19. Bölüm

19. Bölüm

Miss_volere23
sessizkiz22

Nefret; en gerçek duyguymuş, sevgi, aşk yalanmış.

İnsan en çok nefret ederken hissediyormuş yaşadığını. Kalp daha güçlü atıyor, göz daha net görüyor, akıl daha keskin çalışıyormuş.

Sevgi ise pamuktan bir kandil gibiymiş; ilk rüzgârda sönermiş.

 

Aşk… O en büyük yalan. Sözlerin, vaatlerin, bakışların ardında saklanan koca bir boşluk.

Gün gelir, bir çift göz uğruna dünyayı karşısına alan insan, o gözlerin içinde kaybolmayı istermiş; sadece unutmak için…

Ama nefret…

 

O unutmazmış.

 

Kök salarmış en derinlere, kırık yerlerden filizlenirmiş. Ve insan, zamanla anlar, bazı duygular sevmekten değil, yanmaktan doğar.

 

Soğuk bir hastane koridorunda, duvara yaslanmış sert bir plastik sandalyede oturuyordum. Avuçlarım dizlerimin üzerinde hareketsizdi, başım dimdikti ve karşımda duvara yaslanmış adamdan çekmedim nefret kokan bakışlarımı.

 

Canım dediğim adamı almıştı benden, kısa sürede olmuştu her şey. Ne olduğunu anlayamadan, söylenmemiş kelimeler boğazımda düğüm olmuşken, hayatımın anlamı bir kurşunla ellerimden kayıp gitmişti.

 

Hastanenin floresan ışıkları titreyerek yanıyor, beyaz duvarlara yorgun bir solukluk yayıyordu. Kalbim, göğsümde değil de ayaklarımın ucunda atıyor gibiydi; öyle ağır, öyle yavaş. Her saniye bir ömür kadar uzun sürüyordu.

 

 

"Aydan," dedi çekingen bir ses tonu ile, cevap bile vermedim sadece nefretle öylece baktım "Yalvarırım, bana öyle bakma," diye yalvardı, sesi titriyordu; gözleri suçluluğun en çıplak haliyle gözlerime saplanmıştı.

 

O an, içimde bir yerde kıpırdayan acı, öfkeyle karıştı. Bir adım bile atmadım. Sadece yüzümdeki ifadeyle, kelimelerin yapamayacağı kadar çok şey söyledim ona. Sessizlik, aramızda çığlık çığlığa bir yankıydı artık.

 

"Her şey... kontrolümden çıktı," dedi kısık sesle, "ben... ben istememiştim böyle olmasını."

 

Bir kahkaha koptu dudaklarımdan, öyle buruk, öyle kırık dökük.

"İstememiş miydin?" dedim sonunda, ayağa kalktım ve ona doğru bir adım attım aramızda mesafe bırakıp "O zaman neden izledin? Neden sustun?"

 

Başını eğdi, omuzları düşmüştü. Suçun ağırlığı altında eziliyordu, ama ben onun yükünü hafifletmeye niyetli değildim.

"Sadece seni korumaya çalıştım," diye fısıldadı.

 

"Korumak mı? Beni sessizliğinle, suskunluğunla ölüme terk ettin sen!" Sesim yükseldi, koridorun duvarlarına çarparak yankılandı. Bir hemşire uzaktan bize bakıyordu, ama hiçbir şey demedi. Bu acıya şahit olmamak için başını çevirdi.

 

Adam sustu. Sözleri bitmişti belki, ya da artık söyleyecek bir şeyi kalmamıştı.

Ben ise buz kesmiştim. Bu koridor, bu ışıklar, bu adam… hepsi bana hayatımın en karanlık anını hatırlatıyordu.

 

Ve şimdi, hiçbir şey olmamış gibi affedilmek istiyordu.

 

Ama affetmek... affetmek, sadece güçlülerin işiydi.

 

Ben ise artık sadece kırık bir kadındım.

 

Bakışlarını kaçırdı. Cevap veremedi. O susarken, ben içimde çığlık çığlığa kalmıştım. Şimdi ise yalnızca suskunluğunu hatırlıyordum.

 

"Aydan... Ben de cehennemden geçtim," dedi sonunda, "Ama benim cehennemim seninkine çarpmaya bile cesaret edemez, biliyorum. Yine de... affetmesen de anla beni. Sadece bir kere… anlatmama izin ver."

 

Başımı iki yana salladım. Gözlerimdeki yaşları geri itmeyi artık beceremiyordum.

"Anlamak mı?" dedim acıyla. "Anlayacak hiçbir şey yok. Sen oradaydın. Gördün. Ve sustun. İşte o sessizlik her şeyi anlattı bana."

 

İçimdeki nefret büyürken, bir yandan da içimin derinliklerinden çıkan başka bir şey vardı. Acı. İhanetle sarmaş dolaş bir acı. Ne kadar silmeye çalışsam da, orada duruyordu. Hatıraların kıyısında sessizce oturuyordu.

 

"Keşke seni hiç tanımasaydım," dedim fısıltıyla. Bu kez o cümleyle kendi içimi kesmiş gibiydim "Keşke o gün hiç karşılaşmasaydık."

 

Yüzünde bir anda acı bir ifade oturdu. İlk kez canını yakmıştım. Onu bir cümleyle yıkmıştım.

 

Pişman mıydım?

 

Evet… çok pişmandım.

 

Ama pişmanlık, geçmişi geri getirmiyordu. Geri sarılan bir film yoktu elimde. Sadece yanan sahnelerin külleri kalmıştı avuçlarımda.

 

O ise o an oracıkta durdu, bana öyle bir baktı ki… içinde kırılan ne varsa gözlerinden döküldü sanki.

"Bir kez olsun beni dinlesen, hak vereceksin... ama sen her şeyi bir anda kül etmişsin," dedi, sesi kırık, yutkunarak.

 

Sözleri havada asılı kaldı. O cümlede hem sitem vardı hem de tükenmiş bir umut. Ama ben hâlâ içimde yanan o yangının sıcaklığıyla konuşuyordum.

"Çünkü sen hiçbir zaman gerçekten anlatmadın. Hep sustun. Hep kaçtın. Şimdi anlatmak istiyorsun ama ben artık duyamam. Çünkü o sesi duyacak halim kalmadı."

 

Bir adım attı bana doğru, ürperdim. Sanki geçmiş üzerime yürüyordu.

"Bir kez… sadece bir kez beni yargılamadan dinle," dedi gözlerimin içine bakarak.

"Ben sustum çünkü seni korumaya çalıştım sanıyordum. Ama asıl hatam, o sustuklarımı sana bir daha asla anlatamayacak hale gelmemdi."

 

Bir kahkaha çıktı dudaklarımdan; acı dolu, keskin ve yaralayıcı "Güya beni koruyacaktın, öyle mi?" dedim. "Sen daha kendini bile koruyamamışsın Behram. Baban seni hiçbir zaman sevmedi, annen seni kendi kirli hesaplarının içine çekti. Onların gölgesinde bir hayat yaşadın ve hâlâ onların sesiyle konuşuyorsun. Sen kimsin biliyor musun?" diye sordum, behram cevap vermedi öylece acı dolu gözler ile bana baktı. Kuruyan boğazımı ıslatmak için yutkundum ve herşeyin yıkımı olacak o cümleyi kurdum

 

" Hiçbir zaman gerçekten sevilmemiş bir çocuğun, sevmeyi öğrenememiş hali."

 

Sözlerim havayı kesti. Behram’ın yüzü bir anda gerildi. Gözleri büyüdü, nefesi düzensizleşti. İçine bastırdığı ne varsa, sanki o cümleyle dışarı fırladı. Sadece geçmişini değil, benliğini de hedef almıştım.

 

"Beni en iyi sen bilirsin sanmıştım," dedi kısık bir sesle, titreyen dudaklarının arasından.

Ama o an, içimdeki öfke onu görmeme izin vermiyordu.

 

"Ben seni bildim Behram," dedim. "Ama sen kendini hiç tanımadın."

 

Ve işte o anda, sadece beni değil… belki de yıllardır kendinden kaçan o adamı da yıkmıştım.

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

Bir insan bir cümleyle yıkılır mıydı?

 

Yıkılırdı...

 

Behram, sevdiği kadının bir cümlesiyle paramparça olmuştu. Bir süre Aydan’ın yüzüne baktı, gözlerindeki öfkeyi değil, umutsuzluğu gördü. En sonunda başını iki yana sallayarak mırıldandı

 

“Sen bari yapmasaydın, Aydan… Sen bari bana bunu yapmasaydın.”

 

Aydan’ın gözleri doldu, ama bir damla bile düşmedi. Yutkunarak bakışlarını kaçırdı. İlk başta ne söyleyeceğini bilemedi. Sustu. Ama suskunluğu kalbine ağır gelince, öfkesine tutundu

 

“Hak ettin,” dedi. Sesinde titrek bir sertlik vardı. “Bunu en çok sen hak ettin.”

 

Behram bir adım geri attı. Sanki Aydan’ın sesi bile ona dokunmuş, tenini kesmişti. Gözleri kısıldı, dudakları arasından çıkan nefes öfke değildi , hayal kırıklığıydı.

 

 

“Ben seni sevdim…”

 

Aydan’ın yüzü bir an bile yumuşamadı. Gözleri bir çakıl taşı gibi duruyordu, soğuk ve sert. Omuzlarını hafifçe silkti, başını yana eğip alçak bir sesle söyledi

 

“Sevmeseydin.”

 

Bir kelimeydi sadece.

 

Ama Behram’a kurşun gibi saplandı. Birkaç saniye öylece kaldı, nefes bile almadı. O an bütün ihtimaller, bütün gelecek, içinde onun olduğu her şey silindi sanki.

 

Gözleri dalgınlaştı, boğazı düğümlendi ve behramın dudaklarından sadece " eyvallah" cümlesi döküldü ardıdan Behram sırtını döndü, yürüdü. Her adımında ayak sesleri değil, bir aşkın çöküşü yankılandı hastane koridorunda .

 

Aydan, ardından bakmadı.

 

Ama gözlerinden bir damla, inatla sakladığı o tek damla göz yaşı yanağına doğru süzüldü.

 

 

Behram ise, seri ve hızlı adımlarla hastaneden dışarı fırladı. Beton zemine adım atar atmaz bir elini kalbine götürdü, sanki içinden bir şey sökülüp alınmış gibi… Canı yanıyordu. Nefesi daralmıştı.

 

Başını gökyüzüne kaldırdı. Griydi. Tıpkı içinde kopan fırtına gibi… Derin derin soludu. Her nefes, göğsünü yakarak inip çıkıyordu. Elini kalbinden çekemedi. Orası… kanıyordu. Görünmüyordu ama parçalanıyordu her saniye.

 

“Sen bari yapmasaydın…” diye mırıldandı kendi kendine, Aydan’ın gözlerini hatırlayarak. “Sen bari bana bunu yapmasaydın…”

 

Ama yapmıştı.

 

Behram gözlerini kapattı. Aydan’ın o son bakışı, sesi, Soğuk bir kurşun gibi "sevmeseydin beni” deyişi… beyninde yankılanıyordu.

 

“Elim mecburdu,” dedi dişlerinin arasından. “Ben başka türlü koruyamazdım seni… Sen ne bilirsin nasıl bir ateşin içinden geçtim…”

 

Ama Aydan gitmişti. Onun anlayışı da, merhameti de, sevgisi de… çoktan aralarındaki mesafeye gömülmüştü.

 

 

Behram, daha fazla beklemeyip hastanenin önünden hızla arabasına atladı. Direksiyonu öyle sıkıyordu ki, parmak kemikleri beyazlamıştı. Gözleri puslu, zihni darmadağınıktı. Gazı sonuna kadar bastı, araba caddelerden öfke gibi aktı.

 

Mardin’in kenarına, o terk edilmiş eski kamyonların durduğu boş arsaya vardı. Çevrede tek bir insan yoktu. Sadece rüzgârın savurduğu toz ve geceye gömülmüş bir şehir sessizliği...

 

Arabayı sert bir frenle durdurdu. Kapıyı tek hamlede açtı, dışarı fırladı. Ayakları toprağa basar basmaz dizleri titredi, ama yere çökmedi. Birkaç adım yürüdü, ellerini başına götürdü.

 

Gözleri göğe bakıyordu ama gördüğü hiçbir şey değildi. Sadece içinde kopan kasırga vardı. Nefesi kesik kesikti.

 

Ve sonra... bağırdı.

 

Göğsünden yırtılan bir çığlık gibi…

 

“AHHHH!”

 

Sesi Mardin’in taşlarına çarptı, yankılandı ama kimse cevap vermedi. O an, o bağırış sadece boşluğa değil, kalbine, pişmanlığına, aşkına ve her şeyin ellerinden kayıp gidişineydi.

 

“Ben ne yaptım sana, Aydan?” diye haykırdı sonra, sesi çatallı ve titrek.

 

Kalbine bastı elini yine, sanki durdurmak ister gibi. Ama kalp susmuyordu. Ağrıyordu. Delik deşikti artık.

 

“Ben seni korumaya çalıştım be! Ben seni korudum! Ama sen… beni orada, o koridorda öldürdün!”

 

Gözleri doldu ama hâlâ direniyordu. Dudakları titriyordu, nefesi boğazına takılıyordu.

 

Bir kamyon kasasına yaslandı. Yumruğunu araca vurdu. Tekrar. Tekrar. Demirin acısı eline işledi ama içindekinden azdı.

 

“Sevmeseydin dedin ya... Keşke demekle geçiyor mu her şey? Kalbimi söküp attın Aydan !”

 

Gökyüzüne baktı, gözyaşları artık suskun yanaklarına süzülüyordu.

 

“Sevmek suçsa… ben en büyük günahkârım.”

 

Sonra sustu.

 

Yalnızlık, tüm şehri örten bir örtü gibi üzerine çöktü.

 

Ve o gece... Mardin’de bir adam, kalbini kendi elleriyle toprağa gömmüş gibi dizlerinin üzerinde çöktü.

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

 

Nur bakışlarını yerden kaldırmadı öylece yere baktı " daye anlattım herşeyi sana zaten" dedi Dîjvan yanı başında, Nur başını kaldırıp dijvanın yüzüne baktı.

Yüz hatları neredeyse kusursuzdu; ne fazlası vardı ne de eksiği. Tanrının elinden çıkmış, zamanla yoğrulmuş gibi… Çenesi belirgindi, sakal çizgisi tertemiz olmasa da ölçülüydü. Yüzüne keskinlik katan o hafif kabarıklık, ona hem olgun bir erkeksi hava veriyor hem de doğal bir başıbozukluk taşıyordu.

 

Dudakları inceyle dolgun arasında, kararlı bir çizgiye sahipti; sessizken bile söylenmemiş cümleler taşır gibiydi. Burnu düz ve orantılıydı, yüzünün diğer hatlarıyla tam bir uyum içinde. Kaşları belirgindi, hafif çatık duruşu bakışlarına ağırlık katıyordu. Gözleri... açık renkliydi. Maviyle ela arasında bir yerde, ama asıl renk değil bakışlarının tavrıydı dikkat çeken. Sabit, kararlı, sorgulayıcı… Baktığında susturan, çekip gitse bile iz bırakan bakışlardı bunlar.

 

Saçları koyu ve dağınıktı; taranmamış değil, yalnızca umrunda olmayan bir özgürlükle savrulmuştu sanki. Omuzları genişti, duruşu dik. Oturduğu yerde bile beden dili sertti; gevşek duran hiçbir yeri yoktu. Boynundaki zincir, sade ama dikkat çekiciydi. Gümüş rengi, teninin solgunluğu üzerinde neredeyse parlıyordu.

 

Teninde bir kırılganlık yoktu, ama kusursuzluk da aranmamalıydı. Yaşamıştı. Yaralanmamış belki ama yıpranmış, ona rağmen dimdik kalmış bir ten... Güzelliği tarif edilebilecek türden değildi. O türden biri değildi zaten. Bakıldığında sadece "yakışıklı" denip geçilemezdi. Onun varlığı, bir şeyi anlatmıyordu, bir şeyin ta kendisiydi.

 

" Ben sana neden yada niye diye sormuyorum dijvan" dedi Hatice hanım tok bir ses tonu ile " Ben gelmeseydim neler olucaktı hiç düşündün mü?" Hatice hanım bakışlarını Nur 'a çevirdi, oğlu dijvanın neden kızı koruduğunu bir kez daha anlamıştı ama onun dışında ise başka bir şey şey fark etmişti, Nur dijvanı yine eski haline döndürmüştü

Sert, otoriter ama onun dışında ise mutlu.

 

Hatice hanım dijvan' ın tekrar eski haline dönmesine içten içe sevinmişti çünkü oğlu dijvan yıllarca kendinden uzakta bambaşka bir evde, kendine ördüğü duvarların içinde yaşıyordu

 

"Anne, ben sana geldim söyledim, değil mi? Konağa sana sordum, aşirete haber salmışsın dedim, peşimden gelmelerine izin vermedin," dedi Dîjvan.

 

Hatice Hanım yavaşça ayağa kalktı. Elbisesinin etekleri ağır bir asaleti taşıyormuş gibi yere sürtündü. Bakışlarını Nur’a çevirmedi önce. Oysa odada söz konusu olan, sadece oğlunun kararı değil, aynı zamanda karşısında sessizce oturan genç kadının varlığıydı.

 

Yüzünde yılların yorgunluğu vardı; önce büyük oğlunu, sonra da eşini kaybetmişti. Ona rağmen hâlâ dimdikti. Çünkü bir oğlu daha vardı: Dîjvan.

 

Dîjvan asiydi, dik başlıydı ve aklına koyduğunu yapardı. Tıpkı Nur'u Adem Kara’dan alacağı sözden sonra, sürpriz bir şekilde Adem Kara’nın evinde—hem de kendi içinde planladığı düğünde—Nur’la evlenmesi gibi.

Bu evlilik, Nur’un onayı alınarak yapılmamıştı belki ama Dîjvan bunu onu korumak için yaptığını söylemişti. Nur da gitmemişti. Kalmak istemişti. Ama hâlâ her şey belirsizdi.

 

Hatice Hanım birkaç adım atıp pencere önünde durdu. Ardından konuştu. Sesi ne yumuşaktı ne de sert. Ağırlığı olan bir ses...

 

“Ben sana hiç boyun eğmem dedim mi, Dîjvan?”

“Hayır,” dedi Dîjvan, sesi kısılmıştı.

“Senin doğru bildiğin yolda yürümene karışmadım. Ama şimdi karşımda bir kadın var. Ve ben onun neyle yüzleştiğini bilmek isterim.”

 

Bakışlarını ilk kez Nur’a çevirdi. Gözleri kararlıydı ama düşmanlık yoktu içinde. Anlamaya çalışan bir sorgu vardı.

 

“Sen güçlü bir kadınsın, belli. Ama bu yeter mi?” dedi Hatice Hanım.

“Bu aşiret kolay kabullenmez. Bu topraklarda kadın olmak zordur. Yanında duran adam kadar, arkanda durduğun adam da önemlidir. Sen Dîjvan’ın yoluna ayak uydurabilecek misin?”

 

Nur bir an tereddüt etti, sonra yanında koltukta oturan Dîjvan’a baktı. Göz göze geldiler. Aralarında bir aşk yoktu belki, ama başka bir şey vardı: Güven. Sessiz, söze dökülmemiş ama kök salmış bir bağ.

 

Nur başını yeniden Hatice Hanım’a çevirdi. Sesi netti.

 

“Ben kimsenin ardına saklanmam,” dedi. “Ama bazen biri olur… arkanda durmaz, omzunda durur. Dîjvan benim omuz başımda. Ne için yaptığını biliyorum. Ben bu aşiretin ne olduğunu da görüyorum. Korkmuyorum.”

 

Hatice Hanım, kadına yakışan bir duruşla başını yavaşça salladı. Ne onay verir gibi, ne de reddeder gibi… sadece dikkatle izliyordu.

 

“Güçlü olman güzel,” dedi. “Ama unutma; güç gösterilmez, hissedilir. Şimdi senin kararın kadar sabrını da izleyeceğim.”

 

Ve sonra sessizce koltuğuna döndü. Odanın içine ağır bir sükûnet çöktü.

 

Dîjvan hafifçe başını eğdi, bir şey söylemedi. Nur ise olduğu yerde dimdik oturmaya devam etti. Kadınlığını, kimliğini, kararını taşıyordu üzerinde.

 

Bu defa hiçbir fırtına, onu yerinden edemeyecek gibiydi.

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

Nur bakışlarıyla odanın içini taradı. Oda, Dijvan’ın tarzına oldukça ters düşen bir şekilde dizayn edilmişti. Mavi tonlar hâkimdi. Yatakta dikkatlice serilmiş açık mavi bir örtü vardı; kenarları dantel detaylarla süslenmişti. Pencerenin hemen önünde, yere serilmiş yuvarlak bir halının üzerine yerleştirilmiş küçük renkli minderler dikkat çekiyordu. Mor, sarı, yeşil ve turuncu tonlarındaki bu minderler, odaya neşeli ama huzurlu bir hava katıyordu.

 

Perdeler ince tül ve uçları lacivert desenliydi. Pencere kenarında birkaç küçük saksı çiçeği diziliydi; hepsi özenle sulanmış, yaprakları ışığa dönüktü. Karşı duvarda mavi çerçeveli bir ayna asılıydı, altına ise zarif bir şifonyer yerleştirilmişti. Şifonyerin üstünde birkaç parfüm şişesi, bir tarak ve içinde mavi kurdeleler olan küçük bir kutu duruyordu.

 

 

"Sanırım Nur Hanım odamızı beğenmedi,” diyen Dijvan’ın sesiyle irkildi Nur. Gözlerini yavaşça odadan çekip ona çevirdi. Adam kapının eşiğinde durmuş, alaycı bir gülümsemeyle onu izliyordu.

 

Nur hafifçe gülümsedi, ellerini arkasında birleştirip başını eğdi.

“Yok, beğendim,” dedi içten bir ses tonuyla. “Sadece biraz… nasıl desem...”

 

Bakışları yeniden mavi örtülü yatağa, ardından pencere kenarındaki renkli minderlere kaydı.

 

“Bana sanki... sana tamamen zıt bir şekilde dizayn edilmiş gibi geldi.”

 

Dijvan kaşlarını hafifçe kaldırdı. Odaya göz gezdirdi ama hiçbir şey söylemedi. Nur sözlerine devam etti “Sen... daha sade, daha koyu, belki daha net çizgiler seven birine benziyorsun. Bu oda ise yumuşak, dağınık bir huzur barındırıyor. Biraz fazla... renkli.”

 

Dijvan’ın yüzünde belirsiz bir ifade belirmişti; ne kızgın ne de onaylayan. Sessizce içeri adım attı, pencereden süzülen ışığa doğru yürüdü. Bir süre pencere kenarındaki renkli minderlerden birine baktı, sonra aniden arkasını dönüp Nur’a kaçamak bir bakış attı.

 

Yüzüne muzip bir ifade yerleşti. Ardından beklenmedik bir hamleyle hızla sırtüstü yatağa atladı. Mavi örtü hafifçe kabardı, yatak gıcırdadı. Kollarını iki yana açarak yatağa yayıldı, gözlerini tavana dikti. Dudaklarının kenarında çocuksu bir gülümseme vardı.

 

“Her sert adamın içinde bir zamanlar ergen bir çocuk yatıyordu, Nur Hanım,” dedi gözlerini tavandan ayırmadan. “Benimkisi hâlâ ara sıra dışarı çıkmak istiyor galiba.”

 

Nur önce şaşkınlıkla ona baktı, sonra başını eğip güldü. Bu kadar ciddi, içine kapanık bir adamdan bu rahat tavır beklenmezdi.

 

“Bu halin... beklediğimden çok farklı,” dedi gülümseyerek. “Demek içinde hâlâ o ergen çocuk var ha?”

 

Dijvan başını ona çevirip kaşlarını kaldırdı.

“Var tabii. Eskiden odamdaki duvarlara posterler asar, kaset çalarla müzik dinler, dünyayı kurtardığımı hayal ederdim. Şimdi o duvarlar yok... çünkü biri nedense o duvarları kırdı.”

 

Nur, o sözle birlikte bakışlarını anında kaçırdı. Gözleri pencerenin dışına, orada olmayan bir şeye takılmış gibiydi. Ama o an çok iyi anlamıştı... Dijvan, kendisinden bahsediyordu. Sessizliği bastıran tek şey, kalbinin hızla atan sesi oldu.

 

Yatakta sırtüstü uzanmış olan adam, dirseklerinin üzerine doğrulup ona döndü. Yüzünde artık muziplikten eser kalmamıştı. Gözleri, karşısındaki kadına doğrudan bakıyordu. Sakin ama dolu dolu bir bakıştı bu. Sanki uzun zamandır söylenmeyen bir şeyin, sonunda ucunu açmıştı.

 

“Ne garip değil mi,” dedi yavaşça. “Sen hiçbir şey yapmadığını sanırsın. Sadece birkaç kelime, birkaç bakış… ama biri gelir ve senin yıllarca ördüğün her şeyi farkında bile olmadan söker.”

 

Nur, başını hâlâ çevirmişti ama gözlerini kapadı bir anlığına. Derin bir nefes aldı, sonra yavaşça başını ona çevirdi. Gözleri parlıyordu, hem mahcup hem de etkilenmiş.

 

“Duvar örmek kolay... yıkmak zor. Yıktıysan... demek ki içeri girmek istemişimdir,” dedi fısıltıya yakın bir sesle.

 

Dijvan’ın gözlerinde bir kıpırtı oldu. Hafifçe başını eğdi, anlam dolu bir tebessümle. Sonra ciddi bir ses tonuyla sordu:

 

“Peki içeri girdiğinde... ne buldun?”

 

Nur, bir an durdu. Cevap arar gibi değil, hissettiklerini nasıl dile getireceğini tartar gibiydi. Sonunda dudaklarından şu cümle döküldü:

 

“Yaralı bir kalp... ama hâlâ atan. Ve... hâlâ bekleyen.”

 

Odanın içindeki sessizlik artık ağır değildi. Bir şey çözülmüştü. İki kişi arasında değil, iki yalnızlık arasında bir geçit açılmıştı sanki.

 

 

Nur’un sözleri havada asılı kalmış gibiydi. “Yaralı bir kalp... ama hâlâ atan. Ve... hâlâ bekleyen.”

Bu cümleyle odaya bir sessizlik daha indi. Fakat bu kez, sessizliğin tonu ağır değil, sıcaktı.

 

Dijvan bir an gözlerini kaçırdı, sonra yeniden Nur’a baktı ve kaşlarını hafifçe kaldırarak dudaklarının kenarında o tanıdık alaycı gülümseme belirdi.

 

“Demek öyle... Yaralı kalpleri onar, duvarları yıkar... işte Azamet Aşireti’nin hanım ağası oldun çıktın,” dedi gözlerini kısarak. “Senin için taht mı yaptırsak, yoksa doğrudan taç mı takalım?”

 

Nur gözlerini devirdi, ama dudaklarında bir gülümseme belirmişti.

“Taç istemem ama şu minderleri taşıyan biri olsa fena olmazdı,” dedi, pencere önündeki yere dizilmiş yastıkları işaret ederek. “Hanım ağa ayağını uzatıp çayını içmek ister sonuçta.”

 

Dijvan kahkaha atarak tekrar yatağa uzandı, başını ellerinin arasına aldı.

“Bittik biz. Başımıza ne geldiğini anlamadan yönetim el değiştirdi.”

 

“Geç oldu biraz,” dedi Nur gülerek, “artık seni eski sert bakışlarınla korkutamazsın. Sen aslında yumuşacıkmışsın.”

 

Dijvan alaycı bir şekilde kaşlarını çattı.

“Ben mi? Yumuşak mı? Bak, bu büyük hakaretle aşiretin tüm erkeklerinin onuru zedelendi şu an. Geri adım atmam gerekebilir.”

 

Nur kıkırdayarak pencereye yürüdü, perdeleri aralayıp dışarıya baktı.

“Dışarıda fırtına yoksa geri adım atmana gerek yok, Ağa Bey. Ama içeride biraz fırtına kopacak gibi...”

 

Dijvan gözlerini kıstı, başını yatağın kenarından kaldırıp ona baktı.

“Seninle baş etmek... dağda çatışmadan daha zor,” dedi yarı ciddi, yarı gülerek.

 

Nur arkasını dönmeden konuştu, sesi hafifti ama içinde tatlı bir meydan okuma vardı

“Zor olandan kaçarsan, zaten baştan kaybetmişsindir.”

 

Dijvan bir süre sessizce ona baktı. Gözlerinde belli belirsiz bir düşünce kıpırdanıyordu. Nur’un yüzü görünmüyordu ama omuzlarının duruşu, sesinin tonundaki kararlılık ve o meydan okuyuş... ona ilk kez göz göze geldikleri günü hatırlattı.

 

Nur da yaralıydı. Bunu anlamak zor değildi. Ama... Nur’un gözlerinde bir şey vardı.

Yara izleriyle parlayan bir güç. İçine kapanmamış, acısını zayıflığa değil dayanıklılığa dönüştürmüş bir kadın.

 

İşte, o ilk bakışta bunu fark etmişti. Onu susturan, geri adım attıran, hatta öfkesini dindiren şey buydu.

 

 

“İşte benim karım bee… Azamet Aşireti’ne yakışacak gelin,” dedi Dîjvan, yatakta yarı doğrulmuş bir halde, gözlerinde eğlenceli bir parıltıyla.

 

Nur arkasını dönüp yatakta uzanan Dijvan’a baygın bir bakış attı.

“Ne karınım ama değil mi? Sanırsın gerçek evliyiz,” dedi, kollarını göğsünde birleştirerek.

 

Dijvan gözlerini kısarak ona baktı, o tanıdık muzip gülümsemesini saklamadı.

 

Nur devam etti:

“Ayrıca önüme diz çöküp evlenme teklifi etmedin. Sadece elini uzattım, tuttum, Dijvan Ağa.”

 

Dijvan omuz silkti, hafif alaycı bir tonla karşılık verdi:

“Teklif mi o? Hem de şahane bir teklif! Sana ‘Elimi tutar mısın?’ dedim. En doğal, en net haliyle. Sen de tuttun. Bu, seninle resmi olarak evlendiğimizin en güçlü kanıtı.”

 

Nur başını yana eğdi, gözlerini kısarak:

“Resmi mi, öyle mi? Hadi bakalım, o zaman ben de sana diyorum ki… ‘Dijvan Ağa, bundan sonra bana yakışan tavırlarla gel. Yoksa bu ‘resmi evliliği’ iptal ederim!’”

 

Dijvan kahkahayı patlattı, yatağın üzerine doğru uzandı ve başını yastığa koydu.

“Tamam hanım, söylediklerin aklımda. Senin o sert ağalık halin bana hiç yaramıyor, biliyorsun.”

 

Nur gülümseyerek yanına doğru yürüdü.

“Bak sen şu Dijvan Ağa’ya,” dedi alayla, “İnsan karısında korkmaz mı? Hem ağalar karısında korkarlarsa delikanlı ve mert olarak anılırmış. Sen hiç duymadın mı?”

 

Dijvan kaşlarını kaldırdı, alaycı bir tebessümle karşılık verdi:

“Korkmak mı? Yok canım, ben karımdan korksam zaten bu Azamet Aşireti’nin ağası olamam. Delikanlılık korkmakla ölçülmez, sen bilirsin.”

 

Nur hafifçe yana kaydı, gözlerini ona dikti.

“Öyleyse ben korkutacağım seni. Hadi bakalım, cesaretin varsa gel bir göster bakalım delikanlılığını.”

 

Dijvan yavaşça doğruldu, yüzünde meydan okuyucu bir ifade belirdi.

“Gösteririm tabii. Ama unutma, benim delikanlılığım farklıdır. Göz göze gelmekle, kelime oyunlarıyla değil, adımlarla ölçülür.”

 

Nur gülümsedi, hafifçe başını salladı.

“İyi o zaman, bekliyorum. Ama unutma, ben de kolay korkanlardan değilim.”

 

Aralarındaki oyun, kelimelerin ötesine geçmeye başlamıştı. İki güçlü iradenin birbirini tartması, yakında duyguların da sınanacağı bir dansa dönüşüyordu.

 

Dijvan hafifçe gülümsedi, yatağa biraz daha yerleşerek Nur’a döndü.

“ Ayrıca, Nur Hanım, hatırlatırım... yarın annem aşirete evlendiğimize dair haber salacak,” dedi alaycı bir tonda.

 

Nur gözlerini kısarak karşılık verdi:

“Yani demek ki evimize aşiret akını olacak, haberim olsun.”

 

Dijvan kaşlarını kaldırdı, şaka yollu devam etti “Kesinlikle. Ve bilirsin, onların ilk sorusu hep aynıdır: ‘Çocuk ne zaman?’

 

Nur çocuk kelimesini duyması ile karnına bir sancı saplanmıştı ama bunu dijvana belli etmedi.

 

" anladım" dedi Nur kısık sesle, dijvan Bakışlarını tavadan çekmeden " sende onlara şey söyleye bilirsin, henüz küçük Nur ile dijvan dan oluşan kendi aşiretimizi kurmak için daha çok erken diye bilirsin böylelikle zaman kazanırsın" dediğinde nur " Dijvann" dedi kınayan bir ses tonu ile.

 

Dijvan güldü ardıdan “Rojbîn "dedi

 

Dijvan “Rojbîn ” diye seslenince Nur bir an gözlerini kocaman açtı, sonra alaycı bir gülümsemeyle karşılık verdi.

“Vay canına, Dijvan Ağa, sen romantikmiydin yaa bak sen şu işe" Dijvan omuz silkti, hafif gülümseyerek,

“Ne olamam mı? Kızım, bizim de kendimize göre bir romantik yanımız var yani sende.”

 

Nur gözlerini devirdi, alaycı bir ifadeyle,

“Romantik yanınız mı? Vay canına, kim derdi! Dijvan azamet romantik diye, ben amacı sadece dalga geçen bir adam sandım seni ”

 

Dijvan biraz şaşırdı, ama hemen toparlandı ,

“Dalga geçmek mi? Yok yok, ben ciddi bir adamım, sadece sana özel şakalarım var.”

 

Nur alayla yana yakıla güldü,

“Özel şakalar mı? Öyleyse anlat bakalım, bir tane bile dinlerim, yoksa ben de sana yeni bir lakap takarım, ‘Romantik Dijvan’ diye!”

 

Dijvan kaşlarını kaldırdı, hafif şaşkın, hafif kızgın,

“Yok artık, aşirette adımı mı çıkaracaksın sen? Ayıp, insan kocasına hiç bunu der mi? Kınıyorum seni, Nur hanım ağam!”

 

Nur kahkahasını tutamadı, hafif alaycı bir sesle,

“Kocam mı oldun sen ? Hadi oradan, daha yolun başındayız. Ama bu ‘koca’ lafını nasıl kullanıyorsun, sen tam bir romantik oldun belli ki!”

 

Dijvan dudak bükerek, “Romantik değilim, şakacı’yım ben! Ama seninle uğraşmak da eğlenceli işte.”

 

Nur yana yakıla gülerek, “İyi o zaman, şakacı kocam, ben de senin bu ‘romantik’ hallerine alışayım bakalım.”

 

Dijvan gülümseyip omuz silkerek, “Alışırsın, Rojbîn.” Nur bir an duraksadı, sonra alaycı bir gülümsemeyle, “Yine o hitap! Aman diyeyim, fazla abartma yoksa alışırım ben.”

 

Dijvan göz kırptı, “Senin alışman, benim şımarıklığımın başlangıcı demek.” Nur kahkahasını bastı, “Hadi bakalım, göreceğiz!”

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

Yüreğim acıyordu, aklıma her geldiğin de canım yanıyordu, behramın bakışları, yalvarması ve gitmeden önce bana son bakışı. Bir insanı tek bir cümlem ile yıkmıştım. Üstelik bu kişi kalbimi verdiğim adamdı.

 

Saçımı önümden arkaya attım, kim bilir behram ne haldeydi. En zayıf noktasından vurmuştum, ailesinden. Ailesi yüzünden hayatı bir hiçmişim gibi yaşıyorum diyen adamı ben ailesinden, sevilmeyişinden ve sevmeseydin diyerek paramparça etmiştim. Arkasından bakarken sanki her adımı bizden bir parça koparmıştı.

 

 

Saçım omzumdan kayarken kalbim sızladı. Sanki kendi ellerimle kalbimi çıkarıp yere atmış gibiydim. Behram’ın arkasından gidişini izlerken içimde bir boşluk büyüyordu; öyle bir boşluk ki, ne gözyaşı doldurabiliyordu ne de gurur susturabiliyordu.

 

O an anladım...

Kimi zaman en çok kırdığımız insanlar, en çok sevdiğimiz insanlardır. Ve ben, onu hem en çok seven, hem de en derinden yaralayan kişi olmuştum.

 

"Keşke" dedim içimden, sadece bir kelime...

Ama içinde binlerce acı taşıyan bir kelime.

Keşke ona o sözleri söylemeseydim.

Keşke gözlerinin içindeki kırgınlığı görüp susmayı seçseydim.

Ama susmadım.

Çünkü korkmuştum...

Onun sevgisine kapılıp her şeyi göze almaktan, onunla olup kendimden vazgeçmekten

ve en önemlisi de abimi vurduğu için içimde büyüttüğüm öfkeden.

 

Abim…

O hâlâ hastanedeydi. Soğuk ameliyathane kapısının önünde, ellerim titreyerek dua ederken ben, içimde Behram’a dair ne varsa birbirine karışıyordu.

Bir yanda korkuyla atan kalbim, bir yanda öfkeyle haykıran vicdanım…

Ya abim ölseydi?

Ya bu pişmanlık, bir ömürlük yara olarak içimde kalacak olsaydı?

 

Ama ölmedi.

Hayattaydı…

Ve belki de bu yüzden hâlâ sevmenin ağırlığını taşıyordum içimde.

Çünkü onu kaybetmemiştim. Ama Behram’ı…

Belki de onu kaybetmeyi ben seçmiştim.

 

Bir sandalye kadar yakınımda oturuyordu geçmişim.

Behram’ın bana uzanmak isteyen ellerini, ben geri itmiştim.

"Git," dedim.

"Hiç olmamışız gibi git."

Oysa biz çoktan olmuş, çoktan yaralanmış, çoktan birbirimize karışmıştık.

 

Ama ben…

Kalbimden çok, abimin gözlerine karşı sorumluydum o an.

O uyandığında ona bakabilmeliydim.

"İntikamını almadım ama kalbimi verdiklerimin yüzünden seni de kaybetmedim," diyebilmeliydim.

 

Behram gitmişti.

Arkasında beni yarım bırakıp.

Ama asıl mesele, ben kendimi onunla birlikte bırakmıştım o koridorda.

Soğuk ameliyathane ışıklarının altında, içimdeki sevgiyle savaşıyordum.

 

Ve her seferinde kazanan…

Yine suskunluğum oluyordu.

 

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

"Behram!" diye bağırdı Dijvan, sesi geceye karışırken boğazı düğümlendi.

"Bremin, neredesin?"

 

Ortalık sessizdi.

Cevap yoktu.

Dijvan, karanlıkta gözlerini kısarak etrafa bakındı, behram dijvanı arayıp" gel "demişti sadece, dijvan ise sorgulamadan gelmişti çünkü behramın sesinden tanımıştı, iyi değildi. Dijvan biraz daha bakındı etrafına Behram’ın varlığını hissedebiliyordu.

 

Bir yerde, bir köşede kendini unuturcasına susuyordu Ve haklıydı.Çünkü Behram sesini çıkarmadı.Olduğu yerde, dizlerinin üstünde çökmüş, başını eğmişti.Ne ağlayabiliyor, ne de susabiliyordu artık Çünkü içindeki acı her şeyden daha sessizdi.

 

Hava çoktan kararmıştı ama Behram hâlâ aynı yerdeydi.Kalkmıyordu Çünkü artık bacaklarını taşıyacak bir gücü kalmamıştı.Sırtına yüklenmiş pişmanlık, Aydan’ın gözlerindeki kırgınlık, kendi verdiği sözler… hepsi bedenine çökmüştü.

 

Günler önce kollarında huzurla uyuyan, sabahları gülümsemesiyle uyanan kadını…

Şimdi arkasında bırakmıştı.

Öylece…

 

Hiçbir şey demeden.

Sadece bakarak.

Sadece susarak.

 

Kalbi acıyordu.

Ama acının en derininde bir yara vardı ki, ne zaman hatırlasa içinden bir parça daha kopuyordu:

Aydan’a verdiği söz.

 

“Sana söz, asla sana arkamı dönmem.”

 

Bu sözü verirken gözlerinin içine bakmıştı Aydan’ın.İçten, kararlı, inançla.Ama şimdi…

Kendi sözüne ihanet eden adam olmuştu.

 

Sözünün önüne geçen kalbi değildi aslında…

Kalbinin kırgınlığıydı.Aydan’ın gözlerindeki o soğukluk…Bir zamanlar sadece sevgisini görebildiği o gözlerde, şimdi suçlama, öfke, ve uzaklık vardı. O uzaklık… Behram’ı içten içe çürütüyordu.

 

Dijvan yanına geldiğinde onu o hâlde görünce bir an duraksadı “Behram… ne yaptın kendine?” dedi alçak bir sesle.Ama Behram sadece başını kaldırdı, gözleri nemliydi.

 

“Birini sevmenin en ağır bedelini ödüyorum, Dijvan,” dedi yutkunarak“Hem sevdim… hem de kaybettim Ama en kötüsü…

Kendimi de kaybettim.”

 

Dijvan, Behram’ın yanına diz çöktü. Ellerini dizlerine koyarak bir süre sessizce baktı yüzüne.

Ay ışığı azdı ama Behram’ın çökmüş hâli her şeyden daha aydınlıktı o an. Göz altları morarmış, elleri titriyordu. Dudakları çatlamıştı ama gözleri... gözleri hâlâ Aydan’ın hayaliyle doluydu.

 

“Behram…” dedi usulca,

“Aydan’ın abisi… öldü mü?”

 

Behram yavaşça başını çevirdi.

Bir süre Dijvan’ın gözlerinin içine baktı. O bakışta ne öfke vardı ne de umut…

Sadece ağır bir boşluk.

 

“Hayır, ölmedi...” dedi sesi çatallı.

Sonra başını yere eğdi, avuçlarını toprağa bastırdı.

“Ama...” diye ekledi,

“Ölen tek şey Aydan’ın bana olan duygularıydı.”

 

Birden içinden bir nefes bıraktı, derin ve yanık.

“Ben onu koruyacağım derken, onun kalbini yaktım. Onu kaybetmedim belki, ama kendime olan yerimi kaybettim.

Benim için baktığı o gözler şimdi sadece öfke taşıyor.

Ve ne yaparsam yapayım…

O gözlerdeki eski Behram artık yok.”

 

Dijvan susmuştu.

Çünkü bazen en ağır acılar karşısında söylenecek tek kelime yoktur.

Sadece yanında durmak yeterdi.

 

Bir süre sonra Behram fısıltıyla konuştu:

“Ben ona arkamı dönmem diye söz verdim, Dijvan. Ama öyle bir an geldi ki, onun gözlerindeki yabancılık bıçağa döndü. Kalbim taşıyamadı.”

 

Dijvan elini Behram’ın omzuna koydu.

“Belki de en çok sevdiğimiz kişilerin gözlerinde ölüyoruz, bremin...” dedi.

“Ama bir kadın seviyorsa… tam ölmez o duygular. Belki küllenir, belki derine gömülür. Ama bir gün... ya bakışıyla, ya bir sözüyle geri döner.”

 

Behram gözlerini kapattı.

“Ben artık sadece dua ediyorum. Aydan’ın kalbinde bana dair bir kırıntı kaldıysa... yeter bana.”

 

Gece sessizdi.

Ama iki adamın içinde kopan fırtınalar, yıldızları bile susturacak kadar büyüktü.

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

Hastane koridorunda zaman durmuştu.

Sadece floresan lambaların boğuk ışığı titriyordu başımın üstünde.

Her şey susmuştu… duvarlar, insanlar, içimdeki dua bile.

Sanki dünya nefesini tutmuş, o kapıya kilitlenmişti.

Ben de öyle…

 

Ayakta dikilmekte bile zorlanıyordum.

Yüreğim sanki her saniye biraz daha eziliyordu.

Bir kıymık gibi, her nefeste içime batıyordu sessizlik.

Ve hâlâ o çelik kapıdan bir ses yoktu.

 

“Ne olur ölme...” dedim içimden.

“Beni affetme ama ölme...”

 

Kapı aniden açıldığında göğsüm sıkıştı.

İçeriden çıkan doktoru ilk gören ben oldum.

Adam ağır adımlarla yaklaşıyordu.

Sanki kelimeleri, attığı her adımla hazırlıyordu.

Sanki bir yas taşıyordu omzunda.

 

Uzun boylu, yüzü solgun, gözleri uykusuzluktan kızarmıştı.

Ama en çok... göz kapaklarındaki titreme korkuttu beni.

Ona yaklaşmak istemedim, istemiyordum.

Çünkü yaklaştıkça son geliyordu.

Çünkü susan bir doktor… konuşan bir felaketti.

 

Adam gözlerimin içine bakamadı.

Bakmayan gözler zaten en çok acıyı taşıyanlardı.

 

“Aydan Hanım…” dedi, sesi yorgun bir fısıltı gibiydi.

“Çok uğraştık… ama maalesef...”

 

O cümle tamamlanmadan içimde bir şey kırıldı.

O an ne göğsümdeki kalbin ne de ayaklarımın ağırlığını hissettim.

Sadece başım dönüyordu.

Birisi yavaşça dizlerimin altına vurmuş gibi, yere çöktüm.

Boğazıma kadar yükselen acı, sonunda dışarı taştı.

 

Hıçkırıklar…

Sessizce başlamıştı, sonra gittikçe büyüdü.

Bir çığlık gibi değil…

Sessiz bir feryat gibi.

 

“Abim…” dedim.

Sadece o.

Sonra susup kendime sarıldım.

Kendimi sanki toprağın altına bastırıyordum.

Çünkü artık tutunacak bir şeyim yoktu.

 

Ve içimden bir ses… parçalanmış, dağılmış bir ses konuşmaya başladı:

 

“Abimi kaybettim... Benim tek sığınağım gitmişti. Küçükken dizine başımı koyduğum adam artık yoktu.

 

Ama daha beteri neydi biliyor musun?

 

"Sevdiğim adam… bir katildi benim için.O gözlerine baktığım adam, artık cehennem gibi yanıyordu içimde. Sığınmak istediğim liman, şimdi boğulduğum fırtına olmuştu.”

 

 

Bölüm : 04.06.2025 21:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...