
Bir insanın yüreği daha ne kadar acıyabilirdi?
Ya da güvendiği kişiler yüzünden daha kaç kez ihanete uğraya bilirdi? Hayatımda en yakınım dediğim kişiden gelen o ihanetle dizlerimin üzerine çökmüştüm. Ama sonra o geldi; Behram. Bana ne kadar kırgın olsa da, her şeyi bir kenara bırakıp beni yine yerden kaldıran oydu.
Önüme uzatılan bardakla birlikte bakışlarımı yerden kaldırdım. Suyu uzatan kişinin yüzüne baktım; ifadesi öylesine belirsizdi ki, içinde ne fırtınalar koptuğunu anlamak mümkün değildi. Elimi uzatıp bardağı aldım. Dudaklarım titreyerek bir yudum içtim, sonra tekrar ona verdim. Bardağı sessizce alıp sehpanın üzerine bıraktı ve karşımda duran tekli koltuğa geçti.
“Daha iyi misin?” diye sordu. Sesinde ne şefkat vardı ne de öfke, yalnızca boşluk.
Derin bir nefes aldım, içimdeki düğümü çözmeye çalışarak “Bilmiyorum… aklım almıyor. Behram, abim bana bunu nasıl yapar? O beni seviyor. Abim yapmaz… yapamaz…”
Sözlerim titreyerek dudaklarımdan döküldü. Gözlerim ona, o gece karası bakışlara çevrildiğinde boğazım düğümlendi.
Behram başını hafifçe öne eğdi. Dirseklerini dizlerine dayayıp derin bir nefes verdi.
“Benden nefret etmeden önce sen de beni seviyordun, Aydan,” dedi. Kalbim bir anlığına durdu sanki. Ne diyeceğimi, nereye bakacağımı bilemedim. İçimdeki sızıya bir de bu cümlenin ağırlığı eklenmişti.
“Halbuki…” diye devam etti, gözlerini kısa bir an için kapatıp açarak. Sesinde saklı bir pişmanlık vardı “Ben sadece seni korumak istemiştim.”
Sözleri havada asılı kaldı. O an, yüzündeki sert hatların arasında saklanmaya çalışan o kırgınlığı gördüm. Dudaklarının kenarı belli belirsiz titredi, ama bakışlarını benden kaçırmadı.
Ben ise ellerimi birbirine kenetleyip sıkıca tuttum. Kalbim sanki göğsümden çıkacak gibiydi. Ona kızgındım, ama bir yanım hâlâ ona inanmak istiyordu.
“Behram… ben bilemedim. O benim abimdi, ne yapmalıydım? Sen söyle… Sen olsan güvenmez miydin abine?” dedim. Sesim titrerken gözlerim ona yalvarır gibi bakıyordu.
Behram, oturduğu koltukta biraz geriye yaslandı. Bir süre sessiz kaldı, sanki cevabını tartıyormuş gibi gözlerini kısıp bana baktı. Dudaklarının kenarında alayla karışık buruk bir ifade belirdi.
“Haklısın,” dedi sonunda, sesi düşük ama sertti. “Ben de olsam inanmazdım. Ama sevdiğim kişiyi de dinlerdim, Aydan. Gururumu hiçe sayıp geldim , onu dinlerdim. En azından yaralamazdım.”
Sözleri göğsümde bir ok gibi saplandı. Başımı öne eğdim, parmaklarım birbirine kenetlenmiş halde titriyordu. İçimde bir suçluluk dalgası kabardı, gözlerim yanmaya başladı.
“Ben…” diye fısıldadım, sesim boğazımda düğümlendi. “Sana haksızlık ettim, farkındayım.”
Behram’ın yüzündeki sertlik bir anlığına çözüldü. Derin bir nefes alıp gözlerini benden kaçırdı, parmaklarını dizine vurarak sustu. O sessizlik, kelimelerden daha ağırdı.
“Beni en çok yaralayan şey ne biliyor musun?” dedi sonunda, bakışlarını tekrar bana çevirerek. Gözlerinde öfkeyle karışık bir kırgınlık vardı. “Ben senin için savaşırken, senin bana sırtını dönmendi.”
Kalbim sızladı. Dudaklarım kıpırdadı ama kelimeler çıkmadı. Ona bakıyordum; yüzündeki çizgiler, gözlerinde gizlediği acı… Hepsi benden ötürüydü. O an, içimdeki tüm öfke yerini çaresizliğe bıraktı.
Behram derin bir nefes aldı, gözlerindeki öfke yerini ağır bir kırgınlığa bırakmıştı. Sesindeki titreme, saklamaya çalıştığı duyguların dışa vuruşuydu.
“Ben seni korumak istedim, Aydan. Her şeyden, herkesten… Gerekirse kendimden bile vazgeçtim senin için. Ama sen…” dedi, dudaklarının kenarı titredi, bakışlarını bir an kaçırdı. “Sen benden vazgeçtin. Söylesene Aydan, bu kalbimi nasıl affettireyim kendime?”
Sözleri içime ağır bir yük gibi çöktü. Boğazım düğümlendi, nefesim kesiliyordu sanki. Gözlerimden süzülen yaşları saklamak için başımı yana çevirdim, ama titreyen ellerim beni ele veriyordu.
“Ben…” dedim kısık bir sesle, gözlerimi tekrar ona çevirerek. Gözlerindeki kırgınlık, içimdeki pişmanlığı daha da büyütüyordu. “Sana inanmalıydım, ama yapamadım. Affet beni, Behram…”
Behram’ın bakışları bir an yumuşadı, sonra yeniden karanlık bir perde kapladı. Elini saçlarının arasına götürüp sertçe geriye itti, sanki içindeki fırtınayı susturmak istiyordu “Keşke her şey bu kadar kolay olsaydı, Aydan,” dedi alçak bir sesle. “Keşke sadece bir özürle içimdeki yaralar kapanabilseydi.”
Kalbim daha da sıkıştı. Onun gözlerinde hem bana duyduğu sevgiyi hem de incinmişliğini görüyordum. O an anladım ki, Behram’ın en çok savaştığı kişi düşmanları değil, kendi kalbiydi.
Behram’ın yüzü gerildi, çenesindeki kaslar sıkıca kasıldı. Derin bir nefes alıp bakışlarını bana dikti; gözlerinde öfkeyle karışık bir acı vardı.
“Abin o gün bana silah doğrulttuğunda gözlerini görmeliydin, Aydan,” dedi, sesi boğuk ve titrek çıkıyordu. “Her şeyden vazgeçmiş gibiydi… Hiç tanımadığım, yabancı bir adamdı karşımda. Hatta ne dedi biliyor musun?”
Ben, dudaklarımı aralayıp nefes bile alamadan ona baktım. Kalbim küt küt atıyordu.
“Seni öldüreceğini söyledi,” diye devam etti, bakışlarını bir an bile benden ayırmadan. “Öldürmezse bile Ferzan’a diyet için vereceğini… Kendi canı için seni kullanacaktı. Senin hayatını bir pazarlık masasına koymuştu, Aydan.”
Gözlerim büyüdü, içimde buz gibi bir korku dolaştı. Dizlerimin bağı çözülecek gibi oldu.
Behram ise ellerini yumruk yapmıştı, sesi daha da sertleşti “Eğer o gün ben onu öldürmeseydim… Orada sen de, ben de, Dijvan da ölecektik. Ben senin göz göre göre o sona gitmene izin veremezdim. Hiçbir zaman da veremem.”
Sözleri odanın içinde yankılanıyor gibiydi. Ben donakalmıştım; nefesim kesilmiş, kalbim göğsümde sanki paramparça olmuştu.
“Hayır…” dedim kısık bir sesle, gözlerim dolmuştu. “Abim… bunu bana yapmazdı…”
Behram acıyla gülümsedi, başını iki yana salladı.
“İşte en çok da buna yanıyorum, Aydan. Gerçeği görmediğine, hâlâ ona inandığına… Ben senin için kendi ellerimle canımı günaha bularken, sen hâlâ onun masum olduğuna inanıyorsun.”
Sözleri içimde derin bir yarık açtı. Gözlerim doldu, ellerimi kucağımda kenetleyip sıkıca tuttum. Dudaklarım titriyordu, ama bir şey diyemedim. Kalbim sanki göğsümde sıkışıp kalmıştı.
“Ben…” dedim kısık bir sesle, gözlerimden yaşlar süzülürken. “Ben sadece onun öyle biri olabileceğine inanmak istemedim. Abimdi o, canımdı… Bir insan, kardeşini göz göre göre nasıl harcar ki?”
Behram’ın bakışları yumuşar gibi oldu, ama yüzündeki acı hâlâ oradaydı. Elini saçlarının arasına götürüp derin bir nefes aldı, sonra gözlerini bana dikti.
“İşte ben de bunu soruyorum kendime her gece,” dedi, sesi hırıltılı bir fısıltıya dönüşmüştü. “Ama gerçek bu, Aydan. Senin göremediğin, benim ise en ağır bedeli ödeyerek öğrendiğim gerçek bu.”
Gözlerimi kapattım, içimde fırtınalar kopuyordu. Sanki bir yanım hâlâ inkâr etmek isterken, diğer yanım Behram’ın gözlerindeki doğruluğu görüyordu.
“Bilmiyorum Behram…” dedim titreyerek, gözyaşlarım yanaklarımdan süzülürken. “Ben artık hiçbir şeye inanamıyorum.”
Behram sessizce bana baktı. Dudakları aralandı ama kelimeler boğazında düğümlendi. Sonunda yalnızca ağır bir nefes bırakabildi dudaklarından. O sessizlik, en ağır sözlerden bile daha çok yakıyordu içimi.
Bir süre ikimiz de konuşmadık behram sustu ben ağladım... Behram nefes aldı içime battı. Haklıydı herşeyi ile öyle bir yaralamıştım ki onu ailesin den bile vurmuştum.
Behram ayağa kalktı “Her neyse, Aydan… olanlar oldu. Artık geçmişi geri alamayız,” dedi. Sesi bu kez daha sakin, ama içinde kırılgan bir yorgunluk gizliydi.
Televizyonun olduğu köşeye doğru yürüdü. Ekranda hâlâ abimle Ferzan’ın görüntüleri akıyordu. İçimde derin bir sızıyla gözlerimi ekrandan ayırdım, bakışlarımı Behram’a çevirdim. Zayıflamıştı… Eski gücünden, o dimdik duruşundan eser kalmamıştı. Omuzları düşmüş, saçları uzamış, sakalları yüzüne yorgun bir gölge gibi yayılmıştı. Bir zamanlar aşık olduğum o Behram gitmiş gibiydi.
Televizyonu kapattı. Ardından flaş belleği yerinden çıkarıp cebine koydu. Sonra yavaşça bana döndü. O an bakışlarıyla karşılaştığımda, az önce kırgınlıkla ve öfkeyle konuşan adamdan eser yoktu. Yüzünde ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamak imkânsızdı. Sanki içinde fırtınalar kopuyor ama hiçbirini dışarıya yansıtmıyordu.
Bir süre sessizlik çöktü. Ben ellerimi birbirine kenetleyip kucağımda sıktım, kalbim hızla çarpıyordu. Behram’ın gözleri üzerimdeydi, ama sanki bana değil, içimde sakladığım bütün acılara bakıyordu.
“Behram…” dedim kısık bir sesle, boğazımda düğümlenen kelimelerle. “Sen… sen ne hissediyorsun şimdi?” Behram’ın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi, ama bu gülümseme ne mutluydu ne de alaycı. Daha çok, insanın kendine bile itiraf edemediği bir yorgunluğun dışa vurumuydu.
“Hiçbir şey,” dedi sonunda, sesi neredeyse fısıltıydı. “Ve belki de her şey…” dedi ve ardından derin bir nefes alıp verdikten sonra “ sonra görüşürüz, Aydan,” dedi soğuk ama kararlı bir sesle. Ardından ağır adımlarla kapıya yöneldi.
O an kalbim panikle çarpmaya başladı. İçimde tarifsiz bir korku kabardı. Ayağa fırladım ve hızla ona yetişip kolunu tuttum “Gitme!” dedim, sesim hem titriyordu hem de yalvarır gibiydi. Gözlerimden süzülen yaşlar eline düştü. “Ne olur gitme Behram…”
Behram, bir an için durdu. Omuzları gerildi, başını yavaşça eğip yere baktı. Sessizlik odanın üzerine ağır bir perde gibi çökmüştü. Sonra derin bir nefes aldı, çenesindeki kaslar sıkıca kasıldı.
Elini sert ama acıtmayacak bir şekilde çekip kolunu kurtardı. Bakışlarını bana çevirdiğinde gözlerinde tarifsiz bir fırtına vardı; öfke, kırgınlık, sevgi ve yorgunluk iç içe geçmişti.
“Aydan…” dedi kısık bir sesle. Dudaklarının kenarı belli belirsiz titredi. “Tutma beni. Çünkü senin için ne kadar kalmak istesem de, artık kalamam.”
Sözleri içime bir bıçak gibi saplandı. Ellerim havada, çaresizce boşluğa düşmüş gibiydi. Onun uzaklaşan adımlarına bakarken, kalbim yerinden sökülüyormuş gibi sızladı.
“Söz vermiştin, Behram… bana asla sırtını dönmeyecektin!” dedim, sesim titreyerek. Gözlerimden yaşlar süzülüyor, ellerim çaresizce havada asılı kalıyordu.
Behram adımlarını durdurdu. Omuzları ağır bir yük taşır gibi çöktü. Bir an gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Sonra yavaşça bana döndü.
Bakışları karanlıktı, içinde hem kırgınlık hem de acı vardı. Dudaklarının kenarı sertçe gerildi, kelimeler boğazında düğümlenmiş gibi çıkıyordu.
“Ben sana sırtımı dönmedim, Aydan,” dedi kısık ama keskin bir sesle. Gözleri buz gibi bakıyordu. “Asıl sırtını dönen sendin. Ve bil ki… insan en çok sevdiklerinden öğreniyor ihaneti.” Sözleri kalbime hançer gibi saplandı. Gözlerim donuklaştı, nefesim kesildi sanki. Elimden tutunacak hiçbir şey kalmamıştı.
Behram bir an daha bana baktı, sonra bakışlarını kaçırıp kapıya yöneldi. Ardında bıraktığı sessizlik, söylediklerinden bile daha can yakıcıydı.
Behram, son sözlerini söyledikten sonra bir daha arkasına bakmadı. Ağır ama kararlı adımlarla kapı dan dışarı çıktı. Behram dışarı çıktığın da içimde bir şeyler koptu.
“Gitmeyecek…” dedim kendi kendime, gözlerimden süzülen yaşları silmeden. Sesim titriyordu. “Gitmeyecek… gidemez.”
Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi çarparken hızla arkasından koştum. Koridorda yankılanan ayak seslerim, kalbimin çarpıntısıyla yarışıyordu. Birkaç adımda ona yetiştim ve düşünmeden, bütün gücümle kollarımı arkasından ona doladım.
“Gitme!” dedim, sesim boğuk bir çığlık gibi çıktı. Yüzümü sırtına gömdüm, gözyaşlarım ince ince gömleğine aktı. Ellerim titriyordu ama bırakmadım. “Ne olur gitme Behram… sensiz yapamam.”
Behram’ın adımları bir anda durdu. Omuzları kasıldı, nefesi kesildi sanki. Elleri yanlarında sıkılı yumruklar halinde asılı kaldı. Ne beni geri itti, ne de kollarını bana doladı. Sadece olduğu yerde donmuş gibiydi.
“Sen…” dedi kısık bir sesle, boğazı düğümlenmişti. “Beni en son böyle tutman gerektiğinde… abine inandın. Benim değil, onun yanında oldun.”
Sözleri içimi delip geçti ama kollarımı daha da sıkı sardım. Tüm gücümle fısıldadım “Biliyorum… hata yaptım. Ama bu sefer bırakmayacağım, Behram. İstersen nefret et benden… ama yine de bırakmayacağım.”
Behram derin bir nefes aldığını işittim, Kollarım da sıkışmış, yorgun ve kırılmış bir adamın ağırlığını hissediyordum. kalbim çarpıntıyla dolup taşarken, gözlerim kapalıydı; sanki dünya sadece ikimizden ibaretti.
Bir süre öylece kaldık. Saatler geçmiş gibi geldi bana; nefes alışlarımız, kalp atışlarımız birbirine karışmıştı. İçimde hem korku hem rahatlama vardı. Bu an, geçmişin acılarını, kırgınlıklarını ve ihanetleri bir anlığına unutturuyordu.
Sonra Behram yavaşça kendini benden uzaklaştırdı. Benden bir adım uzaklaşması birlikte omuzlarım hafifçe çözüldü, ardından başını çevirip omzunun üzerinden bana baktı, o sıra da behramın yanağından bir damla yaş aktığını gördüm. Behram bunu fark ettiğimi fark eder etmez hemen başını çevirip yüzünü bende tamamen sakladı.
“Gelme, Aydan…” dedi, sesi soğuk ama kırılgandı. “Peşimden gelme. Beni takip etme.”
Söylediklerinde bir ağırlık vardı; sanki kalbimi parçalayacak kadar keskinti. Ben adeta donakalmış, gözlerim dolmuş bir şekilde ona baktım. Behram derin bir nefes daha aldı, omzunu gergin bir şekilde silkeleyip adımlarını hızlandırdı. Koridor boyunca uzaklaştı, ve ben orada, sessizliğin içinde, yalnız kalakaldım. Kollarım hâlâ boşlukta asılıydı, içimde hem korku hem çaresizlik vardı.
Gözlerim ekran gibi onun arkasını takip ederken, aklımda tek bir şey vardı: Onu hâlâ bırakmak istemiyordum… ama o artık istemiyordu .
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Onun için sessizlik en büyük silahtı. Bir köşeye çekilip olup biteni uzaktan izler sonra ki adımını öne göre atardı ve ondan sonra ki attığı her adımda yakıp yıkardı. Etrafında olup bitenleri sessizce izlerken aslında her ayrıntıyı hafızasına kazırdı. Bir kaşını hafifçe kaldırması bile gördüklerini kaydettiğinin işaretiydi. Sonrasında harekete geçtiğinde, adımlarında tereddüt olmazdı. Sanki çoktan planını yapmış, sonucu görmüş gibiydi. Gözlerindeki kararlılık, karşısındakinin içini ürpertmeye yeterdi.
Onun attığı her adım, önceden hesaplanmış bir hamleydi. Sessizliğinin ardından gelen hareketleri, bir patlamanın sessizlikten sonra kulakları sağır etmesi gibiydi; beklenmedik, sert ve yıkıcı.
Adem Kara, gözlerini konağın ihtişamlı kapısından ayırmadan derin bir nefes aldı. Çenesini hafifçe yukarı kaldırışı, meydan okuyan bir duruş kazandırıyordu ona. Omuzları dimdikti, yüzünde tek bir tereddüt emaresi yoktu. Dudaklarının kenarı belli belirsiz gerilmiş, bakışlarına sert bir gölge düşmüştü.
Etrafındaki korumalar, adeta onun nefesini bile takip edercesine dikkatliydi. Hiçbirine dönüp bakmadı; onların varlığı, kendi kararlılığının bir parçası gibiydi sanki. Konağın kapısına her baktığında geçmişin izleri gözlerinde bir anlığına parladı; kaybolduğunu sananların yanıldığını gösterecek olmanın verdiği bir gurur, yüz hatlarında kısa süreli bir tebessüm yarattı.
Ama bu tebessüm çabuk silindi. Yerini soğuk bir ciddiyet aldı. Gözleri hafifçe kısıldı, sanki taş duvarların ardında bekleyen herkese bir mesaj gönderiyordu: “Ben geri döndüm ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”
Adem, ağır adımlarla kapıya doğru yürümeye başladığında, ayak sesleri taş zeminde yankılandı. Her adımı, etrafındakilere sessiz bir uyarıydı; bu dönüş, sıradan bir geliş değil, bir hesabın başlangıcıydı.
Konaktan içeri girdiğin de yüzünde bir tebessüm oluştu, oluşan tebessüm mutluluktan değildi aksine öfkedendi " bu ne güzel bir karşılama böyle" dedi alayla karışık
" bakıyorum da çıkmışsın hastaneden daha doğrusu dönmüşsün" dedi, Adem' in dudağının kenarı kıvrıldı " döndüm abla" dedi ve yüzünde ki küstah ifade silindi ve yerine korkutucu ve tehtitkar bir ifade oluştu " hemde çok güçlü bir şekilde döndüm"
Adem’in sözleri konağın ağır havasında yankılandı, sanki taş duvarlar bile onun dönüşüne tanıklık ediyordu. Hatice Hanım, önce oturduğu yerde irkildi. Gözlerinde kısa bir şaşkınlık belirdi, sonra yavaşça derin bir nefes aldı. Ellerini koltuğun kenarına yaslayıp ağır ağır doğruldu. Ayağa kalkışı, bir kadının asaletini ve aynı zamanda gerilimini ortaya koyuyordu.
Adımlarını kontrollü ama sert bir şekilde atarak Adem’in karşısına geçti. Göz göze geldiklerinde aralarındaki yılların yükü, kırgınlıkları ve söylenmemiş sözleri havada asılı kaldı. Hatice Hanım’ın bakışları hem keskin hem de derindi; sanki kardeşinin ruhunu delip geçmeye çalışıyordu. Dudakları titredi ama bir anlığına kendini toparladı, sesini sabit tutmaya çabaladı.
Adem ise kıpırdamadı. Omuzları dik, yüzündeki o tehditkâr ifade daha da belirginleşmişti. Gözleri buz gibi soğuktu. Dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz bir gülüş, aslında içinde fırtınalar koptuğunun işaretiydi.
İki kardeş şimdi karşı karşıya, birbirinin nefesini hissedecek kadar yakın duruyordu. Hatice Hanım, Adem’in gözlerindeki öfkeyi gördü; Adem ise ablasının bakışlarında hem meydan okuma hem de gizli bir korku sezdi. Ortadaki sessizlik, ikisinin de söyleyeceklerini tutuyor gibiydi.
Hatice Hanım’ın sesi kararlıydı, ama dudaklarının titremesi onun içinde gizlediği korkuyu ele veriyordu. Gözlerini hiç kaçırmadan Adem’in yüzüne dikti. “Amacın ne biliyorum Adem,” dedi, sesi hem sert hem de titrek bir gururla yankılandı, “ama buna izin vermem. Oğlumu ve sevdasını sana yem etmem.”
Bu sözler konağın ağır havasına bıçak gibi saplandı. Adem’in gözleri aniden parladı. Önce derin bir nefes aldı, sonra dudaklarının kenarı yavaşça kıvrıldı. Yüzünde acı bir tebessüm belirdi; bu tebessüm öfkenin, kırgınlığın ve içinde biriktirdiği intikamın yansımasıydı.
Bir adım ileri çıktı, göz göze geldiklerinde bakışlarının karanlığı ablasını ürpertti. “Senin oğlun…” dedi, sesi alçak ama tehditkâr bir tonda, “benim sevdamı elimden aldı.” Gözleri anlık bir parıltıyla doldu, sonra soğudu. Dudaklarından çıkan kelimeler buz gibi keskinleşti: “Sence yaşatır mıyım?”
Hatice Hanım’ın yüzü solgunlaştı, ama bakışlarındaki direnci kaybetmedi. Gözlerinin kenarında beliren ince çizgiler, hem korkusunu hem de meydan okumasını açığa vuruyordu. İki kardeş arasında, söylenmeyen tüm sözler ve yıllardır biriken öfke artık kelimelere dökülmüştü
Hatice Hanım’ın bakışları sertleşti, Adem’in sözlerindeki tehdidi duyunca omuzlarını dikleştirdi. Dudaklarının kenarı kasıldı, gözlerinde bir anlık öfke parladı. Sesini yükseltmeden, ama tok ve kararlı bir tonda konuştu
“Seninle duygusal hesaplara girmeyeceğim Adem,” dedi, gözlerini onunkinden ayırmadan. “Ama şunu bil ki… Sana ne oğlumu yem ederim, ne de sevdasını. Ne kadar güçlü döndüğünü söylersen söyle, buna izin vermeyeceğim.”
Sözlerini bitirdiğinde aralarındaki hava daha da ağırlaştı. Adem’in gözlerinde öfkenin ateşi yanmaya devam ediyordu, Hatice Hanım’ın bakışlarında ise inatçı bir kararlılık vardı. İki kardeşin karşı karşıya duruşu, sanki büyük bir fırtınanın sessizce kabardığını gösteriyordu.
Adem Kara’nın yüzü öfke ile gerildi. Çenesindeki kaslar belirginleşti, gözlerinde karanlık bir parıltı yanıp söndü. Bir adım daha yaklaştı, sesi kalınlaştı ve tehditkâr bir tonda yankılandı:
“Çok geç abla… Senin oğlunun ölümü benim elimden olacak.”
Sözler, taş duvarlarda yankılanır gibi avlu' da ağır bir şekilde yayıldı. Adem’in dudaklarının kenarında beliren sert gülümseme, kararlılığını daha da korkutucu bir hale getiriyordu.
Hatice Hanım’ın gözleri bir anlığına büyüdü, ama geri adım atmadı. Tam aksine, dimdik durdu, bakışlarını sertleştirdi. Dudakları arasından çıkan sözler net ve meydan okuyan bir keskinlik taşıyordu “Benim oğluma dokunmaya kalkarsan Adem, o zaman karşında sadece ablanı değil, bir anneyi bulursun. Ona ne gücün yeter, ne öfken. Ne oğlumu alırsın elimden, ne de sevdasını!”
Bu sözlerle beraber ortamın gerilimi daha da arttı. Adem’in gözlerinde öfkenin ateşi yanmaya devam ederken, Hatice Hanım’ın bakışlarında korkusuz bir kararlılık vardı. Adem’in bakışları daha da sertleşti. Dudaklarının kenarındaki gergin çizgi, öfkesinin derinliğini ortaya koyuyordu. Yavaşça başını kaldırdı, sesini tok ve kararlı bir tonda yükseltti
“Durmayacağım abla… Ne olursa olsun Nur’u Dijvan’dan alacağım. İster kanla olsun, ister vazgeçişle… Ama asla, asla Nur’u onlara bırakmayacağım!” Sözleri avlu da yankılandı, tehdit ve kararlılık her hecesinde ağır ağır hissediliyordu. Adem’in gözlerinde hem öfke hem de yanıp sönen tutkulu bir inat vardı.
Hatice Hanım, bu sözleri duyunca göz kapaklarını kısa bir an kapattı, sonra bakışlarını tekrar kardeşinin yüzüne dikti. Dudaklarını sıktı, alnındaki çizgiler derinleşti. Sesi bu kez çok daha net, meydan okuyan bir sertlikle yankılandı
“Sen kendi bildiğini oku Adem. Ama şunu sakın unutma… Benim oğlum söz konusu olduğunda, Azamet Aşireti’ni toplamam saniye sürmez. Bir telefonuma bakar. O zaman karşında sadece beni değil, koca bir dağ gibi dikilen aşireti bulursun!”
Sözlerinin ardından ağır bir sessizlik çöktü. Hatice Hanım dimdik durdu, Adem’in gözlerine son kez meydan okuyarak baktı. Sonra hiçbir şey söylemeden hızla yanından geçti. Adımlarının sert yankısı taş zeminde duyulurken, avlu' dan çıkıp gitti. Ardında, öfkesiyle kararlılığı birbirine karışmış Adem’i ve gerilimin daha da büyüyeceğini haber veren ağır bir hava bıraktı.
.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Dijvan yorgun adımları ile konaktan içeri girdi, aklında ki düşünceler zihnini bulandırırken avluda onu bekleyen Nur' u fark etmedi. Olaylar istediği gibi gitmemişti, behram' a verdiği sözü tutamamış, Aydan bir şekilde o videoyu izlemişti. Aydan kendisini odaya kapatır kapatmaz hemen behram' ı aramıştı, behram dışarı da dijvanı beklediği için hızla konağa girmişti, girmesine ama maalesef yetişememişti.
Dijvan ağır adımlarla içeri yürürken derin bir nefes aldı, yorgun yüzünde karışık duygular okunuyordu. Omuzları çökmüş, bakışları dalgındı. Nur, avlunun bir köşesinde sessizce bekliyor, gözlerini ondan ayırmadan gelişini izliyordu. Fakat Dijvan’ın zihni yaşananlar ile öylesine doluydu ki Nur’un varlığını fark etmedi bile. Dijvan Sakin adımlar ile gidip Nur' un yanına oturdu, Nur meraklı gözler ile ona bakarken dijvan derin bir nefes alıp verdi.
Dijvan yanına oturduğunda Nur’un kalbi hızla çarpmaya başladı. Onun yüzüne baktı; gözlerinin altında yorgunluk izleri, dudaklarının kenarında ise bastırmaya çalıştığı bir acı vardı. Ellerini dizlerinin üzerinde sıkıca kenetlemişti, parmak eklemleri neredeyse beyazlamıştı.
Nur hafifçe başını eğdi, bir şey söylemek istedi ama kelimeler boğazına düğümlendi. Sessizlik ağır bir perde gibi üzerlerine çökmüştü.
Dijvan başını kaldırıp Nur’un gözlerine baktığında bakışlarında hem pişmanlık hem de kırgınlık vardı. Dudaklarını araladı ama hemen kapattı, sanki söyleyeceği her kelime daha büyük bir yük bindirecekmiş gibi. Yalnızca derin bir nefes daha alıp omuzlarını çöktü.
Nur, onun bu haline dayanamadı. İnce sesiyle, neredeyse fısıldayarak sordu "Ne oldu sana, Dijvan?"
Dijvan gözlerini bir an kaçırdı, sonra yere dikti. Çenesindeki kaslar gerildi, elinde olmadan dudaklarını ısırdı. Yutkundu, fakat hâlâ konuşamadı. Onun sessizliği Nur’un içini daha da burkuyordu.
Nur titrek bir gülümseme ile elini onun eline uzattı, dokunduğunda ise Dijvan’ın parmaklarının soğukluğunu hissetti. Bu dokunuşla birlikte adamın bakışları istemsizce ona çevrildi. Gözlerinde gizlenmeye çalışılan koca bir fırtına vardı.
İçinden geçenleri söylemeye gücü yoktu belki, ama Nur onun sessizliğinde bile bir şeylerin koptuğunu anlamıştı.
" Behram' a verdiğim sözü tutamadım" diye suçlulukla fısıldadı " aydan izledi videoyu öğrendi herşeyi, herşeyi berbat ettim Nur"
Dijvan’ın sesi kısık ve titrek çıkmıştı. Sanki her kelime dudaklarından dökülürken içini daha da acıtıyordu. Başını öne eğdi, parmaklarını sıkıca kenetleyip yumruğa dönüştürdü. Çenesindeki kaslar gerildi, nefesi düzensizleşti.
Nur ise onun bu haline bakarken yüreği burkuldu. Sessizce elini onun yumruğunun üzerine koydu, parmaklarını yavaşça açmaya çalışarak sakin bir sesle konuştu "Suç senin değil, Dijvan" Dijvan başını kaldırıp ona baktı. Gözlerindeki suçluluk o kadar belirgindi ki Nur içtenlikle devam etti " Belki de böylesi gerekiyordu. Saklanan her şey bir gün açığa çıkıyor zaten. Belki bu, hayırlı bir şeye vesile olacak."
Dijvan’ın dudakları titredi, ama ses çıkaramadı. Nur’un sözleri içinde yankı bulmuştu. Gözlerinde beliren umut kırıntısı ile kaşlarının arasındaki o sert çizgi biraz olsun yumuşadı.
Nur, bakışlarını ondan ayırmadan biraz daha yaklaştı " Kendini suçlayıp durma. Her şeyin bir sebebi var. Belki de Aydan’ın öğrenmesi, gerçeğin ortaya çıkmasıyla yeni bir kapı açacak onlara"
Dijvan derin bir nefes aldı. O an Nur’un gözlerinde gördüğü güven, yüreğinde taşıdığı bütün yükün arasına bir nebze de olsa ışık düşürmüştü.
Dijvan, Nur’un sözlerinden güç almış gibi derin bir nefes aldı. Sessizlik içinde yavaşça ona doğru döndü. Gözlerindeki fırtına yerini dingin bir kararlılığa bırakıyordu. Nur, onun yaklaşan bakışlarından kalbinin hızlandığını hissetti, nefesi istemsizce kesildi.
Dijvan ellerini yavaşça Nur’un ellerinin üzerine koydu, parmaklarını nazikçe kavradı. Sonra başını öne eğip alnını Nur’un alnına yasladı. İkisinin nefesleri birbirine karıştı; aralarındaki sessizlik artık ağır değil, huzur doluydu.
Dijvan’ın sesi neredeyse fısıltı halinde çıktı, ama her kelimesi yüreğinin derinliklerinden geliyordu "Nur iyi ki geldin bana, iyi ki o gün benden yardım istedin. Şuan yanımda olmasaydın kendimi bu kadar güçlü ve umut dolu hissetmezdim"
Nur’un kalbi bu sözlerle bir anlığına yerinden çıkacak gibi çarptı. Gözlerini kapattı, dudaklarının kenarında ince bir tebessüm belirdi. O an bütün yorgunluğu, bütün korkuları sanki silinip gitmişti.
Dijvan dudaklarına doğru biraz daha yaklaştı, gözlerinde aşkın ve bağlılığın derin iziyle fısıldadı "Yanımda ol, bana güç ol… sensiz hiçbir şeyin anlamı yok, Nur."
Nur’un nefesi boğazında düğümlendi, kalbi hızla çarparken göğsünde tarifsiz bir sıcaklık hissetti. Dijvan’ın sözleri kulaklarında yankılanıyor, ruhuna işliyordu. Gözlerini aralayıp ona baktığında, kararlı ve aynı zamanda kırılgan bir bakışla karşılaştı.
Dijvan, alnını hâlâ Nur’un alnına yaslamıştı. Dudaklarının kenarında beliren titrek bir gülümseme, içinde gizlenen bütün duyguları ele veriyordu. Göz kapakları ağır ağır kapandı, sanki bu anı hafızasına kazımak istercesine.
Nur, onun dudaklarından dökülen son sözleri içtenlikle hissetti. Yavaşça ellerini kaldırıp yanaklarına dokundu; parmak uçları, soğuk ve yorgun yüzünde gezinirken ona güven verdi. Sesinde titrek ama sevgi dolu bir ton vardı "Hep yanında olacağım, Dijvan. Ne olursa olsun"
Dijvan bu sözlerle derin bir nefes aldı, sanki yüreğinin yükü biraz olsun hafiflemişti. Gözlerini açıp Nur’a baktığında, gözlerinde parlayan umut ışığı daha da belirginleşti. Dudakları, minnet ve aşk dolu bir gülümsemeyle kıvrıldı.
Aralarındaki mesafe artık neredeyse yoktu. Nefesleri birbirine karışırken kalpleri aynı ritimde atıyordu. O an, dış dünyada olup biten hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Yalnızca ikisi ve kalplerindeki o yoğun, gerçek bağ vardı
Dijvan, Nur’un gözlerinde gördüğü o güvenle tereddüdünü bir kenara bıraktı. Yavaşça yüzüne doğru eğildi. Nur’un kalbi deli gibi atıyor, nefesi hızlanıyordu. Dudakları aralandı, gözlerini kapattı. Aralarındaki mesafe giderek azaldı ve sonunda dudakları birbirine değdi.
İlk dokunuş, ürkek ve narin oldu. Sanki ikisi de bu anı bozmaktan korkuyordu. Nur’un elleri hala Dijvan’ın yüzündeydi, parmakları onun yanaklarına sımsıkı tutunmuştu. Bu temas, ikisine de güven verdi.
Dijvan dudaklarını biraz daha bastırarak öptü, derin bir nefes verdiğinde içindeki tüm yük sanki eriyip gitmişti. Nur’un dudaklarından aldığı o sıcaklık, ona güç veriyordu. Nur ise dudaklarının titremesine rağmen karşılık verdi; içindeki bütün duyguları, kelimelerle anlatamadıklarını bu öpüşe sığdırdı.
İkisinin nefesleri birbirine karışıyor, kalpleri aynı ritimde çarpıyordu. Zaman durmuş gibiydi. Dışarıdaki sessizlik onların kalplerindeki gürültüyü daha da belirginleştiriyordu. Öpüşmeleri uzadıkça, üzerlerindeki bütün korkular, suçluluklar ve yorgunluklar yerini yalnızca birbirine duydukları o derin bağlılığa bıraktı.
Dijvan, öpüşmelerinin arasında alnını tekrar Nur’un alnına yasladı. Gözleri kapalı, dudaklarının kenarında minnet dolu bir tebessüm belirdi. Kısık bir sesle fısıldadı " Sen bana en büyük cesaret oldun, Nur"
Nur’un yanakları al al olmuş, gözlerinde mutlulukla karışık bir parıltı vardı. Dudaklarının kenarında beliren gülümsemeyle cevap verdi " Sen de benim en büyük sığınağımsın."
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Ferzan elinde tuttuğu bardağı ağır bir edayla masaya bıraktığında, dudaklarının kenarında beliren o küstah gülümseme yüzünü kaplamıştı. Gözlerini kısarak, adeta meydan okur gibi Adem’e baktı “Dönmüşsün Adem…” dedi, sesindeki alaycı ton odanın sessizliğini böldü.
Adem ise deri koltuğa yaslanmış, geniş omuzları gerilmiş, çenesinde öfkenin çizgileri belirginleşmişti. Gözlerinde yanıp sönen ateş, içinde fırtınalar koptuğunu belli ediyordu. Dudaklarını sıkarak, boğazından çıkan sert bir tonla “Döndüm…” dedi.
Kelimeler havada bir tehdit gibi asılı kaldı.
Bir an sustu, yumruğa dönüşen ellerini dizlerinin üzerinde sıkarken başını hafif yana eğdi. Sonra bakışlarını Ferzan’a kilitleyip dişlerinin arasından öfkeyle fısıldar gibi sordu:
“Döndüm ama bil bakalım nasıl döndüm, Ferzan?”
Ferzan, omuzlarını umursamaz bir tavırla silkti. Dudaklarını büzerek, “Bilmiyorum,” der gibi küçümseyici bir ifade takındı. Bu tavır Adem’in öfkesini daha da körükledi.
Adem’in göğsü hızla inip kalkıyordu. Göz kapaklarının arasından dışarıya bakan bakışları buz gibiydi. “Öfke doluyum…” dedi, sesi gittikçe daha keskinleşiyordu. “İntikam ile yanıp tutuşuyorum. O Dijvan’a… Behram’a… öyle kin doluyum ki… Özellikle de o Dijvan’a.”
Ferzan’ın gözleri bir anlığına büyüdü. Kadehini yeniden eline aldı, yavaşça çevirirken kaşlarını hafif kaldırıp alaycı bir tebessümle sordu “Dijvan senin yeğenin değil mi, Adem? Ne bu kin, ne bu öfke?”
Adem, keskin bir hareketle başını çevirdi, gözlerini pencerenin ardındaki karanlığa dikti. Çenesindeki kaslar öfkeyle gerildi. Uzun bir sessizlikten sonra, dudaklarının kenarı titreyerek konuştu:
“Yeğenim de olsa umurumda değil!”
Sözleri odada yankılandı. Sonra başını ağır ağır çevirip, öfke ile parlayan gözlerini Ferzan’a dikti. Sesindeki kararlılık bıçak gibi keskinleşmişti “Sevdiğim kadını benden aldı. Onu benden kopardı. Bunun bedelini ödeyecek. Ne pahasına olursa olsun… ondan intikamımı alacağım.”
Ferzan bu sözlerin ardından kısa bir kahkaha attı, ama kahkahanın ardında bir tedirginlik gizliydi. Adem’in bakışlarındaki karanlık, şakaya gelmeyecek türdendi. Ferzan gülümsemesini yüzünden silemese de, elinde tuttuğu kadehin titrediğini fark etti.
Adem ise koltuğun kenarından doğruldu, gövdesi öne eğilmiş, gözleri parlayan bir yırtıcı gibi Ferzan’a kilitlenmişti. Nefesi ağır, sesi kararlıydı
“Hiçbir şey… ama hiçbir şey, beni bu öfkeden alıkoyamaz. Onları yıkacağım, tek tek… En çok da onu.” dedi ve geri çekilip arkasına yaslandı.
" anlıyorum seni merak etme sıra, sıra hepsine gelecek ama şuan önemli olan behramın bize getireceği flash bellek, o bir polisin eline geçerse hiç bir şekilde kurtulamayız" elini kaldırıp işaret parmağı ile Ademi işaret etti " sende" sonra kendini işaret etti "bende dostum"
Adem koltuğa geri yaslandığında, derin bir nefes aldı. Parmakları koltuğun kenarını sıkarken yüzünde karanlık bir ifade vardı. Ferzan’ın sözleri zihninde yankılanıyordu: “Flash bellek… polis…” Adem’in çenesindeki kaslar gerilirken, gözleri ince bir çizgiye dönüştü.
O sırada kapı hızla açıldı. Odaya giren ayak sesleri, havadaki gerginliği daha da yoğunlaştırdı. Herkesin bakışları aynı anda kapıya çevrildi.
İçeri ilk giren Behram’dı. Sert yüz hatları, umursamaz tavırla birleşmişti. Hiç kimseye selam verme zahmetine girmeden, gözlerini kısarak odayı taradı. Adem’in öfke yüklü bakışlarını görmezden gelip ağır adımlarla ilerledi ve onun tam karşısındaki tekli koltuğa oturdu. Otururken dizlerini genişçe açtı, arkasına yaslandı; sanki bu masada en çok söz hakkı kendisindeymiş gibi.
Behram’ın ardından ise Dijvan göründü. Kapının eşiğinde bir an durdu, gözleri önce Ferzan’a, sonra Adem’e kaydı. Dudaklarının kenarında küçümseyici bir tebessüm belirdi. Annesinin dün gece söylediği sözler kulaklarında çınladı: “Adem döndü.”
O yüzden şaşırmamıştı onu burada görmeye. Hatta içinde ince bir alay vardı.
Ne de olsa it, itin yanında olurmuş… diye geçirdi içinden.
Odanın içindeki hava bir anda daha ağırlaştı. Adem’in göğsü öfkeyle inip kalkarken, bakışlarını bir an bile ayırmadan Dijvan’a kilitlenmişti. Gözlerinde kıpkızıl bir öfke, dişlerinin arasından sızmaya hazır sözler saklıydı. Ferzan ise kadehini tekrar eline alıp, adeta bu gerginliği keyifle izliyordu. Dudaklarında ince bir gülümseme vardı; oyun başlıyordu ve o bu oyunun ortasında olmaktan zevk alıyordu.
Behram sessizliği bozdu, sesi tok ve buyurgandı “Gereksiz bakışmalarla vakit kaybetmeyelim. Zamanımız dar.”
Behram’ın tok sesi odada yankılanıp kesildiğinde, ortamı kısa bir sessizlik sardı. Sessizliği delen tek şey, Dijvan’ın ağır nefesiydi. Oturmak yerine ayakta kalmış, çenesini yukarı kaldırmıştı. Omuzları dimdik, gözleri ise Adem’e saplanmıştı. Bakışlarında küçümseyici bir meydan okuma vardı; sanki onun öfkesinden besleniyor gibiydi.
Ferzan hafifçe öne eğildi, kadehini iki parmağının ucunda sallayarak, dudaklarında sinsice bir gülümseme belirdi. Sesini neredeyse alaycı bir melodiyle çıkardı “Bir şeyler iç Behram… Ona da vaktin vardır.”
Kelimeler, havada ince bir kılıç darbesi gibi çarpışıyordu. Behram’ın sesi sakin ama derin bir yankıyla doluydu “Biz Allah yolundayız Ferzan, senin gibi bok yoluna gitmiyoruz.”
Sözler masaya ağır bir taş gibi düştü. Ferzan ise sinirlenmek yerine, geriye yaslanıp büyük bir kahkaha patlattı. Kahkahası odanın duvarlarında yankılanırken, gözlerinde küçümseyici bir parıltı vardı “Yapma be Behram…” dedi, kahkahasının arasından. “Adam öldürmek ne zamandan beri iyi yol oldu?”
Kahkahası kesildiğinde bile yüzündeki küstah ifade silinmedi. Dudaklarının kenarındaki alaycı kıvrım daha da belirginleşti. Sesini düşürmeden, adeta meydan okurcasına ekledi “Üstelik sevdiğin kadının abisini…”
Adem’in gözleri bu sözle bir anlığına Behram’a kaydı. Ortamda buz gibi bir sessizlik oluştu. Behram’ın dudaklarında alaycı bir gülümseme belirdi, ama bu gülümseme keyiften uzaktı.
“Doğru…” dedi, başını hafifçe yana eğerek. “Haklısın. Ama hiç değilse benim bir amacım vardı.”
Sözlerinin ardından çenesini kaldırdı, işaret eder gibi Ferzan’a doğru hafifçe itti. Gözleri daralmış, sesindeki ton buz gibiydi “Senin bir amacın var mı Ferzan? Asalak gibi yaşamaktan başka bir şey biliyor musun? Hep masaların gölgesinde, başkalarının artıklarıyla… Senin yolun dediğin bu mu?”
Ferzan’ın yüzünde ki gülümseme bir an için sabitlenip dondu. Kahkahasından geriye sadece kısa bir hırıltı kaldı. Gözlerinde sinirle parlayan bir ışık belirdi, ama hâlâ soğukkanlı görünmeye çalışıyordu. Bardaktaki içkiyi tek yudumda bitirdi, bardağı sertçe masaya bıraktı.
Dijvan ise olan biteni dikkatle izliyordu. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, yüzünde küçümseyici bir tebessümle adeta iki tarafın çekişmesinden keyif alıyordu. Gözlerini kısıp sessizce Behram’a baktı, ardından Ferzan’a, sonra da Adem’e… Sanki üçünü birden tartıyordu.
Adem’in sabrı ise iyice taşmaya başlamıştı. Yumruk yaptığı elleri dizlerinin üzerinde titriyordu. Gözleri, Ferzan’ın küstah ifadesiyle Behram’ın soğukkanlı bakışları arasında gidip geliyordu ama sessizce izlemek dışında bir şey yapamıyordu.
Behram derin bir nefes verip, göğsünün sıkışmış havasını dışarı saldı. Sonra elini ağır bir hareketle pantolonunun cebine attı. Parmakları cebin içinde bir şeyleri yokladı ve sonunda küçük, siyah bir flash bellek çıkardı. O an, odadaki tüm bakışlar aynı noktada toplandı.
Flash bellek, Behram’ın iki parmağı arasında havaya kaldırılmış, loş ışıkta parıldıyordu. Adem’in gözleri daraldı, nefesi sıklaşırken, Ferzan’ın dudaklarının kenarındaki o sinsi gülümseme biraz daha derinleşti. Dijvan ise kollarını göğsünde kavuşturmuş, başını hafif yana eğip dikkatle izliyordu.
Behram, belleği parmaklarının ucunda çevirdi, gözlerini hiç ayırmadan Ferzan’a baktı. Sesi bu kez daha tok, daha ağırdı “Bir konuda haklısın, Ferzan… İnsanın sınırları olmamalı. Sınır olursa… bir yere kadar gider. Sonrası olmaz. Çünkü vicdan… maalesef buna izin vermez.”
Ferzan, alaycı bir kahkaha attı. Başını geriye atıp dudaklarının kenarındaki küstah ifadeyi daha da belirginleştirdi. Ama gözlerinin içindeki huzursuz kıvılcım dikkat çekiyordu.
Behram, flash belleği hâlâ elinde tutuyordu. Işığın altında, küçük ama tehlikeli bir sır gibi parlıyordu. Soğuk bakışlarını Ferzan’a kilitleyip devam etti
“Şimdi fark ediyorum da… aslında birbirimize benziyoruz.” Sözler, Ferzan’ın yüzündeki gülümsemeyi donuklaştırdı. Dudaklarının kenarı hâlâ kıvrılıyordu ama gözlerinde kısa bir kararma oldu.
Behram belleği biraz daha havaya kaldırdı, parmakları onu sıkıca kavrarken sesi buz gibi keskinleşti “Aynı kandanız. Ama aynı anneden olmamamıza rağmen… damarlarımızda dolaşan o karanlık, o hırs, o açlık… aynı.”
Sözleri bitirdiğinde ağır adımlarla ayağa kalktı. Geniş omuzları gerildi, bakışları odanın her köşesini tek tek süzdü. O an bütün dikkatler Behram’ın üzerindeydi. Adem’in gözlerinde öfke kıvılcımları çakıyor, Dijvan’ın dudaklarının kenarındaki küçümseyici tebessüm silinmiyordu. Ferzan ise arkasına yaslanmış, kadehini sallarken gözlerini hiç ayırmadan onu izliyordu.
Bir anda Behram bileğini çevirdi ve elindeki flash belleği sert bir hareketle Ferzan’ın önüne doğru fırlattı. Küçük parça masanın üzerinde ince bir tıkırtıyla kayıp Ferzan’ın dirseğinin dibinde durdu. Odanın havası, belleğin çıkardığı sesle birlikte daha da ağırlaştı.
Ferzan başını eğip belleğe baktı, ardından yavaşça kaldırıp gözlerini Behram’a dikti. Dudaklarının kenarı sinsice kıvrıldı, gözlerinde ise zaferin gölgesi vardı “Teşekkür ederim Behram…” dedi, kelimeleri uzatarak. “Bana bunu getireceğini tahmin etmiştim. Nede olsa zaafları olan bir adamsın. Ve ben…” derken işaret parmağını hafifçe salladı, “en başında söylediğim gibi insanların zaaflarına oynamayı çok severim.”
Odanın havası daha da ağırlaştı. Adem’in kaşları çatıldı, öfke damarlarına işliyordu. Yumruğunu koltuğun kenarına öyle sıkı bastırdı ki eklemleri beyaza kesti. Gözleri, Ferzan’ın önündeki flash belleğe mıhlanmıştı; o küçük şeyin, bütün dengeleri altüst edecek gücü olduğunu biliyordu.
Behram, Ferzan’ın sözlerini dinlerken yüzünde tek bir mimik bile kıpırdamadı. Gözleri buz gibi, bakışları keskin kaldı. Sadece başını hafifçe yana eğdi “Zaaf mı?” diye sordu alçak ama tok bir sesle. “Benim zaaflarım olabilir… Ama senin tek varlığın, tek sermayen bu. İnsanların yaralarına tuz basmak. Senin başka bir gücün hiç olmadı, Ferzan.”
Ferzan kahkaha attı, kahkahası kısa ama alaycıydı. Kadehini eline aldı, yavaşça dudaklarına götürdü ve tek yudumda içkiyi bitirdi. Bardağı masaya bıraktığında yüzündeki küstah gülümseme hâlâ silinmemişti “Yara olmasa senin gibiler nereden beslenirdi, Behram?” dedi soğuk bir tonla. “Benim gücüm tam da burada. İnsanların karanlık tarafını görürüm, onların kendine bile itiraf edemediği tarafını. Ve işte o zaman…” elini belleğin üzerinde gezdirdi, “…kontrol bendedir.”
Dijvan, dudaklarının kenarında küçümseyici bir tebessümle sessizliğini korurken, Behram yavaşça öne eğildi. Ellerini masaya koyduğunda çıkan tok ses, odadaki gerilimi daha da artırdı. Yüzünde tehditkâr bir ifade vardı; gözleri buz gibi, bakışları keskin…
“Unutma, Ferzan…” dedi, kelimeleri ağır ağır ve bıçak gibi keskin bir tonda. “Kontrol sende olabilir. Ama ben her zaman senden bir adım önde olacağım. Çünkü benim uğruna savaşabileceğim bir ailem var.”
Bu sözler Ferzan’ın damarlarına zehir gibi işledi. Yüzündeki küstah gülümseme bir anda silindi. Dudakları gerildi, gözleri öfkeyle büyüdü. Kadehi kavrayıp masaya sertçe vurdu, kristalin tok sesi odada yankılandı.
“Beni sakın küçümseme Behram!” diye tısladı dişlerinin arasından. “Ailen dediğin şey seni zayıflatıyor. Senin gücün benim özgürlüğüm kadar keskin olamaz. Sen bağlarla, zincirlerle yaşıyorsun. Benimse hiçbir bağım yok! İşte bu yüzden… her zaman senden daha acımasız olacağım.”
Behram, onun sözlerini dinlerken gözlerini hiç kırpmadı. Umursamaz bir edayla başını hafif yana eğdi, dudaklarının kenarında küçücük ama soğuk bir kıvrım belirdi.
“Acımasızlık başka, amaç başka…” dedi sessiz ama sert bir tonla. “Sen hiçbir zaman farkı anlayamayacaksın.”
Ardından, daha fazla konuşmaya gerek duymadan doğruldu. Masadan uzaklaşırken gözleri hâlâ Ferzan’ın üzerinde geziniyordu. Omuzlarını dikleştirdi, ağır adımlarla kapıya yöneldi.
Dijvan, kollarını göğsünde kavuşturmuş hâlâ aynı küçümseyici tebessümle bakarken. Göz ucuyla Ferzan’a baktı, dudaklarının kenarıyla kısa bir alay ifadesi bıraktı. Sonra Behram’ın arkasından, hiç acele etmeden kapıya doğru yürüdü. Kapı açıldı, loş koridorun soğuk havası içeri sızdı. Behram çıkarken bir kez arkasına dönüp, alayla değil, kararlı bir sertlikle konuştu "Bizim yolumuz başka, Ferzan.” Ve ardından kapıyı ardına kadar açıp, Dijvan ile birlikte dışarı çıktı. Oda, geride Ferzan’ın öfke dolu nefesleri ve Adem’in buz gibi sessizliğiyle kaldı.
Dijvan’ın dudaklarından kaçan kıkırtı koridorun sessizliğinde yankılandı. Behram önce kısa bir an onu süzdü, sonra istemsizce kendisi de güldü.
“Ne gülüyorsun oğlum?” dedi, kaşlarını hafif kaldırarak.
Dijvan’ın yüzündeki gülümseme iyice büyüdü. Çenesini hafif yana eğip omuz silkti, gözlerinde eğlenceli bir parıltı vardı “Valla ben de bilmiyorum…” dedi keyifli bir sesle. “Sanırım içerideki yüz ifadeleri komiğime gitti. Özellikle Ferzan’ın. Ne kadar öfkelense de o küstah suratını saklayamıyor ya, işte orası tam komediydi.”
Behram başını iki yana sallayıp derin bir nefes aldı. Dudaklarının kenarında hâlâ belli belirsiz bir gülümseme vardı. “Senin bu rahatlığın var ya…” diye mırıldandı, gözlerini yola çevirdi. “Bazen beni deli ediyor, bazen de iyi ki varsın dedirtiyor.”
Dijvan kahkaha atmadı ama gözlerinde muzip bir ışık parladı. Ellerini ceplerine soktu, yan yana yürürken omzunu hafifçe Behram’a çarptı.
“Eee, biri bu kasvetli havayı dağıtmak zorunda. Yoksa senin şu kaş çatmalarının arasında boğulurduk.”
Behram istemsizce güldü, kahkahası tok ve kısa bir yankı bıraktı koridorda. Dijvan bir anda ciddileşip " ulan behram bir an şey düşündüm bu behram bir anda ferzanın karşısın da hık diye uyuya kalırsa diye adama racon keserken rezil olmayalım dedim"
Behram dudaklarının kenarında hafif bir tebessümle kafasını salladı. Gözlerinde hem hafif bir alay hem de içten bir güven parıltısı vardı.
Bir süre sonra Dijvan kaşlarını çatarak sordu, sesi merak ve hafif bir kaygı taşıyordu “Peki hâlâ devam ediyor mu hastalığın?” Behram derin bir nefes aldı, gözlerini hafifçe kısarak başını salladı
“Evet… maalesef hâlâ narcolepsiyim. Uyku hastalığım beni her an yakalayabilir.”
Dijvan kısa bir kahkaha attı, ardından başını yana eğdi ve dudaklarının kenarında alaycı bir tebessüm belirdi " şuan yakalar mı lan seni? Uyur musun şimdi hık diye"
Dijvan kısa bir kahkaha attı, ardından başını yana eğdi. Dudaklarının kenarında alaycı bir tebessüm belirdi, gözleri ise Behram’a hafifçe parlayan bir ışıkla kilitlendi “Şu an yakalar mı lan seni? Uyur musun şimdi hık diye?” dedi, sesi hem eğlenceli hem de kışkırtıcı bir ton taşıyordu.
Behram omuzlarını hafifçe kaldırdı, dudaklarının kenarında küçümseyici bir tebessüm belirdi. Gözleri soğuk ve keskinti, fakat içinde hafif bir parıltı, Dijvan’ın alayına karşılık veren bir mizah vardı “Uyanık kalmaya çalışacağım, merak etme,” dedi kısa ve tok bir sesle. “Ama bir anlık kayıp… o anı görmek isterdim. Eminim sen gülmekten yerlere yatardın, Dijvan.”
Dijvan, Behram’ın ciddiyetine karşı kendini kaybetti ve kısa bir kahkaha daha attı “Tabii ki de, oğlum… her zaman beni bilirsin,” dedi, gözlerinde hâlâ eğlenceli bir parıltı vardı.
Behram, gözlerini kısarak ona baktı, kaşlarını hafifçe kaldırdı. “Sen de bu aralar baya gevşedin, hayırdır lan?” diye sordu, sesi hem şaşkın hem de uyarıcı bir ton taşıyordu.
Dijvan, Behram’ın sorusuyla yüzündeki gülümsemeyi kaybetti ve yerine ciddi, kontrollü bir ifade yerleşti. “Yok, bir şey… ne olacak?” dedi kısa ve net, omuz silker gibi. Behram bir an duraksadı, gözleri Dijvan’ın yüzünde gezindi. Sonra alaycı bir tonla, kaşlarını kaldırarak sordu “Bir… bir dakika … aşık mı oldun sen, yoksa?”
Dijvan hemen arkasına bakmadan adımlarını hızlandırdı, başını hafifçe yana çevirip gülümsemesini gizleyerek “Ne alakası var, oğlum? Yok öyle bir şey!” dedi ve yavaşça yürüyüşünü hızlandırarak uzaklaşmaya çalıştı.
Behram, bu ani hareket karşısında kısa bir kahkaha attı ve peşinden adım adım yürüdü. Dudaklarının kenarında hâlâ alaycı bir tebessüm vardı.
“Uzaklaşmayı mı deniyorsun, Dijvan? Hadi bakalım, kolay değil!” dedi, sesi hem eğlenceli hem de kışkırtıcıydı.
Dijvan, koridorun köşesini dönmeye çalışırken omuzlarını gerdi ve hızlı adımlarla ilerledi, arkasına dönüp Behram’ı kontrol etti. Gözlerinde hem alay hem de hafif bir heyecan parladı.
Koridorun loş ışıkları arasında ikisi birbirine hem meydan okurcasına hem de oyun oynar gibi adımlarını attı. Adımları, sessizliği kıpırdatan tek ritim oldu; gerginliğin ve eğlencenin iç içe geçtiği anlardan biriydi.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Kalp kırmak çoğu zaman farkında olmadan yapılan bir şeydir. Bir söz, bir bakış ya da küçücük bir hareket, karşıdakinin içinde kocaman bir yara açabilir. İnsan, o an belki öfkesine yenilir, belki de düşünmeden konuşur. Ama kırılan kalbin sessizliği, her şeyden daha ağırdır.
Kalp kırıldığında gözler farklı bakar, gülümsemeler sahteleşir. İçte oluşan sızı, dışarıya belli edilmese bile sessiz bir çığlık gibi yankılanır. O an söylenen sözler unutulsa bile hissettirdiği acı uzun süre kalır. Çünkü kalp, cam gibidir; bir kez çatladı mı, eski haline dönmez Ve aslında insan, kırdığı kalbin sesini duymasa da bir gün kendi içinde o sessiz yankıyı hisseder. İşte o zaman anlar, bir kalbi kırmak ne kadar kolay olduğunu , onarmanın ise ne kadar zor olacağını.
Behram beni affedermiydi bilmiyordum, gerçi behram yerinde kim olsa da affetmezdi. Söylediğim onca söz, onca davranıştan sonra yüzüme bakması bile mucizeydi. Behram’ın gözlerinin içine bakmaya cesaret edemedim. İçimde ağır bir pişmanlık vardı, boğazıma düğümlenmişti adeta. Söylediğim her kelime, yaptığım her hareket zihnimde yeniden canlanıyor, yüreğime hançer gibi saplanıyordu. Onun sessizliği beni her şeyden çok yaralıyordu.
Başını hafifçe yana çevirdiğinde yüzündeki çizgiler daha da belirginleşti. Dudaklarının kenarı öfke ile değil, kırgınlıkla kasılmıştı. Kırgın bir insanın bakışı, en sert öfkeden daha ağırdı. O an fark ettim ki Behram bana bağırsa, hesap sorsa bu kadar acıtmazdı. Susması, içindeki sarsıntıyı saklamaya çalışması kalbimi parçaladı.
“Behram…” dedim titrek bir sesle, gözlerim dolmuştu. Ellerim istemsizce birbirine kenetlendi, çaresizliğimi gizleyemedim. O ise uzun bir nefes alıp gözlerini kapattı, sanki içindeki fırtınayı bastırmaya çalışıyordu. Açtığında bakışları sert değildi ama derin bir mesafe vardı.
Biliyordum, kelimelerim yetmeyecekti. Çünkü kırılan güvenini onarmak, sadece özürle olacak şey değildi. Yine de içimde küçük bir umut vardı; belki biraz zamanla, belki biraz sabırla…
Behram nefesini dışarı verdi " aydan özür dileme çünkü artık özür dileyip geçecek bir yara değil benim için ne kendini yor nede beni" öne doğru eğildi, dirseklerini dizime dayadı " bak benim buraya gelme sebebim başka"
Behram’ın sözleri yüreğime ağır bir taş gibi düştü. Dudaklarım aralandı ama ne diyeceğimi bilemedim. Sadece boğazımdan zorla çıkan titrek bir ses duyuldu “Peki… o zaman… niye geldin Behram?”
Gözlerim onunkilerle buluşmaya çalıştı, ama o bakışlarını benden kaçırdı. Ellerini birbirine kenetlemişti, parmak eklemleri beyazlayana kadar sıkıyordu. Sonra yavaşça doğruldu, gözlerindeki kararlılığı gizlemeden bana baktı.
“Veda etmeye geldim, Aydan…” dedi sakin ama buz gibi bir sesle.
O an içimdeki dünya başıma yıkıldı. Nefesim kesildi sanki, kelimeler boğazımda düğümlendi. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı, ellerim titredi. Onun dudaklarından dökülen her harf, kalbimin duvarlarını yıkıyordu.
Behram ise yüzünde en ufak bir mimik oynamadan, sanki kendi canını yakıyormuş gibi sessizce bakıyordu bana. Dudaklarının kenarı belli belirsiz titredi ama toparlandı. Gözlerindeki kararlılık, aslında içinde kopan fırtınaları ele veriyordu.
Sanki son bir kez yüzüme bakıyor, hafızasına kazımak istiyordu. Ama aynı zamanda her bakışında biraz daha uzaklaşıyordu.
“Ne demek veda etmek için geldim…” dedim, sesim hem kırık hem de öfkeyle titriyordu. Gözlerim dolmuştu, dudaklarım birbirine değdi ama nefesim yetmedi.
Behram başını hafifçe eğdi, göz kapaklarını bir anlığına kapatıp derin bir nefes verdi. Sanki toparlanmak istiyor, söyleyeceklerini daha da ağırlaştırmadan dile getirmeye çalışıyordu. Yüzünde öfke yoktu, sadece yorgunluk ve tükenmişlik vardı.
“Bazen…” dedi kısık bir sesle, gözlerini yavaşça bana kaldırarak, “bir yerden sonra devam etmeye çalışmak sadece iki tarafı da daha çok yaralar. Ben artık senin gözlerinde eskisi gibi bakamıyorum Aydan. İçimdeki güven, içimdeki sevgi… kırıldı. Veda etmeye geldim çünkü kendimi de seni de daha fazla yormak istemiyorum.”
O an kalbime ince bir bıçak saplanmış gibi hissettim. Nefesim kesildi, boğazımda düğümlenen sözler dudaklarımdan çıkmak için çırpınıyordu ama hiçbirini söyleyemedim. Ellerim istemsizce titrerken, gözlerimden yaşlar süzüldü.
Behram bana baktı, gözlerinde bir anlığına acı belirdi. Sanki gitmek istemiyor ama kalırsa daha çok kıracağını biliyordu.
Behram kendini düşünmek yerine yine beni düşünüyordu. Behram’ın bakışlarında bunu gördüm; aslında kendinden çok beni korumaya çalışıyordu. Kalırsa, her sessizliğiyle, her mesafeli bakışıyla canımı biraz daha acıtacağını biliyordu. Sözsüz bile olsa kırabilirdi beni, işte bu yüzden gitmeyi seçmişti.
Derin bir nefes aldı, yüzünü bana dönmeden yere baktı. Çenesindeki kaslar belli belirsiz kasıldı, dudaklarının kenarı titredi. Sanki içinde kopan fırtınayı bastırmak için kendini zor tutuyordu.
“Bazen sevdiğin insana en büyük iyiliği… yanında kalarak değil, gitmeyi seçerek yaparsın.” dedi, sesi alçak ama kararlıydı.
Sözleri kalbime ağır bir tokat gibi çarptı. Gözyaşlarım artık engel tanımadan yanaklarıma süzülüyordu. Ellerimi çaresizce birbirine kenetledim, ona uzanmak istedim ama yapamadım. Dudaklarımdan tek bir kelime dökülebildi
“Gitme…”
Behram o an gözlerimi yakaladı. Bakışları derin, yorgun ve doluydu. Belki bir an tereddüt etti, belki içinden kalmak geçti, ama yüzündeki kararlılık yeniden ağır bastı.
Ayağa kalkarken söyledikleri içime buz gibi yayıldı. Ses tonu sakindi, ama içinde ağır bir vedanın izleri vardı.
“ Korkulacak bir şey kalmadı artık, annen baban birkaç güne dönecek. Merak etme, her şeyden haberleri var.” dedi.
Sanki omuzlarımdan görünmez bir yük kalkmış olmalıydı, ama öyle olmadı. Onun ağzından çıkan her kelime, kurtuluş değil, yeni bir yalnızlık anlamına geliyordu benim için. Dudaklarım titredi, gözlerimden akan yaşları silmek için elim havada asılı kaldı ama silemedim.
Behram bana doğru bir adım yaklaşmadı, mesafesini korudu. Gözleri, söylemediği binlerce cümlenin ağırlığını taşıyordu. İçinde ne çok kırgınlık, ne çok yorgunluk vardı.
“Sen iyi ol yeter.” diye ekledi fısıltıya yakın bir sesle.
O an boğazım düğümlendi. Çaresizce başımı iki yana salladım, dudaklarımdan ince bir inilti gibi çıkan söz döküldü
“Ben sensiz nasıl iyi olurum, Behram?”
O ise gözlerini kapattı, nefesini burnundan ağır ağır verdi. Gözlerini açtığında bakışlarında hem acı hem de kararlılık vardı. Gitmek ile gitmemek arasında savaşıyor gibiydi.
Behram ağlamama daha fazla dayanamayıp önüme geldi ve yavaşça dizlerinin üzerine çöktü. Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü, nefesim boğazımda düğümlendi. Behram ellerimi ellerinin arasına aldı, parmakları titrek ama sıcaktı. Yüzünü bana yaklaştırıp bakışlarını gözlerimden ayırmadı.
“Yeter artık, Aydan…” dedi kısık bir sesle, sesi kırık ama şefkat doluydu. Baş parmaklarıyla yanaklarımdan süzülen gözyaşlarını usulca sildi. Her dokunuşunda kalbim biraz daha sıkıştı, gözyaşlarım daha da hızlandı.
Gözlerimdeki yaşları silerken dudakları belli belirsiz titredi, sanki kendini tutmakta zorlanıyordu. İçinde gitme kararlılığı hâlâ vardı ama aynı zamanda kalbine söz geçiremiyordu. Bana öyle bir bakıyordu ki, bakışlarında hem çaresizlik hem de derin bir sevgi vardı.
Ben ise ellerinin sıcaklığında kaybolmuş gibiydim. Dudaklarım aralandı, titrek bir fısıltıyla sadece şunu söyleyebildim:
“Bırakma beni…”
Behram gözlerimi yakaladı, uzun uzun baktı. Bir an sanki bütün zaman durdu, sadece o bakışlarda nefes alıyordum.
Behram ellerimi avuçlarının içinde tutarken uzun süre sustuk. İkimiz de bakışlarımızı birbirimizden ayıramıyorduk. Aramızda sessizlik vardı ama o sessizlik binlerce kelimeden daha gürültülüydü. Onun gözlerinde kırgınlıkla birlikte derin bir özlem vardı, bense nefes alırken bile titriyordum.
Behram’ın başparmağı hâlâ yanaklarımda dolaşıyor, gözyaşlarımı siliyordu. Parmaklarının sıcaklığı içime işledikçe kalbim hızla çarpıyordu. Dudaklarımızın arasındaki mesafe öylesine küçüldü ki nefeslerimiz birbirine karışmaya başladı. Ben gözlerimi kapatmaya cesaret edemedim, sadece bakışlarında kaybolmuştum.
Sonunda Behram dayanamayıp başını bana doğru eğdi. Dudakları nazikçe dudaklarıma dokunduğunda içimdeki bütün acı bir anlığına durdu. Önce temkinliydi, yavaş ve çekingen… ama dudakları dudaklarımda biraz daha kaldıkça özlemin ağırlığı ikimizin de nefesini bastırdı. Ben titreyerek gözlerimi kapattım, kalbim göğsümden çıkacak gibiydi.
Behram kısa bir süre sonra geri çekildi. Gözlerime baktığında dudaklarının kenarı belli belirsiz titriyordu. Nefesi hızlanmıştı, sanki kendiyle savaş veriyordu. Bir an sessiz kaldı, alnını bana yakın bir yere yasladı, gözlerini kapattı. Onun bu kararsız hâlini gördükçe ben de nefesimi tutar gibi bekliyordum Ama o, çok fazla dayanamadı. İçinde tuttuğu özlem, bütün kararlılığını paramparça etti. Birden gözlerini açtı, bakışlarını yüzümde gezdirdi ve daha fazla kendini frenlemeden dudaklarını yeniden dudaklarıma bastırdı. Bu kez öpüşü daha derin, daha içten ve özlem doluydu. Sanki benden uzak kaldığı bütün zamanların acısını o anın içine sığdırıyordu. Ellerim istemsizce omuzlarına kaydı, onun titreyen nefesleri kulaklarımda yankılanıyordu.
O an ikimiz de susmuştuk, sadece kalplerimizin atışları ve birbirimize duyduğumuz özlem vardı.
Behram’ın dudakları dudaklarımdayken içimde büyük bir fırtına koptu. O an kendimi geri çektim, gözlerimi açtığımda kalbimin deli gibi çarptığını hissettim. Dudaklarım hâlâ onun dokunuşuyla yanıyordu. Ayağa kalktım, dudaklarımı hâlâ hissettiğim sıcaklığın etkisiyle hafifçe titriyordu. Behram’ın elini bırakmadım; parmaklarımız birbirine kenetlenmişti. Gözlerimiz birbirine kilitlenmişti, sessiz bir anlaşmayla birbirimizi takip ettik.
Odama doğru yürürken her adımda kalbimin ritmi hızlanıyordu. Behram sessizdi, ama gözlerinden akan duygu, kelimelerden daha güçlüydü. Kapıyı araladığımızda ikimiz de duraksadık; gözlerimiz birbirine doluydu, ellerimiz hâlâ birbirine sıkıca kenetlenmiş. Kapıyı araladığımızda ikimiz de bir an duraksadık, nefeslerimiz birbirine karışıyordu. Elleri hâlâ birbirine kenetlenmişti; o sıkılık, kelimelerden daha çok duygularımızı anlatıyordu.
O an sessizlik, en güçlü cümlelerimiz oldu. Gözlerimizde bir özlem vardı, kelimeler boğazımızda düğümlenmişti. Yavaşça yatağın kenarına yöneldik, birbirimize yakın durduk; bakışlarımızla ve dokunuşlarımızla birbirimizi aradığımızı, birbirimizin yanında olmak istediğimizi hissettirdik. Ondan sonrası ise Sadece birbirimizin varlığında, nefeslerimizde ve sessizce paylaştığımız sıcaklıkta kaybolduk. Kalplerimiz, ellerimiz ve bakışlarımızla sessiz bir yakınlık yaşadık; her kırgınlık, her bekleyiş, her suskunluk o anın içinde yavaşça eridi.
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Ferzan aklında ki düşünceler ile elinde ki flashı çevirdi. Behram' ı tanıyordu flashı böyle bir anda ona getirmesi oldukça tuhaftı ama onun dışında işin ucunda behramın sevdikleri olunca kendimi canını bile ortaya koyardı.
Ferzan’ın bakışları, flash belleğin üzerine takılı kaldı. Elinin üstünde hafif titrek bir gölge geziniyordu; aslında korkmuyordu ama içinde garip bir tedirginlik vardı. Sanki bir sırra dokunmak üzereydi. Dudaklarını birbirine bastırdı, alnındaki çizgiler derinleşti. “Bu işin ucu nereye varacak?” diye fısıldadı kendi kendine, sesi boş odada yankılanır gibi oldu.
Bir an için Behram’ın gözlerini hatırladı; o soğukkanlı, dimdik duran bakışların ardında gizlenmiş kararlılığı.
Ferzan daha fazla düşünmeyip önünde ki kapalı olan bilgisayarı açtı, ardından flash belleği taktı. Ekran da beliren dosyanın üzerine tıkladı ve ekran bir video belirdi. Video da ki yüzü görür görmez hızla öfke ile yumruğunu masaya vurdu
" biliyordum" dedi dişlerinin arasından.
Ekranda Behram’ın yüzü belirdiğinde Ferzan’ın nefesi boğazına düğümlendi. Odanın loş ışığında Behram’ın sert yüz hatları daha da belirginleşiyor, kararlı bakışları doğrudan Ferzan’ın gözlerine saplanıyordu. Kaşları hafif çatılmış, dudaklarının kenarında alayla karışık ince bir tebessüm vardı.
“Merhaba Ferzan,” dedi Behram, sesi ağır ve soğuk bir tonda yankılandı. Ardından kısa bir kahkaha attı, sonra başını hafif yana eğip, “Pardon, abicim…” diye ekledi.
Ferzan’ın yüzünde öfkeyle gerilen kaslar daha da sertleşti. Yumruğu hâlâ masanın üzerinde duruyordu, tırnakları avucuna gömülmüş, dişleri birbirine kenetlenmişti. Göz bebekleri küçülmüş, ekrandaki görüntüye sanki onu parçalayacakmış gibi bakıyordu.
Behram, videonun içinde bir sandalye üzerinde oturuyordu. Arkasında boş bir oda görünüyordu; duvar çıplaktı, camlardan süzülen zayıf ışık yüzüne vuruyor, gölgeler çenesini ve elmacık kemiklerini keskinleştiriyordu. Elleri masanın üzerinde birleşmiş, sakin ama meydan okuyan bir tavırla konuşmaya devam ediyordu.
Behram’ın yüzündeki tebessüm yavaşça kayboldu. Yerini, dimdik duran bakışlarıyla birleşen sert bir ifade aldı. Gözlerini doğrudan kameraya dikmişti; sanki o an odada değil, Ferzan’ın karşısında duruyormuş gibiydi.
“ Sana ne demiştim, Ferzan?” dedi, sesi kararlı ve buz gibiydi. “Senden her zaman bir adım önde olacağım demiştim, değil mi?”
Ferzan’ın çenesi gerildi, dudaklarını birbirine bastırdı. Behram’ın her kelimesi yumruk gibi suratına çarpıyordu.
Behram öne doğru eğildi, bakışları daha da keskinleşti. “Sen oyun oynarsın ama ben hesap yaparım. Sen tehdit edersin ama ben sevdiklerim için dünyayı ateşe veririm. Onlar için her şeyi yaparım, anlıyor musun? Canımı bile ortaya koyarım.”
Bir an duraksadı, gözlerinde öfke ve gururun karıştığı bir parıltı belirdi. Dudaklarının kenarı alaycı bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Sen bana zarar veremezsin, Ferzan. Çünkü ben kendi hayatımı hiç düşünmeden ortaya koyarken… senin tek derdin hâlâ kaybetmemek.”
Ferzan, ekranın ışığında öfkeden kızarmış yüzünü gizleyemedi. Masanın kenarına bastırdığı elinin damarları kabarmıştı. Behram’ın sesi odada yankılandıkça içinde büyüyen nefret, sabırsızca taşmaya hazır bir volkan gibiydi.
Behram ise videonun sonunda gözlerini kısarak kameraya bir kez daha baktı. Sesi bu kez daha alçak ama daha keskin çıktı “Unutma Ferzan… bu oyunu sen başlattın, ama bitiren ben olacağım.”
Behram, sandalyesinde ağır ağır geriye yaslandı. Omuzları rahatlamış gibi görünüyordu ama gözlerindeki keskinlik hiç eksilmemişti. Parmaklarını birbirine kenetleyip masanın üzerinde yavaşça gevşetti, dudaklarının kenarında kendinden emin bir gülümseme belirdi.
“Ve oyunu bitirdim, Ferzan…” dedi tok ve sakin bir sesle.
Tam o anda, dışarıdan yükselen polis sirenlerinin uğultusu odanın sessizliğini yardı. Siren sesleri giderek yaklaşıyor, yankısı dört bir yanı dolduruyordu. Ferzan’ın yüzü aniden gerildi; alnındaki damar belirginleşti, nefesi hızlandı. Yumruğu masaya bir kez daha indi ama bu kez öfkesinden çok panikle.
Behram, siren sesini duymuş gibi hafifçe başını yana eğdi, gözlerinde gururla parlayan bir ifade oluştu. Dudaklarında alaycı bir tebessüm belirdi. Gözlerini kısıp kameraya doğru eğildi ve neredeyse fısıltı gibi ama her kelimesi bıçak gibi net çıkan sözleri söyledi “Tahminen… tam da şu an polisler seni almak için gelmiş olmalı, Ferzan.”
Ferzan’ın gözleri büyüdü, yüzü öfke ve şaşkınlığın karışımıyla gerildi. Siren sesleri artık çok yakındaydı; neredeyse kapının önünde yankılanıyor gibiydi.
Behram’ın bakışları kameranın içine işliyordu. Gözlerinde hem meydan okuyan hem de artık noktayı koymuş birinin huzuru vardı. Dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı, sesi sakin ama kesin bir tondaydı:
“Hoşça kal, Ferzan… Bundan sonrası senin için pek kolay olmayacak.” Sözlerinin ardından ekran bir anda karardı. Video bitti.
Ferzan birkaç saniye kıpırdamadan ekrana baktı, ardından öfkesi patladı. Sandalyeyi hızla geriye itti, yumruklarını masaya indirdi. Nefesi hırıltılı çıkıyor, gözleri öfkeyle alev alev yanıyordu. “Behram!” diye kükredi, sesi duvarlardan yankılandı.
Bir an bile düşünmeden odadan dışarı fırladı. Kapıyı sertçe açtı, ama daha adımını atar atmaz karşısında sıralanmış polisleri gördü. Siyah üniformalarıyla kararlı duruyor, silahları hazırda bekliyordu.
“Kaçamazsın, Ferzan!” diye haykırdı içlerinden biri.
Ferzan’ın gözleri bir anlık panikle sağa sola kaydı, ama çıkış yolu yoktu. Dişlerini sıkarak öfkeyle homurdandı, tam hamle yapacakken birkaç polis üstüne atıldı. Kolları sertçe arkaya kıvrıldı, kelepçenin soğuk metal sesi bile odanın içinde yankılandı.
Ferzan’ın yüzü kıpkırmızı kesilmişti, çırpındı, bağırdı ama nafileydi. Kalabalığın arasından sürüklenerek götürülürken gözlerinde yalnızca tek bir şey vardı: Öfke. Dudaklarının arasından kısık bir sesle, dişlerini gıcırdatarak mırıldandı
“Bunu bana yapmayacaktın, Behram…”
🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍🤍
Sizce bundan sonra ne olacak dersiniz? Behram gidecek mi kalacak mı?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |