22. Bölüm

22. BÖLÜM

Miss_volere23
sessizkiz22

Yazdığım en uzun bölüm oldu :) ama bende bittim mental olarak aşırı zorlandım sandığımdan da zor bir bölüm oldu her ney inşallah bunun karşılığını alırım, vote yada yorumla. Keyifli okumalar dilerim herkese :)

İNSTAGRAM : @MİSS _ VOLERE23

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

Kırgınlık insanın kalbine bir kere girdi mi, ne kadar seversen sev, artık aynı gözle bakamazsın kimseye. Karşındaki ister en güvendiğin olsun, ister canın kadar sevdiklerin… Bir kez incindiğinde kalbin, geri dönüş olmaz çoğu zaman. Sessizce bir duvar örülür içine. Ne sen fark edersin o duvarı ne de başkası. Ama oradadır işte, durur.

 

Bir bakış değişir, bir kelime eksik söylenir, bir davranış geç gelir... Ve birikir hepsi. Koca bir yara gibi büyür içinde. O kırgınlık ne bağırır, ne çağırır… Sadece susar. Ve insan en çok, sustuğunda uzaklaşır aslında.

 

Bazı insanlar gitmez, ama eskisi gibi kalmaz da. Kalırmış gibi yapar, gülermiş gibi yapar, konuşur ama ruhu hep birkaç adım geridedir. Kırılan kalp her zaman aynı sesi çıkarmaz. Bazısı gözyaşı olur akar, bazısı sessizlik olur susar.

 

Elimdeki boşanma kağıtlarına uzun uzun baktım. En altta Behram’ın imzası vardı. Sert, kararlı, aceleye getirilmiş gibi… Sanki bir hayatı değil, sıradan bir evrakı onaylamış gibiydi. Gözlerim, kağıdın birkaç satırında takılı kaldı: “Karşı tarafa mahkemenin belirlediği kadar nafaka ödenecektir.”

 

Hepsi bu kadar mıydı yani? anılar, acılar… Birkaç cümleye, birkaç kuru satıra mı sığmıştı?

 

Oysa bir zamanlar elimi tutarken gözlerimin içine bakarak “sana ömür borçluyum” diyen adam, şimdi sadece “belirlenen miktar” kadar sorumluydu artık. Ne bir kelime fazlası, ne bir his, ne bir pişmanlık izi...

 

Parmaklarım titreyerek kağıdı katladım. İçimden geçenleri söyleyebileceğim kimse yoktu. Kalbim sussa da gözlerim çoktan konuşmaya başlamıştı. Bazı ayrılıklar sesli olmazdı zaten, bazı vedalar imzayla değil, gözyaşıyla mühürlenirdi Ve ben, işte o mühürlü sessizliğin ortasında tek başıma oturuyordum. Bir evliliğin değil, bir hayalin cenazesine tanıklık ediyordum.

 

 

Geç bile kalmıştı zaten Behram. Ona söylediğim her kelime, içini delik deşik etmişti. Ama ben sustukça büyüyen kırgınlıklarımı başka türlü anlatamazdım. Hayatında bir zamanlar nefes bildiği kadın, ona cellat olmuştu. Ve ben, onu en zayıf yerlerinden vurdum.

 

Sevilmemiş çocukluğundan tuttum, ailesinin sevgisizliğini suratına çarptım. "Madem bu kadar seviyorsun, neden böyle hissettiriyorsun?" demedim bile. Direkt “sevmeseydin” dedim. Öyle bir nankörlükle, öyle bir umursamazlıkla... Çünkü içimde ona ait olan ne varsa artık kırılmıştı.

 

O, bana inanarak uzattığı kalbini. Ben ise, kendi ellerimle o kalbi parçalayacak bıçağı aldım Sonra da usulca yüzüne bile bakmadan sapladım. Düşününce, belki de en acı olan bu oldu; hiç tereddüt etmedim.

 

Ama yine de insan sevdiğini yaraladığında, kendi içinde de bir yerleri kanıyordu. Sessiz, gizli, kimseye göstermeden. Belki Behram’a acıdım mı bilmem ama kendime hiç merhametim kalmamıştı o andan sonra. Çünkü bazı kararlar bitiş değil, içten içe çürümektir. Ben o gün çürümeye başlamıştım Ve hâlâ içimde bir yer, "ya başka türlü olsaydı?" sorusuna cevap arıyordu.

 

“Aydan, iyi misin? Kaç saattir öylece elindeki kağıda bakıyorsun,” dedi ablam, endişeli bakışlarını üzerimde gezdirerek.

 

Başımı yavaşça ona çevirdim. Gözlerim yorgundu, sanki geceden kalma bir uykusuzluk değil de, yılların yorgunluğu çökmüştü kirpiklerime. Derin bir nefes aldım, içimden geçeni söylemeye dilim varmıyordu. Yutkundum.

 

“İyiyim, abla,” dedim kısık bir sesle, neredeyse mırıldanarak. Ama sesimdeki kırılmayı ikimiz de fark ettik.

 

Ablam bir şey demedi. Sessizce yanıma oturdu, elini omzuma koydu. O an, yıllardır ilk kez biri gerçekten yanımda gibi hissettirdi. Ama dokunuşu bile ağır geldi. Çünkü bazı acılar paylaşılmazdı; sadece taşınırdı, tek başına, sessizce.

 

Elimdeki kağıt hâlâ sıcaktı sanki, Behram’ın imzası kadar canlı, soğuk ve uzak. O belgeye değil de, içinde yaşanıp biten yıllara bakıyordum aslında. Gözüm satırlarda değil, anılardaydı.

 

Ablamın sessizliği, odadaki duvarlar kadar sabırlıydı. Camdan içeri süzülen gün ışığı, yüzümün yarısını aydınlatırken diğer yarısı hâlâ gölgede kalıyordu. Tıpkı içim gibi… Bir yanım aydınlanmak isterken, diğer yanım karanlığa razıydı.

 

Bir boşanma kağıdıydı elimdeki… Ama asıl ayrılık, çoktan yaşanmıştı. Bugün sadece resmileşti.

 

 

🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷

 

“Dijvan, ben bir… korkmadım değil şimdi ya,” diye mırıldandı Nur. Sesi hem alçak, hem tedirgindi. Gözleri kapıya kaydı. Aralıktan görülen kalabalıkta aşiretin ağır abileri, yaşlı kadınları, suskun ama gözleri konuşan gençleri vardı. Azamet Aşireti’nin neredeyse yarısı oradaydı. Ve hepsi artık Nur’la Dijvan’ın evliliğini biliyordu.

 

Dijvan, Nur’un sesindeki titremeyi duyunca başını ona çevirdi. Gözlerini usulca süzdü genç kadının yüzünde. Alnının tam ortasında belli belirsiz bir kırışıklık vardı, kaşları biraz çatılmış, dudakları endişeyle kenetlenmişti. Gözbebekleri ise hem korkmuş, hem ona sığınmıştı.

 

Dijvan derin bir nefes aldı. Göğsü usulca kalkıp indi. İçinde yıllardır öğrendiği sabırla, usul usul konuştu. Ama gözleri konuşmasından önce davrandı. Karşısında korkan bir kadın değil, onunla birlikte korkmayı göze alan bir yoldaş vardı artık.

 

"Ben buradayım, Nur," dedi bakışları. "Kimseye eyvallahım yok."

 

Olduğu yerde biraz doğruldu. Omuzlarına yerleşmiş sorumluluğun ağırlığına rağmen, dik durdu. Çünkü onun adı Dijvan’dı. Çünkü sevmek bir adamın omzunu düşürmez, aksine dikleştirirdi.

 

Kalabalığın uğultusu salondan sokağa doğru akarken, Nur’a dönüp hafifçe gülümsedi. Ardından gözlerini kapıya çevirdi. Orada duran herkes onun kanıydı, geçmişiydi, kimliğiydi… ama hiçbirinin sesi Nur’un kalbindeki o tedirgin fısıltıdan daha baskın değildi artık.

 

Dijvan bir adım öne doğru attı, sonra Nur’un elini tuttu. Eli sıcaktı, kararlıydı, “korkma” demeden bile güven veren cinstendi. O an anladı Nur, bazen bir adamın suskunluğu, bütün aşiretin gürültüsünden daha gürdü.

 

Nur, bir an tereddüt edecekmiş gibi oldu ama etmedi. Kalbinin hızlı atışlarına rağmen elini usulca uzattı ve Dijvan’ın elini tuttu. O an, bütün korkuları bir kenara çekildi. Parmaklarının arasına dolan o sıcaklık, ona sadece bir elin değil, bir güvenin uzandığını hissettirdi. Sığınacak bir liman gibi… güçlü, sağlam, dimdik.

 

Dijvan’ın avuç içi, her zaman olduğu gibi sıcaktı. Nur’un elini sımsıkı kavradı, ama incitmeden. Sessizce “yanındayım” diyordu, “ne olursa olsun.”

 

Birlikte düğün salonunun kapısından adım attılar. Salonun içindeki uğultu, onların girişiydi sanki kesildi. Müzik devam ediyordu ama herkesin bakışı kapıya çevrilmişti. Gözler Nur’un bordo rengi elbisesine, saçlarının arasına ilişmiş birkaç inciye, ama en çok da onun yüzüne odaklandı. Utanarak ama dimdik yürüyordu. Gözleri bir an yere inse de, sonra cesaretle başını kaldırdı. Yanındaki adamın adımları kadar kararlı olmaya çalıştı.

 

Dijvan’ın duruşu ise her zamanki gibiydi: sert ama asil. Bakışları bir duvar gibi salonu taradı. Bazı adamlar, yaşça büyük olanlar başlarıyla ona selam verdi. Kimisi saygıyla, kimisi mecburen. Ama hepsi tanıyordu onu. O, Azamet’in sessiz ama etkili oğluydu. Gölge gibi geçerdi ortadan ama adı yankı bırakırdı.

 

Nur’un yüreği hâlâ titriyordu, ama Dijvan’ın adımlarıyla uyum içinde yürüdükçe içi ısınıyordu. Her bakışta bir yargı, her fısıltıda bir yorum sezse de, elini bırakmadı. Çünkü o an, elini bırakmak geçmişe dönmekti. Elini sıkıca tutmaksa geleceğe meydan okumaktı.

 

Dijvan içinse bu yürüyüş, bir haykırıştı. “Bu benim eşim,” diyordu her adımında. “Kim ne derse desin, ben seçtim, ben razıyım, ben sahibiyim.” Salonun ortasına geldiklerinde, herkesin bakışları hâlâ üzerlerindeydi. Ama artık ne Nur korkuyordu ne de Dijvan gergindi. Onlar, herkesin ortasında sadece birbirine bakıyordu. Çünkü kalabalığın içinden birlikte yürüyen iki insanın sırtı yere gelmezdi.

 

“Hoş gelmişsin, Dijvan Ağam,” dedi, yanlarına doğru hızlı adımlarla yaklaşan adam. Sesi yüksek ama saygılıydı, yüzünde yılların yorgunluğu kadar, görgüsünden gelen bir sıcaklık da vardı.

 

Adamın yaşı tahminen kırk civarındaydı. Yüzü sertti ama gözleri güler gibi bakıyordu. Saçlarının yanları kırlaşmış, alnının tam ortasında derin bir çizgi oluşmuştu—çokça düşünmüş, biraz da susmuş bir adamın izleriydi bunlar. Üzerindeki koyu gri ceket, eski ama temizdi. Ayakkabıları parlatılmış, belli ki bu düğün için özenle hazırlanmıştı.

 

Dijvan, adamın sesine başını çevirdi. Yüzünde ne fazla bir tebessüm vardı ne de soğukluk. Ama gözlerinde tanımışlık parladı. Elini uzattı, sıkıca tokalaştılar.

 

“Eyvallah, Hakkı Abi,” dedi. Sesi tok, kelimeleri sade ama taşıdığı ağırlık anlamlıydı.

 

Nur, yanlarında duruyor, ikisinin konuşmasına sessizce eşlik ediyordu. Hakkı’nın bakışı bir an ona kaydı. Bordo elbisesini, dik duruşunu, ama en çok da Dijvan’ın elini bırakmayışını gördü.

 

“Vallahi bravo,” dedi içinden Hakkı, ama bunu dillendirmedi. Sadece başını hafifçe eğerek Nur’u selamladı. Saygı dolu, ama dikkatli bir bakış attı. Ardından, yine o kendine has sıcaklığıyla konuşmaya devam etti:

 

“Salonda sizi soran çok, ağam. Hele hanımı görenlerin dili tutuldu.”

 

Sözün sonunda hafifçe gülümsedi. Ama o gülümseme bitmeden, Dijvan’ın yüzü değişti. Kaşları hafifçe çatıldı, bakışları ciddileşti. Başını hafifçe eğip, Hakkı’ya döndü. Ses tonu yumuşak gibi görünse de altındaki sertlik hissediliyordu.

 

“Dilleri tutuldu derken, Hakkı Abi?”

 

O an ortamın havası bir anlığına gerildi. Sözleri öylece bırakmıyordu Dijvan, her kelimenin altını yoklayan, ardındaki niyeti tartan bir bakışla sormuştu. Nur’un elini hâlâ bırakmamıştı ama parmakları biraz daha sıkı sarılmıştı sanki.

 

Hakkı bir an duraksadı. Gözlerini kaçırmadı ama sesini daha alttan aldı.

“Yok ağam, yanlış anlama… Herkes şaşkınlıktan. Hem cesaretinize, hem de hanımın güzelliğine. Yani... gözleri kamaştı milletin. Dilden ziyade, hayranlıktan.”

 

Dijvan'ın yüzündeki gerilim biraz gevşedi ama kıskançlığı gizlenemeyecek kadar barizdi. Göz ucuyla Nur’a baktı. Bordo elbisesi içinde sade ama çarpıcı görünüyordu. Saçlarının bir tutamı yana düşmüş, gözlerinin kenarındaki tedirginlik yerini duru bir kararlılığa bırakmıştı.

 

Dijvan, gözlerini tekrar Hakkı’ya çevirdi.

“Gözleri kamaşanlar gözünü indirmeyi bilsin Hakkı Abi,” dedi sakin ama net bir ifadeyle.

 

Bu söz ne bağırıştı ne de tehdit… Ama ağırlığı vardı. Hakkı, başını saygıyla eğdi, konunun daha fazla uzamaması gerektiğini anlamıştı.

“Bilirler ağam,” dedi kısa bir gülümsemeyle. “Senin olduğun yerde kim haddini aşabilir ki?”

 

Adam, sözün bittiğini anladı. Hafifçe geri çekildi, ama gözleri hâlâ ikisindeydi “Olur ağam,” dedi saygıyla. “Şimdilik sizi baş başa bırakayım.”

 

Ve usulca kalabalığın arasına karıştı. Arkasından sadece birkaç bakış değil, hafif bir fısıltı dalgası da yayıldı. Ama Nur ile Dijvan, tüm bakışlara ve mırıltılara rağmen, aynı yerde dimdik durdu.

 

Nur, usulca başını çevirip Dijvan’a baktı.

“Sen kıskandın mı beni?” diye sordu fısıltıyla.

 

Dijvan, bakışlarını Nur’dan kaçırmadı. Hafifçe başını yana eğdi, dudaklarının kenarında beliren o belli belirsiz gülümseme, gözlerindeki ciddiyetle bütünleşince hem sıcak, hem ürkütücü bir ifade oluştu yüzünde.

 

“Görüp de kıskanmayacak adam varsa, gavattır,” dedi sesi tok ama sakin bir şekilde. Ardından başını hafifçe Nur’a doğru eğdi, gözleri onun gözlerine kenetlendi.

“Bak bakayım… benim anlımda gavat mı yazıyor?”

 

Nur’un gözleri bir an şaşkınlıkla açıldı. Sonra ne kadar ciddiymiş gibi göründüğünü fark edince dudaklarından istemsiz bir tebessüm yayıldı. Hem utandı, hem güldü, hem içten içe yüreği ısındı. Gözlerini yere indirmedi bu kez. Cesurca baktı Dijvan’a.

 

İstemsiz bir tebessüm yayıldı yüzüne. İçinden taşan bir sıcaklık gibi… Hem utandı, hem güldü, hem de yüreği biraz daha yaklaştı Dijvan’a Ama bu sefer başını eğmedi. O eski, içine kapanan Nur yoktu artık. Cesaretle, gözlerinin içine baktı adamın “Bilemedim bak şimdi ya…” dedi hafif bir mırıltıyla, ama gözlerinde oyunbaz bir parıltı vardı artık.

 

Elini yavaşça kaldırdı. Parmaklarının ucu titremedi, çünkü korkmuyordu artık. İşaret parmağını usulca uzattı ve Dijvan’ın alnının bir köşesine dokundu.

 

“Sanki… bir şeyler yazıyor gibi ama,” dedi, gözlerini kısmış, ciddi bir ifadeye bürünmüş gibiydi, “tam okuyamadım.” Dijvan’ın gözleri hafifçe kısıldı. Dudaklarının kenarı bir tebessümle gerildi, ama o tebessüm sertlikten değil, şaşkın bir hayranlıktandı. Nur’un bu hafif meydan okuyan, nazlı ama içten duruşuna bir anlık sessizlikle karşılık verdi.

 

O an, bütün salon yine onlara dönmüştü. Kalabalığın arasında konuşmalar azalmış, fısıltılar artmıştı. Kadınlar yan yana eğilmiş, erkekler başlarını çevirip süzüyordu ikisini. Herkes bakıyordu. Herkes konuşuyordu. Ama Nur da, Dijvan da tek bir kişiye bile dönüp bakmadı.

 

Sanki etrafta kimse yoktu. Sanki o salon, sadece onların sessiz bir meydanıydı.

 

Nur, bordo elbisesi içinde hem zarif hem gururluydu. Gözlerinde artık korku değil, yerleşmiş bir inanç vardı. Yanındaki adamın kararlılığına, sahiplenişine, kıskançlığına bile güvendiğini gösteriyordu.

 

Dijvan’ın ise umursamazlığı kibirli değil, nettendi. Hangi göz ne söylerse söylesin, o sadece Nur’a bakıyordu. Onu seçmişti, elini tutmuştu ve bu kalabalığın içinde yalnız ona aitti. İkisinin duruşu, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu. Ve herkes farkındaydı. Onlar konuşmasa da, yürümese de, gülmese de salona en çok onlar yakışıyordu.

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

Gelenler ve gidenler arttıkça, salonun içi iyice dolmaya başlamıştı. Kalabalık arttıkça uğultu da büyüyordu, ama Nur’un içindeki huzursuzluk, uğultudan daha derin bir yankı gibi yükseliyordu.

 

Her gelen, bakışlarını kaçırmadan Nur’a yöneltiyor. Kadınların gözlerinde ölçüp biçen bir soğukluk, erkeklerin duruşlarında ise gereksiz bir mesafe vardı. Kimisi doğrudan bakıyor, kimisi yanındakiyle fısıldaşıp başıyla onu işaret ediyordu.

 

Nur, başını dik tutmaya çalıştı ama gözleri zaman zaman yere kayıyor, omuzları hafifçe düşüyordu. Giydiği bordo elbise üzerindeyken bile kendini çıplak gibi hissediyordu o bakışların altında. Sanki sadece kıyafeti değil, geçmişi, kimliği, her şeyini sorguluyorlardı.

 

Tam nefesi daralacak gibi olduğunda, bir şey oldu…

 

Dijvan, hiçbir şey demeden elini usulca Nur’un beline attı. Sertçe değil, sahiplenerek. Parmakları belinin yanına oturduğu anda, Nur’un kalbinde bir şey yumuşadı Sonra, hiçbir şey söylemeden onu kendine doğru çekti. Bütün o bakışlara inat, herkesin ortasında, herkesin gözünün içine baka baka…

 

Nur, irkildi önce, sonra başını kaldırıp onun yüzüne baktı. Gözlerinde tek bir kelime bile yoktu ama Dokunan eli ve o net tavır, herkesin yargısına karşı kalkan gibiydi. Dijvan’ın yüzü ifadesiz gibiydi dışarıdan bakıldığında, ama bilen biri onun çenesindeki sıkılığı, gözlerindeki kararlılığı fark ederdi. O an, salondaki hiçbir söz, hiçbir fısıltı, hiçbir kaş çatışı umurunda değildi.

 

Sadece Nur’un belindeydi eli. Ve her dokunuşta şunu söylüyordu sessizce “Sen kimsin ki göz süzeceksin? Bu kadın benim yanımda. Ve bu böyle kalacak.” Nur, yutkundu. Nefesini daha derinden almaya başladı. Artık yalnız olmadığını hatırlamıştı Ve o an ilk kez, salonun her yanından üzerlerine çullanan o yargılayıcı bakışlar, yavaş yavaş geri çekilmeye başladı. Çünkü bazı sessizlikler, bağırmaktan daha çok yankı bırakırdı Ve Dijvan'ın suskun sahiplenişi, bütün sözleri susturacak kadar güçlüydü.

 

Nur, kalabalığın arasında biraz daha bunalınca hafifçe eğildi. Başını usulca Dijvan’a yaklaştırdı, sesi neredeyse bir fısıltıydı, ama içinde utangaç bir çekingenlik saklıydı.

 

“Dijvan… benim lavaboya gitmem lazım,” dedi, gözlerini kaçırarak.

 

Dijvan, o an bakışlarını kalabalıktan çekip Nur’a çevirdi. Kaşlarının arasındaki sert çizgi, bir anda yumuşadı. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi, gözleri sıcacık bir tona büründü.

 

“Tamam, güzelim,” dedi, yumuşak bir sesle. Ardından hiç düşünmeden sordu “Eşlik etmemi ister misin?” Nur hafifçe başını iki yana salladı, yanaklarına sıcak bir renk yürüdü “Gerek yok… hemen gelirim,” dedi. Gözlerinde nazik bir güven, dudaklarında ise belli belirsiz bir gülümseme vardı. Sonra usulca elini bıraktı ve kalabalığın arasından nazikçe sıyrılarak yürümeye başladı.

 

Nur, adımlarını dikkatle atıyordu. Salondaki kalabalık arasında ilerledikçe, sanki her bir bakışın, her bir fısıltının daha da farkına varıyor gibiydi. Ama bu kez farklıydı. Omzunda onu koruyan o tanıdık el eksikti belki, ama içinde taşıdığı huzur ve güven, onun eksikliğini unutturuyordu.

 

Sırtını dönmüştü ama yüreğini bırakmıştı ardında. Arkasında, gözleriyle onu izleyen bir adam vardı. Nur bunu hissediyordu. Onu en çok, en derinden hissediyordu.

 

Kadınların bakışları omzunda geziniyordu. Kimisi hayretle, kimisi yargıyla, kimisi ise sadece anlamaya çalışarak bakıyordu ona. Ama Nur’un gözlerinde korku yoktu. Gurur vardı, biraz çekingenlik, ama en çok da kendine duyduğu sadakat. Çünkü artık taşıdığı şey başkalarının sözleri değil, bir adamın gözlerindeki değerdi.

 

Dijvan, onu bir adım bile gözden kaçırmadan izliyordu. Nur’un bordo elbisesinin yürürken hafifçe salınışı, saçlarının ensesinde dökülen birkaç telin gelişigüzel ama zarif hali… her ayrıntı, Dijvan’ın zihnine tek tek kazınıyordu. Onun yürüyüşü; dimdik, kararlı ama bir o kadar da narindi.

 

Kalabalık vardı evet, ama o kalabalığın içinde Dijvan’ın gözleri yalnızca Nur’u görüyordu. Diğer herkes silinmiş gibiydi. Gözleriyle değil, kalbiyle izliyordu onu. Çünkü gerçek sevgi, bazen sadece arkadan sessizce bakabilmekti. Dokunmadan korumaya çalışmak, bir adım geride kalıp onun varlığını yürekle taşımaktı.

 

İçinden geçirdiği tek cümle, onun kalbindeki yerin ne kadar derin olduğunu anlatıyordu “Ne olur kimse ona kötü bakmasın. Ne olur kimse kalbini incitmesin. Çünkü ben… buna dayanacak biri değilim.”

 

Dijvan yerinden kalkmadı, sesini çıkarmadı ama bakışları Nur’un her adımının peşindeydi.

bazen sadece uzaktan izleyerek sahip çıkardı ona ama artık herşeyin farkındaydı. Dili söyleyemese bile kalbi artık emindi Nur' dan yana

 

Nur aynanın karşısında ellerini lavabonun kenarına dayamış, derin derin nefes aldı . Yüzündeki ifadeyi okumak kolay değildi; bir parça yorgunluk, biraz gerilim ama en çok da içinde taşıdığı değişimin izleri vardı. Su sıçrattı yüzüne, bordo elbisesinin yakasına damlayan birkaç damla umurunda olmadı. Aynada kendine baktı bir süre. Gözlerinin içindeki parıltı değişmişti. Daha önce hiç görmediği kadar netti artık… Bu gözlerde korku yoktu “Ben buyum,” dedi içinden, “ve o beni böylece kabul etti.”

 

O an kendine bile itiraf etmediği bir şey belirdi yüreğinde ;Artık yalnız olmadığını bilmek insana çok şey kazandırıyordu…

 

Derin nefes alıp yüzüne sıcacık gülümsemesini takındı ve lavabonun kenarına koyduğu çantasını da alıp lavabodan çıktı.

 

Dijvan ise , salondaki gürültüye rağmen sessizdi. Oturduğu yerde taş gibi duruyordu ama gözleri bir an bile kapıdan ayrılmıyordu. Nur’un yokluğu, onun çevresinde görünmez bir boşluk gibi asılı kalmıştı. İnsanlar konuşuyor, gülüyor, ellerine kadeh alıp neşeleniyordu ama onun için zaman durmuş gibiydi. Sanki bir şey eksikti; daha doğrusu biri. Ve o biri olmadan tüm bu kalabalık anlamsızdı.

 

İşte tam o sırada, salona başka bir kadın yaklaştı. Yüzünde belli belirsiz bir tebessüm, üzerinde göz alıcı bir elbise, adımlarında fazlasıyla fark edilmeye çalışan bir kadın vardı. Yüzü tanıdıktı. Geçmişten gelen ama gelecekte yeri olmayan biri gibi. Yanına kadar gelip " Dijvan" dedi. Ses tonu neredeyse fısıltıydı ama içinde bir davet gizliydi.

 

Dijvan yüzünü tam çevirmedi. Sadece göz ucuyla baktı. Bakışı sert değildi, ama soğuktu. Dudakları sıkıldı, nefesi ağırlaştı. Sanki ona değil, varlığına tepki veriyordu. O an bütün kalabalık silindi, sesi, parfümü, ayakkabısının tıkırtısı… Hiçbiri ulaşamadı ona Çünkü o anda içinde yalnızca bir kişi vardı: Nur.

 

Nur, lavabodan dönerken adımlarını biraz hızlandırmıştı. Kalabalığın arasında yönünü şaşırmadan, bildiği bir limana—Dijvan’a—doğru ilerliyordu. İçinde bir acele, bir de heyecan vardı. Onu bir an önce görmek istiyordu. Sesini duymaya, gözlerine bakmaya ihtiyacı vardı.

 

Ama aniden önü kesildi.

Bir kadın, topuklarının sert sesiyle yolunu kapattı.

 

Kadının bakışları ilk anda her şeyi özetliyordu: Yargı, küçümseme ve belki de kıskançlık. Gözlerini Nur’un ayakkabılarından başlatıp, yüzüne kadar yavaşça taşıdı. Başını hafifçe yana eğdi, dudakları yarım bir alayla kıvrıldı.

 

“Demek sensin,” dedi buz gibi bir tonda, “Dijvan’ın eşi.”

 

Nur bir an durdu. Nefesi yarıda kaldı. Ama hemen ardından kendini toparladı.Kadının sözleri, onun zihninde “eş” kelimesinde dondu. Her ne kadar bağları resmi olmasa da, o kelime kalbini titretti. Hem şaşırmıştı, hem de içinde bir şey kabarmıştı: Sahiplenilme, sevilme… ve korunma isteği.

 

Ama bu kadın karşısına, savaş ilan eder gibi dikilmişti. Nur’un kaşları hafifçe çatıldı. Gözlerinde korku yoktu. Sakin bir sesle sordu “Tanıyor muyuz birbirimizi?”

 

Kadın alayla güldü. “Tanımana gerek yok. Ama ben senin kim olduğunu duydum. Herkes konuşuyor zaten. Bu kadar kısa sürede nasıl…”

Cümlesi yarım kaldı, çünkü Nur’un bakışı keskinleşmişti.

 

Artık ezilmiyordu Çünkü bir kadın ancak kendi yüreğiyle güçlü olurdu Ve Nur, ilk kez bu kadar net hissediyordu o gücü.

 

Omuzlarını dikleştirdi. Sesi yumuşak ama kararlıydı “İnsanların ne konuştuğu beni ilgilendirmiyor. Ben yalnızca onun ne söylediğini duyarım.” Sonra başını hafifçe eğdi. “Ve yeterince duydum zaten.” Nur, kadının yanından geçmek üzereydi ki koluna aniden bir el yapıştı. Tutuşu sertti, parmakları sinirle kasılmıştı. Nur, irkildi. Gözlerini kadının öfke dolu yüzüne dikti.

 

"Gidemezsin hiçbir yere!" dedi kadın dişlerini sıkarak. "Bana hesap vermek zorundasın."

 

Nur donakaldı. Kalbinin ritmi bir anlığına sekteye uğradı ama hemen sonra kendini toparladı. Kolunu kurtarmaya çalıştı ama kadın bırakmadı. Konuşmaya devam ettikçe öfkesi büyüyordu.

 

“Ben yıllardır onun kalbine girmeye çalıştım!” dedi kadının sesi titreyerek ama hırsla. “Onu yıllardır tanıyorum, yıllardır! Ama sen... sen sadece üç ayda ne yaptın da kendine bağladın onu ha? Ne hilesi var bu bakışlarının, bu suskunluğunun? Söylesene!”

 

Kadının sözleri etraflarındaki birkaç kişinin ilgisini çekmişti ama Nur’un gözleri sadece karşısındaki kadına kilitlenmişti. Artık sadece kırılmamıştı, aynı zamanda öfkeliydi de. Bu kadın, içini bilmediği bir aşkı küçümsüyor, emeğini hiçe sayıyordu.

 

Nur kolunu tekrar çekti, bu sefer daha sert. Gözlerini kadının gözlerine kilitleyerek sakin ama buz gibi bir sesle konuştu “Sen yıllarca onun çevresindeymişsin. Ama ben doğrudan kalbine dokunmuşum ki bir hareketim ile beni seçmiş .” Kısa bir duraklamanın ardından, sesi bu kez daha da sakinleşti “Ve bu, ne zamanla ne çabayla açıklanabilir… sadece kalple olur. O yüzden hesap soracağın biri varsa, o da kendi aynandır.”

 

Kadın donup kaldı. Gözleri büyüdü ama dili tutuldu. Nur, onun yanından ağır ve kararlı adımlarla yürüyüp geçti. Omuzları dimdikti.

 

Dijvan’ı kalabalığın içinde gördü. Adımları hızlandırdı ve bir an önce güven bulduğu limana doğru hızla yürüdü, dijvan ise yanında ki kıza dönüp bile bakmadı. Konuşmadı bile, bakışları hızla ona gelen kadındaydı. Nur' un yüzünde ki

korku dolu ifadeyi görünce kızı umursamadı ve hızla kızın yanından ayrılıp nur'a doğru yürüdü.

 

İkisi bir birleri ile karşılaşmak için adımları seri ve hızlıydı. En son da ikisi de ortada buluştuğun da nur etraf da ki insanları umursamadan hızla kollarını dijvan' a doladı. Dijvan bir süre buna şaşırsada oda hızla kollarını nur, a doladı başının üzerine öpücük kondurdu " neyin var güzelim" dediğin de nur hiç bir şey söylemedi sadece güven bulduğu kollar arasında kalmak istedi.

 

Bütün bakışlar onun üzerindeydi, çoğu kız hasetle nur ile dijvana baksa da Nur sığındığı kolların arasında görünmez olmuştu dış dünya için. Dijvan, Nur’un başını nazikçe omzuna yasladı. Elini onun sırtında gezdirirken dudakları fısıltı kadar yumuşak bir sesle, “Tamam… buradayım,” dedi. Sözlerinin içine sakladığı anlam, sarılışından bile daha derindi. Çünkü o anda Nur’a, “Artık yalnız değilsin,” demek istiyordu. “Kimse sana dokunamaz.”

 

Kalabalığın uğultusu uzaktan gelen rüzgâr gibi silikleşti. Etraflarında dönen bakışlar, kıskanç fısıltılar, geçmişten gelen gölgeler artık hiçbir şey ifade etmiyordu. Nur için yalnızca bir şey vardı: O kollar.

 

Sığınılacak bir liman değil sadece…

Kendini bulduğu, nefes aldığı, yeniden hayata tutunduğu bir yerdi orası.

 

Dijvan, hâlâ çevresine dikkat kesilmişti. Herkesin ne düşündüğünü umursamasa da, Nur’a yönelen en ufak bir gölge bile sinirlerini gerecek kadar önemliydi onun için. Koruyordu. Sessizce, kararlı bir şekilde, sadece sarılarak bile onu herkese karşı sahipleniyordu.

 

Nur kımıldamadı. Gözlerini kapattı.

Dijvan’ın kalp atışlarını duyar gibiydi.

Ve ilk defa uzun bir süredir, kalbinin ritmiyle uyumlu bir sessizlikteydi içi.

 

İçinden yalnızca bir cümle geçiyordu:

 

"Ne olursa olsun, burası benim evim artık."

 

Bir süre daha öylece kaldılar. Zaman, kalabalığın ortasında onlar için duraklamış gibiydi. Ne bir ses, ne bir bakış, ne de bir nefes aralarına girebildi. Her şey susmuştu. Sadece birbirlerinin varlığında saklanıyorlardı.

 

Sonra Nur, başını hafifçe kaldırdı. Gözleri doluydu ama dökülmeyen o yaşlar, yaşadığı her şeyin sessiz çığlığıydı. Dudakları titredi, sesi zar zor duyulacak bir fısıltıydı:

 

“Gidelim, Dijvan… Lütfen gidelim.”

 

Dijvan, onun bu hâlini görünce bir an bile düşünmeden başını eğdi, “Tamam,” dedi yumuşak bir sesle. Gözlerinde kararlılık, sesinde sakin bir güven vardı.

 

Nur’un elini usulca kavradı. Parmakları arasına sıkıca oturdu Nur’un eli; sanki bir daha asla bırakmak istemiyormuş gibi. Kalabalığın içinden sessizce geçtiler. Kimseye aldırmadan, kimseye hesap vermeden.

 

Dijvan’ın adımları netti. Nur’unkilerse biraz tereddütlü, biraz yorgundu. Ama ikisinin de gittiği yer aynıydı: Sessizlik, huzur ve birbirlerinin varlığı.

 

Ardında kalan kadınsa bir köşede öfkeyle kalakaldı. Ama ne Nur dönüp baktı, ne de Dijvan. Çünkü bazı şeyleri arkanı dönüp sessizce yürüyerek bitirirdin. Ve bu da tam olarak onlardan biriydi. Kapıdan çıktıklarında gece, onları serin rüzgarıyla karşıladı.Nur derin bir nefes aldı, ilk defa ciğerlerine huzur doldu. Dijvan başını ona çevirdi, “İyi misin?” diye sordu. Nur, onun gözlerine baktı ve yalnızca başını salladı.

 

Dijvan, Nur’un elini sımsıkı tutmuşken gözleri onun yüzündeydi. O narin ifadedeki yorgunluk, sessiz acı ve az önce yaşadığı anların izleri… Her biri, Dijvan’ın içinde çoktan tutuşmuş olan ateşi daha da harlıyordu. Onun canını yakan her şey, artık Dijvan’ın sabrını törpüleyen birer kıvılcıma dönüşmüştü.

 

Bir süre hiçbir şey söylemeden öylece ayakta beklediler. Etraflarındaki uğultu ve kalabalık uzaklardan gelen bir ses gibiydi artık. Nur’un başı hâlâ onun omzuna dayanmıştı. Her şeyden kaçmak ister gibiydi. Az sonra siyah bir araç ağır adımlarla salonun önüne yanaştı. Farlar kısa bir süre onları aydınlattı, sonra sönüp motor sustu. Dijvan, Nur’un saçlarını nazikçe okşadı. “gidiyoruz ,” dedi alçak bir sesle.

 

Arabanın kapısını açtı, Nur dikkatle içeri girdi. Ardından kendisi de oturdu. Kapı kapanır kapanmaz dış dünya geride kaldı.

İkisi de konuşmadı. Sokak lambalarının ışığı camlardan geçip yüzlerine düşüyordu. Araba şehir ışıkları arasında akarken, içeride ağır bir sessizlik vardı. Ne Nur konuştu, ne de Dijvan. Ama sessizlik, hiç de rahatsız edici değildi. Yorgun bir sığınma, sakin bir kabulleniş gibiydi.

 

 

Aralarında ki sessizliği bozan dijvan' nın melodisi oldu. Dijvan arabayı sağa çekip cebinden telefonu çıkardı. Telefonun ekranın da behramın adını görünce Nur ' a kısa bir bakış attı. Nur ise Sessizce dışarıyı izliyordu. Bakışlarını nur dan çekip behramın aramasını cevapladı.

 

"Efendim kardeşim" dediğinde dijvan. Behramın sesi de aynı saniye de çıktı " “Yarın sabah flash belleği al ve bana getir. Nerede olduğunu biliyorsun. Tek bir kelime etme kimseye. Sadece getir.” Dijvan bir an sustu. “Tamam... Ama neredesin sen?” diye sordu. Behram “nerede olduğumu boş ver dijvan sen dediğimi yap Yarın sabah bana flash belleği getir . Sakın geç kalma, Dijvan. Bu iş artık oyun değil.” dedi ve telefonu kapattı.

 

Dijvan bir süre telefonu elinde tuttu, ekran karardı ama o hâlâ bakıyordu. Behram’ın sesi kulaklarında yankılanıyordu. “Bu iş artık oyun değil…” cümlesi zihninde dönüp duruyordu. Derin bir nefes aldı, telefonu yavaşça torpido gözüne bıraktı. Ellerini direksiyona yerleştirip arabayı yeniden harekete geçirdi.

 

Yol boyunca sessizlik hâkimdi. Arabanın içinde sadece motorun sesi ve tekerleklerin asfalta sürtünmesi vardı. Nur, başını cama yaslamış, dışarıyı izliyordu. Camın ötesinde şehir yavaşça geride kalıyor, sokak lambaları birer birer geçiyordu gözlerinin önünden. Ama Nur’un bakışları sanki kilometrelerce öteye, ulaşamayacağı bir yere dalmış gibiydi. Düşünceleri gözlerine yansıyordu.

 

Dijvan göz ucuyla birkaç kez Nur’a baktı. Gözleri dolu dolu değildi ama sanki içinden bir şeyler kopmuştu. Sanki hiçbir şey söylemese de kalbi konuşuyordu. Onu öyle sessiz, öyle dalgın görmek, içini kemiren onca sorunun yanına bir tane daha eklemişti.

 

Bir şey söylemek istedi ama boğazı düğümlendi. Söz yerine suskunluk seçti. Elini yavaşça vitesin yanına koydu, sonra geri çekti. Nur’un ruhuna dokunmak istiyordu ama neyle, nasıl yapacağını bilmiyordu. Her şey birbirine karışmıştı: Behram’ın sesi, içinde sakladığı gerçekler, Nur’un sessizliği…

 

Dijvan gözlerini tekrar yola çevirdi. Karanlıkta ilerleyen far ışıkları gibi, kafasının içindeki düşünceler de dar bir çizgide ilerliyordu. Her adımda, her kilometrede, bir kararın ucundaydı artık.

 

Bir süre sonra evin önüne geldiklerinde Nur derin bir nefes aldı ve dijvana hiç bir şey söylemeden indi. Dijvan, Nur’un sessizce inmesini izledi. Nur kapıyı yavaşça kapattı, bir anlığına bile dönüp bakmadı. Ayağını yere bastığı anda, sanki içindeki yük de biraz daha ağırlaştı. Omuzları düşmüştü, adımları yavaştı. Evin girişine doğru yürürken, kafasının içindeki sesler birbirine karışıyordu.

 

Düğünde yaşananlar, kadının o sözü... Her şey bir düğüm gibi zihnini sarıyordu. “Yıllardır Dijvan’ın kalbine girmeye çalıştım… Sen nasıl becerdin üç ayda?”

 

Herkesin ne düşündüğünü bilmek istemiyordu ama hissediyordu. Bakışlar, fısıltılar, imalar… hepsi de sanki o suçluymuş gibi.

 

Dijvan, direksiyonun başında kıpırdamadan oturuyordu. Gözleri Nur’un kapıdan içeri girmesiyle birlikte boş kalan kaldırıma kilitlenmişti. Bir şey dememişti... Belki de dememesi gereken tek an buydu. Ama içinden geçen kelimeler, diline ağır gelmişti.

 

Nur’un konaktan çıkarkenki hali gözlerinin önündeydi. Saçlarını özenle toplamış, gülümsediğinde gözlerinin kenarında beliren o küçük çizgilerle ışıldıyordu. Sessizdi belki ama içi kıpır kıpırdı o geceye çıkarken. Bir heves, bir umut vardı yürüyüşünde.

 

Ama dönüşte…

O umut yerini sessiz bir siteme bırakmıştı. Omuzları düşmüş, adımları yavaşlamıştı. Sanki içine bastığı yer değil, kalbini taşıyordu ayaklarında. O zarif duruşun yerini kırılgan bir gölge almıştı. Bu hâl, Dijvan’ın içini titretmeye yetmişti.

 

Ne olmuştu lavaboya gittiğinden sonra? Hangi kelime, hangi bakış, hangi cümle onu bu hâle getirmişti? Nur çıkıp geldiğinde gözlerinde tuhaf bir bulanıklık vardı. O dakikadan sonra göz göze bile gelmemişlerdi. Gülmemişti Nur, konuşmamıştı. Sessizce oturmuş, sonra ilk fırsatta ayrılmıştı düğünden.

 

Dijvan başını yavaşça koltuğa yasladı.

“Ben oradaydım ama yine de yanındaydım diyemiyorum…” diye geçirdi içinden. Herkesin içinde ama onun yanında olamamıştı.

 

Dışarıda gece derinleşiyor, sokak lambalarının sarı ışığı kaldırıma solgun gölgeler düşürüyordu. Ama Dijvan’ın içi çoktan kararmıştı.

 

Dijvan bir süre daha oturdu arabada. Direksiyona yaslanmış, gözlerini konaktan yana çevirmişti. Kalbi hızla çarpıyor, zihni bin bir düşünceyle meşguldü. Ne kadar dirense de, ne kadar mantığına kulak vermeye çalışsa da… bu gece kalbi galip gelmişti. Derin bir nefes aldı, sanki içinde sıkışmış bütün duyguları tek hamlede salıvermek ister gibi. Sonra aniden kapıyı açtı ve hızla arabadan indi.

 

Adımları kararlıydı ama içi yangın yeriydi. Bahçeyi geçip konak kapısından içeri girdiğinde gözleri hemen etrafa dolandı. Sessizdi her yer. Ta ki… merdivenlerden yavaşça yukarı çıkan Nur’u görene dek.

 

O an, zaman onun için yavaşladı.

 

Nur’un ince silueti, loş ışıkta adım adım yukarı çıkıyordu. Üzerindeki sade elbise adımlarında hafifçe dalgalanıyor, saçları omzuna düşüyordu. Tam arkasını dönmüştü ki, arkasından gelen hızlı ayak seslerini duydu. Başını çevirip baktığında, göz göze geldiler.

 

Şaşkınlıkla durdu Nur.

“Dijvan ödümü kopardın ” Ama Dijvan hiçbir şey söylemedi. Merdivenleri iki üç adımda çıkıp yanına geldi. Gözleri yalnızca Nur’un gözlerinde sabitlendi. Birkaç saniye hiçbir şey demedi. Sadece baktı. Ardından elini Nur’un beline koydu, yavaşça ama kararlılıkla kendine çekti.

 

Nur’ın gözleri büyüdü, nefesi dudaklarında takılı kaldı Ve o anda, kelimelere ihtiyaç kalmadı.

Dijvan eğilip Nur’un dudaklarına kapandı.

 

Bir bekleyişin, bir savaşın, bir iç çekişin son bulduğu an gibi…

 

Nur başta ne yapacağını bilemedi, ama kalbi çoktan kararını vermiş gibiydi. Gözlerini yavaşça kapadı. Dudakları, hisleriyle buluştuğunda… kalbinin sesi bütün suskunluğunu bastırdı.

 

Merdivenlerde, zamanın durduğu bir öpüşle… ikisi de artık geri dönülemez bir yola girmişti.

 

Dijvan, Nur’un dudaklarında kendini bulmuş gibiydi. Sanki yıllardır içine gömdüğü, adı konmamış duygular nihayet bir yol bulmuş da çıkmıştı dışarı. Her dokunuşta biraz daha yumuşuyordu içi. Kalbindeki bütün taşlar, birer birer eriyip yerini sıcacık bir dinginliğe bırakıyordu.

 

Nur ise başta ne olduğunu anlayamamıştı. Ama şimdi… kalbinin ritmi onun adına çoktan kararını vermişti. Kendini daha fazla tutamadı, gözlerini kapayıp teslim etti öpüşe. O ana, o adama. Dudakları, teni, ruhu… hepsi Dijvan’a dönmüştü.

 

Öpüşmeleri kısa sürmedi. Ne ikisi ne de zaman bu anın bitmesini istiyordu. Her nefes, her temas biraz daha yaklaştırdı onları birbirine. Nur’un bir eli, nereye tutunacağını bilmez hâlde gömleğine uzandı. Parmakları titreyerek kavradı kumaşı. Sanki düşecekmiş gibi, ama en çok da kaçmak istemediği içindi bu tutuş.

 

Dijvan son bir kez daha Nur’un dudaklarına hafifçe dokundu. Bu sefer nazikti, vedaya benzer bir dokunuştu bu. Sonra usulca geri çekildi. Nefesi düzensizdi, göğsü hızla inip kalkıyordu. Nur’un durumu da farklı değildi. İkisinin de alınları birbirine değmiş, gözleri kapalı hâlde nefes nefese kalakalmışlardı.

 

Bir süre kimse konuşmadı. Sadece kalp sesleri vardı. Sonunda Nur fısıltı gibi bir sesle sordu,

"Neden yaptın bunu, Dijvan?"

 

Dijvan başını kaldırdı. Derin bir nefes aldı. Ellerini Nur’un yanaklarına götürdü, sanki yüzünü avuçlarının içine alarak onu biraz daha yakından görmek ister gibi. Parmak uçları, Nur’un teninde titreyerek dolaştı. Sonra gözlerinin tam içine baktı.

 

“Çünkü…” dedi, yutkunarak. “Kalbim uzun zamandır sadece bir sesi tanıyor, o da seninki, Nur. Her sustuğumda, her kaçtığımda… içimde hep sen kaldın. Aklım ne söylerse söylesin, ben çoktan yüreğimle karar verdim.”

 

Sesi hafif titriyordu ama bakışları kararlıydı. Ardından, yorgun bir gülümseme yerleşti dudaklarına. “Ve bilmeni istedim... benim hikâyem artık sensiz tamamlanmıyor.”

 

Nur’un gözleri doldu. Bu sözler, içine işledi. Daha önce kimsenin bu kadar az sözle, onu bu kadar derinden anladığına tanık olmamıştı. Sessiz kaldı, ama gözleri her şeyi anlatıyordu. Birbirlerine baktılar uzun uzun. Ne geçmişin yükü, ne de geleceğin belirsizliği... o an sadece ikisinin kalbi vardı. Ve o kalpler, sonunda aynı yerden atmaya başlamıştı.

 

Nur, kelimeleri bir süre yutkunarak bekletti. Sanki boğazında düğümlenmişti her şey. Dijvan’ın elleri hâlâ yanaklarındaydı, bakışları ise gözlerinin en derinine işliyordu. Bu bakışlar ne baskıcıydı ne de ürkütücü. Tam aksine… ilk kez birinin gözlerinde kendine ait bir yer bulmuş gibiydi.

 

Derin bir nefes aldı Nur. Gözleri hâlâ doluydu ama artık bu yaşlar geçmişin değil, geleceğe dair umutların ıslattığı yaşlardı. Dudaklarında titrek bir gülümseme belirdi.

 

“Ben… kendimi hep yarım hissettim,” dedi alçak bir sesle.“Eksik, korkak… kimseye tam olarak güvenemeyen biri oldum hep. Ama sen…”

 

Bakışlarını bir an için kaçırdı, sonra tekrar Dijvan’a çevirdi “Sen bana sadece güven vermedin… senin yanında ben, kendimi tamam hissettim. Yaralarımı saklamama gerek kalmadı. Suskunluklarımı anlayan birini buldum.”

 

Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Ama bu kez ağlamıyordu. Bu, içindeki yüklerin hafiflediği bir andı “Ben senin kalbine dokundum, Dijvan… ve orada kendime bir yer bulduğumu anladım. Eğer senin hikâyen artık bensiz tamamlanmıyorsa… bil ki, benimkisi de sensiz hiç başlamamıştı zaten.”

 

Sesi titredi, ama her kelimesi kalbinin derinliklerinden geliyordu.

 

Bir adım daha yaklaştı, ellerini usulca onun ellerinin üzerine koydu Sonra başını hafifçe eğip alnını onun göğsüne yasladı. “Ben de kararımı verdim,” dedi fısıltıyla “Sana kalbimi emanet etmeye hazırım.”

 

O an, konakta zaman yine durdu sanki. Dışarıda rüzgar ağaçları hafifçe sallıyor, perdeler pencere aralığından içeri kıpır kıpır giren gece esintisiyle dans ediyordu. Ama içeride… sadece iki kalp vardı. Birbirine yaslanan, birbirini tamamlayan.

 

Merdivenlerin ortasında, sessizliğin ve duyguların ağırlığıyla birbirlerine sarılmışlardı. Konağın taş duvarlarından yansıyan loş ışık, gölgelerini yavaşça arkalarına düşürüyordu. Üst katın başı ile alt katın dibi arasında, tam ortada durmuşlardı. Ne geçmişin altında eziliyorlardı artık, ne de geleceğe adım atmışlardı. Sadece o anın içindeydiler.

 

Nur başını hâlâ Dijvan’ın göğsüne yaslamıştı. Kalp atışlarını duyuyordu; güçlü, kararlı ve ona ait.

 

Dijvan bir süre daha öylece durdu, sonra başını hafifçe eğip fısıldadı “Düğünde… lavaboya gittiğinde neler oldu Nur” diye sordu

 

Nur’un vücudu hafifçe gerildi. Sarıldığı gövdeden yarım adım kadar geri çekildi ama elleri hâlâ onun kollarındaydı. Başını eğdi, birkaç saniye sessiz kaldı. Derin bir nefes aldı, belli ki söyleyecekleri boğazına düğüm olmuştu. Söyleyip söylememek arasında kalmıştı ama saklamakta istemiyordu, derin bir nefes alıp “Evet…” dedi sonunda, sesi kısık ama netti “Bir kadın… yolumu kesti.” Dijvan’ın kaşları belli belirsiz çatıldı. Gözlerinde bir kıpırtı, çenesinde sertleşen bir çizgi belirdi ama sustu. Nur’a alan bırakıyordu. “Lavabodan çıkarken tam kapının önündeydi. Sanki beni bekliyordu. Yolumu kesti… sesi sakindi ama gözleri hiç öyle değildi.”

 

Nur derin bir nefes aldı, gözlerini kısa bir an için merdiven korkuluğuna çevirdi. Ardından tekrar Dijvan’a döndü, gözlerinin içine bakarak devam etti “Senin kalbine uzun zamandır girmeye çalışan biriymiş… ve başaramamış. Sonra gözümün içine baka baka sordu: ‘Ben yıllardır onun kalbine giremedim. Sen bunu üç ayda nasıl başardın?’”

 

Merdivenlerdeki hava birden değişmişti sanki. Ortalıkta rüzgar yoktu ama Nur’un teni ürperdi. Söylediği sözlerin ağırlığı omzuna yeniden çökmüş gibiydi. Dijvan, başını hafifçe eğdi. Yumruk yaptığı eli, yavaşça korkuluğun kenarına dayandı. Ama hâlâ susuyordu. Onun için önemli olan şimdi Nur’un gözlerindeki cesaretti.

 

Nur devam etti “O anda ne cevap verdim hatırlamıyorum. Boğuluyor gibi hissettim. Beni kıyasladığı şey... senin duygularındı. Bu bana ağır geldi. O yüzden sustum. Geri döndüğümde, senden bile uzaklaştım. Çünkü içimde bir korku büyümüştü... acaba sen de bir gün vazgeçer misin diye.”

 

Dijvan, bir adım yaklaştı. Elini Nur’un çenesine uzatıp yüzünü kendine çevirdi. Göz göze geldiklerinde, sesi sakin ama netti “Biri yıllarca denedi diye, benim kalbim onu sevecek değil. Kalp, zamanla değil... hak edişle açılır. Sen ise sadece geldin... ve sustuğum her yere dokundun. Benim seçimim sensin, Nur. Bil ki... içimde senin dışında kimseye yer yok.” Nur’un gözleri doldu. Ama bu gözyaşları hüzünden değil, ilk defa kendini birinin kararı olarak hissetmenin verdiği ağırlıktan dökülüyordu.

 

Merdivenler boyunca bir sessizlik yayıldı yine. Fakat bu sessizlik bu kez boğucu değil, huzur vericiydi.

 

Dijvan, Nur’un gözlerine son bir kez daha baktıktan sonra onu kendine çekti. Bu seferki sarılışı farklıydı… daha sıkı, daha derin ve daha çok “kal” der gibiydi. Kollarını Nur’un beline iyice doladı, başını onun omzuna yasladı.

Sanki dünyada tutunabileceği tek yer orasıymış gibi…

 

Nur da hiç düşünmeden sarıldı ona.

Kollarını yavaşça Dijvan’ın sırtına doladı. Parmakları, onun gömleğinde tutunacak bir yer arar gibiydi. Başını göğsüne yasladığında, ilk fark ettiği şey onun kalp atışlarıydı. Düzenli, net ve sadece ona çarpan bir ritim gibiydi.

 

Dijvan, Nur’un saçlarına yavaşça bir öpücük kondurdu. Dudaklarını birkaç saniye daha orada tuttu, sonra gözlerini kapatıp saçlarının kokusunu içine çekti. Yaseminle karışık o tanıdık, sıcak koku ciğerlerine değil, doğrudan kalbine işledi sanki.

“İyi ki geldin…” diye fısıldadı içinden, sesini duyurmadan. Nur, kalbinin derinliklerinde bir yerlere dokunan bu sessizliğin içinde huzur buldu. Daha önce kimseye böyle sarılmamıştı. Kimseye böyle teslim olmamıştı.

 

İlk kez biri, onun sessizliğini bastırmaya çalışmadan dinliyordu. İlk kez biri, kalbini değiştirmeye çalışmadan seviyor gibiydi.

 

Dijvan içinse bambaşka bir şeydi bu an.

Onca savaşın, onca bekleyişin, suskunluğun ardından… ilk defa bir ten değil, bir ruh değmişti ona. Nur’un dokunuşu, bedenini değil, içini sarıyordu.

 

Nur, başını biraz daha onun göğsüne yasladı. Gözlerini kapadı "Ne garip," diye düşündü, "bir zamanlar bu kadar çok korkarken şimdi bir tek bu kucakta her şeyi unutur oldum."

 

Dijvan ise onun saçlarını okşarken başını hafifçe eğdi.Yanaklarında bir gülümseme vardı.

Yorgun ama huzurlu… ilk defa birine sığınmanın verdiği hafiflikle. Nur, o anda fark etti… Bu adam, bir liman gibiydi. Dalgaları çok görmüştü ama hâlâ sığınanı sıcak karşılıyordu.

 

Dijvan ise Nur’un yüreğinde bir ev bulmuştu.

Ne rol yapmasına gerek vardı, ne güçlü görünmesine. Sadece “olmak” yeterliydi. Merdivenlerin ortasında… zaman durmuştu sanki.

İki kırık kalp, ilk kez aynı anda atmaktaydı.

Ve o an, her şey tamamlanmıştı.

 

Dijvan, Nur’un saçlarına son bir öpücük daha kondurdu. Dudaklarını bir süre ayırmadan orada tuttu; sanki o anın hiç bitmemesini istiyor gibiydi. Sonra başını biraz eğip çenesini usulca Nur’un başına yasladı. Kolları hâlâ onun etrafındaydı, sanki bırakırsa her şey dağılacakmış gibi…

 

Nefesini Nur’un saçlarının arasına bırakarak, fısıltıya yakın bir sesle konuştu “Herkes sırtını dönse, dünya üzerime gelse bile… ben senin yanında kalırım, Nur. Çünkü senin varlığın… karanlığımda yanan bir ışık gibi. Seninle olmak, dünyadaki her şeye bedel. Kalbim seni seçti bir kere… ve ben, kalbimin peşinden gitmekten hiç vazgeçmeyeceğim.” Sözcükler, Nur’un kalbine yavaşça dokundu. İçini ısıtan, sakinleştiren, güven veren o yumuşak ses… kelimelerin ötesine geçmişti artık.

 

Nur, başını biraz kaldırdı. Gözleri hafif buğulanmış, dudaklarında titrek bir gülümseme vardı.

Dijvan’ın gözlerine baktı. uzun, derin, anlamlı bir bakıştı bu “Ben hiç böyle sevilmedim,” dedi usulca. Sesi kısık ama yüreği doluydu. “Beni tamamlayan biriyle karşılaşacağımı sanmazdım. Ama sen… beni bulmakla kalmadın, kendimi de bana geri verdin.” Dijvan hafifçe gülümsedi. Elini Nur’un yanağına götürüp başparmağıyla nazikçe dokundu. Parmaklarının altında hayatın yorduğu bir kadının sıcaklığı, güvensizliklerin içinde büyümüş bir kalbin kırılganlığı vardı. Ama artık bunların hepsi onun için anlamlıydı. Çünkü gerçekti.

 

Nur, gözlerini yavaşça kapadı. Gözkapaklarının ardında bile huzuru hissedebiliyordu artık. Onun varlığı, karanlık gecelerin sonunda doğan sabahlar gibiydi. Dijvan, alnını tekrar Nur’un alnına yasladı.

Kalpleri birbirine o kadar yakındı ki, konuşmaya gerek yoktu artık. Merdivenlerde, zamandan kopmuş iki insan… Geçmişin yüklerini geride bırakmış, sadece birbirine tutunmuştu.

 

 

🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍

 

Gözlerim artık uykusuzluktan ağrımaya başlamıştı ama bir kez olsun uyumak için çabalamamıştım. Ne zaman uykuya dalmaya çalışsam, uyandığımda yatağın diğer tarafının boş oluşu, bütün uykularımı kaçırıyordu. Daha doğrusu, Behram’ın kokusuna alıştığım için, onsuz bir geceye gözlerimi kapatmak mümkün olmuyordu.

 

O, yanımda yoksa… sanki oda da yoktu, duvarlar soğuk, yastık taş gibi geliyordu.

Yorgan altına girsem de içim ısınmıyordu.

Bir insanın varlığı, bu kadar nasıl yer edinir insanda, hâlâ aklım almıyor.

Ama ediniyormuş… Hem de sessizce, hissettirmeden.

 

Behram’la geçirdiğimiz o sade geceler aklıma düşüyordu hep. Birlikte çay içerken dalıp gitmesi, başını omzuma koyuşu, bazen bir cümlesi…

"Sen yanımdayken zaman yavaşlıyor," demişti bir gece. Şimdi o zaman sanki durmuş gibi.

Tıkalı bir saate bakar gibi hissediyorum kendimi.

 

Yastığın kenarını buruşturup ona benzetmeye çalıştığım birkaç gece olmuştu Ama olmuyordu

Onun sesi yok, o nefesi yok.

Ve en önemlisi… o yoktu .

 

"Aydan Hanım, abinizin birkaç eşyası kalmış içeride… Bir de bir kutu kişisel eşyaları var bunun içinde," dedi hizmetli, sesi yavaş ve çekingen.

Bakışlarımı kapının eşiğinden çekip yardımcıya döndüm. Başımı usulca salladım ama bir şey söyleyemedim. Dilim tutulmuş gibiydi.

 

Abim öldükten sonra ne annem gelmişti ne de babam. İkisi de sır olup kaybolmuştu sanki. Bu ev, artık sadece duvarlardan ibaretti. Soğuk ve sessiz.

 

"Teşekkür ederim," dedim kısık bir sesle.

Hizmetli başını hafifçe eğip gülümsedi, sonra usulca kapıyı kapatıp çıktı. Kapının ardından yankılanan adımları yavaşça silindi. Artık odada yalnızdım.

 

Uzun süre hareket etmedim. Yalnızlık, ağır bir battaniye gibi üzerime çökmüştü. Sanki odayla birlikte içim de donmuştu. Adımlarımı dikkatlice atarak içeri girdim, sanki gürültü yaparsam geçmişi ürkütürüm gibi Odada hâlâ ona dair bir şeyler vardı, ama en çok da eksikliği hissediliyordu.

 

Gözlerim başucundaki komodine kaydı.

Her zaman orada duran, çocukluk fotoğrafımız hâlâ yerindeydi. Abimin kolunu omzuma doladığı, ikimizin de safça güldüğü o eski fotoğraf…

Çerçevenin camı biraz buğulanmıştı, toz tutmuş kenarları silinmemişti uzun zamandır.

Ama o gülüş… hâlâ içimi ısıtacak kadar canlıydı.

 

 

Komodinin çekmecesini usulca açtım.

İçeride birkaç not kâğıdı, arası kurumuş bir çiçekle birlikte sayfaları sararmış bir kitap ayracı, köşesi yıpranmış eski bir kitap… ve daha önce hiç görmediğim siyah bir flash bellek duruyordu.

 

Parmaklarımı yavaşça uzattım, tereddütle dokundum önce. Soğuktu. Sanki yıllardır orada duruyormuş gibi. Avuçlarımın arasına aldım, baş parmağımla üzerindeki çiziklere dokundum. Her yanını dikkatlice inceledim, üzerinde herhangi bir yazı yoktu. Ne bir isim, ne bir işaret. Ama içimde tuhaf bir his uyanmıştı, sanki bu küçücük belleğin içinde bir sır saklıydı. Belki de cevaplar… belki de yıllardır peşinden koştuğum o eksik parça.

 

Tam o sırada kapı yeniden aralandı.

Aniden gelen ışık ve ayak sesiyle irkildim.

Hizmetli kapının eşiğinde durmuştu.

Yüzü biraz daha ciddiydi bu kez.

 

“Aydan Hanım,” dedi hafifçe eğilerek. “Dijvan Azamet geldi… sizinle görüşmek istiyor.” O an, kalbim bir anlığına durdu sanki. “Dijvan mı?” diye tekrarladım, ne söylediğime tam emin olmadan. Hizmetli, başını yavaşça salladı. “Evet efendim. Salonda bekliyor. Gelmenizi rica etti.”

 

“Geliyorum,” dedim kısık bir sesle.

 

Hizmetli kapıyı sessizce kapatıp çıkarken, elimde tuttuğum flash belleğe son bir kez baktım.

İçimde tarifsiz bir merak, ama ondan daha çok, açıklayamadığım bir huzursuzluk vardı.

Sanki bu küçücük şey, içindeki her şeyle tüm geçmişi baştan yazmaya niyetliydi.

 

Flash belleği komidinin üzerine bıraktım ve odadan dışarı çıkıp doğru salona yöneldim, Dijvan' nın gelmesi beni şaşırtsa da içimde bir korku oluştu.

 

Ya behrama bir şey olduysa?

 

 

Bu düşünce içimi delip geçti. Göğsümde bir ağırlık hissettim; sanki biri kalbimin üzerine oturmuştu. Elimle göğsüme dokunup derin bir nefes aldım ama nafile… İçimdeki korku, ciğerlerime kadar sızmıştı.

 

Salona adımımı atar atmaz, koltukta oturmakta olan Dijvan birden ayağa kalktı. Üzerine sinmiş o tanıdık ağırlığı silkeleyip doğrulurken, yüzünde hafif ama ölçülü bir gülümseme belirdi. Gözleri, her zamanki gibi bir şeyler saklıyor gibiydi—dalgın ama dikkatli.

 

Başını hafifçe öne eğip sessizce selam verdi.

 

“Hoş geldin,” dedim, sesim olması gerekenden bir ton daha yumuşaktı. Sanki içimdeki tedirginlik kelimelere bulaşmıştı da fark etmeden dışıma taşmıştı.

 

Dijvan, gülümsemesini sürdürdü ama gözleri bir anlığına boşluğa kaydı. O an, içinde fırtınalar koptuğunu ama yüzüne yalnızca küçük bir esinti yansıttığını hissettim. Onun bu halini daha önce de görmüştüm; konuşmak istediği bir şey olduğunda ama nereden başlayacağını bilemediğinde takındığı o tanıdık ifade.

 

Salondaki sessizlik kısa bir süre için ikimizin arasında ince bir duvar ördü. Saatin tik takları kulağıma daha baskın gelmeye başladı. Sandalyeye yönelmeden önce, göz ucuyla ona bir kez daha baktım.

 

“Bir şey mi oldu?” diye sordum sonunda, fazla dolandırmadan.

 

Dijvan, gözlerini benden kaçırmadan derin bir nefes aldı. Yutkundu. Gülümsemesi yavaşça soldu ve yerini ciddi bir ifadeye bıraktı " konuşmak için geldim sadece" dediğin de " ne için" dedim

“Konuşmak için geldim sadece,” dedi sonunda, sesi alçak ama netti.

 

Sözleri havada asılı kaldı. Kalbim bir anlığına daha hızlı çarptı “Ne için?” dedim, sesim bu kez daha temkinli, daha derinden geldi. Ayakta durmaya devam ettim, çünkü oturmak bu anı ciddiyetsizleştirecekmiş gibi hissediyordum.

 

Dijvan, bakışlarını pencereye çevirdi. Gözleri, perde aralığından içeri süzülen solgun gün ışığına takıldı. Dışarısı sessizdi, ama içeride, görünmeyen bir fırtına giderek şiddetleniyordu. Onun suskunluğu, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu.

 

Sonra yavaşça başını bana çevirdi. Bakışları kararlı ama içinde ince bir tedirginlik vardı.

“Behram... sanırım boşanma kağıtlarını göndermiş sana, değil mi?” diye sordu.

 

Gözlerimi ondan kaçırmadım. Bir an sustum, sonra başımı hafifçe salladım.

“Evet... Gönderdi,” dedim. Sözlerim, içimde büyüyen boşluğun yankısı gibiydi.

 

Ayakta daha fazla durmak istemedim. İçimde bir ağırlık vardı; düşüncelerim omuzlarıma çökmüş gibiydi. Sessizce gidip koltuğa oturdum. Ellerimi dizlerimin üzerine koydum ama duruşumda bile bir kararsızlık vardı.

 

Dijvan bir adım attı, hâlâ ayaktaydı.

“İmzalamadın, değil mi?” diye sordu, sesi bu kez daha yumuşaktı, sanki yanıtı duymaktan korkuyordu.

 

Bir anlık sessizlik… Gözlerim yerdeydi, boğazım düğümlendi “Bilmiyorum…” dedim fısıltıyla. “Kafam çok karışık, ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.”

 

Dijvan gözlerini benden ayırmadan birkaç saniye sustu. Sonra yavaşça yanıma geldi “İmzalama, Aydan,” dedi. Sözleri bir temenni değil, sanki içten gelen bir yalvarıştı.

 

Başımı kaldırıp ona baktım “Neden?” diye sordum. Sesimde merakla karışık bir kırgınlık vardı. Dijvan bir adım geri çekildi, gözlerini kısaca kapattı, sonra derin bir nefesle yanıtladı “Çünkü… eğer boşanırsanız, Behram gidecek, Aydan. Ve bir daha geri dönmeyecek.”

 

Kalbim, o an göğsümde tuhaf bir sızıyla burkuldu. Sessizliğin içine bir gerçek çöktü. Sadece bir imza, her şeyi sonsuza kadar bitirebilirdi Ve bazen... bir imza, en büyük pişmanlığa dönüşebilirdi.

 

Dijvan’ın sesi hâlâ kulaklarımda çınlıyordu.

 

“İmzalama, Aydan.”

 

Başımı kaldırdım, gözlerine baktım ama o anda ne görebildiğimi tam olarak bilmiyordum. Kafam karmakarışıktı. İçimde her şey birbirine karışmıştı. Kızgınlık, kırgınlık, özlem... ve belki de hâlâ sönmemiş bir umut.

 

Sözleri, içime işleyen bir uyarı gibiydi. Sanki bir kararın kıyısında durmuşum da ne yana adım atarsam atayım, düşecekmişim gibi.

 

“Düşüneceğim…” dedim sonunda. Sesim bile tereddütlüydü. Düşünecektim, evet. Ama neyi? Kalbimi mi, aklımı mı, yoksa çoktan gitmiş olan bir adamın izlerini mi?

 

Dijvan’ın gözlerinde bir şey değişti. Sanki bu cevabı beklemiyordu. Ya da... bekliyordu ama duymak istemiyordu. Bana bakışı biraz daha uzun sürdü bu kez. Söyleyecek başka bir şeyi var gibi geldi. Ama sadece sustu.

 

“Behram bir daha dönmeyecek,” dedi sonra. “Gerçekten gider, Aydan. Bu kez geri dönüşü olmaz.”

 

İçimden bir şey çekildi o cümleyle. Damarlarıma kadar yayılan o tanıdık sızı, yeniden baş gösterdi. Ama söyleyemedim. Ne kal, ne git, ne haklısın, ne de haksız… Hiçbiri çıkmadı ağzımdan Sonra bir sessizlik oldu. Uzanıp söylenememiş sözlerin arasında kaybolduğumuz o anlardan biri…

Dijvan ayaklandı. “Ben artık gideyim,” dedi usulca.

 

Tam kapıya yönelecekti ki durdu. Omzunun üzerinden dönüp bana baktı. “Gitmeden önce lavaboyu kullanabilir miyim?” Başımı hafifçe salladım, dudaklarım kıpırdadı “Koridorun sonu,” dedim. “Sağdaki kapı.” Gitti. Ayak sesleri koridora karışırken ben hâlâ yerimde, düşüncelerimin içinde oturuyordum. İçimde bir soru dönüp duruyordu ;

 

Gerçekten gidiyor mu... yoksa herkes gibi sadece biraz uzaklaşmak mı istiyor?

 

Bu soru beynimin içinde dönüp duruyordu. Cevabını bilmediğim ama hissetmekten de korktuğum bir soruydu bu.

 

Zamanın ne kadar geçtiğini bilemeden yerimden kalktım. Koridora çıktım. Sessizlik hâlâ evin içinde yankılanıyordu. Lavabonun olduğu kapı aralıktı ama içerisi boştu. Kaşlarım hafifçe çatıldı. İçimde bir huzursuzluk belirdi

 

neredeydi?

 

Adımlarım beni istemsizce ilerideki odaya, abimin odasına yönlendirdi. Kapı açıktı. Kapının önüne geldiğimde içimde hafif bir sıkıntı kıpırdandı.

 

İttirdim kapıyı. İçeri girdiğimde bir anda durakladım. Dijvan… içerideydi.

Sırtı pencereye dönüktü ama sesimi duyar duymaz hızla arkasını döndü. Yüzündeki ifade bir anda değişti suçüstü yakalanmış gibi tedirgin, hatta biraz da utanmıştı.

 

Bakışlarım üzerinde gezindi. Odaya ait olmayan bir enerji vardı. Ve bu enerji, onun duruşundan taşıyordu “Neden bu odadasın?” dedim, sesim ne yüksek ne alçak sadece netti. Cevap vermedi. Gözlerini kaçırdı. Dudakları kıpırdadı ama hiçbir kelime çıkmadı.

 

Bir adım daha attım “Dijvan. Neden buradasın?” diye tekrarladım, bu kez daha sert. O an sanki içindeki gerilim kırıldı. Gözlerini bana çevirdi ve istemsizce iç çekti.

 

“Abine ait bir… flash bellek vardı,” dedi sonunda. Gözlerini üzerime kaldırmadan, sanki yakalanmış bir çocuk gibi sıkıntıyla kıpırdandı. “Onu arıyordum.” Kaşlarımı çattım. Boğazımdaki düğüm daha da sıkılaştı “Neden?” diye sordum. Sesim hâlâ sakindi ama içimdeki huzursuzluk gittikçe büyüyordu.

 

Bir adım attım, odanın ortasında durdum. Gözlerim onunkilere kenetlendi. “Ne yapacaksın o flash belleği?” Dijvan, bir anda gözlerini kaçırdı. Sıkıntıyla başını yana çevirdi, sonra elini ensesine götürüp hafifçe kaşıdı “Lazım,” dedi sadece. Ne bir açıklama, ne de bir gerekçe. Soğuk ve boş bir kelimeydi bu.

 

O an içimdeki kıvılcım büyüdü. Cevapsızlık, her zaman beni delirtmiştir. İçimde beliren şüpheyle yüzümü komodine çevirdim. Yavaşça yaklaşıp çekmeceyi açtım. Parmaklarımın ucuyla kenarda duran küçük siyah belleği aldım, elimde tutup ona döndüm.

 

“Bu mu?” dedim.

 

Dijvan başını yavaşça salladı. Gözlerinde bir rahatlama değil, aksine artan bir gerginlik vardı. Bu, bir şeyi ele geçirmiş olmaktan duyulan huzur değil; bir şeyin açığa çıkmasından doğan korkuydu.

 

“Ne var bunun içinde?” diye sordum bu kez, gözlerimi onun üzerinden hiç ayırmadan.

 

“Söyleyemem,” dedi kısaca. Ses tonu boğuktu, sakladığı şeyin ağırlığı neredeyse odaya yayılmıştı.

 

Boğazımdan yükselen öfkeyi bastırarak sordum:

“Behram mı gönderdi seni?” Gözleri küçüldü. Dudaklarını araladı ama söyleyeceklerini yutmuş gibi, sadece başını hafifçe salladı. “Aydan… lütfen,” dedi yavaşça. “Hiçbir şey sorma. Sadece onu bana ver. Lütfen.”

 

Yaklaştı. Yavaş ama kararlı bir adım attı bana doğru Ama içimdeki his artık haykırıyordu. Elimde tuttuğum o küçük bellek… sıradan bir eşya değildi. Beni, abimi, belki daha fazlasını ilgilendiren bir şey saklıydı içinde.

 

Bir adım geri çekildim, dudaklarımı sıkarak gözlerinin içine baktım “Hayır,” dedim. “Asla vermem. Ne varmış içinde bakmadan asla.”

 

Sözlerimle birlikte hızla dönüp odadan çıktım. Kalbim küt küt atıyordu, ama geri durmadım. Parmaklarım belleği sımsıkı tutarken, ayak seslerini arkamda duymam uzun sürmedi.

 

Dijvan peşimden geliyordu.

 

Koridorda hızla ilerledim. Ayaklarım beni nereye götürdüğünü bilmeden sürüklüyordu ama refleksle evin arka tarafındaki küçük odaya yöneldim. İçeri girer girmez kapıyı hızla kapattım ve kilidi çevirdim.

 

Bir anlık sessizlik… ardından kapının arkasından

" aydan lütfen aç kapıyı" dedi dijvan dışarıdan ama umursamadım ve Elimdeki belleğe baktım o an anladım Bu küçük şey, sadece bir veri taşıyıcısı değil… belki de her şeyin anahtarıydı.

Odanın içindeki sessizlik, kalbimin attığı her ritimle daha da yoğunlaşıyordu. Gözlerim etrafta gezinirken, içimde fırtınalar kopuyordu. Ne yapmalıydım? Kafamda binlerce soru, binlerce ihtimal dönüp duruyordu. Sonunda karar verdim; gerçeği bulmam gerekiyordu.

 

Elimdeki küçük, siyah flash belleğe baktım. Soğuk ve ağır, sırlarla dolu bir kutu gibi duruyordu avucumda. Derin bir nefes aldım ve televizyona doğru yöneldim. Adımlarım sessiz, ama içimde yankılanan çığlıklar vardı.

 

Televizyonun önünde durdum, cihazı dikkatle taktım. Kumandayı elimde titreyen parmaklarımla tuttum, güç düğmesine bastım. Ekran bir anda canlandı, mavi ışığıyla odayı doldurdu. İmleci dosyanın üzerine getirdim ve tıkladım.

 

Görüntüler belirdi. Abim ve bir adam… Bu adam Ferzan’dı. Behram’ın düşmanı. İkisi karşı karşıyaydı, gözlerindeki ciddiyet tüm odanın havasını değiştirmişti.

 

Ferzan, soğuk ve kararlı bir sesle sordu:

“Emin misin?”

 

Abim tereddüt etmeden, sanki hiç düşünmemiş gibi cevap verdi “Evet.”

 

Ferzan bir adım daha yaklaştı, sesi daha da sertleşti “Bunun için gerekli ” Abim, gözlerini ondan kaçırmadan, kararlılıkla fısıldadı "Gerekirse, bu iş için ailemi yok ederim.” O sözler, bir balyoz gibi kafama indi. Nefesim kesildi. Gözlerim büyüdü, kalbim sanki yerinden çıkacaktı. Dünyam döndü, ayakta durmakta zorlandım.

Ve sonra Dizlerimin üstüne yığıldım, nefes almak için mücadele ettim. İçimde fırtına kopuyordu. Biliyorum, hayatım artık asla eskisi gibi olmayacaktı Çünkü o an, bildiğim tüm gerçeklerin yerle bir olduğu andı.

Ekrandaki görüntüler ağır ağır ilerliyordu. Ferzan’ın yüzünde soğuk ve acımasız bir ifade vardı. Sesinde sarsılmaz bir kararlılık, hatta bir tehdit vardı.

“İş yaptığın topraklar Behram Atasoya ait,” dedi, gözlerini abimden hiç ayırmadan. “Ama Behram sandığın kadar zayıf biri değil.”

Abim hafifçe gülümsedi, bu gülüş soğuk ve ürkütücüydü. Sanki yılların hesabını, yaşanmışlıkların yükünü taşıyordu.

Ferzan ise daha da yaklaştı. Gözlerinde karanlık bir planın ışığı vardı “Biz de onu yıkacak şeyi yaparız,” dedi, sesi sert ve keskin. “Aydan’ı öldürürsek, Behram tamamen çöker.” O cümle, odada zamanın donmasına sebep oldu. Kalbim sanki göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu. Ekrandaki abim soğuk, kararlı bakışlarıyla o yıkıcı planın ortağıydı.

“Evet,” dedi abim, tereddüt etmeden, gözlerinde korkusuz bir ifade vardı. “Bunu yapacağım.”

O an, içimde bir yerden derin bir hıçkırık yükseldi. Vücudum titremeye başladı, gözlerim doldu, sonra kontrol edemediğim bir şekilde, yüksek sesle ağlamaya başladım.

Dışarıdan gelen sesler bir anda arttı. Kapıya hızlı hızlı vuruluyordu, ama kim olduğunu ayırt edemiyordum. Kalbim göğsümde sıkışıyor, boğazım düğümleniyordu.

Birden, Ferzan’ın sesi yankılandı, karanlık ve acımasız “Kendi öz kardeşini mi öldüreceksin?”

Abim hiç tereddüt etmeden, kararlı bir sesle cevap verdi “Evet.” O kelimelerle birlikte yıkıldım. Hıçkırıklarım odanın içinde yankılandı, yüreğim paramparça oldu.

İçimdeki acı, kelimelerin ötesindeydi.

Hıçkırıklarım odayı dolduruyor, nefesim kesiliyordu. Gözlerimden süzülen yaşlar, yanaklarımı ıslatırken, o karanlık görüntü ekranda dönmeye devam ediyordu.

Ferzan’ın sesi, buz gibi bir keskinlikle yankılandı "O zaman işe koyulmaya başla. Bu gece o kız ölsün.”

Abim, soğuk bir gülümsemeyle karşılık verdi "Sen hiç merak etme. Ne Aydan’ı, ne de kendi ailemi sağ bırakacağım.”

Ve ardından odada yankılanan o uğursuz kahkaha… Sanki dünyam yıkılıyordu.

Video ansızın son buldu.

Sessizlik içinde hıçkırıklarımla baş başa kaldım. İçimdeki fırtına dinmek bilmiyordu. Gözyaşlarım daha da şiddetlendi, acım çığ gibi büyüdü.

Tam o anda, kapı aniden kırıldı ve içeri o girdi

Behram....

Bakışları endişe ve korkuyla doluydu; yorgun, çaresiz… Gözlerimiz kesiştiğinde içimde küçük bir kıvılcım yandı. Bu kıvılcım, yıllardır biriktirdiğim bütün acıları ve umutları bir anda harekete geçirdi.

Ağlamam daha da şiddetlendi. Titreyen dudaklarımdan zar zor bir isim döküldü:

“Behram…”

O an hızla yanıma geldi, yere diz çöktü ve beni sıkıca kollarının arasına aldı. Nefesini saçlarıma bırakarak, yıkılan dünyamı sarmaya çalışıyordu.

Behram’ın sıcaklığı, sert dünyamda nadir bulduğum bir sığınaktı. Ona kırgın olsam da, içinde sakladığı o koruyucu yürek hep oradaydı. Behram Ne kadar kırgın olursa olsun bana , o asla beni bırakmayacaktı. Her zaman kollarını açacaktı. Çünkü onun sevgisi, en zor anlarımda bile sığındığım limandı .

Ve o an, kırılmışlığın içinde yeniden bir umut filizlendi. Çünkü bazen, en derin yaralar, en sıcak ellerde iyileşirdi.

🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷🩷

Nasıl buldunuz bölümü?

Nur ile dijvan çok güzel değiller mi ya 🥹

Bundan sonra neler olacak dersiniz?

Diğer bölümler de görüşmek üzere kendinize cici bakın?

​​​

 

 

 

 

 

 

 

​​

Bölüm : 07.08.2025 21:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...