20. Bölüm

20. Bölüm

Miss_volere23
sessizkiz22

Keyifli okumalar dilerim herkese unutmadan söyleyeyim bu bölüm behramın gözünden okuyacaksınız yani kısaca kırgın bir adamın gözünden 🥺

 

İNSTAGRAM : RAZİYE_MİLLİ23

 

BÖLÜM ŞARKISI : FATMA TURGUT : İKİMİZDEN BİRİ

 

🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸

 

Yüreği paramparça olmuş bir adam nasıl olmalıydı? Belki de en çok ihtiyacı olan şey, kırıklarını saklamaktan vazgeçip, o acıyı içine gömmeden yaşamak olmalıydı. Ama nasıl? Gecenin sessizliğinde çaresizce kaybolan bir gölge gibi, kendini aramalıydı belki. Ya da kendinden kaçmaktan vazgeçip, o yıkıntıların altında bile bir umut kırıntısı aramalıydı.

 

Bakışlarım gecenin karanlığındaydı, ama aklım aydandaydı. Kim bilir, şimdi nasıl, ne haldeydi? Onun da gözleri mi doluyordu gecenin koynunda? Yalnız mıydı? Ya da benim için bir an olsun aklına gelmiş miydi?

 

Derin bir nefes aldım. Aldığım nefes ciğerimi delmiş gibiydi, sızladı içimde. Yaşamak haram gibiydi bana; her anı acı, her hatırası sancıydı.

 

“Sence Aydan nasıldır? Çok ağlamış mıdır arkamdan?” diye fısıldadım, sesim neredeyse duyulmazdı. Dijvan, yanımdaki sessiz güç, ağır ağır cevap verdi: “Behram, yapma. Bir kez olsun kendini düşün.”

 

Dudağımda buruk bir gülümseme belirdi. “Ben kendimi düşünmeyi bırakalı çok oldu, Aydan ile tanıştıktan sonra...” dedim.

 

Kelimelerim havada asılı kaldı. Kendimi ne kadar düşünmemeye çalışsam da, onun acısı ve benim vicdanım her an beni vuruyordu. Belki de böyle olmalıydı, yüreği parçalanmış biri olarak: geçmişin yüküyle yaşayıp, geleceğe korkuyla bakmalı.

 

Bir adım attım karanlığın içine, umudun puslu silüetini ararken. Ve fark ettim ki; bazen en büyük cesaret, yeniden sevmek için yıkıntılar arasından doğrulabilmekti.

 

Aydan’ın sözleri hala kulaklarımda yankılanıyordu; o keskin, acı dolu sözler ki, beni paramparça eden bıçak gibiydi. Onu korumak için, ona zarar vermesin diye abisini vurmuştum. Ama onun gözünde ben hala düşmandım, ihanete uğramıştı.

 

“Behram, senin gibi biri beni koruyamaz, sadece daha fazla yara açarsın!” demişti. O an içimdeki fırtına, dışa vurduğunda sadece sessizlik kalıyordu.

 

Şimdi, onun gözlerinde yaşları görür müydüm? Yoksa o soğuk öfke, yerini bir daha asla affetmeyecek bir kırgınlığa mı bırakmıştı?

 

Kendi yaptıklarımın ağırlığı altında ezilirken, aynı zamanda Aydan’ın acısını nasıl dindirebilirdim? Onu kırdığım, korumak adına attığım her adım, yıkım getirmişti.

 

Ama ben hâlâ onun iyiliği için savaşıyordum. Kendi yüreğimi parçalamaktan vazgeçmeden, onu korumaya devam edecektim. Çünkü içimde bir yerde, beni yeniden sevebilme umudu hâlâ yanıyordu.

 

 

Tam bu düşüncelerle boğuşurken, cebimde titreyen telefonun sesiyle irkildim. Ekranda tanımadığım bir numara yanıp sönüyordu. Tereddüt ettim ama sonunda cevap verdim.

 

“Behram... Ben Yusuf,” dedi karşıdaki ses, ağır ve boğuk. “Aydan’ın abisi… Vefat etti.”

 

O an beynimden vurulmuştum. Kendi ellerimle vurmuştum onu; onu korumak, Aydan’ı korumak için… Ama şimdi telefonun ucundaki ses, gerçeği net bir biçimde söylüyordu.

 

“Nasıl... nasıl oldu?” dedim, sesim çatırdadı.

 

“ bilmiyorum ameliyattan çıkamadı, gelsen iyi olur aydan iyi değil ,” dedi Yusuf.

 

Telefon elimden kaydı, yüreğim paramparça oldu. Kendi ellerimle yok etmiştim Aydan’ın kardeşini, onu geri getiremeyecektim artık.

 

Dijvan’ın sesi yankılandı kulaklarımda" behram ne oldu .” Gözlerim dolu dolu, karanlığın içinde yavaşça çöktüm. Bir yandan pişmanlık, bir yandan çaresizlik, bir yandan da kendimi affetme umudu…

 

Aydan’a nasıl bakabilirdim şimdi? Onun gözlerine nasıl bakıp, yaşattığım bu acıyı nasıl dindirebilirdim?

 

Ama bir şey vardı; içimde hâlâ, onu kaybetmeme izin vermeyecek bir savaşçı ruh…

 

Ve ben, o ruhla yaşamaya devam edecektim.

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

Haberi alır almaz hastane ye koştum, aydan beni görmek istemezdi ama yinede uzaktan da olsa ona bakmak istiyordum. Ne kadar kırgın olsam da ayaklarım ve kalbim beni hep aydanın yanına götürürdü çünkü aydan benim nefes alan evimdi, kokusunda huzur bulduğum kadındı.

 

Yıllarca soğuk gelen taş duvarlar aydan sayesin de sıcacıktı.

 

 

Kapıdan içeri adımımı attım, ama Aydan'ı hemen görmedim. Gözlerim etrafa savruldu, sonra o sandalyede oturduğunu fark ettim. Omuzları çökmüştü, sessizce ağlıyordu. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, içimde kopan fırtınayı hissettim.

 

Bir an duraksadım. Kalbim paramparça olmuştu ama yine de yanına gitmek istedim. Ama yapamadım. Çünkü o kırgınlık… O acı… Hepsi benim yüzümden doğmuştu.

 

Abisini vurmuştum ben.

 

O kurşun onun bedenine saplanırken, ben kendi ruhuma saplanmıştı.

 

Sandalyeden kalktı ama ben hâlâ yerimdeydim. Göz göze geldik. Onun bakışında öfke, hüzün, ihanetten doğan derin bir yara vardı. İçimdeki buz tabakası bir anda çatladı. Bir adım attım, sonra durdum.

 

Gitmek istedim, kaçmak… ama çıkış yolumu bulamadım.Çünkü biliyordum, ne kadar uzak durursam durayım, onun acısı benim ellerimle yazılmıştı Ve o acı, benimle birlikte yaşamak zorundaydı.

 

Hastanenin o soğuk koridorlarında, sessizce içimi delercesine çığlık attım. Ama dışarıdan, kimse duymadı.

 

 

Aydan beni görür görmez yüzüne kin dolu bir ifade yerleşti. Gözlerindeki o nefret… tarif edilemezdi. Ardından, öfkeyle bana doğru yürümeye başladı. Her adımı sanki içimizden bir şeyi söküp atıyordu. Yılların sustuğu, içinde biriktirdiği o fırtına artık dizginlenemezdi.

 

Yanıma geldiğinde hiç tereddüt etmeden göğsümden itti.

 

“Sen ne yüzle geliyorsun buraya, ha?” diye bağırdı. Sesi koridorda yankılandı, ama benim kulaklarımda daha çok çınladı. “Abimi öldürdüğün yetmezmiş gibi, şimdi de gelip emin mi olmak istedin? Ölüsünden mi tatmin olacaksın Behram?!”

 

İçimdeki nefes bir anda kesildi. Ne gözlerini kaçırabildim, ne de karşılık verebildim. Çünkü haklıydı. Her kelimesi, her hecesi, her nefesi haklıydı.

 

“Sen onun canını aldın!” dedi, sesi çatladı. “Ve benim hayatımı… benim ailemi… her şeyi mahvettin. Ne istiyorsun şimdi ha? Beni de mi öldüreceksin?”

 

Kalbim daraldı. Bir adım daha atsaydım, düşecektim belki. Ama kıpırdamadım. O acıyı hak ediyordum.

 

“Aydan…” dedim kısık bir sesle. “Keşke… keşke ben gitseydim. O değil.”

 

Ama bu söz acıyı dindirmedi. Onunki yanıp duran bir yangındı, benimki ise küle dönmüş bir sessizlik.

 

“Keşkeyle olmuyor Behram,” dedi. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu artık ama hâlâ dimdik duruyordu. “Keşkeyle kimse geri dönmüyor.”

 

Bir adım attım ona doğru, temkinli. Sanki yaklaşırsam daha da parçalanacakmışız gibi. Gözlerine baktım, o gözlerde bana dair kalan ne varsa çoktan kül olmuştu.

 

“Ben…” dedim yutkunarak. “Ben sadece seni korumak istedim, Aydan.”

 

Bir an dondu. Yüzündeki ifade anlamaya değil, daha çok inanmamaya odaklıydı. Kaşlarını çattı, gözlerini kısmadan dik dik baktı yüzüme.

 

“Ne?” dedi. “Ne dedin sen?”

 

“Yemin ederim…” diye devam ettim, kelimelerim canımı acıtıyordu. “O gün… Seni korumaktan başka bir amacım yoktu. Onu öldürmek istemedim… ama… başka çarem yoktu.”

 

O an, Aydan’ın yüzü değişti. Gözlerinde bir anlık bir şaşkınlık parladı… ama hemen ardından çok daha büyük bir öfkeyle doldu bakışları. Dudakları titredi, yumrukları yeniden sıkıldı.

 

“Sakın!” diye haykırdı. “Sakın bunu yapma Behram! Beni korumak mı?! O benim abimdi! Kanımdı! Canımdı! Beni ondan korumak gibi bir hakkın yoktu!”

 

Sesi çatladı, gözyaşları artık sel gibi akıyordu. Ama ne gözyaşları yumuşatıyordu onu, ne de sözlerim.

 

“Sen kimsin ha? Kimsin de benim yerime karar veriyorsun? Kimsin de beni korumak adına bir insanı… bir kardeşi toprağa gömüyorsun?!”

 

Boğazım düğümlendi. Savunacak hiçbir şeyim yoktu. Çünkü onun gözünde ben sadece katildim. Ve belki de öyleydim. Gerekçelerim, vicdanımı hafifletmiyor, onu geri getirmiyordu.

 

“Sen benim hayatımdaki her şeyi yıktın Behram,” dedi, daha sessiz ama daha keskin bir ses tonuyla. “Ve şimdi kalkmış, bunu beni korumak için yaptığını söylüyorsun… Ne büyük bir yalan bu biliyor musun? O kadar büyük ki… içine seni de beni de gömecek kadar.”

 

O an anladım.

 

Ben onu korumaya çalışırken, aslında en çok onu yıkmıştım Ve Aydan’ın gözlerinde artık ne sevgiye, ne merhamete yer vardı.

 

Sadece kin… ve bir gün bana da hesap sormak isteyen karanlık bir öfke.

 

Bir adım daha yaklaştım ona, ama sanki her adımım onu daha da uzaklaştırıyordu. Göz göze geldiğimizde, o buz gibi sesiyle konuştu:

 

“Git.”

 

Tek kelime. Ama içinde bin parçaya bölen bir kesinlik vardı Ama gitmedim. Gidemiyordum. Ayaklarım yerden kalkmıyor, kalbim olduğu yere çivilenmiş gibi atıyordu.

 

“Gidemem,” dedim boğuk bir sesle. “Benim gidecek yerim yok, Aydan.”

Bakışlarımı ondan ayıramadan, yutkunarak devam ettim “Sen bana soğuk bile olsan… sessiz bile dursan… sen benim evimsin. sırtımı yasladığım tek duvar sendin. Seninle nefes aldım, seninle yaşadım. Gitmemi istersen, ölmemi iste o zaman.”

 

Aydan bir an durdu. Gözlerinde bir şey kıpırdar gibi oldu, ama sonra daha da sertleşti bakışları.

 

“Ben o evi yaktım Behram.”

 

Sesi zehir gibiydi.

“Senin uğruna yandım… ama o evin küllerini sen ellerinle üzerime savurdun. Ben orada artık ne huzur bulurum, ne nefes alırım.”

 

Yüzüme yaklaştı, her kelimesi damarlarıma zehir gibi aktı “Sen bana ev değil, mezarı oldun Behram. Nefes değil, boğdun . Sevgi değil, ölüm getirdin.”

 

Yutkundum. O an kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Ne kadar sağlam durmak istesem de içim paramparçaydı.

 

“Sen beni sevmemişsin Behram. Sevgi, böyle yakarak olmaz. Böyle yıkarak hiç olmaz.” Ve sonra sırtını dönmeden, son cümlesini fısıldadı “Keşke seni hiç sevmeseydim .”

 

Bir adım attı. Gidiyordu.

Ama bende bir ömür acıyla kalıyordu.

 

Bitmişti artık.

 

Ne umut kalmıştı ne de tutunacak bir dal. Aydan… o gözümde parlayan kadın, şimdi nefretle bakıyordu bana. Beni ben yapan o ev… artık yabancıydı. Soğuktu. İçine girsem bile ısınamazdım. Bedenim değil, ruhum üşüyordu artık.

 

Hastane koridorlarını sessizce, neredeyse ayaklarım yere değmeden terk ettim. Omuzlarım düşmüştü, bedenim taşınmaz bir yük gibi hissediliyordu. Yorgunluktan değil bu… hayır, bu bambaşka bir ağırlıktı. Bir insanın içindeki her şeyi kaybetmesiyle çöken bir ağırlık.

 

Arabaya bindim. Sessizlik, motorun sesiyle bölünse de içimdeki sessizlik daha derindi. Direksiyona uzandım, parmaklarımın titrediğini fark ettim. Hedef belliydi. Aydan’la birlikte yaşadığımız o ev. Eskiden içinde umut taşıyan duvarlar, şimdi sadece birer mezar taşıydı bana.

 

Yavaşça sürdüm. Yol boyunca hiçbir şey düşünmedim. Ya da fazlasıyla düşündüm… bilmiyorum.

 

Evin önüne geldiğimde motoru kapattım. Direksiyonu bırakmadan önce bir süre daha oturdum öylece. Her şeyin başlangıcını düşündüm. İlk gülüşünü, bana söylediği ilk “merhaba”yı. İlk kez “Behram” derkenki ses tonunu...

Sonra bagajı açtım. Elime aldım benzin bidonunu. Soğuktu, metal gibi. Tıpkı içim gibi.

 

Kapıyı ittim. Sessizlik vardı içeride.

Oysa bu ev hiç sessiz olmazdı. Kahkahalar yankılanırdı, tartışmalar olurdu, bazen müzik sesi yükselirdi . Şimdi yalnızca ölüm gibi bir sessizlik vardı.

 

Adımlarımı salona doğru yönelttim.

Yavaşça kapağını açtım bidonun.

İlk damlayı yere dökerken bile kalbim sıkışmadı. Belki de olması gereken buydu. Belki de bu ev, en başından bu yana yanmalıydı.

 

Benzini her odaya taşıdım.

Duvarlara, halılara, perdelerin ucuna…

Her bir damla, anıları silmek ister gibiydi Sonra salonun ortasında durdum. Derin bir nefes aldım O an sesini duydum. Aydan’ın, içime saplanan o son cümlesini

 

“Senin uğruna yandım… ama o evin küllerini sen ellerinle üzerime savurdun. Ben orada artık ne huzur bulurum, ne nefes alırım.” Gözlerim doldu ama yaş akmadı. Kalbim acıdı ama tek kelime etmedim. Bazen en büyük yangın gözle görünmeyen olur ya…

İşte ben, o yangının içindeydim.

 

Gözlerimi kapadım. Nefesim sıkıştı.

Dizlerim titredi Çünkü bu sadece bir söz değildi…

Bu, beni son kez öldüren cümleydi.

 

Cebimden çakmağı çıkardım.

Küçük, metal bir parça…

Ama içinde taşıdığı karar, bir ömürlüktü.

 

Alevi gördüğüm an, gülümsedim.

Acı bir gülüştü bu. Bir adamın yandığını kimse görmez, ama bir ev yanınca herkes bilir ya…

Ben zaten çoktan yanmıştım.

 

Ve sadece bir cümle fısıldadım alevin üstüne:

 

" Burada kalan her şey… seni benden çalan her şey Aydan Artık hiçbirine ihtiyacım yok."

 

Ateşi yere bıraktım. Sessizlik, yerini çıtırtılara bıraktı. Perdeler önce tütmeye başladı. Sonra koltuklar tutuştu. Ahşap merdivenler çatırdadı.

Ev… cayır cayır yanmaya başladı

 

Arkam da yangını bırakıp Dışarı çıktım.

Kapının eşiğine geldiğim de durdum bir süre.

Dönüp Arkama baktım. Göz gözü görmüyordu artık. Konağın pencerelerinden yükselen alevler, karanlığı yırtar gibiydi.

 

Arkama son bir bakış atıp arabamın yanına geldim, konak cayır cayır yanarken cebimden sigaramı çıkarıp yaktım. Dumanı göğe savrulurken, başımı kaldırıp gök yüzüne baktım. Yıldızlar çarşaf gibi serilmişti geceye. Karanlığın içinden bir yıldız kaydığında o yıldız tam kalbimin üzerine düştü

Dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştu ardından gecenin karanlığına dudaklarımdan bir fısıltı döküldü

 

" bir Yıldız kaydı, sen gibi… Ne tutacak dileğim kaldı, ne dönmeni bekleyecek bir kalbim Aydan . Kayarken o yıldız, içimde bir şey daha bitti… biten sevdamızın yası bile yakmıyor artık, sadece içimde kocam bir boşluk kaldı."

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

1 HAFTA SONRA....

 

 

“Dijvan! Çık hele dışarı!” diye seslendi Hatice Hanım, sert ama alışılmış bir tonla.

 

Bir süre sonra kapı açıldı, uykulu gözlerle odadan çıkan Dijvan arkasında Nur’u bıraktı. Nur da onun ardından çıkınca Hatice Hanım’ın gözleri parladı. Oğlunun yeniden eski haline dönmeye başlaması yüreğini hafifletmişti. Bu huzur dolu değişim için içten içe mutluluk duyuyor, hatta sırf bu yüzden bir kurban kestirip etini ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştı.

 

“Buyur ana,” dedi Dijvan, sesi hâlâ uykulu ve biraz boğuk.

 

Hatice Hanım dik durdu, oğluna şöyle bir baktıktan sonra konuştu:

 

“Şanlıurfa’da düğün var. Akrabadan. Senin oraya gitmeni istiyorum.”

 

Dijvan, annesinin yüzüne değil, Nur’a döndü. Gözleriyle karısına danıştı. Ardından dudaklarından şu kelimeler döküldü:

 

“Karım ‘git’ derse giderim.”

 

Hatice Hanım’ın kaşları kalktı, sertçe oğluna çıkıştı “Karın ‘tuvalete gitme’ dese gitmeyeceksin artık ha, öyle mi Dijvan?”

 

Dijvan annesinin gözlerinin içine bakarak, dudaklarının kenarına belli belirsiz bir sırıtış yerleştirdi. Gözleri Nur’a kaydı bir anlığına, sonra annesine döndü.

 

“Evet,” dedi alayla karışık bir sırıtışla.

 

Hatice Hanım ellerini beline koydu, kaşlarını çatmıştı ama yüzündeki o sert ifade kırılmıştı. Ses tonu hâlâ ciddi ve kızgın gibiydi ama içinde gizleyemediği bir memnuniyet vardı.

 

“Vay vay vay... Nereden nereye! Bir zamanlar ‘ben kimsenin lafıyla hareket etmem’ diyen oğlum, şimdi karısından izin alıyor! Kızım sen ne yaptın bu adama, büyü mü yaptın ne yaptın?”

 

Nur başını eğdi ama gülümsedi, mahcup bir tebessümle.

 

Dijvan ise omuzlarını silkerek sanki çok da umurunda değilmiş gibi yaptı ama gülümsemesi yüzünden silinmemişti.

 

“Ben büyü filan bilmem ki Hatice hanım ,” dedi Nur utangaç ama mutlu bir sesle.

 

Hatice Hanım bu cevap karşısında bir an durdu, gözlerini ikisine de çevirdi. Burnundan sertçe nefes verdi.

 

“Eh... Allah bozmasın da... Hadi hazırlan o zaman, düğüne gideceksin. Ama bak, gitmişken delikanlı gibi davran, aileyi temsil ediyorsun. Öyle yan gelip yatmak yok!”

 

Dijvan başını salladı, göz ucuyla tekrar Nur’a baktı.

 

“Yanımda olsa daha iyi temsil ederim,” dedi kısık bir sesle, ama Hatice Hanım duymuştu.

 

“Elini kolunu topla da git hele! Yoksa yanına Nur falan değil, ben gelirim, o düğünü de senin üstüne yıkarım!” diye çıkıştı Hatice Hanım, gülümseyen ama sözünden taviz vermeyen sert bir tonla.

 

Dijvan, omuzlarını hafifçe düşürerek iç geçirdi. Dudaklarını büktü, abartılı bir şekilde sızlandı:

 

“Ana... Zaten akrabalar durmadan konuşuyor. ‘Dijvan Ağa düğün yapmadı, gizli mi evlendi, başına bela mı aldı’ diye. Bir de sen üstüne yıkarsan, ne anlamı kalır bu işin?”

 

Hatice Hanım’ın yüzü aniden ciddileşti. Gözleri kısılmıştı, bakışı keskinleşmişti.

 

“ nikâh kıyıldı mı? Kıyıldı. Bu kız bu kapıdan içeri gelin olarak girdi mi? Girdi. O zaman bu düğün olacak. Hem de öyle böyle değil, Azamet Aşireti’ne yakışır şekilde olacak. Laf, söz, dedikodu... hepsinin önüne geçeceğiz.”

 

Nur o an, hafifçe başını öne eğdi. Sesi kısıktı ama kararlıydı:

 

“Ben istemiyorum. Gösterişle ispat istemem. Sessiz kalmak bana daha iyi geliyor.”

 

Hatice Hanım, keskin bir bakış attı. Tam ağzını açacakken, Dijvan araya girdi. Bu sefer yüzünde ciddi bir ifade vardı. Nur’a döndü, yavaşça yaklaştı. Sesini alçalttı ama kararlılığı tüm odayı dolduruyordu:

 

“Nur…” dedi, gözlerini onun gözlerinden ayırmadan. “Sen Azamet Aşireti’ne gelin geldin. Sadece bu evin değil, bu soyun adını taşıyorsun artık. Kimse sana yan bakamaz. Kimse arkandan konuşamaz. Bu düğün sadece bir eğlence değil. Bu, ‘Benim yerim belli, arkamda kim var’ deme meselesi. O yüzden olacak. Çünkü ben istiyorum ki, senin adın geçtiğinde insanlar hakkında kötü konuşmasın .”

 

Nur başını kaldırdı. Gözlerinde şaşkınlıkla karışık bir kıpırtı vardı. Bu kadar net, bu kadar sahiplenen bir ton beklememişti ondan. Suskun kaldı.

 

Dijvan bir adım daha yaklaştı. Sesini daha da kıstı:

 

“Sen artık yalnız değilsin. Ne laf ederler, ne gözle bakarlar. Kim ne diyorsa, o düğün onların dili tutsun diye yapılacak.”

 

Hatice Hanım memnun bir şekilde başını salladı. Eliyle eteğini düzeltip sertçe konuştu:

 

“Duydun işte. Bu oğlumun kararı. Benim de kararım. Senin itirazın, saygımdandır. Ama düğün olacak. Bu kapıdan gelin girdin, o kapıdan davulla zurnayla çıkacak. O iş bitti, kızım.”

 

Nur istemese de, bu iki kararlı insanın arasında sessizliğe gömüldü. Ama içten içe, ilk kez biri tarafından bu kadar yüksek sesle korunmak, içini tuhaf bir sıcaklıkla doldurmuştu.

 

" neyse ne hadi hazırlanın kahvaltı hazırdır" dedi Hatice Hanım ve odadan çıkıp mutfağa doğru ilerlerken aralarında kısa bir sessizlik oluştu. Nur'un kalbi hâlâ biraz önceki konuşmaların etkisiyle çarpıyordu. Ne kadar inkar etmeye çalışsa da, içini ısıtan o savunulmuşluk hissi yerinden kıpırdamıyordu.

 

Dijvan, bir an göz ucuyla Nur’a baktı.

"Ben lavaboya gideyim," dedi ve kapıya yöneldi.

 

Tam odaya adım atmıştı ki Nur da hızlıca peşinden geldi. Birlikte kapı eşiğinde durduklarında Nur, neredeyse fısıltıya yakın bir sesle konuştu:

"Gitme."

 

Dijvan, yarı içeride durmuşken başını çevirdi, gözleri Nur’a odaklandı. Şaşkındı.

"Niye?" diye sordu, dudaklarında beliren küçük bir tebessümle.

 

Nur gözlerini kaçırmadan gülümsedi.

"Hani az önce annene dedin ya... karım tuvalete ‘gitme’ dese gitmem diye. Ben de şimdi öyle diyorum işte."

 

"Af buyur, ben mi demişim karım tuvalete gitme dese gitmem diyen?"

Dijvan başını hafif yana eğdi, gözlerini kısmıştı. Dudaklarında, o meşhur "ben masumum" gülümsemesiyle.

"Valla ben tanımıyorum o adamı. O lafı söyleyen kesin ben değilim. Belki uzaylılar gelip kılığıma girdi?"

 

Nur kollarını bağladı, gözlerini devirdi.

"Tabii canım, uzaylılar gelip annenin karşısında ‘karım tuvalete gitme dese gitmem’ diye manifesto okudular. Hatta sonra annene dönüp, ‘ben ev işlerinde de iyiyim’ dedin, ben de o sırada yere düşüp bayıldım zaten."

 

"Yok artık ya!"

Dijvan ellerini başına götürdü.

"Ben o lafı... şey... ortam gergindi, annem baskı yapıyordu. Kadın gözleriyle beynime kazı yaptı! Ne deseydim, ‘eşime söz geçiremem’ mi?"

 

"Hayır canım, ne güzel söyledin işte. Şimdi ben de test ediyorum: Gitme."

 

Dijvan tam geri dönecekken durdu, bir ayağını içeri, birini dışarıda bırakmıştı.

Başını eğdi, Nur’a doğru baktı.

"Soruyorum şimdi, ciddi misin? Gitme mi?"

 

Nur başını salladı.

"Ciddiyim. Bunu annen de duysun isterdim hatta. Senin bu eve adım atma sebebin ben olayım, annenin değil."

 

"Sen varya..." dedi Dijvan, gülerek.

"Sen resmen annemle beni kıskançlık yarışına soktun. Kadın iki dakika önce bana ‘o kız sana göre fazla sakin’ dedi. Şimdi sen bana ‘tuvalete bile gitme’ diyorsun. Arada kaldım, ruhum daraldı."

 

"Canım, daralsın," dedi Nur, omzunu silkip.

"Sen öyle ‘karım derse gitmem’ dedin ya... Şimdi karın diyor: Gitmiyorsun."

 

Dijvan derin bir iç çekti.

"Bak ben sana ne diyeyim... Bu lafı ederken hava atıyordum ama şimdi içeri girmemle birlikte çay yapmam, yerleri süpürmem, hatta belki duvar boyamam gerekecek gibi hissediyorum."

 

Nur kıkır kıkır güldü.

"Yok ya... Duvarları boş ver. Ama mutfağa girmen şart. Çünkü ben bu anı ölümsüzleştireceğim. Anneni arayıp diyeceğim ki: 'Hani oğlunuz karısı derse tuvalete bile gitmiyordu ya... Evet evet, şu an bulaşık yıkıyor.’"

 

 

Dijvan ellerini iki yana açtı, derin bir iç geçirdi.

"Anam duyarsa ‘sana nazar değdi’ der. Kendimi kurşun döktürürken bulurum," dedi, sonra bir an durdu, kaşları çatıldı, yüzü şekilden şekle girdi.

Olduğu yerde hafifçe ezildi, dizlerini kırıp hafifçe ileri geri sallandı.

"Off... ben bir şey diyeyim mi... Ben gerçekten tuvalete gitmem lazım."

 

Nur hemen fark etti durumu.

"Ne oldu? Lafın arkasında duramıyor musun yoksa?"

 

"Dururum da... yani... şu an fiziksel olarak duramıyorum!"

Eliyle karnını tutup sağa sola kıvranmaya başladı.

"Bak yeminle durum acil. Kritik eşikteyim. Kabak çiçeği gibi patlamak üzereyim Nur!"

 

Tam hamle yapıp tuvalete yönelecekken, Nur yıldırım hızıyla onun önüne geçip kapının önünde dikildi.

Gözlerini kısmış, kollarını bağlamıştı.

"Ne oldu? Karın izin vermeyince gitmiyordun hani?"

 

"Yav tamam da... o laftı, mizah yaptıydık ya... Şimdi gerçek acil ya bu!"

Dijvan bir o yana bir bu yana sekmeye başladı.

"Bak ayağımı yere vura vura dans edeceğim şimdi. Vallahi ben bu kapıya çişten tapacağım az kaldı!"

 

Nur hiç kıpırdamadı.

"Hayır."

 

"Nur... Allah aşkına... Lütfen... Bak bir yandan da gözüm sulandı şu an. Bedenim bana ihanet ediyor. Tuvalet şu an bana Mona Lisa gibi bakıyor!"

 

"Karın izin vermezse gitmiyorsun dedin. Ben de karın olarak diyorum ki: GITME."

 

Dijvan olduğu yerde küçük küçük zıplamaya başladı "Baaak... yemin ederim... şey oldu... işedim ben!" Bir an sustu, eşofmanına baktı.

"Valla bak, azcık ıslandı... Nur, bak Allah’ını seviyorsan kenara çekil. Beni mahvettin."

 

Nur gözlerini büyüttü, bir yandan da gülmemek için dudağını ısırıyordu.

"Gerçekten mi işedin sen?!"

 

"Yani… azıcık. Çok az. Bir damla bile sayılmaz. Ama oldu."

Başını eğdi, sesi iyice küçüldü.

"Islandı yani... biraz."

 

Nur gözlerini kocaman açtı, dudaklarını bir eliyle kapatıp boğuk bir kahkaha patlattı.

"Yok artık! Ciddi misin sen?!"

 

"Şaka mı yapayım bu konuda!?" dedi Dijvan, utanmayla öfke arasında gidip gelerek.

"Benim gibi adamın düşürüldüğü hale bak! Bu mudur karı koca dayanışması?!"

 

Nur hâlâ gülüyordu, nefes nefese kalmıştı.

"Ayy! Vallahi senin bu halini videoya alsam var ya... viral oluruz!"

 

"Nur yeter! Çekil Allah aşkına, bari gerisi gelmeden gireyim!" Ve o an hafifçe Nur’u kenara itip bir çırpıda tuvalete daldı.

Kapıyı hızla kapatırken içeriden utanmış ama mağrur bir ses geldi

 

"Bu bir taktiksel yenilgiydi… ama hâlâ onurumla yaşıyorum!"

 

Nur kapının önünde kahkahadan iki büklüm olmuştu. "Senin onurunla işemenin arasında ince bir çizgi kaldı artık, canım!"

 

Tuvalet kapısı yavaşça aralandı.

 

Dijvan başını hafifçe dışarı uzattı, sağa sola baktı, sonra usulca bir adım attı.

Ama öyle bir adım ki... sanki yürümüyor, yer çekimiyle sürükleniyordu.

Üst dudağı terlemiş, yüzü domates gibi kıpkırmızı olmuştu.

 

Nur tam karşısında, kolları göğsünde, sırıta sırıta dikiliyordu "Ee? Rahatladık mı sayın ‘eşim tuvalete gitme derse gitmem’ beyi?"

 

Dijvan cevap vermedi. Göz temasından kaçıyor, elleriyle tişörtünü aşağıya çekip eşofmanın önünü kapatmaya çalışıyordu.

Yürürken de hafif yana doğru dönüyor, adeta ‘Ben buradan geçmiyorum, sadece geziniyorum’ havası yaratıyordu.

 

Dijvan gardırobun önüne hızla süzüldü.

Ardından kapağını açtı, göz ucuyla arkasını kontrol edip bir an tereddüt etti.

Ama zaman yoktu.

İç çekerek dolabın alt rafına doğru eğildi, asılı kıyafetlerin arasına kendini zar zor sokmaya başladı. Eşofman paçası takıldı, omzunu çarpınca bir gömlek düştü ama yine de yılmadı.

 

“Ben bu dolaba gireceğim… gerekirse askılıkla bütünleşirim…” diye mırıldandı kendi kendine.

Sonunda, dizlerini karnına çekip biraz da kambur şekilde kıyafetlerin arasına sıkışmayı başardı.

Yüzünü sarkan ceketlerin altına gömüp kapağı hızla çekti. Kapağın ardından sesi geldi; ince, neredeyse utangaç bir “Nur... bak şimdi... şey oldu... yani... çok da büyük bir şey değil aslında... ama...”

 

 

Nur adım adım yaklaştı.

"Yooo, bence büyük bir şey. Senin surat zaten spoiler veriyor şu an."

 

Dijvan arkasını tamamen dönmüş, başını dolabın içine sokmuştu.

"Ben... azıcık... yani... az az..."

Derin bir nefes aldı.

"İşedim ben."

 

Nur olduğu yerde durdu, ağzı açık kalmıştı.

"Ne yaptın?! Ben şaka yapıyorsun sanmıştım cidden mi? "

 

"Yani biraz... o da şeyden... panikten!"

Eşofmanının ön kısmını tişörtüyle örtmeye çalışıyordu. "Bir anda sen kapıya dikilince sistem karıştı. Beynim ‘kaç’ dedi, mesanem ‘şimdi tam zamanı’ dedi..."

 

Nur önce bir şey diyemedi, sonra elleriyle ağzını kapatıp gülmeye başladı.

"Yok artık! Yemin ederim senin bu halin Oscar'lık! Şu dolaba saklanman ne peki? Islanmış eşofman kaçışı mı?"

 

Dijvan yüzünü dolaptan çıkarıp çatık kaşla baktı:

"Ne yapayım ya! Utandım! Arkadaşız biz, senin karşına bu halde çıkamam ki!"

 

"Yahu zaten gördüm! Senin eşofmanın travmasını ben de yaşadım, merak etme."

 

"Nur... Allah aşkına sus. Konuştukça daha kötü hissediyorum. Şu an kendimi ilkokulda pantolonuna kaçırmış çocuk gibi hissediyorum."

 

Nur kahkahalarla yere oturdu.

"Sen o çocukmuşsun zaten! Şu an büyümüş halini yaşıyoruz!"

 

Dijvan dolabın kapağını kapattı, arkadan konuştu

"Bak burası artık benim yeni evim. Bu dolapta yaşayacağım. Lütfen bana su ve battaniye getir, dış dünyaya çıkamam." dedi gardıropun içinden

 

Nur eğilip dolabın kapağını araladı.

"İçeri bir de çamaşır getireyim mi? Kuru eşofman? Hani belki... toplum içine çıkarsın."

 

Dijvan dolabın içinden derin bir iç çekti.

"Toplum dediğin ne ki zaten? Yargı, acımasızlık, eşofmana karşı vicdansız bir sistem... Ben artık dolap halkındanım."

 

Nur kıkırdayarak dolabın kapağını iyice açtı.

"Tamam, o zaman. Sana bir nevresim seti, bir abajur, bir de içerden kilit lazım. Yeni hayatına hoş geldin."

 

Dijvan başını uzatıp göz ucuyla etrafa baktı.

"kızım Git artık. Utanıyorum."

 

"Sen utanıyorsun, ben eğleniyorum. Aramızda güzel bir denge var." Sonra dizlerinin üzerine çöktü, başını içeri uzattı.

"Bir şey diyeceğim... bu dolapta Wi-Fi çekiyor mu? Yoksa modem şifresini de yazayım duvara?"

 

 

Dijvan başını geri çekti, arkasına yaslandı.

Gardırobun dar ahşap paneline sırtını yaslarken içinden geçenleri bastıramadı.

"Nur... yemin ederim şu an bir kaplumbağa gibi hissediyorum. Kabuk içindeyim. Dünya acımasız, eşofman leş."

 

Nur, hâlâ dolabın önünde çömelmiş, sanki belgesel izliyormuş gibi ilgiyle bakıyordu.

"Sen böyle konuşunca ben belgesel anlatıcısı gibi hissediyorum... ‘Ve işte... nadir rastlanan utanmış insan erkeği... şu an içgüdüsel olarak dolaba kaçıyor...’"

 

Dijvan gözlerini kapattı.

Bu olay... bu minicik ama büyük etkili olay... hayatında bir ilkti.

Yani evet, daha önce utandığı olmuştu. Ama bu? Bu bambaşkaydı.

 

Azıcık.

Yani gerçekten... çok azıcık.

Ama “azıcık işemek” diye bir toplumsal kategori yoktu ki!

Ya etmişsindir, ya etmemişsindir.

Ve o etmişti.

Dijvan altına işemiş ti .

 

Eşofmanının önüne bakmaya bile cesaret edemiyordu.

Sanki orada kendisine ihanet etmiş bir suç ortağı vardı.

"O kadar yıllık arkadaşız," diye düşündü içinden, "beni bu hale getireceğini bilsem... kot giyerdim."

 

Nur dolabın kapağını yavaşça itti.

"Bak hâlâ çıkmıyorsan... cidden psikolojik yardım çağıracağım. İnsanın eşofmanına azıcık kaçırması dünyanın sonu değil. Çok az dedin ya!"

 

"Az ama... hissediliyor!"

Dijvan dizlerini göğsüne çekti adeta gardırop duvarına yapıştı. "Bak... bu ilk oldu Nur. İlk defa başıma geldi"

 

Nur dudaklarını ısırdı, kahkaha atmayı engellemeye çalıştı ama... olmadı.

"Sen resmen hikâyesi olan adam oldun. Yıllar sonra anlatacağın şey bu olacak: ‘Bir gün... bir kız yüzünden eşofmanı lekeledim.’"

 

Dijvan bir an durdu.

"Nur... bunu asla... kimseye anlatmayacaksın. Yemin et. Bu bilgi, seninle beraber mezara gidecek."

 

"Yani mezara değil de... belki düğününde bahsederim. Kısa bir konuşma olur, beş dakika sürmez."

 

"Yemin et!" diye bağırdı dolaptan, sesi çatallandı.

"Nur... şu an içimdeki erkeklik, buharlı ütüyle dümdüz olmuş gibi. Yemin et!"

 

Nur ellerini kaldırdı.

"Tamam tamam... ‘Azıcık eşofman vakası’ bende kalacak. Ama çık artık, yoksa seni askılığa asıp sallandıracağım kıyafetler ile ."

 

Dijvan bir süre sessiz kaldı.

Sonra gardırobun içinden boğuk bir ses geldi:

"Bir eşofman... bir adamın hayatını değiştirebilir Nur. Bugün bunu öğrendim."

 

Nur kahkahasını bastıramadı, gözünden yaş geldi. "Bak hâlâ eşofmanı konuşuyorsun! Bu kadar duygusal bağ kurmuş olamazsın."

 

"Ben onunla savaştım Nur! O benimle beraber rezil oldu. Sadakat bu."

 

O sırada kapı çaldı.

İkisi de bir an durdu. Sessizlik oldu.

 

Nur ayağa kalktı.

"Kim o acaba?"

 

Dijvan bir anda irkildi, dolabın kapaklarını daha da kapattı. "SAKIN AÇMA! Kimse beni böyle görmemeli. Bu evde şu an bir skandal var."

 

Nur sinsice sırıttı.

"Yoksa annen mi geldi? Hani şu ' karım tuvalete gitme dese gitmem dediğin ..."

 

"YAPMA NUR!"

Dolabın içinden çaresiz bir çığlık yükseldi.

"Yemin ederim bak... nazarlık gibi asarım kendimi kapıya!"

 

Nur kapıya yönelirken gülümseyerek arkasını döndü "Tamam, sen dolapta kal. Ben dünyaya senin adına yalan söyleyeceğim... Mesela ‘Dijvan birazdan gelir, sadece... kendini varoluşsal sorguya çekiyor’ diyebilirim."

 

Dijvan kafasını dolaptan hafifçe uzattı, zavallı bir ifadeyle "İçeriden battaniye de getir. Soğuk burası. Ruhumun yanında fiziksel olarak da donuyorum."

 

Nur yüzünde ki tebessümle kapıya Gitti Nur kapıyı açınca, karşısında evin yardımcısını buldu. Kadın başını hafif öne eğmiş, sesi neredeyse fısıltıydı.

 

“Hanımım, Hatice Hanım sizi çağırır kahvaltıya.”

 

Nur’un yüzündeki gülümseme bir an dondu. Gözleri hafif büyüdü.

“Ha... kahvaltı... tabii! Geliyoruz!”

Cümleyi fazla yüksek sesle kurmuştu, arka plandaki “gardırop sakini”nin bunu net duymasını sağladı.

 

Tam kapıyı kapatacaktı ki içeriden boğuk bir ses geldi.

 

“NE?!”

 

Yardımcı kadın irkildi.

“Bi şey mi dediniz?”

 

Nur hemen araya girdi, çabuk çabuk konuştu.

“Yok yok, televizyon açık kaldı. Şey... belgesel... kaplumbağalarla ilgiliydi.”

 

Kadın başını eğerek uzaklaştı. Nur kapıyı sessizce kapattıktan sonra yavaşça döndü ve gardırobun yanına çömeldi.

Kapağın arkasından boğuk, kısılmış bir ses geldi:

 

“Anam kahvaltıya çağırdı mı?”

 

“Çağırdı.” dedi Nur, sesi her zamankinden daha yavaş, daha yumuşaktı.

 

Bir anlık sessizlik oldu.

Gülümseyen yüz ifadesi yavaşça soldu.

Yerine mahcup, hatta biraz da suçlu bir ifade yerleşti.

Parmak uçlarıyla gardırobun kenarına dokundu, başını hafif eğdi.

 

“Dijvan... özür dilerim,” dedi içten bir sesle.

“Ben böyle olsun istemezdim. Yani... ne bileyim, bu kadar sıkıştığını fark etmedim. Başına böyle bir şey gelebileceğini hiç düşünmedim. Sadece... şakalaşıyordum.”

 

Gardırobun içinden gelen ses bu kez farklıydı.

Bir önceki panik dolu, utanmış sesten çok... daha sessiz, daha düşünceliydi.

 

“Biliyorum,” dedi Dijvan.

“Sen niyetinden değil, sonuçtan sorumlusun... ve sonuç rezalet.”

 

Nur bir an gülümsedi ama hemen ardından yine ciddileşti.

“Gerçekten çok utanmış olmalısın. Yani dolaba girmen...”

 

Dijvan iç geçirerek konuştu.

“Nur... sen hiç sıcak çayın ortasında boğulduğunu hissettin mi? İçin yanıyor ama dışın soğuk. Aynı anda hem kızgınsın hem küçük düşmüş... Bu eşofman... bu lanet eşofman, bana ihanet etti.”

 

Sonra yavaşça bir hışırtı duyuldu.

Dolabın kapağı aralandı.

Dijvan önce kafasını çıkardı. Bakışları doğrudan Nur’un yüzüne takıldı.

Ve o an… Nur’un düşmüş omuzlarını, suçlulukla yere bakan gözlerini fark etti.

 

Kaşlarını çattı, bir süre başını eğip düşündü.

Sonra hafifçe iç geçirdi.

 

“Boş ver,” dedi yumuşak bir sesle.

“Üç harfliler falan değil ama... bazı olaylar da insanın başına gelir işte. Belki de... bunu birlikte yaşamamız gerekiyordu.”

 

Nur başını kaldırdı, gözlerinde minnetle karışık bir gülümseme belirdi.

“Yani... beni affettin mi?”

 

Dijvan omuz silkti.

“Affetmesem burada hâlâ dolap halkı olarak yaşamaya devam ederdim.”

 

Yavaşça dolabın içinden çıktı.

Üstü başı dağınık, eşofmanındaki minik lekeyi fark ettirmemeye çalışarak usulca yürüdü.

Ama tam dolaptan çıktığında Nur çoktan ayağa kalkmış, onun önünde durmuştu.

 

Göz göze geldiler.

 

Nur, başını hafif eğdi, ellerini önünde birleştirip yine mahcup bir ifadeyle konuştu:

“Dijvan... bir kez daha söylüyorum. Özür dilerim. Gerçekten. Ciddiyetle özür diliyorum. Seni böyle bir duruma düşürdüğüm için çok üzgünüm.”

 

Dijvan bir an sustu.

Sonra başını hafif yana yatırdı, göz ucuyla eşofmanına baktı.

Sanki az önce yaşanan tüm travmanın özetini bir bakışla tekrar yaşadı.

Ama ardından dudakları kıpırdadı, hafifçe gülümsedi.

 

“Affettim,” dedi içten bir sesle.

“Çünkü... sen olmasaydın ben bu durumu muhtemelen daha da rezil bir hale getirirdim. En azından gülebildik, değil mi?”

 

Nur da hafifçe gülümsedi ama hâlâ suçluluk ifadesi yüzünden tam silinmemişti.

 

Ancak... sonra bir şey oldu.

O içli ifade yavaş yavaş yerini sinsi bir gülümsemeye bıraktı.

Kaşları hafif kalktı, gözlerinde muzur bir pırıltı belirdi.

 

“Peki…” dedi, kollarını kavuşturarak.

“Şimdi senin bir sağlık durumunu kontrol etmem gerek. Hani... belli mi olur. Mesela... kurşun döktürmeden önce, bir bakayım mı?”

 

Dijvan'ın gözleri açıldı.

“Nur… sakın ha!”

 

Nur eğilmişti bile, yüzünde geniş bir sırıtışla eşofmana bakmaya çalışıyordu.

 

“Minik bir leke dedin ama... bilimsel merak işte. Neresi azıcık ıslanmış onu anlamam lazım.”

 

“Yapma!” diye bağırdı Dijvan, panikle bir adım geri attı.

Sonra hızla arkasını döndü.

 

“Nur, yapma vallahi kaçıyorum ha! Ciddiyim, bak, bir daha asla dolaptan çıkmam!”

 

Nur peşine takılmıştı çoktan.

“Gel buraya! Bakmazsam içim rahat etmez. En azından röntgen falan isteyelim!”

 

“Seninle konuşmuyorum! Bundan sonra seni gardıroba kilitleyeceğim!” diye seslendi Dijvan, kapıya yönelmişti bile.

Eşofmanını iki eliyle çekiştirerek, lekeli bölgeyi saklamaya çalışarak hızlıca koştu.

 

Nur arkasından seslendi:

“Dijvan! Vallahi tıbbi gözlem için!”

 

Ama onun sesi, genç adamın odadan fırtına gibi çıkmasıyla bastırıldı.Dijvan’ın son sözleri koridordan yankılandı “Ben gidiyorum! Onarım sürecindeyim! Bu travmayı yaşatıp bırakamazsın Nur!”

 

Nur olduğu yerde kıkır kıkır gülerken, başını iki yana salladı.

 

“Çok geçmiş olsun eşofman prensim…” dedi kendi kendine. “Seninle daha çok uğraşacağım.”

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

Rüzgârın penceremde inatla çırpınan kanadı gibi savruluyordu içim. Her esintide bir yanım daha eksiliyordu sanki. Gözlerim dalgın, ellerim titrekti. Odamda asılı duran abimin fotoğrafına her baktığımda içimdeki sızıya alıştığımı zannederken, pişmanlık kendine başka bir yer buluyordu. Kalbimde… tam kalbimin orta yerinde kanayan yeni bir yara gibi.

 

Behram...

O adın bende bıraktığı yankı, artık huzur değil, koca bir yangındı. Gözlerimin önüne her gelişinde dumanlar içinde kalan o ev beliriyordu zihnimde. Bizim yuvamız. Sıvasında umut, duvarlarında gülüş, penceresinde gelecek hayali olan o ev. Alevlere teslim olmuştu. Ve ben, yangına su değil, körük olmuştum.

 

Oysa ne çok sevilmiştim. Öyle ki Behram, kalbindeki yangını bastıra bastıra bana gelmişti. O sessiz gururunun arasından sıyrılıp, dizlerinin bağı çözülürcesine çıkıp gelmişti. Ama ben...

Ben onu taş gibi bir sessizlikle, buz gibi sözlerle karşılaşmıştım "Senin acın mı, benim acım mı daha kıymetli?" diye sormuştum gözleriyle.

Ben cevabı kalbime değil, öfkeme sormuştum. Ve öfke, sevgiye her zaman kaybettirirdi.

 

Şimdi düşünüyorum da...

O ev yalnızca tuğlalardan ibaret değildi. Behram’ın bana olan inancıydı, sabrıydı, sevgisiydi. O ev yanarken, içindeki her umut da Behram’ın kalbinde kül olmuştu Ve o küllerin içinden artık yeni bir “biz” çıkmazdı, biliyordum Çünkü Behram’ı tanıyan bilirdi; o, bir şeyi yakıyorsa artık dönmeyecekti. O, bir yerden gidiyorsa artık kalmamıştı içinde zerre umut.

 

O gün, bana baktığında gözlerinde bir yabancılık vardı. Tanımadığım, bana ait olmayan bir bakış.

Buz gibiydi. Ve ben donmuştum.

 

Belki de en çok o bakış canımı yakıyordu şimdi.

Çünkü insan, en çok kendi elleriyle kaybettiklerinin yasını tutuyordu.

 

Terasın taş zemini, oturduğum yerden bedenime soğuk bir titreme veriyordu. Dizlerime kadar çektiğim eski bir battaniyenin köşesi hafifçe rüzgârda kıpırdandı, ama umursamadım. Sanki üşümek normaldi. İçim zaten donuktu.

 

Gökyüzü mora çalan bir karanlığa bürünmüştü. Ay, bulutların arasında utangaç bir çocuk gibi saklanıp çıkıyordu. Çay bardağım elimin içinde soğumuştu, ama hâlâ tutuyordum. Sıcaklığı değil, geçmişini seviyordum. Behram'la o terasta oturduğumuz anları... gülüşlerini... sustuğu hâlde anlayışla baktığı anları.

 

Teras kapısı hafifçe gıcırdadı. Başımı çevirmedim ama kim olduğunu biliyordum. Ablam. Onun adımlarının terasta çıkardığı sesi çocukluğumdan beri tanıyordum. Ağır, temkinli ve anlayışlıydı. Sessizce yanıma geldi, kelimesizce oturdu. Elinde cam çay bardağı vardı; içindeki çay henüz buharlanıyordu. Demli, taze bir kokusu vardı.

Ama içmiyordu.

Bardağı iki avucu arasına almış, başparmağıyla kenarını yavaş yavaş döndürüyordu.

 

Yanı başımda oturmasına rağmen bana bakmadı. Ben de ona.

İkimiz de sustuk. Ama o suskunluk, dolu doluydu. Kalabalık bir yalnızlık gibi…

 

Bir süre sonra usulca sordu:

“İyi misin?”

 

O kadar yumuşak sormuştu ki, sesi geceyle karıştı, bir esinti gibi geçti aramızdan. Boğazım düğüm düğüm oldu.

İyi olmak... ne kolay soruydu. Cevabı koca bir boşluktu.

 

Gözümü dağlara diktim. “İyi olmayı unuttum,” dedim. “Sanki hiç bilmiyormuşum gibi...”

 

Ablam başını yavaşça salladı. Hâlâ yüzüme bakmıyordu ama duygularımı duyuyordu, hissediyordu.

 

“Kolay değil,” dedi. “Abin… onun gidişi... o boşluk...”

 

İçimden bir parça daha koptu. Yutkundum. “Ona bile alışıyor insan. Gözlerinin dolmamasına şaşırıyorsun bir gün. Sonra fark ediyorsun… yerini başka bir şey almış. Daha ağır, daha içten...”

 

Ablam başını bana çevirdi. “Ne alıyor yerini?”

 

Çay bardağı hâlâ ellerindeydi ama dokunuşu sıkılaşmıştı.

 

“Pişmanlık,” dedim. “Sana zarar vermeyen ama içten içe çürüten bir şey...”

 

Terası bir süre rüzgâr doldurdu. Uzaklardan köpek havlaması geldi, bir araba sesi. Ama biz, olduğumuz yerde donmuştuk. Sadece kalbim, olduğundan fazla atıyordu. Ta ki o soruyu duyana kadar.

 

“Peki…” dedi ablam, sesi biraz daha alçaldı. “Behram?”

 

Göz kapaklarım seğirdi. Dudaklarım istemsizce titredi. O ismin yankısı her zaman içimde bir şeyleri yerinden oynatırdı.

Bir süre konuşmadım. O an başımı çevirmiş olsaydı, gözlerimdeki kırgınlığı, korkuyu, kaybı görebilirdi. Ama ben ona o hâlimle görünmek istemedim.

 

“Yaktı…” dedim. “Evimizi… o evi… birlikte kurduğumuz, birlikte hayal ettiğimiz yeri... yaktı.”

 

Çay bardağındaki buhar tükenmişti artık. Ablam, dudaklarını birbirine bastırdı. Tepki vermedi. Kızmadı. Şaşırmadı bile.

Sanki... o da Behram'ı benim kadar tanıyordu.

 

“Ve...” dedim yutkunarak. “Buna bile kızamıyorum. Çünkü ben onu... mahvettim. O bana geldiğinde… hâlâ kırıkken, hâlâ suskunken... ben onu ikinci kez yıktım.”

 

Sanki içimde biri durmadan bağırıyordu, ama sesim fısıltıdan öteye geçemiyordu.

 

“Aydan,” dedi ablam. Elini usulca elime koydu. Dokunuşu çocukluğumdaki gibi yumuşak ama koruyucuydu. “Sen de yandın. Sen de kaybettin. Herkesin acısı başka başka... herkes farklı tutunur hayata.”

 

Başımı iki yana salladım.

“Behram… tutunduğu her şeyi ellerimle kırdım. Kalbini... evini... bizi... hepsini.”

 

Bir an sustum. Sonra başımı kaldırdım, ablamın gözlerinin içine ilk kez baktım.

 

“Ve behramı tanıdım ise ,” dedim. “Behram bir şeyi yakıyorsa... geri dönmez.”

 

Ablam derin bir nefes aldı. Gözlerinde acıyan bir umut vardı.

 

“Belki,” dedi. “Ama aşk kolay kolay küle dönüşmez. Belki de seni affetmesini değil, hatırlamasını bekliyordur.”

 

İçimden bir şey geçti o an. Adını koyamadığım, ama boğazıma oturan o his.

Ya gerçekten öyleyse?

Ya hâlâ beni bekliyorsa?

Ya ben... her şeyin çok geç olduğunu sanırken, o hâlâ benden bir işaret bekliyorsa?

 

Terasın loş ışığında, gökyüzünün altında, içimde hem bir umut filizlendi hem bir korku.

Çünkü en büyük pişmanlık, hâlâ şansın varken hiçbir şey yapmamaktı.

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

 

Elimde alkol şişesi, kafamın içinde aydanın sözleri ve bakışlarım ise yaktığım küle çevirdiğim konaktaydı. Aydan ile kurduğumuz hayaller bir bir küle dönmüştü, nasıl dönmesin ki aydan zaten benden nefret ediyordu artık ne bu konağın bir anlamı kalırdı nede anılarımızın.

 

Elimde ki alkol şişemi tekrar dudaklarıma götürdüm ve içinde büyük bir yudum aldım, alkol boğazımı yaksada umursamadım, benim zaten içim yanıyordu. Ne kadar bu evi yaksam da içimde ki yangın sönmüyordu.

 

" değdi mi aydan herşeye rağmen bizi bitirmene değdi mi? Pişman oldun mu?" dudaklarımda buruk bir gülümseme oluştu " oldun değil mi? Beni kırdın diye pişman oldun dimi?" diye fısıldadım karanlığa

 

Rüzgar, yanan enkazın içinden savrulan kül parçalarını yüzüme çarptıkça, geçmişin hatıraları daha da acıtıyordu. Bu konak... Bir zamanlar kahkahalarımızla dolup taşan o duvarlar şimdi sadece sessizliğin yankılandığı, hayal kırıklıklarının yankı bulduğu bir harabeye dönüşmüştü.

 

Bir adım attım, sonra bir adım daha... Yıkıntıların arasından geçerken gözüm bir zamanlar birlikte diktiğimiz o küçük lavanta saksısına takıldı. Yarısı yanmış, toprağı dağılmıştı. Elimi uzatıp içindeki küle bulanmış kırık seramiği avucuma aldım. "Sen bile dayanamadın, değil mi?" dedim alkolün ve kederin verdiği sersemlikle.

 

Gökyüzü yıldızsızdı bu gece. Aynı benim gibi... İçinde umut ışığı kalmamış, karanlığa gömülmüş.

 

"Ben seni affettim, Aydan..." dedim alçak bir sesle, "Ama sen kendini affedebilir misin bilmiyorum."

 

Şişeyi yere bıraktım. Camın taşlara çarpıp çıkan sesi geceye karıştı. İçimdeki son yankı gibi… artık ne sarhoşluk uyuşturuyordu beni ne de alevler.

 

"Ben seni hâlâ seviyorum," diye fısıldadım, küle dönmüş enkaza bakarken. "Ve bu, affedilmesi en zor şey belki de..."

 

Dizlerimin üstüne çöktüm. Gözyaşlarım yanağımdan süzülürken, içimdeki yangının en sıcak noktasındaydım.

 

Belki de bu geceden sonra, ben de küle dönecektim.

 

Zaman durmuş gibiydi. Ne ay ilerliyordu gökyüzünde, ne rüzgar kıpırdıyordu. Sadece ben vardım. Ben ve yitirdiklerim.

 

Sonra… hafif ama kararlı adımların sesi yankılandı arkamda. Taş zemine her vuruş, içimde yeni bir sızı gibi yayıldı. Tanıdıktı. O ayak seslerini bin adım arasından tanırdım.

 

Ama yerimden kıpırdamadım.

 

Küllerin ortasında diz çökmüş halde, geldiği gibi dursun istedim.

 

Sonunda o ses kesildi. Ardından bir sessizlik çöktü üzerime. Nefes bile alınmayan, kelimelerin bile korkup kaçtığı o uzun sessizlik.

 

"Behram..." dedi tanıdık, sert ve sitemli bir ses. Annemin sesiydi bu. Hatice'nin. Gücünü gözlerinden değil, sustuğu yerlerden alan bir kadın.

 

Yanıma gelmişti. Bir adım gerimde durdu önce. Beni süzdüğünü hissedebiliyordum. Omuzlarımı, duruşumu, elimde hâlâ tutmaktan vazgeçemediğim boş şişeyi...

 

Sonra konuştu. Ve kelimeleri balta gibi indi üzerime.

 

"Nasıl yaparsın bunu?!" dedi dişlerinin arasından sıyrılan öfkeyle. "Bunca yıl emek verdiğimiz, her taşını alnımızın teriyle yükselttiğimiz bu konağı nasıl böyle yakıp kül edersin Behram?!"

 

Annemin sesi kulaklarımda yankılanırken içimde bir şey çatırdadı. Sanki boğazıma bir şey düğümlendi, nefes alamadım. Gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım ama nafile… İçimdeki fırtına durmak bilmiyordu.

 

Annemin gözleri üzerimdeydi. Yine aynı... Yine o tanıdık sertlik, o yargılayan bakış. Beni hâlâ o “dimdik durması gereken adam” gibi görüyordu.

 

Ama bilmiyordu. Ben o adamı çoktan gömdüm küllerin altına.

 

Bakışlarımı yere çevirdim. Ayaklarımın ucunda savrulan is parçalarına takıldı gözüm. Ne çok şey benziyordu bu siyah tozlara... Duygularım, hatıralarım, hayallerim… hepsi bir avuç karanlığa dönüşmüştü.

 

"Sen hâlâ evi düşünüyorsun, anne..." dedim kısık bir sesle.

 

Sözlerim ağzımdan değil, içimdeki en kırık yerden döküldü. Sonra yavaşça başımı kaldırdım. Gözlerim annemin gözlerine değdi. Bu kez kaçırmadım.

 

Kaşlarımı çattım. Yüzümde öfke değil, hüsran vardı. Dudaklarım titriyordu ama dişlerimi sıkarak bastırdım. Ve sonra içimde bir şey patladı.

 

Ayağa fırladım. Sert bir hareketle arkamdaki külleri savurdum havaya, ellerimi iki yana açtım. Parmaklarım titriyordu, sesim çatladı.

 

"Bir kez olsun beni düşün be kadın!" diye bağırdım. "Bir kez olsun oğlun ne halde diye sor kendine!"

 

Yüzüm yanıyordu. Gözlerim dolmuştu ama dökülmüyordu yaşlar, o kadar alışmıştı ki susmaya, gözyaşı bile yolunu unutmuştu.

 

"Ben bittim anne!" dedim, yumruklarımı sıkarak. "Ben yıkıldım! Herkes bir şeyler yaşarken, ben sadece vazgeçtim! Kendimden, hayatımdan, sevdiğimden…"

 

Gözlerimi kaçırdım. Sanki her kelimeyle daha çok soyunuyordum içimden.

 

"Benim çocukluğumu da elinizden aldınız!" dedim boğuk bir sesle. "O oyuncaklar bana hiç alınmadı… dizimdeki yara bile umursanmadı… ben düştüğümde kaldırılmadım, 'erkek çocuk ağlamaz' diye diye susturuldum hep!"

 

Ellerimi başıma götürdüm, parmaklarımı saçlarımın arasına geçirdim. Gözlerimi kapattım. Derin bir nefes aldım ama ciğerime sanki zehir doldu.

 

"Ben hiç çocuk olamadım anne…" dedim titrek bir sesle. "Benim masalım olmadı, ninnim olmadı… Hep susmam, dik durmam, sessiz kalmam istendi. 'Erkek adam' dediniz ya hani… O 'erkek adam' çok küçükken öldü zaten."

 

Yavaşça başımı çevirdim tekrar anneme baktım. Gözlerimde ne öfke vardı artık… sadece küskünlük.

 

"Bir hiç uğruna hayatımı kararttınız siz… Ailenin adı, soyun gururu, aşiretin itibarı… Hepsi benim çocukluğumun kefeni oldu."

 

Dudaklarımda acı bir gülümseme belirdi.

 

"Ben mezarımda büyüdüm, anne… yaşarken gömdüğünüz oğlunuzun mezarında…"

 

Yutkundum. Kelimelerim boğazıma takıldı. Yine de son kez konuştum. Tüm kalbimle. Tüm yanıklarımla.

 

"Bu konak yandı evet… ama içimdeki ev çok daha önce kül oldu. Artık sadece boş bir kabuğum. Sizden kalanlarla dolu, ama bana ait hiçbir şeyi olmayan bir kabuk…"

 

Başımı yere eğdim. Ayaklarımın dibindeki is parçaları bile daha canlıydı şu an benden.

 

 

 

Dizlerimin bağı çözüldü. Vücudumun taşıdığı acı artık taşıyamayacağım kadar ağırdı. Kalbimde bir düğüm vardı; ne konuşmakla çözülüyordu ne susmakla. Dizlerimin üstüne çöktüm… öylece kaldım. Yüzümü ellerimin arasına gömdüm. Ve ilk defa, yıllar sonra, gözyaşlarım toprağa karıştı.

 

Sessiz değil, boğuk hıçkırıklarla ağladım.

 

Beni güçlü yapan her şey o an darmadağın oldu. İçimdeki çocuk, yıllar önce susturulan o çocuk, şimdi dizlerimin dibinde ağlıyordu.

 

“Ben kaçtım…” dedim hıçkırıklarımın arasından. “Bu topraklardan, bu evden, sizden… her şeyden kaçtım… ama kendimden kaçamadım anne!”

 

Başımı kaldırdım. Gözyaşlarım yanaklarımı yakarak akıyordu. Gözlerim annemin yüzünde gezindi, ama bu defa bir şeyler farklıydı. Dudakları titriyordu. Yüzünde ilk defa bir tereddüt, bir kırılma vardı.

 

“Bana cehennem oldu bu topraklar…” dedim. “Her köşesinde biraz daha unuttum kim olduğumu. Her köşesinde biraz daha eksildim.”

 

O an annem bir adım attı. Eli havada, titrek… bana dokunmak ister gibiydi. Belki de yıllardır yapmadığını yapmaya çalıştı. Sarılmak… sarmak… belki geç de olsa evlat bildiğini sahiplenmek.

 

Ama geç kaldı.

 

Bir anda geri çekildim. Bakışlarımı ondan çekmedim . Bir yabancıya bakar gibi baktım …

 

“Artık çok geç… Senin elin bana merhem olmaz. Yaralarımı sen açtın. Bu yürek hâlâ atıyorsa, senin susturduğun çocuğun son çırpınışı yüzündendir.” Ayağa kalktım. Omuzlarım düşüktü ama adımlarım kararlı. Gözlerim küllere takıldı son kez. Her şeyin başladığı ve bittiği yerdi burası. Bir zamanlar hayal kurduğum, şimdi lanet ettiğim yer.

 

“Gidiyorum,” dedim. “Bu defa gerçekten gidiyorum.”

 

Başımı çevirip son kez baktım anneme. Gözlerinin dolduğunu gördüm. Ama ben artık ağlamıyordum.

 

“Arkama bakmayacağım, anne… Çünkü arkama her baktığımda yandım. Her baktığımda senin o susuşunla, bu toprağın lanetiyle yüzleştim.”

 

Elimi kalbime götürdüm. Avucumla sanki içimden bir şey söküyormuş gibi yavaşça geri çektim.

 

“Sözde yüreğimi de bırakıyorum burada. Ne senin taşıyabileceğin bir yürek o, ne de benim taşıyacak gücüm kaldı.”

 

Ve arkamı döndüm.

 

Adımlarım yavaş ama nettı. Küllerin içinden, geçmişimin enkazından uzaklaşırken, içimde sadece bir boşluk yankılanıyordu.

 

Çünkü küçük Behram, benimle artık gelmiyordu o artık sadece gitmiyordu… Kendisini de orada, o küllerin arasında bırakıyordu.

 

🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸🌸

 

 

Evet biraz zor oldu behramın gözünden yazmak ama yinede inşallah güzel yazmışımdır 😣 herşey bir yana dijvan ile nur ' un sahneleri çok güzel değil miydi yaa skakkakkskals yazarken baya eğlendim 🤭 neyse çok uzatmadan diğer bölümde görüşmek üzere kendinize cici bakın çiçeklerimmmmmm....

Bölüm : 15.06.2025 21:11 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...