
Aynanın karşısında durduğunda nefesi kesilmişti Nur’un. Parmakları istemsizce beline oturan kumaşa dokundu. Bordo elbise, sanki onun için dikilmişti; her kıvrımına ustaca oturmuş, kadınlığını zarifçe ortaya koyuyordu. Kumaşın hafif parlak dokusu, gün ışığıyla dans ederken, elbisenin kalp yaka kısmı omuzlarını nazikçe açıkta bırakıyor, onu bir tablo gibi gösteriyordu.
İncecik boynuna düşen birkaç tutam saçını geriye atarken, aynada kendi yansımasına biraz daha dikkatli baktı. Dudaklarında hafif, utangaç bir gülümseme belirdi. Gözleri, sağ bacağından başlayıp yukarı doğru uzanan cesur yırtmacın olduğu bölgeye kayınca bir an tereddüt etti; ama sonra başını dikleştirdi. "Bu benim," dedi içinden, "artık saklanmak yok."
Ayaklarını yavaşça döndürdü, etekler ağır ağır hareket etti; sanki her adımda müziğin ritmine uyum sağlıyordu. Omuzlarını geriye attı, derin bir nefes aldı. Elbisenin içinde ilk defa gerçekten kadın olduğunu hissetti. Güçlü, zarif, kırılgan ama dimdik ayakta duran bir kadın.
Giyinme kabinin de ki küçük aynada kendini bir kez daha inceledi. Uzun, düz saçları elbisenin koyu tonu üzerinde gece gibi akıyordu. Burnunu hafifçe kırıştırdı, sonra kendi haline gülümsedi. İçinde bir yerlerde tanıdık bir his kıpırdanıyordu; heyecan mıydı, korku mu, yoksa bir adama duyduğu... tutku mu?
Perdenin arkasından gelen hafif bir tıkırtıyla irkildi Nur. Kalbi, sanki bir anlığına yerinden fırlayacak gibi oldu. Hemen ardından gelen sesle kendine geldi, o derin, tok ve tanıdık sesle.
“Nur, acele eder misin biraz? Az önce işten aradılar, gitmem gerekiyor.”
Dijvan'ın sesi sert değildi, ama sabırsızdı. Oysa Nur’un içindeki zaman durmuştu; dakikalar önce giydiği elbise, onu başka bir âleme taşımış, aynada gördüğü kadınla arasında görünmez bir bağ kurmuştu. Gerçek hayata dönmesi kolay olmayacaktı.
Nur dudaklarını araladı, cevap vermek istedi ama sesi çıkmadı. Elbisenin eteğini tutup hafifçe kıvırdı, kendi etrafında döndü, aynadaki yansımasına bir kez daha baktı. Bir kadına ilk kez böyle baktı... kendisine.
Perdenin hemen arkasında ise, Dijvan ayakta, elleri cebinde bekliyordu. Gözleri perdede, ama zihni çok daha derindeydi. Sabırsızlığı işle ilgiliydi, evet. Ama ondan da çok, içerideki kadının neden bu kadar uzun kaldığını merak ediyordu.
“geç kaldım ama nur için değer, yüzünde ki gülümseyen herşey için değer hemde ?”. Ama bir yanı başka bir şey fısıldıyordu “Ya içeri girdiğinden beri aklımı karıştıran o elbiseyse… ya üzerindeyse… ya aklım karışırsa …” Yutkundu. Farkında olmadan gözleri perdeye daha sert odaklandı.“Hayır, düşünme. Sadece çıkmasını bekle. Elbise bu. ” Ama iç sesi sustuğunda, kalbinin hızlandığını fark etti. Bunu inkâr edemeyecek kadar güçlü hissediyordu. Parmakları cebinde istemsizce kıvrıldı, sabırsızca ağırlığını bir ayağından diğerine verdi.
İçeride Nur, derin bir nefes alarak kendini toparladı. Bir an için başını eğdi, ellerini kalbinin üzerine koydu. Sanki orada bastırmak istediği bir şey vardı: heyecan, utanç, korku… belki de hepsi.
Elbisenin yırtmacı bacağını açıkta bırakıyordu. Saçlarını hafifçe omzunun önüne çekti, omuzları açıkta kalmıştı. Bir anda, o perdeyi araladığında neyle karşılaşacağını, onun yüzünde ne göreceğini düşündü. Utanmakla gururlanmak arasında bir yerde, gözlerini kapattı.
Derin bir nefes daha aldı Nur. Göğsü hafifçe inip kalkarken, gözleri kapalıydı hâlâ. Elinin titrediğini hissediyordu. Avuç içi nemliydi; gerginlik mi, yoksa içinde büyüyen o tarifsiz duygu muydu sebebi, bilemiyordu.
Perdenin kenarındaki kumaşa parmaklarını yavaşça doladı ve ardından, kararlılığı ürkekliğe karışmış bir halde… perdeyi araladı.
İçeriden dışarıya bir adım attığında, zaman bir anlığına sanki durdu.
Dijvan başını çevirip ona baktığında, gözleri ilk başta onu yalnızca görmedi . Gözbebekleri küçüldü, nefesi belli belirsiz bir anlığına kesildi. Karşısında duran kadının, o tanıdığı Nur olduğuna inanmakta güçlük çekti bir an. Çünkü onun bildiği Nur hep saklanan, geri duran, sesi kısık çıkan biriydi.
Ama şimdi…
Omuzları açıkta, kırmızı elbisenin içinde… başı dik, gözleri ürkek ama kaçmayan… karşısında bir kadın duruyordu. Hem de her haliyle kendi olmaktan korkmayan bir kadın.
Nur aynanın karşısında döndü. Kırmızı elbisenin etekleri hafifçe savruldu. Kumaş üzerine tam oturmuştu ama o bir türlü içine sinmeyen o hissi atamıyordu. Kaşlarını hafifçe çattı, elleri beline gitti.
“Sanırım... olmadı,” dedi, sesi biraz huzursuzdu. “Bilmiyorum, çok mu abartılı?”
Dijvan, kapının yanında sessizce durmuş onu izliyordu. Gözleri, Nur’un elbiseyle olan huzursuzluğunu değil, içindeki çekingen güzelliği görüyordu.
Bir adım attı ileri. Gözleri sabit, sesi alçak ama netti: “Bazı elbiseler seçilmez… Onlar sadece ait oldukları teni bulur. Bu elbise de seni bulmuş, Nur.”
Nur, bakışlarını kaçırdı, elini kolunu ne yapacağını bilemeden gülümsedi. Gözlerini tekrar ona çevirdiğinde, Dijvan’ın gözlerinde ciddiyetin altında bir hayranlık vardı.
"Abartılı mı dedin? Sana baktığımda aklımdan geçen tek şey şu… Eğer bu abartıysa, insanın nefesini kesen şeylere bir kelime bulması gerek."
Ve Nur, gözlerini bir an bile kırpmadan o uçurumun kenarına yürüdü. Kalbinde bir karmaşa, içinde adı konmamış bir güven duygusu vardı. Aşağıda bekleyen adamın onu tutacağını biliyordu. Akıl belki şüphe ediyordu ama kalbi, en derin yerinden bir yerden, ona inanıyordu. Bir adım attı. Sonra bir adım daha. Ve sonra... kendini boşluğa bıraktı.
Dijvan, gözünü kırpmadı. Ne tereddüt etti ne de geri adım attı. Kolları çoktan açılmıştı bile, sanki o anın geleceğini hep biliyormuş gibi. Nur’un bedeni havayı yararak aşağı süzülürken, zaman birkaç saniyeliğine durmuş gibiydi. Sonra, bütün ağırlığıyla onun kollarına düştü.
Ama yalnızca beden değildi düşen.
Nur, kendini bir anda yalnızca Dijvan’ın kollarında değil, onun varlığında, onun dokunuşunda, onun kalbinde buldu. Sanki yıllardır kendine bile itiraf edemediği bir boşluk, bir anda dolmuştu. Ve Dijvan… onu hiç zorlanmadan tutmuştu. Ne sarsılmıştı, ne sendelemişti. Aksine, öylesine güçlüydü ki... sanki Nur onun için düşmeye değil, yerini bulmaya gelmişti.
Nur sadece kollarına düşmemişti; ağır ağır, sessizce yüreğine de düşmüştü.
Dijvan için de aynıydı bu. Ellerinde tuttuğu şey yalnızca bir insan bedeni değildi artık. Ona inanan, kendini ona teslim eden bir kadının varlığıydı. Ve bu teslimiyet, fark ettirmeden içini dolduruyordu.
Nur, hem onun kollarındaydı… hem de kalbinin tam ortasında.
İkisi de biliyordu artık: Bu bir oyun değildi. Bir düşüş gibi görünen şey, aslında bir başlangıçtı. İkisi de kadere baş kaldırmamış, aksine boyun eğmişti. Ama o boyun eğişte bir kayboluş değil, birbirine tutunma vardı. Sessiz, derin ve geri dönüşü olmayan bir şekilde...
Yavaş yavaş, fark etmeden... birbirlerine tutunuyorlardı.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
İnsan bir süre sonra acıya alışıyormuş, bedenen olsa da ruhen dinmeyen acılar olduğu hâlde alışıyormuş. Sevdiğimiz kişiler tek tek hayatımızdan çıkarken, bizden bir parça götürdükleri hâlde, yarım kaldığımız hâlde yine de devam edebiliyormuşuz hayatımıza.
Her sabah, sanki hiçbir şey olmamış gibi uyanıp yüzümüzü yıkıyor, kahvemizi içiyor, sıradan anların içine sığınıyormuşuz. Oysa içimizde bir sessizlik büyüyormuş her geçen gün.
Gülümsemelerimizin ardına gizlediğimiz yorgunluklar varmış. “İyiyim” dediğimiz her cümlenin arkasında yankılanan bir “değilim” saklanıyormuş aslında. Ama hayat, durmuyormuş.
Zaman, bizi beklemiyormuş. Kalbimizin kırık yerlerine bastıkça geçiyormuş günler. Biz de öğreniyormuşuz, eksik yaşamayı…
Kırık kalplerle sevmeyi, eksilen yanlarımızla gülümsemeyi Ve belki de en çok, susarak hayatta kalmayı Çünkü bazı acılar anlatılamıyormuş; yalnızca sessizlikte büyüyormuş, sessizlikte iyileşiyormuş…
“Aydan, duydun mu dediğimi?”
Ablamın sesi, zihnimde yankılanan düşünceleri bir çırpıda susturdu. Başımı yavaşça çevirip ona baktım. Gözlerim, boşluğa dalmış olmanın ağırlığını hâlâ taşıyordu “Duydum abla…” dedim, sadece bu kadar.
Ablam gözlerini kısmış, yüzümdeki donuk ifadeyi inceliyordu “Bir şey yapmayacak mısın? Öylece gitmesine izin mi vereceksin?” diye sordu bu kez, sesi daha da sertleşmişti.
Derin bir nefes aldım ama sanki ciğerlerim bu basit eyleme bile direniyordu. Nefes, göğsümde bir sancı gibi kabardı; kalbime saplanan görünmez bir hançer gibi içimi delip geçti. Konuşamadım. Dudaklarım aralanmadı bile. Gözlerim, yerdeki bir noktaya sabitlendi. Sanki orada, bana hayatı tekrar anlamlı kılacak bir cevap gizliydi de onu bulmaya çalışıyordum.
Ablam çarşıdan yeni dönmüştü. Aceleyle yanıma gelmiş, yüzündeki endişeyi gizleyememişti. Duydukları doğruymuş; Behram gidiyormuş. Hem de bu topraklara bir daha adım atmamak üzere… Sonsuza dek Ve bu, benim yüzümden oluyordu.
Tıpkı bu topraklarda tutsak kalışının da benim yüzümden olması gibi.
Şimdi ise yine ben… Onu bu topraklardan kovar gibi gönderiyordum.
Kırılan her kalp onarılmazdı.
Bazı kalpler kaderine mahkûmdu.
Tıpkı Behram’la bizim gibi…
Belki biz güzel bir başlangıç yapamamıştık. Ama evli kaldığımız sürede Behram bir kez olsun bana kötü davranmamış, bir kez olsun sevgisini esirgememişti. Hatta… Belki de kimseden görmediği, öğrenmediği halde… beni canından çok sevmişti.
Ve ben…
Ben de onu sevmiştim.
Sessizce, derinden ve belki de kendimden bile gizleyerek.
Ama kader…
Kader bizimle acımasızca dalga geçmişti.
Behram, benim limanımdı. Sığınılacak tek yerim… Ve ben o limanı kendi ellerimle yakmıştım şimdi.
Artık geri dönüş yoktu. Biz… bir daha asla eskisi gibi olamazdık. Bunu biliyordum. Yüreğimdeki yıkıntılar bunu haykırıyordu zaten.
“Ne yapmamı istiyorsun abla?” dedim, gözlerimi onunkilere dikerek. “Sen söyle… Gidip önünde diz mi çökeyim? ‘Gitme Behram’ mı diyeyim? Abimi öldürdü o! Gitsin… Gitmeli… Ki gururum bana ihanet etmesin! Onu tekrar affedebilecek kadar zayıf düşmeme izin vermesin!”
Sözlerimden sonra ablam bir süre sustu. Yüzüme baktı, gözlerimin içine derin derin.
Ciddiyim miydim? Kendime bile emin değilken, onun bunu anlamasını bekliyordum.
Sonra nefesini ağır ağır bıraktı. Sessizce ayağa kalktı.“Peki,” dedi. “Madem öyle… Kapına iki gün sonra boşanma kâğıtları geldiğinde yine aynısını söyleyebilecek misin?” Dizlerimin bağı çözüldü sanki. Boğazıma bir yumru oturdu. O arkasını dönüp gitmek için bir adım attığında, sesim öfkeyle patladı:
“Neden kimse beni anlamıyor!?”
Boğazım yandı, ama durmadım.
“Abimi öldürdü abla! Sen beni anlarsın sandım… Annem, babam… Hiç değilse bir kişi beni anlar sandım. Ama kimse… kimse beni anlamıyor!”
Ablam, omzunun üzerinden başını çevirdi. Gözleriyle bana baktı; bu kez daha yumuşaktı bakışı “Herkes seni anlıyor Aydan… Merak etme,” dedi. “Ama bence bazı gerçekler gözlerinin önünde duruyor ve sen… sen ısrarla onları görmemeyi seçiyorsun.”
Bu sözle birlikte içimde bir şey koptu.
Ayağa fırladım. Öfkem kelimelere karıştı “Herkes tutturmuş bir ‘gerçekler’ diye gidiyor! Biriniz söyleyin o zaman! Ne bu gerçekler? Biriniz anlatın bana! Biriniz bari…"Sesim çatladı “…bari ben anlamadan çekip gitmeyin.”
Boğazımdaki acı daha da artmıştı. Ama susturamadım içimdeki haykırışı.
“Bu kadar mı zor söylemesi!?”
Ablam, artık bakmıyordu bana. Gözlerini kaçırmıştı Son bir kez, omzunu bana çevirip fısıldadı “Tek bir kişiyi dinlemen yeterli olacak, Aydan.” Sonra arkasını döndü ve sessiz adımlarla uzaklaştı.
Kapının kapanışıyla birlikte yalnızlık yeniden çöreklendi üstüme. Odanın içindeki sessizlik, kulaklarımı tırmalıyor Ve ben Boşlukta çırpınan biri gibi olduğum yerde kala kaldım. Ne ileriye, ne geriye…
Yalnızca orada, geçmişin ve pişmanlıkların arasında sıkışıp…
Kendime bile itiraf edemediğim bir gerçeğin ağırlığında eziliyordum.
Ben… hâlâ Behram’ı seviyordum.
Hem de her şeye rağmen.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Behram, elindeki kâğıtlara son kez baktı. Parmakları, kâğıdın kenarında yavaşça gezinirken gözleri satırlarda takılı kaldı. Her şey… tıpkı istediği gibi görünüyordu.
İstediği gibi.
Ama kalbi, aynı şeyi söylemiyordu.
Gözlerini kısıp satırlara bir kez daha baktı. Harfler gözlerinin önünde dans ederken, boğazına bir yumru oturdu. Boşanma kâğıtlarıydı bunlar. Soğuk, resmî, duygusuz… Ama içinde taşıdığı anlam, bir ömrün ağırlığıydı.
Aydan’ın imzası hâlâ yoktu.
Bir an gözlerini kapattı.
Yüzüne vurmuş sabah güneşine rağmen, içi buz gibiydi. Avuçlarındaki kâğıtların hışırtısı dışında odada başka hiçbir ses yoktu. Yalnızlık bile susmuştu sanki.
Ayağa kalktı.
Sandalyenin bacakları gıcırdayarak geriye kaydı.
Adımları yavaş ama kararlıydı; odanın içinde birkaç kez gidip geldi. Her bir adımı, içinde bastırmaya çalıştığı fırtınanın ritmini taşıyordu.
Boş bir tebessümle başını salladı. Sonra masanın kenarına bırakılmış zarfı aldı. Kâğıtları titizce içine yerleştirdi. Zarfı kapattı. Üzerine yalnızca bir isim yazılıydı:
Aydan Aksoy' a
Biraz sonra dış kapı çaldı.
Behram, hiçbir şey söylemeden kapıya yürüdü. Açtığında karşısında avukatı Kemal Bey duruyordu. Orta yaşlarında, her zamanki ciddiyetiyle ellerini önünde birleştirmişti.
Göz göze geldiklerinde Behram bir an tereddüt etti. Sonra derin bir nefes alarak zarfı ona uzattı.
“Bu evrakları Aydan’a götür. Boşanma süreci onun imzasını bekliyor,” dedi, sesi soğukkanlı ama içinde bir boşluk çınlıyordu. “Her şey hazır.”
Kemal Bey zarfı aldı. Başını saygıyla eğdi.
“Emin misiniz?” diye sordu usulca.
Behram gözlerini kaçırmadan yanıtladı “Emin olmam için onun bir kelimesi yeterdi Ama o bile çok geldi.”
Avukat başını sallayıp bir şey demeden zarfı ceketinin içine yerleştirdi. Behram, kapının çerçevesine yaslandı. Derin bir iç çekti “Ona söyle,” dedi sonra. “Bu sefer giderken arkamı dönüp bakmayacağım. Çünkü artık bekleyecek bir nedenim kalmadı.”
Avukat bir şey demedi. Söylenecek söz kalmamıştı çünkü Sadece kısa bir selam verip arkasını döndü ve uzaklaştı. Kapı kapanınca Behram, birkaç adım geri attı. Sırtını duvara yasladı.Yüzünü ellerinin arasına alıp gözlerini kapattı.
Aydan’a ulaşacak o zarfta sadece bir imza eksikti.
Ama Behram çok iyi biliyordu ki…
Aslında eksik olan, imza değil,
bir "Gitme " sözüydü.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Dijvan, derin bir nefes aldı. Göğsü hafifçe inip kalktı; üzerindeki koyu lacivert takım elbisenin düğmeleri, onun gergin nefes alışlarını içine gömmeye çalışır gibiydi.
Elini yavaşça kaldırıp ceketinin yakasını düzeltti, saçlarının önünü eliyle geriye itti.
Sonra birkaç saniye durdu kapının önünde…
Elini yumruk yapıp, nazikçe kapıyı üç kez tıklattı.
“Nur?” dedi, sesi yumuşaktı ama içinde hafif bir tedirginlik gizliydi.
“Hazır mısın?”
Kapının ardından önce bir sessizlik yükseldi. Ardından içeriden belli belirsiz bir kıpırtı duyuldu. Ayakkabıların parke zemine değdiği yumuşak ses, onun içeride dolandığını haber veriyordu.
Nur aynanın karşısındaydı.Üzerinde bordo saten kumaştan, derin yırtmaçlı, omuzları açık bir elbise vardı. Elbise, onun zarafetini bağırmıyordu haykırıyordu Kumaş, loş ışığın altında kadife gibi parlıyor, her kıvrımı Nur’un siluetini daha da belirgin kılıyordu. Omuzlarının açıklığı, boynundaki narin çizgileri gözler önüne sererken; beline tam oturan kesim, zarif ama güçlü duruşunu tamamlıyordu. Derin yırtmaçtan zarif bir bacağı görünüyordu. Üzerindeki ince topuklu ayakkabılar, her adımda onu daha da tanrısal gösteriyordu.
Ama yüzü…
Yüzü bir fırtına sonrası dalgaların kıyıya vurduğu kadar karışıktı İçinde kopan hisleri susturmaya çalışsa da aynada göz göze geldiği yansımasından kaçamıyordu.
Gözlerini kısarak derin bir nefes aldı Nur. Dudaklarını ısırdı. Kapının ardından gelen o ses…
Dijvan’ın sesi… Yalnızca adını söylemişti ama içindeki her duygu, her tereddüt, her kırgınlık sanki onun ses tonunda yankılanmıştı.
“Elbette hazırım,” dedi sonunda. Ama sesi o kadar kısıktı ki, aynaya söyledi sadece.
Kapıya doğru birkaç adım attı, ardından durdu. Parmak uçlarıyla elbisesinin bel kısmını düzeltti. İnce bileğine taktığı bileklik hafifçe şıngırdadı. Derin bir nefes daha aldı, sonra kapıya uzandı.
Ama kapıyı hemen açmadı.
Sadece parmakları kapı kolunda bekledi.
Bir adım ötedeki adamın nefesini, kalp atışlarını hisseder gibiydi.
Dijvan, içeriden hâlâ ses gelmeyince başını kapıya yasladı bir an. Gözlerini kapattı Kısa ama anlam dolu bir iç çekiş daha…
“Hazır değilsen beklerim, Nur…” dedi, bu kez fısıltıya yakın bir tonla.
Bekleyebilirdi Çünkü bu kapının ardındaki kadın, hayatının en karmaşık, en gerçek duygularını barındırıyordu.
Nur, gözlerini kapattı. Elini kapı kolundan çekti.
İçinde bir savaş vardı. Geçmişle bugün arasında, gururla kalp arasında Ama bu kez kaçmak istemedi İçindeki korkuya rağmen, elleri titriyor olsa da…
Yavaşça kapıyı araladı.
Kapı, hafif bir gıcırtıyla aralandığında Dijvan’ın bakışları olduğu yere çakılıp kaldı.
Zaman, o anda adeta dondu.
Gözlerinin önünde beliren silüet, beklediğinden çok daha fazlasıydı.
Nur’un üzerindeki bordo elbise, onun her kıvrımını zarafetle sarıyor, koyu saten kumaş gecenin en karanlık köşesinden kesilip getirilmişçesine asil bir duruş sergiliyordu.
Omuzlarından yavaşça dökülen kumaş, tenine düşen ışıkla dans ederken; beline oturan kesim, tüm zarafetiyle onu olduğu yerde daha da güçlü kılıyordu.
Yırtmaçtan görünen bacağı, utangaç değil, bilinçli bir cesaret taşıyordu.
Bu gece Nur, yalnızca güzel değil, unutulmazdı.
Dijvan, gözlerini ondan alamadı.
Bakışlarında karışık duygular vardı:
Şaşkınlık…
Hayranlık…
Ve derinlerde bir yerlerde, bastırdığı bir sitem.
Nur ise kapının eşiğinde kısa bir an duraksamıştı.
Gözleri yere takılıydı. Kalbinin sesini bastırmaya çalışıyordu ama başaramıyordu Bu gecenin bir anlamı vardı. Nur ilk kez dijvan'nın yanında bir düğüne gidiyordu ;eşi olarak
Yavaşça başını kaldırdı ve ona baktı.
Göz göze geldiklerinde içini saran o kırılganlık yerini sessiz bir kararlılığa bıraktı.
Fısıltıya yakın bir sesle konuştu:
“Hazırım.”
Dijvan’ın dudakları hafifçe kıvrıldı.
Bu gülümseme bir övgü ya da basit bir etkileme çabası değildi Bu, içinden taşan hayranlığın, kelimelere dökülmeden önce yüzünde bulduğu yerdi.
“Bir an… gerçekten nefes almayı unuttum,” dedi yavaşça Bakışları onun gözlerine sabitlenmişti.
“Bu elbiseyle değil düğüne, savaşa girsen kazanırsın. Gecenin kendisi gibisin… göz alıcı ve tehlikeli.”
Nur başını eğmeden baktı ona.
Yüzünde belli belirsiz bir ifade vardı; içinde hem gurur, hem temkin, hem de bastırılmış bir gülümseme gizliydi.
“Bu bir iltifat mıydı?” dedi, sesi sakin ama içinde bir kırılganlık vardı Dijvan, bir adım yaklaştı.
Aralarındaki mesafeyi aşmadan, sadece varlığıyla yakınlaştı “Hayır,” dedi. “Bu… gerçeğin kendisi.”
Nur, derin bir nefes aldı.
İçine çektiği havada onun kokusu vardı.
Hafif baharatlı, duru ama derinden gelen o tanıdık koku Ve belki biraz da geçmişin ağırlığı.
Gözleri bir an için Dijvan’ın yüzüne takıldı.
O sakin, kendinden emin duruşu…
Sanki hiçbir şey onu kolay kolay sarsamazmış gibiydi Ama Nur, onun içindeki sessizlikte neler gizli olduğunu yavaş yavaş sezmeye başlıyordu.
“Hazırsan çıkalım,” dedi yavaşça.
“Geç kalmayalım.”
Dijvan, kadife gibi bir sessizlik içinde başını hafifçe eğdi. Bakışlarında hâlâ az önceki hayranlığın kırıntıları vardı Sonra bir adım attı.
Elini, göğsünün hizasında zarifçe kaldırdı.
Dirseğini bükerek, kolunu Nur’a sundu.
Tutması için… Yanında yürümesi için…
Ama en çok da onun yanında olmayı seçmesi için.
Bir teklifti bu.
Sessiz, nazik ama güçlü.
Nur, gözlerini bir an için o kolda gezdirdi.
Zihninden bir sürü düşünce geçti.
Gurur… korku… merak…
Ama hepsinden baskın gelen bir his vardı:
"Artık kaçmak istemiyorum."
Nazikçe kolunu onun koluna doladı.
Tenleri birbirine değdiği anda içini tanıdık bir sıcaklık kapladı.
Dijvan’ın bedeninde belli belirsiz bir gerilme oldu ama hiçbir şey söylemedi.
Yalnızca yürümeye başladı.
Yan yana…
Sanki uzun zamandır böyle yürümeleri gerekiyormuş gibi.
Merdivenleri ağır adımlarla indiler.
Konak sessizdi.
Koridorda yankılanan ayakkabı sesleri, gecenin içindeki tek melodiydi.
Loş ışıklar, duvarlara gölgelerini düşürüyordu.
Nur, her adımda içindeki duvarların bir parça daha çatladığını hissediyordu.
Kapıdan çıktıklarında, hafif bir rüzgâr Nur’un saçlarını yüzüne savurdu.
Dijvan, yanındaki kadına bir an dönüp baktı.
Gözleri, saçlarının arasından görünen gözlerine kilitlendi. Hiçbir şey söylemedi ama bakışı, "yanımdasın" der gibiydi.
Bir teşekkür gibi…
Bir kabulleniş gibi…
Konak avlusunda, koyu renkli, camları parlak bir araç onları bekliyordu. Şoför çoktan yerini almıştı. Dijvan, arabaya yöneldiğinde Nur’un elini yavaşça kolundan ayırmasına izin verdi.
Sonra kapısını nazikçe açtı.
Önce onun binmesini bekledi.
Nur, içeri doğru eğildiğinde elbisesinin saten kumaşı bacağından kayarak açıldı.
Derin yırtmaç, bacağını bir kez daha gözler önüne serdi ama bu kez umursamadı.
Artık utangaç değil, saklanmayan bir zarafetti onunki.
Dijvan, bir adım geride durdu.
Gözlerini kaçırmadı Ama bakışları saygılıydı.
Bir kadının güzelliğine değil, taşıdığı asalete hayran kalmış bir adamın bakışıydı o.
Nur oturduğunda, başını çevirdi.
Aralarındaki mesafe azalmıştı ama kalplerindeki çekingenlik hâlâ yerindeydi.
Dijvan da arabaya bindi.
Kapı kapanırken, motorun hafif sesi avlunun sessizliğini böldü. Araç harekete geçtiğinde, içeride sessiz bir akşamüstü gibi bir hava vardı.
Ne sıcak ne soğuk Ama derinden derine yaklaşan bir şeyler vardı Söylenmemiş sözler, bastırılmış hisler ve yarım kalmış sorular…
Geceye doğru ilerlerken, yan yana ama dilsiz bir hikâyenin tam ortasında oturuyorlardı.
Arabanın içi, gece şehrin ışıklarıyla hafifçe aydınlanıyordu. Dijvan direksiyondaydı, yolun kıvrımlarını takip ederken yanında oturan Nur’un sessizliği dikkatini çekti. Bir an gözlerini Nur’a çevirdi ve hafifçe sordu “Ne düşünüyorsun böyle, neden sessizsin?”
Nur, gözlerini yere indirerek, içindeki kaygıyı dile getirdi “Dijvan... Biliyor musun, bazen düşünüyorum da, insanlar beni beğenmez. Senin gibi birinin yanında olunca, ‘yakışmıyorlar’ derler. Ben gelmesemiydim .”
Dijvan, hafifçe tebessüm etti, gözleriyle Nur’un gözlerine derin bir şekilde baktı. Elini nazikçe Nur’un eline dokundurdu ve sakin ama kararlı bir sesle fısıldadı “Nur, senin güzelliğin sadece dışında değil, içinde. O yüzden kimse seni benim yanımda görmek için izin isteyemez ve konuşamaz Çünkü sen, benim dünyama en çok yakışan şeysin.”
Nur’ın kalbi, o sözlerin sıcaklığıyla yumuşadı. Hafifçe başını kaldırdı ve gözlerinde parıldayan umutla baktı Dijvan’a “Senin yanındayken, kendi değersizliğim de eriyip gidiyor,” dedi fısıldayarak.
Dijvan gülümsedi, “Öyleyse, birlikte güçlüyüz. Kimsenin ne dediği önemli değil, çünkü sen benim için en güzelisin.”
O gece, araba yavaşça ilerlerken, aralarındaki mesafe yalnızca kilometrelerle ölçülüyordu; kalpler ise çoktan birbirine yakınlaşmıştı.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Behram elindeki bilete baktı. İstanbul’a gideceği uçağın kalkmasına yalnızca yarım saat vardı. Ama o hâlâ otel odasındaydı. Küçük, tek kişilik yatağın ucuna oturmuş, sırtını duvara yaslamıştı. Eşyaları toplamamıştı. Toplayamazdı. Toplanacak bir şey bırakmamıştı zaten. Ne bir valiz hazırlamıştı ne de yanında götüreceği bir hatıra. Gidiyordu. Bu kez gerçekten gidiyordu. Ve geride sadece şehir kalmıyordu… insanlar, anılar, sözler… en çok da Aydan.
Bileti usulca komodinin üstüne bıraktı. Parmak uçlarında dolaşan titrek bir kararsızlık vardı ama kalbi kararlıydı artık. Bu gidiş, bir kaçış değildi. Bir vedaydı. Uzun süredir içinde büyüttüğü, kanattığı, bazen bastırdığı ama hiç tam olarak susturamadığı bir vedaydı bu.
Otel odasında ağır bir sessizlik hâkimdi. Sadece dışarıdan gelen arada sırada uğuldayan klakson sesleri, şehirde yaşamın sürdüğünü hatırlatıyordu. Oysa Behram için zaman durmuştu. Aydan’la geçen o son bakışma, bir an gibi değil; bir ömür gibi ağırdı üzerinde. Onun gözlerinde hâlâ sevgi vardı ama yüreği kırgındı. Aşkının önüne kırgınlığı geçmişti.
Ayağa kalktı. Üzerinde sade bir gömlek, koyu renk bir pantolon vardı. Ne pahalı saatini taktı koluna, ne de cebine cüzdanını koydu. Yanına hiçbir şey almadan çıkacaktı o odadan. Sırtında yük yoktu belki ama kalbinin içinde bir ömürlük ağırlıkla yürüyordu kapıya doğru. Elini kapı koluna uzattı, ama hemen çevirmedi.
Son bir kez, başını arkaya çevirdi. Gözleri odada gezindi. Duvarın köşesinde unuttuğu bir eşarba takıldı bakışları Aydan’ın kokusu sinmişti hâlâ. Gözlerini kaçırdı. Ardından derin bir nefes aldı.
“Bitti,” dedi kendi kendine. Fısıltı gibi, ama keskin bir kararla.
Kapıyı açtı, arkasına bile bakmadan çıktı. Aydan’a bir mektup bırakmamıştı. Açıklama da yapmamıştı. Çünkü bazı acılar kelimeye sığmazdı, bazı gidişlerin geri dönüşü yoktu. O da o gidişlerden biriydi artık.
Bu şehirden, bu kadından, bu hayattan siliniyordu.
Behram, otelin ağır cam kapısından dışarı çıktığında gece tüm gövdesiyle üzerine çöktü. Hava ağırdı, sessizlik boğucuydu. Kaldırım taşları ıslak değildi ama Behram'ın ayak sesleri yankı bırakıyordu. Elinde hiçbir şey yoktu. Ne bavul, ne çanta. Bu şehirde artık hiçbir şey ona ait değildi zaten.
Köşeyi dönmeye yeltendiği an, sol tarafta duran siyah bir SUV dikkatini çekti. Motoru kapalıydı. Camları karartılmış, gövdesiyle gecenin bir parçası olmuş gibiydi. Ön kapı ağır ağır açıldı.
Adım adım belirdi Ferzan. Siyah takım elbisesi üzerine tam oturmuş, tespihi parmaklarının arasında dönüyor, gözleri ise bir avcı soğukluğunda Behram’a kilitlenmişti. Gülümsemiyordu ama dudaklarının kenarında alaycılıkla kıvrılmış bir gölge vardı.
Arkasından iki adam daha indi. Vücut dilleri tehditkâr değildi. Şimdilik. Sadece hazırda bekliyorlardı, bir emir için değil—bir bakış yeterliydi zaten.
Ferzan aralarında kalan mesafeyi yavaşça yürüdü. Ellerini cebine sokmuştu, bir sokak lambasının altına geldiğinde yüzü daha net göründü. Gözlerinde karanlıkla yoğrulmuş, geçmişin lekesi gibi sabit duran o bakış… hâlâ oradaydı.
“Behram…” dedi yumuşak ama taş gibi ağır bir sesle. “Bakıyorum yine gidiyorsun.”
Behram yanıt vermedi. Sadece dikildi olduğu yerde. Ama çenesi kasılmıştı. Gözleri Ferzan’ın her hareketini süzüyordu.
Ferzan devam etti, sesi sanki eski bir tanıdık gibi tınladı. "Yolcu etmeye geldim seni. Malum…” Omuzlarını silkti, başını hafif yana eğdi. “Bu şehirde seni uğurlayacak pek kimse kalmadı.”
Behram’ın dudakları sertçe gerildi. Gözleri buz gibi karanlıkla doldu. Birkaç adım attı, sokak lambasının altına geçti. Işık, yüzündeki yorgunluğu değil, öfkenin keskinliğini aydınlattı.
“Sadece kalabalık değil, çöpü de arkamda bırakıyorum. Senin gibi artıkların vedaya bile değmez.” Ferzan’ın kaşları çatıldı ama o kendini tuttu. Bir kahkaha attı, kısa ve soğuk.
“Ah Behram… hâlâ dilin sivri, hâlâ gözlerin öfkeli. Ama içinin nasıl boşaldığını biliyorum. Senin o hâlâ güçlü görünen duruşunun arkasında… bir kadın yatıyor. Aydan.”
Behram’ın yüzü gerildi. Gözleri bir anlığına dondu. Ama sonra yavaşça başını kaldırdı. Ferzan’ın gözlerinin içine baktı. Nefreti bile kontrol altında taşıyordu “Aydan’ın adını ağzına almadan önce dişlerini say. Sonra hangileriyle vedalaşacağına karar ver.”
Ferzan bir adım daha yaklaştı. İkisinin arasında artık yalnızca nefret vardı. Parmakları tespihi sıktı, damarları gerildi. “Biliyor musun Behram,” dedi, sesi kısık ve keskin. “Seni bir kurşunla öldürmek çok kolay olurdu. Temiz, hızlı. Ama senin cezan öyle olmayacak.”
Gözlerini Behram’ın gözlerine sapladı. “Seni, sevdiğin kadının her gün biraz daha sana nefretle baktığı o bakışlarla öldüreceğim. Öyle bir nefret ki, her sabah gözlerinin içine bakacak... ve sen içten içe çökeceksin. Parça parça.”
Behram burnundan derin bir nefes verdi. Yumruk yaptığı ellerini açtı, sonra tekrar sıktı. Gözleri kararmıştı artık.
“Senin karanlığın beni yutamaz, Ferzan. Çünkü ben o karanlığın içinden çıktım. Ama sen... o çukurda doğdun. Farkımız bu. Ben çıkmayı seçtim. Sen çürümeyi.”
Ferzan hafifçe başını yana eğdi, sırıttı. O sırıtışın ardında delilik değil, plan vardı. “Seni bitirmek için parmağımı bile kıpırdatmam. Aydan’ın gözlerine bak yeter. Orada göreceğin şey… ölümünden daha beter olacak.”
Behram bir adım daha attı. Omuzları dik, sesi ölüm gibi ağırdı “Eğer Aydan’ın kılına zarar gelirse… bana mezar bile kazmana fırsat kalmaz. Seni toprağa ben gömerim. Nefessiz. Sessiz. Ve çok yavaş.”
Bir anlık sessizlik oldu. İkisinin de gözleri birbirine kenetlendi. Soluklar tutuldu, zaman dondu. Gece artık sadece ikisiydi.
Behram’ın sözleri havada asılı kalmıştı; ağır, ölümcül bir tokmak gibi çarpıyordu Ferzan’ın göğsüne. Bir an için dünya sustu, gece onların arasındaki sessizliğin koynuna çekildi. Ferzan’ın gözleri, Behram’ın bakışlarıyla çarpıştı; sert, meydan okuyan ama altında ince bir titreme vardı.
Ferzan’ın Ağzını açtı, ama ses boğuk, kelimeler kırık dökük çıktı “Senin o… tehditlerin beni korkutmaz, Behram. Aydan’ın ne önemi var ki? Bunu anlaman gerek.”
Kelimeler sertti ama içinde bir o kadar da kırılganlık vardı; o anda sanki bütün yürek yangınlarını saklamaya çalışıyordu. Yüzündeki kaslar gerilmiş, çene çizgisi belirginleşmişti. Gözlerini kaçırmadı, meydan okudu.
Behram, hafifçe öne doğru bir adım attı , dudaklarının kenarında ince, soğuk bir gülümseme belirdi “Anlamıyorsun. Anlayamazsın. Çünkü sen, bu işin içinde değilsin. Ama unutma, ben bu ateşi söndürmek için buradayım.”
Sesi, gecenin içine saplanan bir hançer gibi yankılandı. Soğuk hava bir anda ağırlaştı, zaman sanki o an donmuştu da Behram’ın sesiyle yeniden çözülmeye başlamıştı. Her kelimesi, göğsünde taşıdığı fırtınanın dışa vurumuydu. Gözleri karanlığın içinde çelik gibi parlıyor, nefesi ölçülü ama barut kokusu gibi tehditkâr yayılıyordu etrafa.
Ellerini yavaşça cebinden çıkardı. Yumrukları sıkıydı. Parmak eklemleri, ay ışığında keskin hatlarla beliriyordu. Sonra ellerini tekrar cebine soktu ama bu basit hareketin bile içinde boğulan bir öfkeyi bastırma hali vardı. Behram, kendine hâkim oldukça daha da tehlikeli görünüyordu. Sakinliği, bir fırtınanın tam ortasındaki ölümcül sessizlik gibiydi.
Karşısındaki Ferzan, bir adım geri çekildi. Ama bu geri adım, korkudan değildi; daha çok dalga geçer gibi, hafifçe omzunu silkip yüzüne alaycı bir tebessüm yerleştirdi. Gözleri küçüldü, dudakları kıvrıldı, sesi zehirli bir ok gibi Behram’a saplandı:
“Hadi ama... Ona hâlâ kırgınsın, değil mi? Yani, hâlâ onu önemsiyor olamazsın Behram. Bu kadar güçlüyken bu kadar zayıf olamazsın.”
Behram başını eğdi. Yüzüne düşen bir gölgeyle birlikte bakışlarını Ferzan’a dikti. Gözleri soğuktu, bıçak gibi keskin, barut gibi puslu. Yüzüne neredeyse acı bir gülümseme yerleşti. Ama bu gülümsemede ne sevinç vardı, ne de umut. Sadece kinle yoğrulmuş, içinde kırgınlıkla pişmiş bir gerçeklik...
“Evet, kırgınım...” dedi, sesi çatlak ama tok. “Ve evet, hâlâ seviyorum. Kalbimde taşıdığım yara ne kadar derinse, o kadar sevmişim demektir. Ama...” Bir adım ileri attı, sesi artık fısıltı gibi ama tehditkârdı. “Senin gibi olanlar bunu anlayamaz Ferzan. Çünkü senin bildiğin tek şey yıkmak. Sevmek değil, kullanmak... Kendine benzetemediğini yok etmek...”
Ferzan’ın yüzündeki alay, bir anda buz gibi bir ifadeye dönüştü. Çenesini kaldırdı, gururla baktı Behram’a ama gözlerinde bir anlık bir kıvılcım söndü. Bir şey onu içten içe titretmişti ama bunu kabul etmemekte kararlıydı.
“Ben yıkılmam Behram. Senin gibi duygularına tutunanlar yıkılır.” dedi, sesi keskin ama içten içe çatırdayan bir buz gibi.
Behram gülümsedi. Acıyla, kinle, ama dimdik.
“Zaten farkımız bu. Sen düşman yaratıyorsun... Ben, düşmanlarımdan bile daha çok sevip, en çok onlardan acı çekiyorum.” Ve ardından aralarında ağır, keskin bir sessizlik çöktü. Sanki kelimeler bile artık bu yoğunluğa, bu kirlenmiş havaya daha fazla katlanamazdı. Sokağın sessizliği, iki yabancının değil; aynı kandan ama farklı yollardan beslenen iki düşmanın karşı karşıya gelişiydi.
Ferzan başını hafifçe eğip dudaklarının kenarına buz gibi bir tebessüm yerleştirdi. Gözleri Behram’ın gözlerine saplandı, adeta içine girmeye, kırılmamış son duvarı da yıkmaya kararlıydı.
“Vay be... kardeşim.” dedi alaycı bir tonla, “Demek o kadar çok sevdin, öyle mi?”
“Kardeşim” kelimesini öyle bir vurgulayarak söylemişti ki, sanki o kelime bir kurşun gibi Behram’ın göğsüne saplandı. Behram’ın çenesi gerildi, göz kapakları titredi, yumrukları fark etmeden sıkıldı. Gözleri bir anda karardı. Dişlerinin arasından, tıslayarak konuştu:
“Bana bir daha o kelimeyle seslenme. Biz aynı kandan olabiliriz Ferzan ama aynı tarafta olmadık hiç.”
Ferzan kahkaha atmadı ama gözleri öylece güldü; küçümseyici, iğneleyici… Behram’ın her kelimesini zevkle içine çekiyor gibiydi. Sonra bir adım daha attı ona doğru, iki adamın arasında artık neredeyse nefeslik bir mesafe kalmıştı.
“Aydan’ı o kadar sahiplendin, o kadar inandın ya...” dedi, sesi bu kez tehditkâr bir fısıltıya dönüşmüştü. “Eğer bana engel olursan, onun başına geleceklerden sadece sen sorumlu olacaksın, Behram. Sevdiklerini koruyamayan adamların yeri ya toprak altıdır ya da...”
Daha fazlasını söylemesine gerek kalmadı. Behram'ın vücudu, patlamaya hazır bir barut gibiydi zaten. Gözleri öfkeyle büyüdü, dişleri sımsıkı kenetlendi. Bir anda sağ yumruğu şimşek gibi Ferzan’ın yüzüne indi. Kemik sesi gecede yankılandı.
Ferzan sendeledi ama hemen toparlandı. Behram’a öfkeyle karşılık verdi. İkisi de sokağın ortasında, sessizliğin tanık olduğu o karanlıkta birbirine girişti. Yumruklar rastgele değil, yılların biriktirdiği öfke ve kinle, teknikle, şiddetle atılıyordu.
Behram’ın yumruğu Ferzan’ın kaşını yardı, kan yüzüne aktı ama Ferzan yılmadı. Gövdesini eğip Behram’ın karnına sert bir darbe indirdi. Behram geriye sendeledi, nefesi kesildi ama ayakta kaldı. İkisi de ellerini indirmeden, acıya aldırmadan birbirlerine saldırmaya devam ettiler.
Asfaltın üstü kavgayla titriyordu. Behram’ın dudağı patlamıştı, kan damağını yakıyordu. Ferzan’ın yüzü şişmişti, gözü morarmaya başlamıştı ama gözlerinde bir tek şey vardı: üstünlük ve intikam.
Behram bir hamle daha yaptı, Ferzan’ın omzundan tutup yere indirmeye çalıştı ama tam o anda Ferzan dizini Behram’ın göğsüne geçirdi. Behram’ın nefesi kesildi, dengesini kaybedip sırt üstü yere düştü.
Gök yüzüne doğru bakarken ciğerlerine dolan kan tadıyla inledi. Ama o daha yerden doğrulmaya çalışmadan, Ferzan cebinden siyah tabancasını çıkarıp, soğukkanlı bir şekilde Behram’ın alnına doğrulttu.
Nefes nefese kalmıştı ama sesi hâlâ kontrol sahibiydi. Yüzünde, gecenin gölgesi gibi sinsi bir gülümseme vardı.
“Bu konular için zamanımız var, kardeşim.” dedi, o lanetli kelimeyi yine vurgulayarak. Behram’ın gözleri öfkeyle parladı ama yerinden kıpırdayamadı “Ama şimdi... Bana haberin olan o flash belleği ver. "
Behram, yere serilmiş haldeydi. Göğsü inip kalkarken boğazına dolan kanın metalik tadı ağzını kurutuyordu. Tüm vücudu zonkluyor, ciğerleri her nefeste acıyla kasılıyordu. Yine de, gözlerinin içindeki parıltı sönmemişti. Dudak kenarından süzülen kana aldırmadan hafifçe başını kaldırdı, karşısında dimdik duran Ferzan’a baktı. Bir kahkaha koptu dudaklarından — yorgun, çatlak ama kararlı bir kahkahaydı.
“Götün tutuştu demek, Ferzan.” dedi, sesi hâlâ alaycı, hâlâ meydan okur gibi. “Ne oldu, korktun mu o bellekte ne çıkacak diye?”
Ferzan’ın yüzü gerildi. Gözlerindeki soğukluk, anlık bir titremeyle yerini öfkeye bıraktı. Kaşları çatıldı, dudakları birbirine bastı. Ama tetiğe basmadı. Çünkü Behram’ın bu kahkahası, o kelimeleri... Ferzan’a geçmişi hatırlatmıştı. Kontrol edemediği, küçümsendiği o eski anları… Behram’ın her zaman bir şekilde ayakta kalışını. Her düştüğünde bile gözlerinde parlayan o inadı...
Ferzan’ın içi kıpırdadı.
O bir taktikçiydi, hep aklıyla oynardı. Ama Behram ona her seferinde duygularıyla meydan okuyordu. Onun gücüne değil, cesaretine düşmandı. Çünkü Behram yıkılmıyordu. Diz çökse bile, ruhu dimdik duruyordu. Bu onu çılgına çeviriyordu.
Silahı Behram’a doğrultmaya devam etti, ama gözleri karanlıkta Behram’ın inadına takılmıştı. O bakışlar… Bir türlü alt edemediği o bakışlar...
“Hâlâ konuşabiliyorsan, demek yeterince dayak yememişsin.” dedi dişlerinin arasından, sesi nefretle karışık bir öfkeyle doluydu.
Behram yere sağ elini koyarak doğrulmaya çalıştı. Vücudu her hareketinde isyan ediyordu, dizleri titriyordu ama yılmıyordu. Direndi. Dişlerini sıkarak ayağa kalktı. Önce bir dizi üzerinde durdu, sonra diğer bacağını toparladı. Omzundan akan kan ceketini ıslatmıştı ama umrunda bile değildi.
Ayağa kalktı. Sallandı biraz ama gözlerini Ferzan’dan hiç ayırmadı. Adeta bir dağ gibi dimdik durmaya çalıştı. Gözlerinin içi parladı; orada korku yoktu, orada sadece öfke, inat ve meydan okuma vardı.
“Senin tehditlerinle diz çökecek adam değilim. O flash bellek mi?” dedi ve yere tükürdü. “Onun için gelip beni öldürmen gerekecek. Ama mermi sıkmadan önce iyi düşün, Ferzan... Çünkü bir gün ben de o tetiği sana çevireceğim"
Ferzan’ın boğazı düğümlendi. Silahı biraz daha kaldırdı ama parmağı tetiğe gitmiyordu. İçinden bir ses bağırıyordu: “Şimdi bitir! Şimdi durdur onu!” Ama o sesin karşısında Behram’ın gözleri vardı… Yere düştüğü hâlde yenilmeyen, ayağa kalktığında daha da güçlenen o gözler.
Bu göz göze geliş, iki savaşçının değil, iki geçmişin çarpışmasıydı. Behram’ın inadı, Ferzan’ın saplantısına meydan okuyordu.
Behram, zar zor da olsa dik duruyordu. Vücudu yorgundu, canı yanıyordu ama ruhu hâlâ dimdikti. Bir süre Ferzan’a baktı. Gözlerinde ne korku ne de tereddüt vardı. Sadece kırık bir gurur ve keskin bir kararlılık.
Derin bir nefes aldı. Burnundan çektiği nefes göğsünü yakarak geçti. Dudakları aralandı, sesi tok ama yorgundu “Sen beni yaralayabilirsin Ferzan... Ama hiçbir zaman sahip olamayacaksın. Ne geçmişime, ne belleğime, ne de içimde koruduğum o kadına.”
Bakışları bir an karanlık gökyüzüne kaydı, sonra tekrar Ferzan’a döndü.
“Kardeşlik, sadece kanla değil; vicdanla taşınır. Sen bende hiçbirini kalmadığı gün öldün.”
Ardından tek kelime etmeden arkasını döndü. Her adımı yavaş ama netti. Yerdeki kan izlerini arkasında bırakıyordu ama asıl kanayan, yıllar önce parçalanmış kardeşlikti. Sokakta yankılanan sadece ayak sesleri değil; iki geçmişin, iki yolun ayrılış çığlığıydı.
Ferzan donakaldı. Gözleri Behram’ın sırtında kilitlendi. Yumruklarını sıktı, gözleri öfkeyle kıpkırmızı kesildi.
“BEHRAM!” diye bağırdı, sesi sokakta yankılandı.
“Bu daha bitmedi! Savaşın başladığını fark etmediysen, uyanmanı bekleyecek değilim!”
Ama Behram durmadı. Ne arkasına döndü, ne de cevap verdi. O an, sadece karanlığın içinde ağır ağır yürüyen bir adamdı. Gölgesi duvarlarda kıpır kıpır dalgalanırken, sokak lambalarının solgun ışığı bedenini yutuyordu.
Ferzan ise Öfke kalbini yumrukluyordu. Elindeki silahı aşağı indirdi ama içindeki ses bağırmaya devam ediyordu. Behram’a duyduğu kin, artık sadece kişisel değildi. Bu, onun kontrol edemediği tek düşmana duyduğu ikindi “Yine sıyrıldı...” diye geçirdi içinden. “Ama bu son olmayacak.” Parmakları titriyordu, yüzü kana bulanmıştı. Ama içindeki planlar netti. Behram o flash belleği korumaya çalıştıkça, Ferzan daha çok üzerine gidecekti. Çünkü içinde ne olduğunu biliyordu. Çünkü o bellekte saklanan şey, sadece bilgi değil; Behram’ın zayıf noktasıydı.
Behram, karanlık sokakta gözden kaybolduğunda, bir duvarın dibine yaslandı. Elini pantolonun içine attı, telefonunu çıkardı. Cihazın ekranı titrek ışığıyla yüzünü aydınlattı. Parmakları hafif titreyerek rehbere girdi. “Dijvan” ismini buldu ve aramaya bastı.
Bir-iki çalma sesi sonra, karşıdan boğuk ama net bir ses geldi.
“Alo, Behram?”
Behram gözlerini kısıp başını geriye yasladı. Gecenin serinliği yüzüne vuruyordu ama sesi netti “Yarın sabah flash belleği al ve bana getir. Nerede olduğunu biliyorsun. Tek bir kelime etme kimseye. Sadece getir.” Dijvan bir an sustu. “Tamam... Ama neredesin sen?” diye sordu
Behram bakışlarını karanlık sokaktan uzaklara çevirdi “nerede olduğumu boş ver dijvan sen dediğimi yap Yarın sabah bana flash belleği getir . Sakın geç kalma, Dijvan. Bu iş artık oyun değil.”
Telefonu kapattı. Ekran karardı. Elindeki telefonu cebine koyarken, derin bir nefes aldı. Sol yanağındaki kurumuş kan, parmaklarının arasına bulaşmıştı Ama o umursamadı.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Sabahın ilk ışıkları konağın geniş terasını usulca aydınlatırken, sıcak hava henüz günün öğlesindeki gibi yakıcı olmasa da ağırdı. Gökyüzü pürüzsüz bir maviyle örtülmüş, uzakta bir yerde bir serçenin cılız ötüşü duyuluyordu.
Ben, terasın köşesindeki eski ahşap koltuğa kıvrılmış, dizlerimi kendime çekmiş oturuyordum. Üzerimde ince bir sabahlık, ayaklarım çıplaktı. Taş zeminin sıcaklığı, tenimdeki terle karışan sabah mahmurluğuna tuz serper gibiydi. Geceden kalma yorgunluk göz kapaklarımda ağırlık yapıyordu ama yine de kapanmıyorlardı. Uyku, bana bu gece de uğramamıştı.
Yanımdaki küçük masada, yarısından fazlası soğumuş bir kahve vardı. Kupayı elime aldım ama içmedim. Dudaklarımı sadece kenarına değdirip bıraktım; acı kahvenin buğusu bile boğazımda bir düğüm gibi kaldı.
İçimde susmak bilmeyen bir kıpırtı vardı. O an ne doğan gün, ne ılık hava, ne de kuş sesleri teselli oluyordu ruhuma. Düşüncelerim sarmal gibi çevremde dönüp duruyor, her biri beni gecenin içine yeniden çekmeye çalışıyordu.
Terastan aşağıya, konağın bahçesine baktım. Fesleğenler sulanmış, toprak kokusu havaya karışmıştı. Ama ne güzel koku ne de yeşilin tonları içimdeki karanlığı aydınlatabiliyordu.
Gözüm uzaklara daldı. Belki de en çok, içimde bitmemiş cümleleri susturmak istiyordum. Belki de sadece biri "geçti" desin diye bekliyordum. Ama kimse gelmiyordu. Sadece rüzgarsız bir sabah ve yalnız bir kadın vardı terasta.
Ben vardım. Aydan.
Ve bana yük olan her şey hâlâ omuzlarımdaydı.
Elimi alnıma götürüp gözlerimi yumdum. Terasın sessizliği, içimdeki gürültüyü bastıramıyordu. Kafamın içinde Behram’ın sesi yankılanıyordu; sakin ama gözleri hep öfke doluydu. Her defasında söylemediğim kelimeler, yutkunup yutkunup içime attığım hisler şimdi birer hançer gibi geri dönüyordu.
Ah Behram…
Adını içimden geçirdim ama dudaklarıma dökülmesine izin vermedim. Çünkü her harfini söylesem, geri dönülmez bir özlemin kapısını aralayacağımı biliyordum. Onu ne kadar çok kırdığımı düşündüğümde boğazıma bir şey düğümleniyordu.
Gözlerimin önüne o son tartışmamız geldi; gözlerindeki hayal kırıklığını, sesi titrerken bile kendini tutuşunu… Ve benim ne kadar suskun, ne kadar taş gibi durduğumu hatırladım.
Kalbimde hafif bir sızı hissettim.
Bir yerlerde hâlâ beni anlamasını, beni affetmesini isteyen çocukça bir yanım vardı. Ama…
Ama sonra öfkem devreye girdi. Behram abimi öldürmüştü hemde gözlerimin önünde sonrası ise tamamen bizim için yolun sonu olmuştu, onu o kadar çok yaralamıştım ki. Bir değil tam tamına iki kez en çok yara ala bileceği yerlerden vurmuştum onu. Benim canım yandı ise onunda canı yansın istedim.
Ama sonra… sonra öfkem devreye girdi.
Behram abimi öldürmüştü.
Hem de gözlerimin önünde.
Gözümün önünden gitmeyen o sahne… ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama hâlâ geceleri uykumdan fırlarken o anı tekrar yaşıyorum. Behram’ın gözlerindeki o sarsılmaz kararlılık… benim çığlığım… abimin boşluğa düşen bedeni… Zaman donmuştu o anda. İçimde bir şey paramparça olmuştu. Geri dönüşü olmayan bir çizgi çizilmişti bizim aramıza.
Ve sonrası…
Sonrası bizim için yolun sonuydu.
Her şey orada, o kurşunun patladığı an bitti.
Ama ben de boş durmadım. Onu o kadar çok yaraladım ki…Bir değil, tam tamına iki kez.
Üstelik en çok canını yakacak yerden.
Sözlerimle, suskunluğumla, sırtımı dönerek.
Onun bana açtığı yarayı kendi ellerimle iki katına çıkardım.
Çünkü benim canım yandıysa, onun da canı yansın istedim Çünkü öylece çekip giden, beni bu kadar karanlıkta bırakan biri, acı çekmeden yürüyüp gidemezdi. Ben sevdiklerimi toprağa gömerken, o sadece susup bakamazdı.
Ama işte şimdi, bu terasta tek başıma otururken…
Onun acısını düşündüğümde yüreğim sızlıyor.
Çünkü ne kadar inkâr etsem de biliyorum,
Ben de birini öldürdüm Ama Behram'ın canını değil... Onun bana olan güvenini öldürdüm.
İçindeki "biz"e olan inancı.
Ve kendimi.
Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. Güneş yükselmişti, sıcak tenime daha da sert vuruyordu. Ama içimde bir titreme vardı, adını koyamadığım.
“Bitti,” dedim fısıltıyla.
Ona, kendime, geçmişe...
Ama içimden bir ses “bitmedi” diye fısıldamaya devam ediyordu.
İnsan birini affetmeden gerçekten kurtulabilir miydi?
Ya da kendi yaptıklarının ağırlığını sırtından atamadan?
Terasın taşları, güneşle birlikte ısınmaya başlamıştı. Altımda uzanan koltuğun kumaşı tenime yapışıyor, sabah sıcaklığı artık bir yaz gününün habercisi değil, içimdeki daralmanın bir yansıması gibi üzerime çöküyordu. Havanın bile nefes almaya mecali kalmamıştı sanki.
Bir yudum bile içemediğim kahve, masanın üzerinde öylece duruyordu. Telvesi dibine çökmüş, fincanın kenarına kurumuş izler sinmişti. O kahveyi kime içirecektim zaten? Kendime mi? Yoksa artık adını bile içimden söylemekten korktuğum adama mı?
Bir anlığına gözlerimi yumdum. İçimde taşıdığım kırıkların, geçmişin, söylenmemiş cümlelerin ağırlığına sığınmaya çalıştım. Sıcak bir sessizlik kapladı etrafı o denli yoğundu ki, kuşlar bile ötmemeye yemin etmişti sanki.
Derken…
Uzakta bir kapı sesi yankılandı.
Tok… net… sarsıcı.
Birkaç saniyelik bir boşluk… sonra yine bir tok sesi daha Konağın ağır kapısı açıldı, içeriden boğuk ayak sesleri geldi Ama hiçbirini net duyamadım. Duydum, ama anlamadım.
O an, kendi iç sesim dışarıdaki her sesi bastırıyordu.
Gözlerim hâlâ bahçenin kuru topraklarında, içimde tarifsiz bir huzursuzluk.
Bir şey yaklaşıyordu. Ne olduğunu bilmeden gelen, ama içime çoktan yerleşmiş bir felaket gibi.
Zamanla ağırlaşan ayak seslerini fark ettiğimde başımı çevirmeye bile gerek duymadım.
Sessizce yanıma yaklaşan bir gölge vardı artık.
Ben hâlâ gözlerimi kırpmadan boşluğa bakarken, o gölge, kolumun hemen yanına ince bir zarf bıraktı.
Sıcak havada serin bir bıçak gibi…
“Bu size geldi hanımefendi.”
Ses yavaş, ölçülü, dikkatliydi.
Şermin. Ne yüzünü gördüm o an, ne bakışını.
Sadece sesini duydum, sonra gidişini.
Ayak sesleri yine uzaklaştı, kapı yavaşça kapandı.
Zarf elimdeydi şimdi.
Krem rengi, sade. Üzerinde ne isim vardı ne not.
Ama içim… İçim bağırıyordu.
Yavaşça açtım. Kıvrılmış kenarları düzelttim, sayfayı çıkardım. Kağıt hafifti ama ellerim titredi onu taşırken Sanki yılların yükü o tek sayfaya yüklenmişti. Gözlerim satırlara takıldı. Harfler bulanıklaştı, Cümleler donuk, resmi, acımasızdı.
“Taraflar arasında evlilik birliğinin temelden sarsıldığı gerekçesiyle…”
Geri kalanı silindi zihnimde.
Sadece en alta inen bakışlarımda netleşen bir isim vardı: Behram.
Sert, tanıdık, alışık olduğum o el yazısı.
Altında da o keskin, kararlı imza.
Behram’ın imzası.
O artık gerçekten gitmişti.
Bu kez hiçbir kelimeyi yarım bırakmadan, hiçbir yolu açık bırakmadan Ve ben...
Ben sadece bir kâğıda değil, içimdeki son inancı da bakıyordum o an Ve onun da altına bir çizgi çekilmişti.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |