltıyla sordu:
“Ne yapacağız?”
Dijvan’ın çenesi kilitlendi.
“Ya birlikte çıkarız buradan... ya da birlikte yanarız.”
Avluda silahların namluları artık doğrudan Nur ve Dijvan’a çevrilmişti.
Behram ise hâlâ araya girmeye çalışıyor, ama adamların kararlılığı taş gibiydi.
O sırada, yaralı hâlde olan Adem Kara, gözlerini araladı. Yanaklarından biri solmuş, nefesi zorla çekiliyordu. Ama sesi hâlâ komut gibi gür çıktı " öldürün üçünüde yaşatmayın birini de" dedi zar zor da olsa, sadık gülümsedi
" memnuniyetle" demişti ki
Bir süre sonra konağı eli silahlı adamlar bastı. Ortalık bir anda karışmıştı. Adem Kara'nın adamları ile gelen adamlar birbirlerine silah doğrultmuş, havada tehdit ve gerilim kokusu asılı kalmıştı.
Herkes şaşkın gözlerle gelen adamlara bakarken, Dijvan bakışlarıyla tek tek yüzleri inceledi. Yabancı değildi bu simalar… Gözleri bir noktada sabitlendi, nefesi hafifçe kesildi. Sonra dudakları iki yana kıvrıldı; öfkeyle karışık bir gülümseme yerleşti yüzüne.
Kapıdan ağır adımlarla içeriye biri girdi.
“saçlarının tellerine zarar gelirse yaşatmam !” diye haykırdı tanıdık bir ses. Kadın, yüzündeki asaletle ilerledi. Başında örtüsü, üstünde koyu renk uzun pardösüsüyle adım adım avluya doğru yürüdü. Herkesin bakışları ona çevrilmişti.
Dijvan’ın yüzü gerilmişti. Gözleri kısılmıştı, yutkundu. “Anne…” diye fısıldadı " oğlum dijvana ve arkadaşlarına saçının teline zarar gelse de gelirse taş üstünde taş bırakmam indirin silahları" herkes bir birine baktı sonra ise sadık istemeye istemeye de olsa silahını indirdi.
Dijvan, Sadık’ın tereddütle de olsa silahını indirmesini izledi. Gözleri hâlâ sertti ama dudakları yavaşça iki yana kıvrıldı. Hafif, meydan okuyan bir tebessümle başını eğdi.
“İşte böyle…” dedi, sesi alayla karışıktı. “Bak bakalım şimdi nasıl çıkıyoruz buradan, Sadık Efendi.”
Sadık, gözlerini kaçırdı. O an herkesin önünde geri adım atmak zorunda kalmak, onun gibi bir adam için ölümden beterdiydi. Ama karşısında Hatice duruyordu. Ve Hatice’nin gölgesinde artık silah çekmenin bedeli çok ağırdı.
“Yürüyün, Dijvan. Çıkıyoruz buradan.” Hatice Hanım’ın sesi, her zamankinden daha otoriter ve soğuk bir şekilde avluyu sarstı. Herkesin bir adım geri atması gerekmişti; ancak, Hatice'nin kararlılığı, kalabalığın içindeki en güçlü sese dönüştü.
Dijvan, bir anlık bir tereddütle annesinin talimatına odaklandı. Başını çevirip, Nur’a baktı. Nur, gözlerinde beliren korkuyu gizlemeye çalıştı ama içindeki fırtına, kalp atışlarının hızından belli oluyordu. Birkaç saniye sessiz kaldı, sonra dudaklarını hafifçe aralayarak, “Hadi gidelim,” dedi.
Ancak o an, Nur’un tavrı Dijvan’ı şaşırttı. Nur, dijvan’ın elini sıkıca tuttu, ama yetmedi. Diğer boşta kalan eliyle de onun bileğini kavradı. Güçlü, korku dolu ama kararlı bir tutuştu bu. Onunla gitmek, ona sığınmak istiyordu, bir şekilde bu tehditli ortamdan onu korumak. Gözlerinde kararsızlık yoktu, yalnızca bir güven vardı.
Dijvan, başını hafifçe eğerek ona bakarken, gözlerinde bir anlam buldu. Bir an, sadece onun elini sıktı, ama bu kez hissettikleri çok daha derindi. O an tüm kalabalık, tüm tehdit bir kenara bırakılmıştı. İkisi birbirlerine sıkı sıkı tutunarak bir adım daha attılar.
Hatice, arkasındaki hareketliliği fark etti, ama hiç şaşırmadı. Kendinden emin bir şekilde, "Hadi," dedi, yine kararlı bir tonda. “Hızlıca çıkalım buradan.” demişti
ki Ardından iri adımlarla bir grup adam daha içeri girdi. Omuzları geniş, yüzleri karanlıktı. En önde gelen adam, duruşuyla bile meydan okuyan bir adamdı. Saçları geriye taranmış, yüzünde derin çizgiler… Gözleri zehir gibi.
Hatice’nin gözleri bir anlığına karardı. Dudakları hafifçe sıkıldı. Tanımıştı.
Ferzan’dı bu. Eski bir düşman. Bir zamanlar Hatice’nin kardeşi Adem’in yollarına hiç çıkmaması gereken bir adam. Sadece kinle, çıkarla, intikamla anılan bir isim.
Ferzan avlunun ortasında durdu, önce yerse kanlar içinde yatan adem karaya sonra da kalabalığa baktı, sonra da doğrudan Hatice’ye.
“Yıllar sonra seni görmek ne güzel, Hatice Abla,” dedi. Sesi iğne gibiydi. “Hâlâ ayakta, hâlâ hüküm kuruyorsun demek.”
Hatice dimdik durdu. “Senin gölgen bile bu topraklara aykırı, Ferzan,” dedi. “Ama belli ki çürümüş kökler hâlâ kardeşimin etrafında dolaşıyor.” ferzan güldü, yerde yatan adem karaya kısa bir bakış attı ve tekrar Hatice hanıma döndü " eğlenceyi kaçırmışım tüh bak ayıp oldu"
Bakışları dijvana döndü " harbi gözü karaymışsın dijvan ağa taktir ettim" dedi ve ardıdan bakışları behrama kaydı, behramı gördüğün de yüzünde bir gülümseme oluştu " bak sen şu işe baş düşmanım da buradaymışsın?"
Dijvan’ın gözleri ise başka bir yere odaklanmıştı, durumu değerlendiren bir askerin bakışları gibi. Tam o sırada Behram, Ferzan’a doğru bir adım attı.
“Güçle değil, akılla savaşırız,” dedi Behram soğukkanlılıkla. “Ve akıl, senin sandığından çok daha fazlasını gerektiriyor.”
Ferzan’ın gülümsemesi daha da derinleşti, ama gözlerinde bir korku da barındırıyordu.
“Bunu göreceğiz, Behram. Bu topraklar her şeyin karşılığını verir.” Ferzan’ın sesindeki alaycı ton, ortamı daha da gergin hale getirdi. Arkasını dönüp Behram’a bakmadan, soğukkanlı bir şekilde devam etti
“Bir haberim var, Behram. Ama bu, sana hoş gelmeyecek.” Ferzan, adımlarını hızlandırdı, avlunun köşesine doğru ilerlerken sesi yankılandı. “Aydan ... senin güzel karın... biraz sıkıntı yaşayacak gibi.”
Behram’ın öfkesi, vücudundaki her kası gererken, adeta bir canavara dönüşüyordu. Gözlerindeki kara kin, Ferzan’ı paramparça etmeye yemin etmiş gibiydi. “Ne diyorsun lan sen?” diye bağırarak, sert adımlarla Ferzan’a doğru ilerlemeye başladı.
Ama tam o anda, Ferzan’ın adamları hızla hareket edip Behram’ın kollarını tuttular. Behram, önce onları itmeye çalıştı ama adamlar çok hızlıydı. Birinin boynu sıkıca kavrayıp diğerinin kollarını sardığını hissetti. Zorlukla, öfkesinden dolayı bağırarak direnmeye devam etti, fakat adamların gücü, onu yere düşürmeden önce yavaşça durduruyordu.
Ferzan, bir adım geri çekilerek Behram’a bakmaya başladı. Gözlerinde hâlâ o korkutucu gülümseme vardı, ama yüzündeki alaycılık artık daha da keskinleşmişti. “Hadi bakalım Behram,” dedi, sesi ince bir tehdit barındırıyordu. “Bu kadar mı kolay sinirleniyorsun? Yoksa bu kadar mı zayıfsın?”
Behram, adamların kuvvetine rağmen başını eğmeden, dişlerini sıkarak, “Beni tutuyor olmanız, size tek bir şey kazandırmaz, Ferzan. Birlikte ölmemiz de bunun en iyi kanıtı olacak.” diye mırıldandı.
Ferzan, gözlerini Behram’ın hiddetli bakışlarından ayırmadan, başını hafifçe salladı. “Senin gibiler, her zaman güçle her şeyi halledeceğini sanır. Ama dediğim gibi, burada oyun değişiyor. O kadar basit değil.” Ferzan, adamlarının biraz daha sıkıştırmasını işaret etti, ama hiçbir zaman Behram’ı öldürmek istemiyordu. Onunla iş bitmemişti.
“İlk adımı sen attın,” dedi Ferzan, soğukkanlı bir şekilde. “Ama bundan sonrası, senin bileceğin iş. Aydan 'a korumaya çalış, ama bil ki, ona zarar verildiğinde seninle olan her şey sona erer.”
Behram, kendisini tutan adamlara daha fazla direnmeye çalıştı, ama onları tekmeleyip boşa çıkaracak kadar güçlü değildi. Ancak gözlerinden ateş fışkırıyordu. Ferzan, durumu izlerken, “Buna hiç gerek yoktu, Behram,” diye fısıldadı. “Seninle hesaplaşacak vaktim yok, ama Aydana olan her şey seni de etkileyecek.”
Bir an durdu, derin bir nefes aldı. “Hadi bakalım, yavaşça geri çekilin,” diyerek adamlarına emir verdi. Adamlar, Behram’ın kollarını gevşetip, onu serbest bıraktılar. Ancak Behram, hareket etmeye cesaret edemedi, çünkü her şey çok tehlikeli bir hale gelmişti.
Ferzan, Behram’ın gözlerine bir an daha bakarak, alaycı bir gülümseme takındı. “Koş git Behram,” dedi, sesi acımasızca soğuktu. “Karını kurtarmak için hâlâ vaktin var. Yetişirsen belki hayatta kalır. Yetişemezsen… o zaman ne olacağını tahmin etmek zor değil, değil mi?”
Behram, her kelimenin ardındaki tehdidi hissetti. Ferzan’ın söyledikleri, içinde bir fırtına koparttı. Karısının hayatı, Ferzan’ın ellerindeydi. Yavaşça, dikkatlice, her hareketini ölçerek bir adım attı. ferah bir nefes alarak sert bir şekilde konuştu “Bunu sana ödeteceğim, Ferzan. Bunu sana... ve senin gibilerine.”
Ferzan, Behram’ın her hareketini izlerken, gözlerinde bir kibir ışığı belirdi. “Zaman daralıyor, Behram. Ve seni durduracak kimse yok. Şimdi git, karının son dakikalarını değerlendir... Ama unutma, her şeyin bedeli var. O kadar kolay kaçamazsın.”
Behram, öfkesini kontrol altına alarak hızla dönüp koşmaya başladı. Adımları hızlandı, göğsü hızla inip çıkıyordu. Ferzan’ın sözleri kafasında yankı yaparken, aydan' a ne kadar yaklaşabileceğini düşündü. Bir yanda onu durdurmaya çalışan geçmişin hayaletleri, diğer yanda sevdiği kadının hayatı… Hangi yöne gideceğini, ne kadar süresi olduğunu bilmiyordu ama bir şey kesindi: Aydan 'ı kaybetmek, her şeyi kaybetmek demekti.
Ferzan, Behram’ın arkasından bir süre bakarak, gözlerindeki soğuk gülümseme büyüdü. “O kadar kolay olamayacak, Behram,” dedi kendi kendine, ardından adamlarına emir verdi. “Yavaşça takip edin, işimizi bitirene kadar gözden kaybolmasın.”
Ve o anda, konağın karanlık köşelerinde sessizce bekleyen Ferzan ve adamları, her adımı dikkatlice izlemeye başladı.
💘💘💘💘💘💘💘💘💘💘💘💘
Sizce behram aydana bir şey olmadan yetişe bilecek mi dersiniz?
Bide bölümü nasıl buldunuz?
Dediğim gibi 18. Bölüm sezon finali olacaktır di
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |