
İnsan kaderindeki kişiyi hiç beklemediği anda karşısına çıkarırmış, en umulmadık anda aşık olup bir çift göz için dünyaları bile yakabilecek hale getirirmiş.
Çünkü o karşılaşma, ruhun kayıp parçasını bulması gibiymiş. Ne bir zorlama, ne bir arayış, sadece aniden gelen, yakalayan ve artık onsuz nefes alamayacağın bir "olmuş" haliymiş. Bir anda tüm hayatının rotası değişir, bildiğin tüm yollar o tek kişiye çıkarmış
. Daha önce hissetmediğin bir aidiyet duygusuyla dolanırmışsın . Artık sen değil, siz olurmuşsunuz. o gözler için sadece dünyaları değil, kendi kurulu düzenini, tüm mantığını ve sınırlarını bile tereddütsüz yıkıp baştan kurarmış insan. Çünkü o aşk, yürekten gelen en güçlü fırtınaymış.
Tıpkı dijvan ile bizim gibi, o gece Adem kara' dan kaçarken kapısına gidip yardım istediğim adama aşık olacağımı hesaba katmadan ondan yardım istemiştim. Dijvan ile ilk tanıştığımız da soğuk bakışları vardı, hatta bana belki yardım etmez diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Dijvan benim için öz dayısını karşına aldığı gibi herkesi karşısına almıştı. Annesini de dahil,
Bir ara dijvan annesine " Nur için herşeyi yaparım ama o adama vermem, Nur' u üzersen seni bile karşıma alırım anne" dediğin de Dijvan' na " benim için anneni ezme dijvan demiştim, eğer annen senin kararlarını saygı duyuyorsa bunu yapmaz ve emin ol senden daha iyi davranır" demiştim.
Çünkü Hatice hanımın o otoriter tavrının altında sıcak bir anne sevgisi hissediyordum.
Her şeyin başladığı o geceyi düşündüğümde hâlâ kalbim hızla atıyor. O karanlık gecede korku içinde çaldığım o kapı, aslında hayatımın en güzel başlangıcıymış meğer. O kapının ardında sadece bir sığınak değil, ruhumun diğer yarısı varmış.
Dijvan’la yan yana yürüdüğümüz her gün, geçmişin izleri biraz daha siliniyor, yerini umut dolu bir geleceğe bırakıyordu. Artık hayatımda ne olursa olsun biliyordum; Onun ellerini tuttuğum sürece hiçbir fırtına beni yıkamazdı.
" gülüm bak bu elbise sana çok yakışır" diyen dijvan' nın sesi ile daldığım düşüncelerden çıktım, Bakışlarımı ilk dijvan'a ardıdan elinde tuttuğu kırmızı elbiseye baktım. Az önce vitrin de gördüğüm elbiseydi
Kumaşı öyle zarifti ki, sanki elini değdirsen kaybolacakmışsın gibi bir yumuşaklığı vardı. İncecik askıları, sade ama asil bir kesimi vardı. Ne fazla iddialıydı, ne de basit. Bedeni saracak türdendi. insanın içinde utangaç bir hayranlık uyandırıyordu. Işığa her döndüğünde hafif bir saten parlaklığıyla göz alıyor, rengi kan kırmızısından ziyade, geceye yakışan derin bir bordo tonuna dönüyordu.
Elbisenin alt kısmı hafifçe genişliyor, yere doğru süzülerek bir su damlası gibi akıyordu.
“Çok güzelmiş,” dedim sessizce, gözlerimi elbiseden alamadan. Dijvan hafifçe gülümsedi, sonra elbiseyi elinde sallayarak bana doğru uzattı “Al bakalım, dene üzerinde nasıl duracak görelim. Olmazsa bir tık büyüğünü ya da küçüğünü alırız,” dedi rahat bir tavırla.
Başımı hemen iki yana salladım “Yok, gerek yok… Sadece bakmak istedim,” dedim utangaç bir ses tonuyla. Elbiseyi ellerime almaya bile çekiniyordum Ama dijvan , kararlıydı. Kaşlarının arasındaki o belli belirsiz çizgiyle, gözlerindeki inatla gülümsedi “Nur, dene işte. Ne kaybedersin?”
“Olmaz, Dijvan…” dedim bu kez biraz daha ciddi. Gözlerim elbisenin üzerindeydi ama sözlerim başka bir ağırlık taşıyordu. “Hem çok pahalı bu, hem de… belki annen rahatsız olur. Beni böyle bir şeyle görse hoşuna gitmez belki.”
Dijvan sessizce birkaç adım yaklaştı. Elbiseyi hâlâ uzatıyordu ama sesi yumuşamış, neredeyse fısıltıya dönmüştü “Gülüm,” dedi, gözlerini gözlerime kilitleyerek, “annem ne derse desin, senin güzel olmandan kimse rahatsız olamaz, olan varsa da dersin ki kocam var size ne oluyor? "
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Sanki biri kalbimin tam ortasına dokunmuştu. Yüzümde istemsiz bir sıcaklık hissettim, yanaklarımın kızardığını da adım kadar eminim . “Abartma, Dijvan,” dedim ama sesimdeki titreme, söylediklerimi güçsüzleştiriyordu.
Dijvan sırıttı, o tanıdık bakışıyla gözlerimin içine baktı “Şu an bir şeyler derdim de,” dedi hafif bir alayla, “canımı okursun diye korkuyorum.” Kaşlarımı kaldırıp ona baktım, gözlerimde hem meydan okuma hem de merak vardı. “Ne diyecekmişsin acaba?” dedim, dudaklarımın kenarında belli belirsiz bir tebessümle.
Dijvan birkaç saniye sustu. Gözleri elbiseye, sonra yeniden bana döndü. Aramızdaki hava bir anda değişti; bakışlarında o tanıdık, yakıcı bir sıcaklık vardı. "Hem bu elbiseyi senin üzerinde görmek istiyorum ve..." dediğin bana doğru bir adım attı, yüzünü yüzüme yaklaştırıp, "Bu elbiseyi senin üzerinden çıkarmayı o kadar çok istiyorum ki, şu an bunu alman için ayaklarına bile kapanabilirim," dedi fısıltıyla.
Ardından bir adım geri çekilip, bakışlarıyla beni baştan aşağı süzdü. İstemsizce yutkundum. Boğazımda oluşan kurulukla nefes almak zorlaştı.
Dilini ağzının içinde döndürdükten sonra bakışları bakışlarımı buldu, "Şu vücut hattını görmek istiyorum mesela bu elbisenin içinde özellikle..." demişti. Sözlerinin geri kalanı havada asılı kaldı, çünkü bakışları önce göğüslerime, oradan da kalçalarıma kaydı.
Bakışları oralarıma değer değmez, nerede olduğumuzu umursamadan Dijvan'a arka arkaya vurmaya başladım. "Sapık, pis, iğrençsin!" Sesim utançla titremişti.
Dijvan, gülerek geri çekilmeye çalıştı ama ben durmuyordum. Vurduğum yerler acıyor muydu bilmiyordum ama Yüzümün alev alev yandığını hissettim. Sinirden mi, utançtan mı, yoksa başka bir histen mi bilemiyordum.
"Hey, hey! Dur artık, Nur!" dedi, elleriyle kollarımı tutmaya çalışarak. Birkaç hamleden sonra bileklerimi yakaladı ve beni durdurdu. Bakışları eğlenir gibiydi, hafifçe sırıttı. "Şaka yaptım ya, kızma. Hem utanmıyor musun kocana vurmaya bakayım sen?" Bu sözüyle sinirle tutulan nefesimi dışarı verdim. Fırsattan istifade bileklerimi hızla Dijvan'ın elinden kurtardım.
"Asıl sen utanmıyor musun?" dedim öfkeyle, ama sesimin tonu artık daha çok sitemkârdı. Gerçekten kızgınlığım geçivermişti, geriye sadece yanaklarımda hissettiğim o utanç ateşi kalmıştı.
Dijvan, benim bu halime dayanamayarak güldü.
"Tamam, tamam! Söz, bir daha arsızlık yapmayacağım," dedi, kahkahasının arasından.
Onun bu rahat tavrı ve bulaşıcı neşesi karşısında dudaklarımın kenarı da istemsizce yukarı kıvrıldı. Başta direndim ama sonunda ben de güldüm. O kadar yoğun duygusal bir anın ardından gelen bu ani rahatlama, içimi ferahlatmıştı.
Dijvan, gülerek bana yaklaştı ve elimi tutup avucumun içine küçük bir öpücük kondurdu. "Hadi, bu kadar dayak ve arsızlık yeter," dedi, hala yüzünde o sıcak gülümsemeyle. Sonra rafta duran elbiseyi alıp bana uzattı. "Hadi bir an önce dene de gidelim. Daha işimiz çok, iki gün sonra düğünümüz var. Benim aklım başka yerlere kaymadan çabuk ol," diye ekledi, göz kırparak.
Onun bu son cümlesiyle yeniden gülerek başımı salladım. Daha fazla ona karşı koyamayacağımı biliyordum. Elbiseyi hızla elinden kaptım ve deneme kabinlerine doğru yürürken arkamı dönüp, "Bir daha sana vurmak zorunda kalmak istemiyorum, Dijvan!" diye seslendim. Dijvan güldü ve ardından "Biliyorum, Nur'um, biliyorum!" dedi.
Dijvan' a son bir bakış atıp önüme döndüm ve elbiseyi denemek için kabinlerin olduğu kısıma yürüdüm. Kabinlerin olduğu kısıma geldiğim de boş birini bulup içerisine girdim.
Soyunma kabininin loş, aynalı duvarları arasında elbiseyi elimde tutuyordum. Kumaş, dokunduğum an tenime uyum sağlayacak gibiydi, hafif ve nefes alan bir zarafet. Kapının eşiğinde, Dijvan’la yaşadığımız o kısa ama yoğun kavganın ve tutkunun izleri hâlâ yüzümde bir sıcaklık olarak duruyordu. Dudaklarımdaki istemsiz gülümseme, onun arsız sözlerinin bende yarattığı utançtan çok, o sözlerin ardındaki saf ve dizginlenemez arzuyu görmenin verdiği tatminle ilgiliydi.
"Bir daha sana vurmak zorunda kalmak istemiyorum, Dijvan!" demiştim ama o an, kalbimin içten içe onun bir daha arsızlık yapmasını dilediğini biliyordum. Onun bakışlarındaki o yakıcı ateş, beni hem utandırıyor hem de daha önce hiç hissetmediğim bir kadın gibi hissettiriyordu. Bu, sadece onun karısı olmakla gelen bir şey değildi; Nur'un, Dijvan'ın gözlerindeki tek ve eşsiz kadın olmasının verdiği bir gururdu.
Elbiseyi askısından indirdim. O derin bordo rengi, kabinin soluk ışığında bile göz alıcıydı. Kendi üzerimdeki günlük elbisemi çıkarırken, aklımdan Meryem Hanım'ın sözleri geçti. "Belki annen rahatsız olur..." demiştim ama Dijvan'ın verdiği cevap, tüm endişelerimi süpürüp atmıştı: "annem ne derse desin, senin güzel olmandan kimse rahatsız olamaz, olan varsa da dersin ki kocam var size ne oluyor?" Bu basit cümle, bana ne kadar güvendiğini ve beni her koşulda nasıl koruyacağını bir kez daha gösteriyordu. O benim için ailesini bile karşısına almayı göze almıştı, ben ise hâlâ kendime bir sınır koymaya çalışıyordum. Utandım.
Derin bir nefes aldım ve elbiseyi üzerime geçirdim. Kumaş, beklediğim gibi tenime nazikçe yayıldı. İncecik askılar omuzlarıma oturdu, dekoltesi ne fazla açıktı ne de kapalı; tam olması gerektiği gibi, zarif bir kavisle boynumu ve köprücük kemiklerimi çerçeveliyordu. Aynaya bakmaya çekinerek, yavaşça boyumu düzelttim.
Sonunda gözlerimi kaldırdığımda, aynadaki görüntü karşısında nefesim kesildi.
Bu ben miydim?
Elbise vücudumun her kıvrımını, Dijvan'ın o arsız bakışlarla süzdüğü her hattı kusursuzca ortaya çıkarıyordu. Boynum daha uzun, belim daha ince ve bacaklarım, eteğin yere doğru süzülüşüyle bir su damlasının akışı gibi zarifti. Kumaşın bordo parlaklığı, tenimin rengiyle öyle bir kontrast yaratıyordu ki, kendimi bir anda bir film yıldızı gibi, ya da Dijvan'ın gözünde bir kraliçe gibi hissettim. Bu asil duruşun ardında, utangaç bir kızın değil, ait olduğu erkeğe kavuşmuş bir kadının cesareti vardı.
Gözlerimi bir an bile aynadan alamadan, elimin tersiyle yanaklarıma dokundum. Hâlâ sıcaklardı. Bu elbise sadece bir kumaş parçası değildi; Dijvan'ın arzusu, benim utancım ve ikimizin tutkusunun somutlaşmış haliydi. Bu elbiseyi giydiğim an, sadece bir gelin adayı değil, onun hayalini süsleyen kadın olmuştum. Dijvan'ın sözleri zihnimde yankılandı: "Bu elbiseyi senin üzerinden çıkarmayı o kadar çok istiyorum ki..."
Yutkundum. Kapının ardında sabırsızlanan adamı düşündükçe, kalbimin ritmi yeniden hızlandı. Bu elbise ile dışarı çıktığımda onun yüz ifadesi nasıl olacaktı? O anı görmek için sabırsızlanıyordum.
Kendime son bir kez baktım. Derin bir nefes alarak başımı dikleştirdim. Artık kaçmak yoktu. Bu aşk, bu tutku ve bu hayat... hepsi benim hakkımdı. Elim kabinin sürgüsüne gitti. Kabinin kapısını yavaşça açtım ve dışarıya doğru bir adım attım.
Kabin kapısını araladığımda kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Loş ışığın altından dışarı adım atarken, içimde garip bir heyecan vardı; hem utanç, hem gurur, hem de açıklanamaz bir kıpırtı.
Dijvan biraz ötede duruyordu. Bir eli cebindeydi, diğerinde telefonu kulağına dayamış, düşük bir ses tonuyla konuşuyordu. Kaşlarının arasında hafif bir çizgi belirmişti; belli ki ciddi bir konuydu. Sesinde o tanıdık sertlik vardı ama.Tam o sırada başını çevirdi. Gözleri benim üzerime takıldı kaldı.
O an… zaman sanki birden durdu.
Dijvan konuşmayı kesti. Telefon hâlâ kulağındaydı ama sanki bir anda elinden düşecekmiş gibiydi. Gözleri büyüdü, bakışları yavaşça başımdan aşağıya doğru kayarken nefesini tuttu. Dudaklarının kenarı hafifçe aralandı, yüzündeki o ciddi ifade yerini tarifsiz bir şaşkınlığa bıraktı.
Elbisenin bordo rengi mağazanın ışığında parıldıyor, kumaşın her kıvrımı tenime uyum sağlıyordu. Omuzlarımdaki ince askılar zarifçe duruyordu. Ben, onun gözlerinin önünde ilk kez bu kadar “kadın” hissediyordum.
Elimle elbisenin eteğini düzelttim, utangaç bir gülümseme dudaklarıma yerleştirdim “Nasıl olmuş?” dedim, sesim neredeyse fısıltı kadar hafifti. Dijvan’ın gözleri hâlâ üzerimdeydi. Birkaç saniye boyunca konuşamadı. Sonra telefonu cebine koydu, ağır adımlarla bana doğru yürümeye başladı. Adımları sessiz ama kararlıydı. Her adımda kalbim biraz daha hızlandı. Ellerim istemsizce birbirine kenetledim.
Karşımda durduğunda aramızda sadece bir nefeslik mesafe kalmıştı “Gülüm… sen beni öldürmeye mi çalışıyorsun?”dedi fısıltıyla
Bir an başımı eğdim, dudaklarımın kenarı kıvrıldı. “Abartma,” dedim utanarak, ama sesim titriyordu.
Dijvan gülümsedi. O gülümseme… ne kadar tanıdıktı Ama bu kez içinde bir hayranlık, bir sahiplenme vardı. “Yemin ederim,” dedi, alçak sesle, “her şey durdu şu an. Sadece sen varsın. Her şey sensin.”
Bu sözlerle kalbim sanki yerinden çıkacaktı. Gözlerimi kaldırıp ona baktım; bakışlarımız birleştiğinde aramızdaki o sıcaklık yeniden sardı içimi. Dijvan elini uzattı, parmak uçlarıyla yanağıma dokundu. Başparmağıyla tenime öyle nazikçe değdi ki, kalbim bir anlığına sızladı.
“Biliyor musun,” dedi alçak bir sesle, “ilk gün seni kapımda gördüğümde, hayatıma gireceğini hissetmiştim. Ama böylesine dokunacağını… bunu asla tahmin edemezdim.” Gözlerim doldu. Ne diyeceğimi bilemeden sadece gülümsedim. “Ben de senin bana bu kadar sahip çıkacağını düşünmemiştim,” dedim titrek bir sesle.
Alnımı bir öpücük kondurdu. O öpücük, binlerce kelimenin yerine geçti. İçimde bir huzur yayıldı, tüm geçmişin korkuları o sıcaklığın içinde eridi gitti. Sonra başını eğip kulağıma fısıldadı “Şimdi dön bakalım, şu elbisenin arkası nasıl duruyor görelim.” Gözlerimi devirdim ama gülmeden edemedim. “Yine bahane buldun,” dedim, ellerimi belime koyarak.
Dijvan, gülerek başını iki yana salladı. “Ne yapayım?” dedi alçak bir sesle, burnunu saçlarıma yaklaştırarak, “karım bu kadar güzel olunca kendimi tutamıyorum.” Sözleri ile yüzüm alev alev oldu. Başımı kaldırıp gözlerine baktım “Dijvan…” dedim uyarır gibi ama sesimdeki ton tehditten çok sevgi doluydu.
O an ikimiz de dayanamayıp güldük. Gülüşlerimiz birbirine karıştı. İçimde, uzun zamandır hissetmediğim bir huzur vardı.
Dijvan’ın sesi yumuşak ama kararlıydı. Gözlerinde hâlâ o sıcak gülümseme vardı.
“Sen üzerini değiştir,” dedi, başını hafifçe eğerek. “Ben kasada ödemeyi hallederim. Sonra şu çok istediğin yemek setine bakacağız, unuttun sanma.”
Sözleriyle birlikte içimde bir sıcaklık yayıldı. O kadar doğal, o kadar içten söylüyordu ki… Onunla her şey, en sıradan an bile özel bir hâl alıyordu.
“Tamam,” dedim hafif bir tebessümle. Gözlerimi birkaç saniye onunkilerde tuttum, sonra kabine doğru yöneldim.
Arkamdan bana baktığını hissettim. O hissin ağırlığı sırtımda sıcak bir el gibi gezindi.
Kabine girip elbiseyi yavaşça çıkardım. Kumaş parmaklarımın arasından süzülürken, az önce aynada gördüğüm halim gözümün önüne geldi. İçimde garip bir sevinçle birlikte bir huzur vardı; sanki o elbise sadece bir giysi değil, hayatımın yeni bir başlangıcının sembolüydü.
Günlük kıyafetimi giyip saçlarımı düzelttim, aynaya son bir kez baktım. Yüzüm hâlâ kızarmıştı, dudaklarımda farkında olmadan oluşmuş bir gülümseme vardı. Derin bir nefes aldım ve dışarı çıktım.
Dijvan kasanın oradaydı. Bir eliyle cüzdanını tutarken, diğer eli cebindeydi. Kasiyerle konuşurken yüzündeki ifadede o tanıdık, kendinden emin bir dinginlik vardı.
Kasiyer kız, gülümseyerek bir şeyler söyledi; dijvan kasiyer kızın söylediği şeyi başı ile onayladıktan sonra bana dönüp bakarak gülümsedi.
O bakış… sanki dünyadaki tüm karmaşayı susturuyordu.
Yanına yaklaştığımda elindeki poşetleri aldı ve rahat bir nefes vererek, “Tamamdır, hanım efendinin elbisesi alınmıştır,” dedi alaycı bir gülümsemeyle. Kaşlarımı kaldırıp, “Hanım efendi ha?” dedim, gülümsememi saklamaya çalışarak.
“Evet,” dedi, omzunu hafifçe silkerek. “Artık öyle hitap etmem gerekmiyor mu? İki gün sonra resmi olarak sen benim karımsın, gülüm.”
Bu sözle kalbim bir anlığına sıkıştı. Heyecanla utanç birbirine karıştı. Gözlerimi ondan kaçırdım ama dudaklarımın köşesi yine yukarı kıvrıldı.
“Sanki şimdiden değilmişim gibi konuşma,” dedim, gözlerimi yere indirerek.
Dijvan kahkaha attı, sonra elini uzatıp parmak uçlarıyla çenemi kaldırdı. “Haklısın,” dedi alçak bir sesle. “Aslında sen çoktan benim oldun.”
Yüzümün alev alev yandığını hissettim. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, onun bunu duyacağından korktum “Dijvan…” dedim uyarır gibi ama sesim yumuşaktı. Dijvan sadece gülümsedi, gözlerinde kıvrılan o sıcak parıltıyla. Sonra elindeki poşetleri salladı. “Hadi bakalım, çıkalım buradan. Yoksa seni burada daha fazla tutarsam, gerçekten başka şeyleri düşünmeye başlayacağım,” dedi göz kırparak. hafifçe başımı iki yana salladım ama gülmeden edemedim. Dışarı çıktığımızda gün batımı şehrin üzerine altın bir renk bırakmıştı. Camdan sızan o sıcak ışık, her şeyin üzerine huzurlu bir ton yaymıştı.
Dijvan arabanın kapısını açarken bana baktı, gözlerinde belli belirsiz bir tebessüm vardı.
" Buyurun nur azamet hanım" Gülerek başımı iki yana salladım. “Azamet ha?” dedim, arabanın koltuğuna otururken. “Sen de fırsat buldun mu hemen takılıyorsun.”
Dijvan direksiyona geçerken omzunun üzerinden bana baktı. “E, karım olacaksın sonuçta. Şimdiden alış biraz,” dedi göz kırparak.
Arabayı çalıştırdı. Motorun sesi, gün batımının sessizliğini nazikçe böldü. Şehrin ışıkları birer birer yanmaya başlarken, camdan süzülen turuncu ışık yüzüne vuruyordu. O an ona baktım… Direksiyonun başında, sessiz ama dikkat çekici bir ağırlığı vardı. Yüz hatları keskin, netti; elmacık kemikleri belirgin, çenesi kararlı bir çizgideydi. Gözleri... koyu, derin ve tehlikeli bir sessizliğe sahipti. Öyle bir bakıştı ki, insanı hem içine çekiyor hem de ürkütüyordu.
Saçları dağınık ama özenle şekillenmiş gibiydi, alnına düşen birkaç tel onu daha da doğal gösteriyordu. Teninin o buğulu bronz tonu, dudaklarının sert ama biçimli kıvrımıyla birleşince, sanki her hareketinde emir vermeye alışkın bir adamın karizması beliriyordu.
dijvan' nın yüz hatlarına öyle bir dalmıştım ki onun bana dönüp baktığını bile fark edememiştim
" hayırdır nur hanım kocanızını incelemeye doyamadınız sanırım"
“Hayırdır Nur Hanım, kocanızı incelemeye doyamadınız sanırım?” dediğinde başımı hızla çevirdim. Utançla yanaklarımın kızardığını hissediyordum.
“Saçmalama,” dedim, gülümsememi bastırmaya çalışarak. “Sadece dalmışım.”
Dijvan başını hafifçe yana eğip gülümsedi. “Hıh, tabii, dalmışsın. Bana değil de manzaraya herhalde.”
“Evet, manzaraya,” dedim inadına.
Ama gözlerimi ondan kaçırırken dudaklarımın kenarındaki gülümsemeyi gizleyemedim. Camdan dışarı baktım; şehir yavaş yavaş gecenin koynuna karışıyordu. Sokak lambaları birer birer yanıyor, yollar uzadıkça içimde garip bir huzur yayılıyordu.
Dijvan direksiyona hâkim bir şekilde bakarken arada bir bana göz ucuyla bakıyordu. O sessiz, koruyucu hâliyle bile içimdeki fırtınayı dindiriyordu.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu bir süre sonra, sesi alçak ama meraklıydı.
“Hiç,” dedim kısaca. Ama ardından içimden geçenleri tutamadım. “Yani... ne garip. Bir zamanlar senden korkmuştum. Şimdi ise yanındayken kendimi dünyanın en güvende insanı gibi hissediyorum.”
Dijvan’ın dudakları belli belirsiz kıvrıldı. “Korkmuştun ha? Demek o kadar sert görünüyordum.”
“Görünüyordun değil, gerçekten serttin,” dedim gülerek. “Ama sanırım o sertliğin altında bambaşka bir adam varmış.”
O an kısa bir sessizlik oldu. Sonra Dijvan derin bir nefes aldı. “Bambaşka bir adam değil, Nur,” dedi, sesi bu kez ciddi bir tonda. “Sadece seninle başka bir adam oldum.” Bu sözleri duyduğumda içim bir anlığına ürperdi. Kalbim göğsümde sessizce hızlandı. Başımı ona çevirdim; gözleri yola bakıyordu ama ifadesinde bir samimiyet, bir teslimiyet vardı.
“Ben seni hayatıma kattığımda,” diye devam etti, “her şey değişti. Önceden sadece sessiz bir şekilde hayatıma devam etmek istiyordum , ama Şimdi ise senin için hem savaşırım hemde senin için herkesi karşıma alırım "
Sözlerinin ağırlığı içime işledi. Gözlerim doldu, ama gülümsemeye devam ettim "Ve ben,” dedim fısıltıyla, “sadece yanında kalmak istiyorum.”
Dijvan bir elini direksiyondan çekip elimi tuttu. Parmaklarını parmaklarıma kenetledi. O dokunuşta, kelimelerin anlatamayacağı kadar çok şey vardı: güven, sevgi, aitlik…
“Zaten artık öyle olacak,” dedi sessizce. “Ne olursa olsun, senin yanındayım, Nur’um.”
Gözlerimi kapadım, o an içimde sadece huzur vardı. Dışarıda gece tamamen çökmüştü ama arabada sanki bir sıcaklık, bir ışık hâlindeydi.
Bir süre sessizce yol aldık. Sonra Dijvan radyonun sesini açtı. Hafif bir müzik çalmaya başladı; tanıdık, yumuşak bir melodi. Elimi hâlâ bırakmamıştı.
Yolun sonunda ışıklarla dolu bir mağazanın önünde durdu. Motoru kapatıp bana döndü. “Hazırsan, şimdi o yemek takımına bakalım, hanım efendi,” dedi gülerek. Başımı salladım, gülümsememi gizlemeden.“Hazırım, dijvan ağa ,” dedim alayla.
Dijvan kahkaha attı " Ben herkes için ağayım ama senin için değil, herkese sözümü geçiririm ama bu hayatta tek bir kadının sözünü dinlerim" Dijvan’ın sözleri havada asılı kaldı bir an. Sesi alçak ama tok çıkmıştı; öyle bir güvenle söylemişti ki, kalbimin derinlerinde bir şeyler kıpırdadı.
Kaşlarımı hafifçe kaldırıp ona baktım. “Öyle miymiş? Kimmiş o kadını bu kadar dize getiren?” dedim, sesime alay karıştırarak.
Dijvan bana doğru eğildi, gözleri gözlerime kenetlendi. “Sen,” dedi sade ama etkileyici bir tonda. “Sadece sen.”
Bir an nefesim kesildi. O kadar basit söylemişti ki… ama sözlerinin ağırlığı kalbimin tam ortasına dokundu. Dudaklarım istemsizce kıvrıldı, gözlerimi kaçırdım.
“Peki ya annen?” diye sordum, sesime belli belirsiz bir alay katarak. “Onun sözünü de dinlemez misin?”
Dijvan gülümsedi. Önce kısa, sonra derin bir kahkaha attı “Annem…” dedi, başını hafifçe yana eğerek. “Onun sözü kanundur, gülüm. Ama o da bilir ki, konu sana geldiğinde ben artık eski ben değilim.” Kaşlarımı kaldırdım, dudaklarımda belli belirsiz bir tebessümle. “Yani annen bile söz geçiremiyor öyle mi?”
“Geçirir,” dedi gülerek. “Ama seninle ilgili olunca susar. Çünkü bu hayatta oğlu ilk defa bir kadına yenilmiş ve oğlunu yıllar sonra kendine bağlamış bir kadını gördükten sonra emin ol seni baş tacı yapar "
Bir an ne diyeceğimi bilemedim.
Sözleri kulağımda yankılandı; “oğlu ilk defa bir kadına yenilmiş…”
Gözlerimi ondan kaçırdım, ama gülümsemem saklanamadı. İçimden bir sıcaklık, sanki usulca kalbime yayıldı.
“Yani,” dedim, bakışlarımı ona çevirip, sesimi hafifçe alaya alarak, “senin annen beni sevdi diye mi bu kadar cesursun?”
Dijvan başını iki yana sallayıp bana doğru bir adım attı. Gözleri ciddileşmişti ama dudaklarının kenarında o tanıdık, kendinden emin gülümseme hâlâ duruyordu.
“Hayır, gülüm,” dedi kısık bir sesle. “Ben zaten seni sevmeden önce bile cesurdum. Ama seni sevdikten sonra hiçbir şeyden korkmaz oldum.”
Gözlerim bir an parladı. “Hiçbir şeyden mi?”
“Hiçbir şeyden,” diye tekrarladı, bana biraz daha yaklaşarak. “Ne savaşlardan, ne düşmanlardan, ne de kaderden. Ama…” Bir an durdu, gözleri gözlerimin içine mıhlanmıştı “Senin canını yakmaktan, senin gözlerinde hayal kırıklığı görmekten... işte ondan korkarım.”
Sözleri içime işledi, nefesim boğazımda düğümlendi. Elimi uzatıp koluna dokundum, parmak uçlarımda sıcaklığını hissettim “Böyle konuşunca,” dedim kısık bir sesle, “her şeyi unutturuyorsun bana.” Dijvan gülümsedi, gözlerindeki sert ifade yumuşadı “Tam da onu yapmaya çalışıyorum zaten,” dedi. “Dünyayı değil, sadece beni hatırla diye.”
O an aramızda öyle bir sessizlik oldu ki, ne vitrindeki ışıkların parıltısı, ne dışarıdaki insanların sesi… hiçbiri ulaşamadı bize Sanki zaman, sadece bizim için yavaşlamıştı.
Sonra o büyüyü kendi eliyle bozdu " eğer biraz daha arabada kalırsak nerede olduğumuzu umursamadan deli gibi öpeceğim Nur" dedi ve yüzünü yüzüme yaklaştırıp, sıcak nefesini dudaklarıma doğru üfledi ardından " O yüzden geri bas güzelim"
Nefesimi tuttum. Kalbim, göğüs kafesimde bir kuş gibi çırpınıyordu. Gözlerinin içine bakarken, o an dudaklarımın ne kadar kuru olduğunu fark ettim. "Sen gerçekten..." dedim, sesim boğazımdan zar zor çıktı. "...çocuk gibisin." diyerek başımı hafifçe geri çektim, ama bu hareketim bile Dijvan'ın istediği o keskin "geri basma" değildi; daha çok tehlikeli bir oyuna davet gibiydi. Yüzümdeki utangaç tebessüm, sözlerimi yalanlıyordu.
Dijvan'ın gözlerindeki ateş daha da harladı, ama derin bir nefes alarak kendini dizginledi. Geri çekildiğinde, yüzündeki o 'az önce söylediğim şeyi yapmaya ne kadar yakındım' ifadesi vardı. "Çocuk değil, sadece sana aşık bir adam," dedi, sesi alçaktı ve arzu doluydu. Sonra benden tarafa uzanıp kapımı açtı. "Hadi, Nur'um. İn artık yoksa iyi şeyler olmayacak ." dediğin de Arabadan indim. Gün batımının ardından kalan gecenin serin havası, yanaklarımdaki sıcaklığı hafifletti ama içimdeki yangını söndürmeye yetmedi. Mağazanın vitrininden yayılan parlak ışıklar, içindeki porselen takımları, kristal kadehleri ve zarif çatal bıçak setlerini adeta bir sanat eseri gibi sergiliyordu.
Kendisi de arabadan inip yanıma geldiğinde elimi tuttu. Gece serindi ama onun eli sıcaktı. O an bir kez daha anladım: kader, bazen en karanlık gecede kapısını çaldığın bir adamın ellerinde gizlenirmiş Ve ben, o kaderin tam kalbinde, onun yanındaydım.
" hadi gidelim de alalım şu yemek takımlarını" dediğin de gülümsedim " alalım bakalım" dedim ve ikimiz de el ele mağazadan içeri girdik.
❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️
İçimde ki heyecanı bir türlü bastıramıyordum
"Nur'cuğum, birazcık sakin olur musun lütfen?" dedi Aydan, sesinde hafif bir sabırsızlık vardı.
Bakışlarımı aşağıda, avludaki kalabalıktan çekip telaşla Aydan'a döndüm. "Nasıl sakin olayım Aydan? Her an Adem gelecek diye ödüm kopuyor," dedim, pencereden bir adım uzaklaşırken "Her şey o kadar güzel ve kusursuz gidiyor ki... Her an bozulacakmış gibi hissediyorum."
"Merak etme," dedi Aydan, yanıma gelip elimi sıkıca tutarak. "Dijvan her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamıştır." Gözleri parladı. "Bir de duyduğuma göre Dijvan, avlunun girişine tam bir koruma ordusu yığmış. İçeri girenlerin üzerleri bile tek tek aranıyormuş." Gülümsedi, sesi güven doluydu. "Kısacası, Dijvan senin üzülmemen için her şeyi yapıyor ve yapmaya da devam edecek, merak etme."
Aydan'ın sözleri içimi bir nebze olsun rahatlatsa da, kalbimin göğüs kafesime yaptığı o şiddetli çarpıntı dinmiyordu. "Ne bileyim Aydan... Adem'in bu kadar sessiz kalması hayra alamet değil," dediğimde, Aydan kesin bir ifadeyle araya girdi:
"Nur, o kâbusu artık kafandan at! Adem gelemez. Hem Dijvan buna asla izin vermez." Gülümsedi ve beni omzumdan tuttu. "Şu endişeni bir kenara bırak. Bak, şimdi Dijvan gelecek. Seni böyle endişeli değil de, tatlı bir heyecanla ışıldarken görsün. Hoş, seni bu gelinliğin içinde görünce aklı başından gidecek, dili tutulacak gibi," diye ekledi muzipçe.
Güldüm. Aydan haklıydı. Hayatımın bu kadar güzel bir gününü, hele ki ilk kez bu kadar mutlu olmuşken, mahvedemezdim. "Bende öyle düşünüyorum," dedim, gülümsemem büyürken. "Kesin konuşamayacak, sadece bakacak öylece..."
Hafifçe gülümsedim, içimdeki endişe yavaşça yerini tatlı bir heyecana bırakmaya başlamıştı. "Haklısın," dedim. "Bu anımdan çalmasına izin vermeyeceğim." Düğünüm, benim için yeni bir başlangıçtı ve bunu kimsenin bozmaya hakkı yoktu.
Aydan rahatlamış bir ifadeyle başını salladı. Gelinliğimin kabarık eteğini düzelttikten sonra yanıma yaklaştı ve kollarını boynuma doladı. "İşte benim Nur'um bu!" diye fısıldadı. "Şimdi yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştir ve o yakışıklı damadını karşılamaya hazırlan."
Tam o anda, kapı yavaşça tıklandı. İkimiz de sustuk ve bakışlarımızı kapıya çevirdik. Kalbim tekrar hızlanmaya başlamıştı ama bu seferki korkudan değil, tarifi zor, ılık bir mutluluktan kaynaklanıyordu.
Kapı yavaşça açıldı ve içeriye Dijvan girdi. Üzerinde kusursuz bir şekilde oturan, zarif siyah bir damatlık vardı. Bembeyaz gömleğinin yakası ve şık papyonu, onun o etkileyici karizmasını daha da ortaya çıkarıyordu. Bir anlığına nefesim kesildi. Salonun loş ışıklarında bile parlayan bu adam, benim geleceğim, benim umudumdu.
Dijvan'ın bakışları beni bulduğunda, zaman durdu sanki. Dijvan birkaç saniye boyunca sadece baktı. Gözleri doluydu ama gülümsemeye çalışıyordu. Adımları yavaş, temkinliydi; sanki yanıma gelirken bile zamanı durdurmak ister gibiydi. Karşımda durduğunda elini yanağıma uzattı, parmaklarının titrediğini hissettim.
“Nur…” dedi kısık bir sesle, “ben yıllarca güçlü kalmayı öğrendim… ama şu an seni karşımda böyle görünce, bütün gücüm yerle bir oldu ” Sesi titredi, yutkundu. “Sen benim sükûnetim, sen benim en büyük duamsın… Bugün sana bakarken anladım, ben aslında yıllardır seni bekliyormuşum.”
Son kelimesi dudaklarından çıkarken sesi çatladı. Gözleri doldu, bir damla yaş kirpiklerinden süzülüp yanağına indi. O güçlü, dimdik duran adam… şimdi karşısında ben varken ağlıyordu.
Gözlerim doldu, kalbim sanki göğsümden taşacak gibiydi. O an etrafta ne Aydan vardı, ne de dışarıdaki kalabalık. Sadece ben ve o… dünyaya karşı iki yürek. Elimi yavaşça uzattım, parmak uçlarımla yanaklarından süzülen o damlayı sildim.
Dijvan, elimi iki avucunun arasına aldı. Elleri sıcacıktı, o sıcaklık yüreğimin en ücra köşesine kadar yayıldı. Başını eğip avuç içime kısa bir öpücük kondurdu. O an, zaman gerçekten durdu. Dışarıdan gelen müzik, konuşmalar, uğultular… hepsi sustu.
Elini avucunun içinde tutmaya devam ederken, Dijvan gözlerimin içine baktı. Gözlerindeki o derin, karmaşık duygular; şefkat, hayranlık ve tarifsiz bir aşk… Hepsi beni içine çekiyordu. Gözyaşlarının silinmesiyle birlikte yüzünde buruk ama samimi bir gülümseme belirdi.
"Biliyor musun Nur," diye fısıldadı, sesi hala biraz kısıktı, "Sana ilk dokunduğum an, hayatımda ilk defa kendime ait bir yer bulduğumu hissettim. Sen benim evimsin. Şimdi bu gelinlikle karşımda duruyorsun ve ben... ben dünyanın en şanslı, en deli divane aşık adamıyım."
Başımı hafifçe yana eğdim, kalbimdeki sevgi dalgası her an büyüyordu. "Benim deli divane aşkım..." dedim, aynı alçak sesle. "Senin kollarında olmak, her fırtınanın ortasında bile huzuru bulmak gibi. Bana sadece gücü değil, huzuru da sen verdin." Gözlerimden bir damla yaş süzülürken, Dijvan, yanağımdaki o tek damlaya doğru yaklaştı.
"Ağlama sevgilim," dedi, dudakları yanağıma, gözyaşımın aktığı iz üzerine hafifçe dokunurken. "Bugün bizim en mutlu günümüz. Sadece mutluluk gözyaşları aksın. Bak, göğsüme..." Elimi alıp, damatlığının kumaşının altındaki güçlü ve hızlı çarpan kalbine götürdü. "Bu kalp, sadece senin için böyle atıyor. Seni görmeden önce de atıyordu belki ama seninle tanışınca ilk kez yaşadığını anladı."
Elini kalbinde hissetmek, içimi tarifi imkansız bir duyguyla doldurdu. Elimi onun yanağına koydum, yüzüme yaklaştırdım. Gözlerimiz, sanki aramızdaki mesafeyi sonsuza dek kapatmak ister gibi, bir an bile ayrılmadı.
"Sen," dedim, nefesim kesiliyordu sanki, "Sen benim her şeyim oldun. Geçmişimin yaralarını saran merhemim, geleceğime yazdığım en güzel satırsın. Benim Dijvan'ım..."
Dijvan'ın gözleri parladı. O an, Aydan'ın odada olduğunu, dışarıda yüzlerce insanın bizi beklediğini tamamen unuttuk. Dünya sadece o an, o odada, ikimiz için dönüyordu. Yüzlerimizin arasındaki mesafe yavaşça kapandı. Birbirimizin nefesini hissetmeye başladık. Kokusu... güven kokuyordu, yuva kokuyordu. Sanki binlerce yıldır bu anı bekliyorduk. Dijvan, elini nazikçe belime doladı ve beni kendisine çekti.
"Sana aşığım, Nur. Deli gibi, tarifi mümkün olmayan bir aşk bu..." diye fısıldadı.
"Ben de sana..."
Sonra dudakları, tereddütsüz, nazik ama bir o kadar da derin bir sevgiyle dudaklarımla buluştu. Bu, sadece bir öpücük değildi; bu, iki ruhun birbirine verdiği sonsuzluk sözüydü. O an, tüm korkular, tüm endişeler uçup gitti. Geriye sadece Dijvan'ın kolları arasındaki güvenli liman, dudaklarındaki tutku ve kalbimdeki coşku kaldı. Zaman durmuştu ve bu öpücük, bizim için yepyeni, mutlu bir hayatın başlangıcını mühürlüyordu.
Dijvan'ın dudakları dudaklarımdan ayrıldığında, sanki tüm evren tekrar nefes almaya başladı. Kalbim göğüs kafesime geri sığmak için deli gibi çarpıyordu. Dijvan, başını hafifçe eğdi ve alnını usulca benim alnıma yasladı. Gözleri kapalıydı. O güçlü bedeni, o an tüm savunmalarını indirmiş, sadece sevdiği kadının huzuruna sığınmıştı. Tenlerimizin değdiği o kısacık anda, tüm evrensel gürültü kesildi. Kısık, derin bir sesle, sadece benim duyabileceğim şekilde fısıldadı " Sen benim aşiretimin en kıymetli mührüsün. Artık seni benden kimse alamaz. Bizim hikayemiz başladı. Ve bu hikaye, benim yaşadığım sürece bitmeyecek." Sonra, yavaşça geri çekildi. Gözlerini açtığında, o nemli hüzün silinmiş, yerine sarsılmaz bir kararlılık ve sonsuz bir aşk oturmuştu.
Elini bana doğru uzattı ve ardından " gidelim mi? Herkes bizi bekliyor? "
Dijvan'ın eli, hemen önümde, açık ve davetkârdı. Tereddütsüzce uzanıp o güçlü, güven veren elini tuttum. Parmaklarımız birbirine kenetlenirken, avuç içimdeki sıcaklık kalbime yayıldı.
"Gidelim," dedim kararlılıkla. O an, dışarıdaki aşiret kalabalığı ve olası tüm tehlikeler umurumda değildi. Dijvan'ın yanındaydım.
Dijvan’ın elini sımsıkı tutarak odadan çıktık. Koridorda bizi bekleyen birkaç kadın başlarını hafifçe eğip tebessüm ettiler. Aydan hemen arkamdaydı, gelinliğimin kuyruğunun yere sürtülmemesi için dikkatle kaldırıyordu. Her adımımda kalbim hem korkuyla hem de tarifsiz bir mutlulukla atıyordu.
Odadan çıktığımızda taş avlunun kapısı aralandı ve bir anda içeriyi zılgıt sesleri doldurdu. Kadınların coşkulu nidaları, davulun tok sesiyle birleşip gökyüzüne karıştı. Zurna ezgisi avluda yankılanırken, kalbim bir anlığına yerinden fırlayacak gibi oldu. Herkes ayakta, gözleri üzerimizdeydi.
Avlunun ortasında rengârenk kıyafetleriyle aşiret üyeleri sıralanmıştı. Kadınlar ellerinde mendillerle havaya sallıyor, gençler davulun ritmine ayak uydurup alkışlarla tempo tutuyordu. O an, tüm o kalabalığın içinde sadece ben ve Dijvan vardık. Onun elini tutarken, parmaklarımızın birbirine kenetlenmiş hâlini fark ettim. Bu, sadece bir dokunuş değil; sanki bütün bir hayatı birbirine bağlayan bir söz gibiydi.
Aydan, arkamda gelinliğimin eteklerini düzelterek sessizce yürüyordu. Yüzümde bir gülümseme vardı. Kalbim hızla atsa da bu sefer korkudan değil, tarifsiz bir gururdan ve mutluluktandı. Zılgıt seslerinin arasında, yaşlı kadınlardan biri dua etmeye başladı. Elleri semaya kalkmıştı, sesi titrek ama anlam doluydu.
“Allah mesut etsin evlatlarım,” dedi, gözleri dolarak. “Bir yastıkta kocatsın sizi.”
Dijvan, dua eden yaşlı kadına saygıyla başını eğdi. Ardından başını kaldırıp sessizce bana baktı. Gözleri bir anlığına gözlerime kilitlendiğinde, sanki kalbim yerinden çıkacakmış gibi oldu. O bakışta hem huzur hem de içimi ısıtan bir kararlılık vardı. Hiçbir şey söylemeden, başıyla kapıyı işaret etti.
Yüzümde hafif bir gülümseme belirdi. Kalbim hızlı atıyordu ama artık bu heyecan korkudan değil, mutluluktandı. Zılgıt sesleri yükselirken derin bir nefes aldım ve başımı hafifçe öne eğip yürümeye başladım.
Aydan arkamda, gelinliğimin eteklerini düzelterek sessizce ilerliyordu. Her adımda kalabalığın sesi biraz daha artıyor, davul ve zurna konak duvarlarından yankılanıyordu. Kadınlar ellerinde mendillerle coşkuyla bizi uğurluyordu.
Kapıya vardığımızda, siyah bir Range Rover bekliyordu. Beyaz tüller ve kırmızı kurdelelerle süslenmişti. Dijvan öne çıkıp kapıyı açtı, bana dönüp elini uzattı Dijvan' a gülümseyip elini tuttum ve arabaya bindim. Ben bindikten sonra dijvan kapıyı kapattı ve ardıdan diğer tarafa dolanıp oda bindiğin de araba konağın önünden hızla ayrıldı.
❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️❤️
Zaman, yine acımasızlığını göstermişti. Ne kadar geçerse geçsin, acısı hiç azalmamıştı. Behram gideli 6 ay olmuştu ama kalbimdeki sızı hâlâ ilk günkü gibiydi. Kimi zaman bir gülüşte, kimi zaman bir kokuda onu aramıştım. Her defasında içimde bir şeyler eksilmiş, nefes almak bile zor gelmişti.
Behram gittikten birkaç hafta sonra bir avukat gelmişti eve. Elinde bir dosya, yüzünde hiçbir duygu yoktu. Masaya birkaç kâğıt bırakıp “Boşanma dilekçesi,” demişti. O an kalbim yerinden sökülmüş gibi olmuştu. Ellerim titremiş, gözlerim o kâğıtlara takılıp kalmıştı.
Kalemi elime aldığımda yazacak gücüm yoktu. Sanki imza atarsam, her şeyin gerçekten bittiğini kabul edecektim. Birkaç saniye durup derin bir nefes almış, sonra adımı o soğuk kâğıda yazmıştım. Her harfte bir hatıra gitmiş, her noktada içim biraz daha boşalmıştı.
Mahkeme günü geldiğinde Behram orada değildi. Onun yerine avukatı gelmişti. Salonda herkes vardı, sadece o yoktu. Avukat onun adına konuşurken ben yalnızca boşluğa bakıyordum. Sanki biri benim hikâyemi anlatıyor ama ben o hikâyede çoktan ölmüştüm.
Hakimin sesi yankılanmıştı: “Boşanma kararı verilmiştir.” O an, içimde kalan son umut da yıkılmıştı.
Tuhaf olan ise o günden sonra etrafta boşanmamızla ilgili tek bir dedikodu bile duymamış olmamdı. Ne komşular, ne akrabalar, ne de mahalledeki kadınlar... Sanki herkes bir anda susmuştu. Oysa böyle konuların ağızdan ağıza yayıldığı bir yerde, bu sessizlik fazlasıyla garipti.
Başta bunun nedenini anlayamamıştım. İnsanların bakışlarında bir tuhaflık vardı; ne acıma, ne de merak… sadece sessiz bir çekinme. Bazen biriyle göz göze geldiğimde hemen başını çeviriyor, sanki hiç tanımıyormuş gibi davranıyordu. Bu sessizlik içimi kemiriyordu.
Ta ki bir gün gerçeği öğrenene kadar. Behram, herkese haber salmıştı. “Boşanma hakkında tek kelime eden olursa, bedelini öder,” demiş. Duyduğumda içim donmuştu. Kalbim bir anlığına sıkıştı, nefesim kesildi.
Demek herkesin suskunluğu bundanmış…
Demek, ben acımı yaşarken onlar korkularını yaşamış.
Bir an için ellerimi birbirine kenetledim, parmaklarımı sıktım. Boğazımda bir düğüm, içimde tarifsiz bir öfke… Ne kendime kızabiliyordum, ne de ona. Çünkü hâlâ bir yerlerde, içimde ona dair bir parça vardı.
Behram gitmişti, ama gölgesi hâlâ peşimdeydi.
Susturulan o insanlar gibi, ben de kendi acımın içinde sessiz kalmıştım.
" Aydan kızım istersen sende gel bizimle" diyen komşu nergiz teyzenin sesi ile bakışlarımı ona çevirdim "
Nergiz Teyze’nin sesi, beni zihnimin kuytularından çekip şimdiki ana getirmişti. Bakışlarımı, bahçe kapısının önünde toplanan, yüzlerinde telaşlı bir neşe taşıyan kalabalığa çevirdim. Nur ile Dijvar’ın düğünü vardı. Aşiretin en görkemli, en kalabalık günlerinden biri.
“Aydan kızım, istersen sen de gel bizimle,” diyen Nergiz Teyze’nin yüzünde, o tuhaf sessizliğin ardındaki çekingenlik vardı. Gözleri, bana acıyormuş gibi değil de, sanki benden sakındığı bir sır varmış gibi bakıyordu. Behram’ın gölgesinin uzandığı o sessizliğin bakışlarıydı bunlar.
“Sağ ol Nergiz Teyze’m,” dedim, sesimin titrememesine dikkat ederek. Başımı hafifçe sola çevirdim ve sokağın az ilerisini işaret ettim. “Gerek yok. Benim arabam var. Sokağın sonunda duruyor, onunla gelirim ben.”
Nergiz Teyze bir an tereddüt etti. Dudaklarının kenarı titredi, sanki bir şey söylemek istiyor ama kelimeler boğazında düğümleniyordu. Sonra başını usulca salladı. “Peki kızım, nasıl istersen,” dedi, yüzüne yorgun bir tebessüm yerleşirken. Elindeki küçük çantayı düzeltip kalabalığa karıştı.
bir süre yerimden kıpırdamadım. Gözlerim, yavaşça uzaklaşan insan kalabalığının ardından takılı kaldı. Renkli şallar, gülüşmeler, zılgıt sesleri… Her şey çok canlı, çok hayat doluydu. Ama ben, tüm o gürültünün ortasında sessiz bir boşluğun içinde gibiydim. Parmaklarım istemsizce elbisemin eteğiyle oynadı. Nefesimi derin bir iç çekişle saldım. “Altı ay,” diye mırıldandım kendi kendime. Altı aydır Behram yoktu. Altı aydır her şeyin rengi biraz daha solmuştu.
Gözlerimi gökyüzüne kaldırdım; güneş, bulutların arasından usulca sızıyor, taş avlunun duvarlarına sıcak bir parıltı bırakıyordu. Bir an için gözlerimi kapadım. O güneşin tenimi değil, içimi ısıtmasını diledim Ama olmadı. İçimde hâlâ o keskin soğukluk vardı. Sonra adımlarımı ağır ağır sokağın sonuna doğru sürükledim. Her adımda kalbimin sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Arabamı uzaktan görünce, bir an durup derin bir nefes aldım.
Ardından arabamın yanına geldiğim de kalbim hızlandı, burnuma tanıdık bir koku doldu. Kalbim göğüs kafesimden çıkacakmış gibi deli gibi atarken bakışlarım ile etrafa baktığım da sokağın başında duran bir o kadar tanıdık bir o kadar da yabancı olan adamı gördüm.
Sokağın ucunda duran siluet, önce bir yanılsama gibi göründü gözüme. Gözlerimi kırptım. Kalbim, sanki göğüs kafesimden çıkacakmış gibi deli gibi çarpıyordu; o altı aylık sızı, şimdi anlık bir depreme dönüşmüştü. Burnuma dolan o tanıdık koku… Oysa o koku, çoktan unuttuğumu sandığım bir geçmişe, gömdüğüm bir hatıraya aitti.
Adımlarımı istemsizce yavaşlattım. Bir mıknatıs gibi, gözlerim sokağın başında duran o adama kilitlendi. Yüzü gölgelerin arasından yavaşça sıyrılıp belirdiğinde nefesim kesildi.
Behram’dı.
Bu, zihnimin bana oynadığı en acımasız oyun olmalıydı. Altı aydır, her gece onu düşümde görüyordum. Her sabah, o rüyadan uyanıp boşluğa çarpıyordum. Yine öyleydi, değil mi? Yine bir hayaldi bu. Yine o vicdansız gölge, beni bulmaya gelmişti.
Gözlerimi kapadım. Derin, soğuk bir nefes aldım. Git… git artık… diye yalvardım içimden.
Açtığımda hâlâ oradaydı. Omuzları, duruşu, üzerindeki gömleğin kıvrımı bile aynıydı. Gözlerindeki karanlık, dudaklarının kenarındaki o ince, her şeyi bilen çizgi… Bir farkla; bu kez, gözlerindeki acı gerçekteydi. Sanki o da, benim kadar şaşkın ve yorgundu.
Behram yavaşça bana doğru bir adım attı. Bu hareket, zihnimdeki duvarları tuzla buz etti.
refleksle geriledim. Kalbim çırpınan bir kuş gibiydi, ama bu kez kanatları kırık bir kuştu. O, adım attıkça ben geri çekildim, ta ki sırtım o taş avlunun soğuk duvarına çarpana kadar.
Sırtımın soğukluğu, yüzümdeki sıcaklıkla tezat oluşturdu. İşte o an, nefesim göğsümde düğümlendi, bir çığlık gibi sıkıştı kaldı.
Behram bir adım ötedeydi artık. Yüzündeki çizgiler, gözlerindeki derin karanlık, bana uzanıp dokunacak kadar gerçekti. Ama ben inanamadım. İnanmak istemedim. İnanırsam, o altı ay boyunca kendime anlattığım her şey yalan olacaktı.
“Sen… sen gerçek değilsin,” dedim, sesim titriyordu, bir mum alevi kadar zayıf. “Yine yapıyorsun… yine geliyorsun rüyalarıma. Git artık Behram… Git!”
Gözlerimden yaşlar süzülmeye başlamıştı bile. Bu, bir kadın ağlaması değil, bir ruhun çığlığıydı.
Behram’ın dudakları aralandı, bir şey söylemeye yeltendi. Ama ben devam ettim, kelimeler ağzımdan dökülürken sesim acıyla çatladı “Sen dönmedin… Sen… Sen gittin! Boşanma dilekçesini gönderdin! Sen bir daha gelmedin! Gittin ve bir daha gelmedin! Sen gerçek değilsin! Değilsin…”
Ellerimi yüzüme kapadım, sanki parmaklarımın arasında o hayali dağıtabilecekmişim gibi. Gözyaşlarım, parmaklarımın arasından süzülürken bir fısıltı kadar sessiz, bir çığlık kadar acıydı sesim
“Yine bir hayalsin Behram… yine yalnızca bir hayal… ve ben artık yoruldum bu hayalden.”
Sokağın sessizliği içimi kapladı. Rüzgârın uğultusu arasında, omuzlarımdan geçen soğuk havayla birlikte Behram’ın ağır nefesini duydum. Bir adım daha atmadı. Sanki beni kırmak istemiyor, ama kendini kanıtlamaktan da acizdi. Sadece durdu, baktı. Baktı. Benimle, aramızda duran o altı aylık görünmez, keskin duvarla Ve o an, o taş duvara yaslanmış çaresizliğimin içinde titrerken anladım bazı vedalar iki kez yaşanıyordu; biri gidişin kâğıda dökülüşüydü, diğeri ise onun geri dönüp o yarayı yeniden kanattığı bu an.
Benim acım, altı ayda küllenmemiş, sadece uyumuştu. Ve şimdi, o kokuyla, o bakışla yeniden alev almıştı. Behram sessizce elini kaldırdı. O iri, güçlü eli, yüzümdeki ıslaklığı silmek ister gibi havada asılı kaldı.
“Aydan…” diye fısıldadı. Bu kez sesi emir değil, yalvarış gibiydi. Ama ben, o elin dokunuşundan korkuyordum. Gerçek oluşundan. “Uzak dur,” diye fısıldadım, çaresizlikten dudaklarım titreyerek.
Behram birkaç saniye boyunca sadece baktı. Gözlerindeki yorgunluk, kararlılıkla karışmış bir sızı gibiydi. Nefesi hızla inip kalkıyordu, sanki o da bu anın ağırlığını taşımakta zorlanıyordu. Sonra, tereddütle bir adım daha attı. Aramızdaki hava, dokunulsa kırılacak kadar ince bir sessizliğe büründü.
“Aydan…” dedi yeniden, bu kez sesi çok daha yumuşaktı, kırık bir tınıyla.
Ben başımı sağa çevirdim, gözlerimi yere diktim. Gözyaşlarım hâlâ yanaklarımdan süzülüyordu. Ellerimle silmek istedim ama titriyordum. Oysa her şeyimle direnmek, onun yüzüne haykırmak istiyordum.
Tam o sırada Behram, ağır bir nefes aldı ve yavaşça ellerini kaldırdı. bir adım geriye çekilmek istedim ama duvar izin vermedi. Sanki dünya küçülmüştü ve biz o küçülen dünyanın içinde nefessiz kalmıştık. Ellerinin sıcaklığı, yüzüme değdiğinde kalbim bir an durdu. O dokunuş… o kadar tanıdık, o kadar yakıcıydı ki. Parmak uçlarıyla yanaklarımdan süzülen yaşları sildi. Derin, titrek bir nefes verdim.
Sıcak teni, soğuk gerçeğin kendisiydi. Rüya olamayacak kadar gerçekti. O koku, o ses, o dokunuş… hepsi aynıydı.
Gözlerim, onun gözlerine takıldı. Göz bebeklerinde bir zamanlar tanıdığım adamı gördüm; kaybolmuş, eksilmiş ama hâlâ orada olan bir Behram.
“Gerçeksin…” diye fısıldadım istemsizce. Dudaklarımda şaşkınlıkla karışık bir titreme vardı. “Gerçeksin…” Ama bu fark ediş, bir anda içimde bir volkan gibi patladı. Kalbimdeki acı, öfkeye dönüştü.
Bir anda ellerini ittim, sertçe. “Neden geldin!” diye bağırdım, sesim titredi ama içinde biriken her şeyle yankılandı. “Neden geldin Behram! Neden şimdi?”
Behram geri sendeledi, yüzünde tek bir duygu kırıntısı bile yoktu. Ama onun aksine ben durmadım. “Altı ay! Altı ay boyunca yoktun! Bir kelime etmedin, bir açıklama yapmadın!” dedim, her kelimede nefesim daralıyordu. “Boşanma dilekçesini gönderip beni bir kağıtla yıktın… sonra da şimdi karşımda duruyorsun!” Gözlerim doldu, boğazımda bir yumru oluştu. Yumruklarımı sıkarken sesim titredi. “Ne hakla geldin Behram? Ne hakla yeniden karşıma çıkıyorsun?
Behram benim soruma cevap vermek yerine sadece “Nasılsın, ?” O an, içimde bir şey kırıldı. Altı aydır biriktirdiğim öfke, özlem, kırgınlık… hepsi bir volkan gibi patladı. Nefesim kesildi. “Nasılsın mı?” diye haykırdım, sesim sokağın taş duvarlarında yankılandı. “Altı ay önce terk ettiğin, üzerine boşanmış olduğun bir kadına ‘nasılsın’ mı diyorsun?!”
Adım attım, bir adım daha. Ellerim titriyordu, yumruklarım sıkılıydı. “Nasılsın diye soruyorsun ha? Ben… ben her sabah uyanıp kokunu, nefesinin sıcaklığını aradım Behram! Her gece rüyamda seni gördüm, her sabah uyandığımda boş yatağa baktım! Sen gittin, ama gölgen kaldı! Herkes sustu, çünkü sen susturdun onları! Ama ben sustum mu sanıyorsun? Hayır! İçimde fırtınalar koptu, her gün biraz daha öldüm!”
Gözyaşlarım sel gibi akıyordu, ama bu kez öfke gözyaşlarıydı. “Değdi mi, Behram? O kâğıtlar, o avukat, o mahkeme… değdi mi? Ben sensizdim, sen neredeydin? Nasılsın diye soruyorsun… ben nasılım biliyor musun? Ölü gibiyim! Senin yüzünden ölü gibiyim!”
Sesim çatallaştı, boğazım yandı. Ellerimi göğsüne vurdum, bir kez, iki kez… ama bu kez güçsüz değildi. Öfke, yumruklarımın her vuruşunda dışarı fırlıyordu. “Cevap ver dedim! Neden gittin? Neden bıraktın beni? Mutlu musun? O boşanmayla huzur buldun mu?!”
Behram kıpırdamadı. Sadece durdu, gözleri doluyken, yumruklarımı göğsünde karşıladı. Ama bu kez gözleri kaçmıyordu. O koyu siyah derinliğinde, pişmanlık ve acı vardı. “Aydan…” diye fısıldadı, sesi kırık. “Ben… ben sensiz ölüyüm zaten .” Ama ben durmadım. Öfke, içimdeki tüm duvarları yıkmıştı. “Yalan!” diye bağırdım. “Sensiz yaşadım ben! Her gün, her saat! Sen gittin, ama ben kaldım! Şimdi ‘nasılsın’ diyorsun… geç kaldın Behram! Çok geç kaldın!”
Gözyaşlarım arka arkaya akıyordu yanağımdan ama bu kez durmak istemiyordum. Öfke, acı, özlem… hepsi bir aradaydı. Ve ben, ilk kez, ona tüm gerçeği haykırıyordum.
Behram’ın eli, kolumu sertçe, ama canımı yakmayacak bir hassasiyetle tuttuğunda, içimde koca bir boşluk açıldı. O an, yumruklarım göğsünde dondu kaldı. Sanki tüm gücüm, tüm öfkem Behram’ın o basit dokunuşuyla benden sökülüp alınmıştı.
“Yeter, Aydan!” diye bağırdı Behram. Şaşkınlıkla ona bakakaldım. Gözyaşlarım akmaya devam ediyordu ama yüzümdeki ifade artık öfke değil, yalnızca bir şoktu.Yüzünü bana yaklaştırdı. Gözleri, benimkilere öyle bir kilitlenmişti ki, kaçış yoktu.
“Yalan mı? Ben sensiz yaşadım mı sanıyorsun?” dedi, sesi şimdi fısıltı kadar alçaktı ama bu alçaklık, koca bir tehdit gibi üzerime geliyordu. “O boşanma kağıtlarını imzaladığım gün, o kalemi elimde tutarken ne hissettim biliyor musun? Sanki kendi idam fermanımı imzalıyordum! Sen bensiz ‘ölü gibi’ysen, ben neydim sanıyorsun, Aydan? Ben gömüldüm! Gözlerimle görerek, kendi ellerimle kalbimi toprağa gömdüm!” Nefesi kesikti. Bu sözler, kalbimin en derinindeki, sakladığım o son umut parçasını bile yakıp kül ediyordu.
“Ben sana ‘nasılsın’ diye sorduğumda, gerçekten halimi soruyordum!” diye devam etti. Ellerini kolumdan çekmedi, sıkıca tutuyordu. “Sana dokunmaya bile cesaret edemezken, o lanet olası boşanmayı herkes duymasın, duyupta sen ağlama diye , her gece o yatağa yalnız yatıp tavanı seyrederken ben mutlu muydum sanıyorsun? Benim huzur bulduğumu mu düşündün?”
Çenesi kasılmıştı. Gözlerinde sadece pişmanlık değil, derin, yakıcı bir acı vardı. Sözleri, sokağın ortasında, etrafa yayılan sessizliğin ortasında bir çığlık gibiydi. “Nerede olduğumu soruyorsun? Ben başka bir şehrin her köşesinde seni aradım! Her kadın gülüşünde, her rüzgârın fısıltısında seni aradım! Dönmezdim sandım, evet! Çünkü ben, senin beni affedebileceğin yüzü hak etmiyordum!”
Behram’ın da gözleri dolmuştu. Onun gözyaşları, benim öfke dolu damlalarımdan farklıydı; onlar, teslimiyetin ve tükenmişliğin izlerini taşıyordu.
“O boşanmayla huzur bulmadım,” diye fısıldadı, sesi kırık. “O boşanma, benim kendi kalbime attığım bir bıçaktı. Ben sensiz ölüyüm zaten Aydan. Seninle Farkımız ne biliyor musun? Sen benim gölgemle savaşıyorsun, ben ise her gün senin hayalinle ölüyorum!” Sözleri, göğsüme inen en ağır darbeden daha güçlüydü. Behram’ın elleri, kolumu sıkıca tutulu, gözleri yalvarır gibiydi. Ne ben kaçabilirdim artık ondan, ne de o benden.
Behram’ın sesi, sanki bir bıçak gibi içimi deldi geçti. Yüzüme baktığında gözlerinde, o bildiğim karanlık değil, bu kez derin bir çöküş vardı. Omuzları düşmüştü, nefesi kısa ve düzensizdi.
Sanki her kelimesiyle biraz daha eksiliyordu.
“Ben zaten öldüm Aydan,” dedi, sesi kısık ve kırık.
“Behram o gün öldü. Seni terk ettiğim gün, kendimden de vazgeçtim ben. Her sabah gözlerimi açtığımda içimde bir mezar kazıldı, her gece o mezarın içine biraz daha gömüldüm.”
Yutkundu. Boğazı kurumuş gibiydi. “Biliyor musun, kafama sıkmayı bile düşündüm. Öyle bir ölmek istedim ki, toprağa bile gerek kalmasın… ama olmadı. Ölmedim, çünkü içimde hâlâ sen vardın.”
Sözleri içime bir mızrak gibi saplanıyordu. Kalbim, göğsümde daraldı. Kaçmak istedim ama ayaklarım yere kök salmış gibiydi. Gözlerimdeki yaşlar artık öfke değil, acıdan yanıyordu.
“Yeter Behram!” dedim, sesim titredi ama kararlıydı. “Yeter artık! Bunları neden şimdi söylüyorsun? Altı aydır neredeydin, ha?”
Elimle göğsüne vurdum, bu kez daha zayıf. “Ben o gün öldüm zaten! Senin o kâğıtları imzaladığın gün, içimde bir şey koptu! Şimdi neyi geri getirebilirsin? Hangi söz, o günün acısını silebilir Behram?”
Behram, gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı, ama o nefesin içinde bir ağırlık vardı. “Hiçbirini silemem,” dedi, başını hafifçe öne eğerek " zaten gelmem de hataydı buraya, dijvan için gelmiştim, kardeşim dediğim adamın mutluluğuna şahit olmak için gelmiştim"
Behram’ın o son cümlesi havada asılı kaldı.
Sanki kelimeler, rüzgârın taşıdığı keskin bir bıçak gibi göğsüme saplandı.
“Hataydı demek…” dedim, sesim kısık ve titrek.
Gözlerimdeki yaşlar, artık ne durmayı ne de geri çekilmeyi biliyordu. “Gelmen hataydı yani? Şu altı ay boyunca nefes bile alamazken, ben burada her gün seni beklerken, senin için dua ederken… Sen sadece hata mı yaptın, Behram?”
Behram başını kaldırdı, gözlerindeki karanlık büyüyordu. “Ben… öyle demek istemedim.”
“Peki ne demek istedin?” dedim, bir adım attım ona doğru. “Ne demek istedin Behram?! Hataydı diyorsan neden geldin? Beni neden yeniden yakıyorsun?!”
Behram ellerini iki yana açtı, sesi bir an patladı. “Çünkü senden kaçamıyorum, Aydan!” Bağırışı taş duvarlarda yankılandı. “Kaçtım, unuttum sandım, sustum, gömdüm… ama olmuyor! Her şeyin içinde sen varsın! Nereye gitsem, hangi yüze baksam, hangi nefesi çeksem… hep sen!” Elini göğsüne vurdu. “Burada bir mezar var Aydan! Ama sen o mezarda bile yaşıyorsun!”
Gözlerim doldu, başımı iki yana salladım. “Yalan!”
“Yalan değil!” dedi Behram, sesi titrerken.
“Eğer gerçekten öyle olsaydı, beni o mahkeme salonuna yalnız göndermezdin! Eğer bu kadar yanıyorsan, o kağıdı imzalamazdın! Beni o hale getirip sonra şimdi dönüp ‘Kaçamıyorum’ diyemezsin! Buna hakkın yok Behram!”
Behram dişlerini sıktı, yumrukları kenetlendi. “Sen ne bilirsin, Aydan?! Ne bilirsin ben o gün neyle savaştım?!”
“Senin savaşın ben değildim ki!” diye bağırdım.
“Sen kendinle savaştın, sonra da beni o savaşta yaktın!” Bir adım daha attım, göğsüne yaklaştım. “Benim savaşım sensiz yaşamak oldu Behram! Her gün, her gece, her nefeste! Sen beni o savaşın ortasında yapayalnız bıraktın!”
Gözlerim bulanıklaşmıştı artık, nefesim kesik kesikti. Behram, bir anlık öfkeyle ellerini havaya kaldırdı. “Ne yapayım peki?! Ha, ne yapayım Aydan?!” diye bağırdı. “Her şey üstüme çökmüşken, ben kendimi bile iyileştiremiyorken seni nasıl iyileştire bilirim söylesene " dediğin de sesi alçalmıştı." Ben sana gelmiştim aydan ne olursa olsun, sen beni o hastane koridorun da kırmış olduğun halde gelmiştim o gün söylediğin hiç bir cümleyi kafamdan silip atamadım ama sende haklısın ben hiçbir zaman gerçekten sevilmemiş bir çocuğun, sevmeyi öğrenememiş haliyim seni nasıl sarıp iyileştire bilirdim. "
Gözlerindeki o derin çukur, sesindeki kırıklık… Her şey, altı aydır biriktirdiğim duvarları yerle bir ediyordu. Hastane koridorunda söylediklerim, şimdi kulaklarımda yankılanıyordu. O gün, öfkeyle, kırgınlıkla ağzımdan çıkan her kelime, şimdi bir hançer gibi bana dönmüştü. “Sen hiçbir zaman gerçekten sevilmemiş bir çocuğun, sevmeyi öğrenememiş haliyim…” demişti. Ve haklıydı. Ben de onu kırmıştım, belki de ondan daha fazla.
Nefesim daraldı. Göğsüm sıkıştı, Ellerim titreyerek Behram’ın koluna uzandı, ama bu kez vurmak için değil, tutunmak için. “Behram…” diye fısıldadım, sesim boğuk ve pişmanlıkla dolu. “Ben… ben o gün söylediklerim için özür dilerim. Hastanede, seni kırdım. Seni sevmediğimi sandın belki, ama öyle değildi. Öfkeliydim, korkuyordum… seni incitecek kadar ileri gittim. Affet beni, lütfen. O kelimeler, içimde bir yara gibi kaldı. Seni sevmiyormuş gibi davrandım, ama seni sevmek, benim en büyük gerçeğimdi. Özür dilerim… Her şey için özür dilerim.”
Sözlerim dökülürken, gözyaşlarım sel gibi akıyordu. Behram’ın yüzündeki ifade yumuşadı, gözleri doldu. Elini yavaşça yüzüme götürdü, ama bu kez dokunmadı. Sadece baktı, sanki o özrü kabul etmek ister gibi. “Aydan…” diye başladı, ama devam edemedi.
O an, içimde bir şey koptu. Başım dönmeye başladı, görüşüm bulanıklaştı. Kalbim o kadar hızlı atıyordu ki, sanki duracaktı. Altı aydır biriken acı, öfke, özlem… hepsi bir anda üstüme çöktü. Nefes alamıyordum. Ellerim Behram’ın kolundan kaydı, dizlerim titredi. Dünya etrafımda dönüyordu, sokağın taşları ayaklarımın altından kayıyor gibiydi.
“Behram… ben…” diye mırıldandım, ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Gözlerim karardı, her şey siyah bir boşluğa dönüştü. Son duyduğum, Behram’ın panik dolu sesiydi: “Aydan! Aydan, hayır!” Ve sonra, bayıldım. Vücudum yere yığılırken, o tanıdık kolların beni yakaladığını hissettim, ama artık hiçbir şey fark etmiyordu. Karanlık, beni tamamen sarmıştı.
Gözlerimi açtığımda, tavandaki floresan ışığın soğuk beyazlığı yüzüme doldu. Başım hâlâ hafif dönüyordu. Bir an nerede olduğumu anlayamadım Sonra, Başımı yana çevirip baktığım da Behram oradaydı.
Gözlerinin altındaki morluklar derinleşmiş, sakalları uzamış, yüzü solgundu. Bana bakıyordu; bakışlarında korku, pişmanlık, ve bir şey daha vardı ki, adını koyamıyordum. “Aydan…” dedi, sesi kısık ve çatallı. “Uyandın. İyi misin?” Yutkundum. Boğazım kurumuştu. “Başım… biraz dönüyor,” dedim güçlükle. “Sanki… her şey dönüyor hâlâ.”
O sırada kapı açıldı. Beyaz önlüklü, orta yaşlı bir doktor içeri girdi; elinde dosya, yüzünde sakin bir tebessüm. “Aydan Hanım, geçmiş olsun ,” dedi nazikçe. “Nasıl hissediyorsunuz?”
“Başım dönüyor… biraz bulantı var. Kollarım ağır, sanki uyuşmuş gibi,” dedim, sesim hâlâ zayıftı.
Doktor başını salladı, tebessümü genişledi. “Bu aylar da gayet normal şeyler, merak etmeyin.”
Dosyaya bir şeyler karaladı, sonra Behram’a döndü.“Eşinizi bu aylar da gözünüzün önünden ayırmayın. Hem bebeği için, hem kendisi için. Dinlenme, düzenli beslenme, stres yok. Tamam mı?”
Bir an sessizlik çöktü odaya. Behram’ın eli avucumda dondu. Benim nefesim kesilmişti ve behram ile aynı anda “Bebek derken…?” dedik Şaşkınlıkla .
Doktor kaşlarını kaldırdı, şaşkınlıkla bize baktı. “Haberiniz yok mu? Aydan Hanım, dört aylık hamilesiniz.”
💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙💙
Saat ilerledikçe yorulmaya başlamıştım. Yorgunluğumun yanı sıra ise mutluydum da. Bir gece yardım etmesi için kapısını çaldığım adam ile bugün evlenmiştim. Dijvan bütün gece oturmamış daha doğrusu oturamamıştı, ne zaman yanıma gelse aşiretten birileri gelip kolundan tutarak halaya katıyorlardı.
Yüzümdeki gülümsemeyi gizleyemiyordum. Oysa daha dün gibiydi… korkudan, çaresizlikten titreyerek kapısını çaldığım o gece. Şimdi ise aynı adamın soyadını taşıyordum. Kalbim hem yorgunluktan hem de sevinçten hızlı atıyordu. Etrafımızda kahkahalar, davul zurna sesleri yankılanıyor; insanlar delicesine halay çekiyordu. Arada bende katılsam da dijvan kadar oynamamıştım.
Davulun ritmi ve zurnanın keskin sesi, düğün salonunu dolduran coşkulu kalabalığın içinde yavaş yavaş gücünü yitirmeye başladı. Birkaç son alkış ve kahkahadan sonra, aşiretin üyeleri birbirleriyle vedalaşarak, tatlı bir yorgunlukla salondan ayrılmaya başladılar. Kimi Dijvan'ın kolunu sıktı, kimi bana tebriklerini iletti.
Salonda uğultu dindiğinde, geriye sadece masalar, sandalyeler ve bu büyük anın şahitleri olarak biz kaldık; bir de birkaç yakın akraba. Bedenim yorgunluktan ağırlaşmış olsa da, kalbimdeki coşku hâlâ ilk anki gibi taze ve hızlıydı. Gözlerim, yorgunluktan alnına düşen saçlarını eliyle geriye iten Dijvan'ı buldu.
Oyun pistinin ortasında, yüzünde sabahtan beri ilk kez beliren dingin bir ifade vardı. Bakışları beni bulunca, yorgunluğuna rağmen gözlerinin içi parladı. Uzun bir an sadece birbirimize baktık. Sonra Dijvan, avucunu hafifçe yukarı doğru çevirerek, beni yanına çağıran sade ama emreden bir jest yaptı. Bu, "Gel, şimdi sıra bizde" der gibiydi.
İlk başta şaşkınlıkla yerimde donakaldım. Kalabalık dağılmış, o bitmek bilmeyen halaylar sona ermişti ve şimdi bu kadar yorgunken beni, bu büyük boşluğun ortasına mı çağırıyordu? Yüzümdeki şaşkınlık, sanırım kaşlarımın hafifçe çatılmasıyla belli olmuştu.
Dijvan, bu şaşkınlığı fark etti. Yüzüne, "Hadi ama, ne duruyorsun?" diyen, yaramaz, küçük bir gülümseme yayıldı. Başını hafifçe bana doğru eğdi ve bakışlarıyla sabırla beklemediğini ima etti.
Derin bir nefes aldım. Kalbimdeki yorgunluk hissi, merak ve heyecanla yer değiştirdi. Elbisemin eteğini hafifçe toparlayıp, adımlarımı o büyük boşluğun ortasına, Dijvan'ın karşısına doğru yönlendirdim.
Tam karşısında durduğumda, aramızda sadece birkaç adım vardı. Sessizlik, artık davul zurna seslerinin yerini almıştı ve bu sessizlik, içimdeki duyguların sesini daha da yükseltiyordu. Gözlerine baktım; o gece korkuyla çaldığım kapının ardındaki adam, şimdi hayatımın erkeği olarak karşımdaydı.
Dijvan'ın yüzündeki yorgun ifade silinmiş, yerine derin, mağrur ve ciddi bir ifade gelmişti. Gözleri parlıyordu. Vücudunu, omuzlarını hafifçe dikleştirerek ve başını hafifçe yukarı kaldırdı
Dijvan'ın omuzları, bir anda yılların verdiği o tanıdık asaletle dikleşti. Gözlerindeki parıltı, şimdi kararlı bir ateşe dönüşmüştü. Sağ elini yavaşça kaldırdı, parmaklarını açarak havada bir yay çizdi; sol eli ise belinde, avuç içi dışarı dönük, dimdik duruyordu. Bu, zeybeğin ilk selamıydı. sessiz, ama salonun boşluğunda yankılanan bir meydan okuma gibi.
Ayakları yere vurmaya başladı. Önce yavaş, ritmik; topukları taş zemine her değdiğinde, sanki kalabalığın dağılmış enerjisi yeniden uyanıyordu.
Pistte yalnızdı ama yalnız değildi; her adımı, o gece kapımı açtığı anı, her bakışı, "Korkma, buradayım" dediği o ilk cümleyi hatırlatıyordu. Zeybek, onun hikâyesini anlatıyordu: Dağların oğlu, aşiretin yiğidi, şimdi benim kocam.
Son bir dönüşle, tam önümde durdu. Nefes nefese, ama dimdik. Gözleri benimkilerde kilitli. Bir an duraksadı; sonra, yavaşça, diz çöktü.Gelinliğimin eteğinin ucunu o beyaz, ince dantelli ucunu nazikçe, saygıyla avuçladı. Önce yavaşça dudaklarına değdirdi, o an kalbimin bir kuş gibi çırpındığını hissettim. Ardından, eteğin ucunu usulca alnına götürdü. Bu hareket, sadece bir sevgi gösterisi değil, aynı zamanda hayatıma ve getirdiğim her şeye duyduğu derin bir saygı ve bağlılık yeminiydi.
Gelinliğimin eteğini öptükten sonra başını kaldırıp bana baktı " "Bundan sonra yolun yolumdur, canım sana helaldir!"
Dijvan diz çöktüğü yerden, bakışlarını bir an bile benden ayırmadan yavaşça doğruldu. Boyunun tüm heybetiyle karşımda durduğunda, yorgunluktan eser kalmamıştı; sadece o asil duruş ve kararlı gözler vardı.
Sağ elini yavaşça uzattı. Bu el, dakikalar önce zeybek oynarken yeri titreten, şimdi ise dünyamın en narin dokunuşunu yapacak olan eldi.Parmakları, yüzümü çerçevelemek için şakaklarıma doğru yükseldi. Sanki camdan bir eseri tutar gibi, hassas ve dikkatliydi. Başparmağı, kaşımın hemen üzerindeki çizgiyi usulca okşarken, bakışları ciddiyetini koruyordu. Eğildi. Çok yavaş, çok anlamlı.
Alnıma değen dudakları, davul seslerinin sustuğu, sadece kalbimin gümbürtüsünün duyulduğu bu boş salondaki en gür ses oldu. Bu öpücük; aceleci bir tutku değil, mühürlenmiş bir sözdü. Geçmişin korkularına bir son, geleceğe ise bir başlangıç çizgisi. Dudakları alnımdan ayrılırken, gözlerimi açtım ve nefesimi tuttuğumu fark ettim. Dijvan, başını geri çekti, ama elleri hala yüzümdeydi. Gözleri, derin bir göl gibi, tüm varlığımı içine çekiyordu. Yüzünde artık yaramaz bir gülümseme yoktu; derin, bilgece, aşka ve sorumluluğa adanmış bir ifade vardı.
"Senin yolun," dedi, sesi kalın ve salonun akustiğinde yankılanan bir fısıltı gibiydi, "artık benim tek istikametimdir, Nur." diye fısıldadı.
Dijvan’ın sözleri, fısıltı olmasına rağmen zihnimde yankılandı. O an, bir zamanlar korkuyla çaldığım kapının ardındaki adamın, hayatımın en sağlam sığınağı olduğunu bir kez daha hissettim. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, yutkunarak konuşmaya çalıştım. Kalbimdeki coşku ve minnet, yorgunluğumu tamamen silip süpürmüştü.
Ellerimi usulca kaldırdım, avuç içlerimi onun yüzümü nazikçe tutan ellerinin üzerine koydum.
“O gece kapını çaldığımda,” diye başladım, sesim başta titrek çıktı ama hemen ardından kararlılık kazandı, “bir yol arıyordum. Sen ise bana bir yuva verdin, Dijvan.”
Derin bir nefes aldım, gözlerimdeki yaşları tutmaya çalışarak. Ona olan hislerimi, bu büyük bağlılığı sadece bakışlarımla değil, kelimelerimle de mühürlemek istedim. “Benim yolum nerede biterse bitsin,” dedim, sesimi yükselterek, “senin yolunla birleştiği için şükürler olsun. Bundan sonra ben de sana helalim.”
Tam o an, duygu yoğunluğuyla silinen insanlar ve sesler yeniden var oldu. Boşluğun yerini gürültü aldı. Salonun tüm coşkusu, o anki samimi sözlerimizin etkisiyle patladı. Bir alkış tufanı koptu. Herkesin yüzünde neşe, gözlerinde onay vardı.
Gözlerim kalabalığa kaydı. Onca neşeli yüz arasında, bir tek Hatice Hanım’ın gözleri doluydu. Alkışlamıyor, sadece dolu dolu gözlerle bize bakıyordu.
Dijvan derin bir nefes aldı, omuzlarını gevşetti. Yüzünde hâlâ o asil duruş vardı ama göz altlarındaki hafif morluk, günün ağırlığını ele veriyordu. Elini belime doladı, parmak uçları sırtımdaki dantellerin arasında kayboldu. Kulağıma eğildi; sesi kalın, yorgun ama kararlı:
“Gidelim hadi, Nur. Artık yeteri kadar yorulduk.”
Sözleri içimi ısıttı. Başımı salladım, fazla bile dedim; sesim kısık, gülümseyerek. “Fazlasıyla.”
Elimi uzattım, parmaklarım onun avucuna değmek üzereydi. Ama o, bir an bile beklemedi. Kolunu belime daha sıkı doladı, diğerini dizlerimin arkasına geçirdi ve beni anında kucağına aldı. Gelinliğimin etekleri havada uçuştu, danteller omzuna dolandı. Bir an nefesim kesildi; şaşkınlık, sevinç, utanç karışımı bir gülüş kaçtı dudaklarımdan.
Elbisemin etekleri, Dijvan beni kucağına aldığında havalandı ve ben de şaşkınlıkla, ama büyük bir sevinçle boynuna sıkıca sarıldım. O an, salondaki alkışlar ve çığlıklar bir anda uzaktan gelen bir uğultuya dönüştü. Artık tüm dikkatim, yüzümde hissettiğim sıcak nefesi ve beni saran kollarının gücündeydi.
"Ne yapıyorsun?" diye sordum, sesim bir fısıltı gibi çıktı. Bu, hem itiraz hem de içten bir kahkahaydı. Gelinliğin ağırlığı, yorgunluğum, her şey bir anda yok olmuştu. Şimdi sadece onun kolları arasındaki bu güvenli, uçan his vardı.
Yüzünü saçlarıma dayayarak güldü. O gür ve rahat kahkahası, kalbimin içindeki tüm endişeleri silip süpürdü. "Yolun yolumdur dedin, değil mi?" diye fısıldadı. "O zaman o yolu yürüyerek yormayacağım seni. Artık taşımak benim vazifem." Bu sözler, düğün salonunda verdiği yemin kadar güçlü ve anlamlıydı. Başımı biraz kaldırdım. Yüzüne baktığımda, sabahtan beri ilk kez bu kadar net ve dingin bir ifade görüyordum. Yorgunluk vardı, evet, ama aynı zamanda hayatıma duyduğu derin sorumluluğun asil duruşu da vardı. Omuzlarında aşiretin yükü değil, sadece ben vardım.
Onun kulağına doğru eğildim, fısıltım sadece ona ait olmalıydı. "Yuvanı yanımda taşıyorsun," diye mırıldandım. Gözlerimi kapattım. Kollarının etrafımda kilitleniş biçimi bir yuva gibiydi
Kapıdan geçtik. Salonun yapay ışıkları geride kaldı. Soğuk, ferah gece havası yüzüme vurduğunda, sanki yeni bir hayata adım atmış gibi derin bir nefes aldım. Kollarında olmak, daha önce hiç tatmadığım bir rahatlık ve gurur veriyordu. O, benim sığınağımdı; şimdi ise sığınağım beni taşıyordu.
Birkaç yakın akrabanın neşeli sesleri dışarıda
yankılanıyordu, ama Dijvan onlara bakmıyordu. Bakışları, önümüzdeki arabaya ve oradan uzanıp giden karanlık yola odaklanmıştı. O an, sadece ikimizin olacağı o sakin, yeni hayata odaklanmış gibiydi.
Beni nazikçe arabaya yerleştirdiğinde, o anki coşku dolu, gürültülü anın bittiğini hissettim. Kapı kapandı. Arabanın motoru çalıştı. Geriye sadece tatlı bir yorgunluk, büyük bir huzur ve yan koltukta oturan hayatımın erkeğinin kokusu kaldı.
Araba, gece karanlığında sessizce ilerliyordu. Şehir ışıkları geride kalıp yerini dağların siluetine bırakınca, yol daha da sakinleşti. Dijvan'ın eli direksiyonda, diğer eli benimkini avucunda tutuyordu. Parmakları sıcak ve kararlıydı; yorgunluğumuza rağmen, bu dokunuş her şeyi unutturuyordu. Konaklarının kapısına vardığımızda, saat gece yarısını çoktan geçmişti. Dijvan arabayı durdurdu ve Kapısını açtı, ama beni indirmek için acele etmedi. "Hazır mısın?" diye sordu, sesi düşük ve samimiydi. Başımı salladım. O da gülümsedi, sonra kapıyı kapatıp etrafı dolaştıp Benim tarafımdaki kapıyı açtı ve kollarını uzattı. "Yine mi?" diye güldüm, ama itiraz etmedim.
Dijvan gülümseyip başını salladı ve yine beni Kucağına aldı , Ardından Kapıyı ayağıyla kapattı, anahtarları. cebine attı. Konak kapısına doğru yürürken, ayak sesleri taş yolda yankılandı. Kapıya geldiğimiz de dijvan Kapıyı açtı ve ardından içeri girdik
Merdivenleri çıkarken, başımı omzuna yasladım. Her basamak, yorgunluğumuzu hatırlatıyordu ama aynı zamanda yeni bir başlangıç gibiydi. Üst kata vardığımızda, koridorun sonundaki yatak odasının kapısına geldik. Kapıyı omzuyla itti, içeri girdik. Oda, mum ışıklarının yumuşak glow'uyla doluydu; aşiretin geleneklerine göre hazırlanmıştı, yatak örtüsü beyaz ipeklerle kaplı, etrafa hafif yasemin kokusu yayılmıştı.
Beni yavaşça yere indirdi, ama elleri belimden ayrılmadı. Ayaklarım halıya değdiğinde, dengemi bulmak için ona tutundum. Gözlerimize baktık; yorgunluk vardı, ama altında derin bir huzur. "Burası artık bizim," dedi, sesi fısıltı gibi.
Odadaki loş ışıkta yüzünün her kıvrımını, her çizgiyi yeniden keşfediyordum. Dijvan, elini yavaşça çeneme götürdü ve baş parmağıyla yanağımı okşadı. Bu basit dokunuş, düğün telaşının tüm yorgunluğunu üzerimden attı. Gözleri, karanlıkta parlayan, sadece bana ait olan bir ışık gibiydi. "Uzun zamandır bu anı bekledim," dedi, sesi titrek. "Senin benim yanımda, tam burada, yuvamızda olmanı." Yutkundum.
Gelinliğin ağırlığı, göğsümdeki mutluluğun yanında hafif kalıyordu. "Ben de," diye fısıldadım. "Sanki nefesim yıllardır eksikti de, şimdi seninle tamamlanmış gibi." Beni kendine daha çok çekti, aramızdaki mesafeyi sıfırladı. Sıcak nefesini alnımda hissediyordum.
"Biliyorum, yolumuz kolay değildi. Ama bak," dedi, mumu işaret ederek. "Bizim aşkımız, en zorlu karanlıkta bile parlayacak bir alev. Sana söz veriyorum, ömrümün her gününde, seni dün sevdiğimden daha çok seveceğim."
Gözlerim doldu. "Sana güveniyorum," dedim, ellerimi yakasından tutarak. "Seninle olduğum sürece, hiçbir şeyden korkmuyorum. Benim sığınağım sensin, Dijvanım."
O da gülümsedi, o sert yüzünde ki nadir, içten gülümsemelerden biriydi bu. "Hayatımın en güzel sığınağı sensin, karım." Başını eğdi ve dudakları usulca benimkine dokundu. O an, dışarıdaki tüm dünya sustu, sadece o anın, o iki kalbin ritmi kaldı
Odadaki loş mum ışığı, bedenlerimizin üzerindeki tüm yorgunluğu ve heyecanı gizleyen, yumuşak bir sırlar perdesi gibiydi. Dudaklarımızın buluşması, aceleci bir tutkunun ötesindeydi; bu, iki ruhun nihayetinde birleştiğini ilan eden derin, sarsıcı bir mühürdü. Dijvan’ın öpüşü, önce o kadar nazik ve tatlıydı ki; sanki kırılgan, camdan bir eseri avuçluyordu. Sonra, bu narinlik yavaşça, ama kararlılıkla, o gece beni kollarında taşıyan, beni koruyan adamın gücüne ait bir tutkuya dönüştü.
Ellerimi onun kalın ensesine doladım, parmak uçlarım yorgunluktan terlemiş saçlarına değiyordu. Gözlerimi kapattım, tüm benliğimle bu anın, bu yuvanın huzurunu içime çektim. Onun dudaklarının üzerindeki sıcaklık, içimdeki tüm fırtınaları dindiren tek limandı. Sanki nefesimi, hayatımı geri veriyordu bana.
Öpüşün ağırlığı artarken, Dijvan'ın diğer eli yavaşça sırtıma kaydı. Soğuk metalin ilk dokunuşuyla irkildim. Gelinliğin zarif dantelinin bittiği yere, fermuarın başlangıcına ulaşmıştı. Öpücük bir anlığına bile kesintiye uğramadan, parmakları fermuarın soğuk metalini buldu ve o uzun, beyaz çizgiyi usulca aşağıya doğru indirdi.
Fermuar tamamen açıldığında, Dijvan dudaklarını usulca geri çekti. Nefes nefese kalmıştım; pembeleşmiş yanaklarımda ve parlayan gözlerimde, tüm duygusal yoğunluğun izleri vardı. Yüzünde, yorgunluğun altından sızan, dünyadaki en saf, en mağrur ifade duruyordu.
Elini, açılan fermuarın hemen üzerinden, sırtımın çıplaklığına koydu. Cildime değen o sıcaklık... Gelinliğin ağırlığı bir anda omuzlarımdan kayıp giderken, ürpertiyle geri çekilmek yerine, daha çok onun avucuna doğru yaslandım. O an, "evdeyim" dedim içimden.
Dijvan'ın sesi, artık fısıltı değildi; tok, kararlı, ama şefkatle doluydu. "Sen bu hayatın en uzun ve en güzel soluk aralığısın, Nur. Şimdi," dedi, gözlerini benimkilerden bir an bile ayırmadan, "o güzelliği bu ağırlıktan kurtaralım."
Gözleri hâlâ benimkilerle kilitliyken, yavaşça eğildi ve dudaklarıma, sadece bir an süren, minnet dolu, masum bir öpücük daha kondurdu. Tıpkı bir yeminin son noktası, bir kitabın bitişi gibiydi.
Dudakları ayrılır ayrılmaz, omuzlarını gevşetti. Omuzlarımdaki gelinlik ağırlığından kurtulmayı bekleyen bendim, ama sanki o da üzerindeki tüm düğün stresini atmış gibiydi. Bir adım geri çekildi, elini uzatıp yanağımı nazikçe okşadı.
"Sen üzerini değiştir, canım. Rahatla, duşunu al. Biliyorum, ne kadar yoruldun." Bakışları yumuşaktı ama sesi, beni düşünen, ne yapması gerektiğini bilen bir adamın sesiydi. "Ben de diğer odaların birinde alırım duşumu. Sonra da... Yemek yiyelim çünkü Açım," diye ekledi ve gülümsedi. "Sana da yemek getireyim." Göz kırptı. Bu basit itiraf, o derin, ciddi anın ardından, odaya anlık bir neşe ve gerçeklik katmıştı.
"Merak etme," dedi, kapıya doğru yürürken.
"hemen geliyorum" Kapıyı usulca arkasından kapattı. Oda yeniden sessizliğe büründüğünde, parmak uçlarımla dudaklarıma dokundum. Kalbimdeki coşku ve bedenimdeki yorgunluk, yerini tatlı, derin bir huzura bırakmıştı. Evlenmiştim. Artık sadece benim sığınağım değil, kocamın karısıydım.
Dijvan odadan ayrıldıktan sonra, derin bir nefes aldım. Üzerimdeki gelinlik ağırlığından kurtulmak için sabırsızlanıyordum. Fermuarı açılmış gelinliği usulca indirip yere bıraktım. Beyaz ipekler, mum ışığında sessizce yığıldı. Hızlıca banyoya yöneldim. Ilık suyun altında durmak, tüm günün yorgunluğunu üzerimden attı. Sudan çıkan buhar, içerideki havayı yumuşatmıştı.
Temizlenmiş ve hafiflemiş bir şekilde odaya döndüm. rahat bir pijama arayışıyla dolabın kapaklarını açtım. Yumuşak, pamuklu bir şey giymeyi hayal ediyordum.
Ancak, dolabı açar açmaz şaşkınlıkla duraksadım. Yüzüm anında kızardı. Beklediğim basit pijamalar yerine, raflar sadece ipek ve dantelden, göz alıcı geceliklerle doluydu. Beyazlar, siyahlar, bordo tonları... hepsi ince askılı, iddialı parçalardı. Yutkundum. Bu, Hatice hanımın bir jesti olmalıydı.
Utangaçlığımı bir kenara ittim. O an, çaresiz kapı çalan kız değil, bu evin kadını olduğumu hatırladım.
Gözüme çarpan, zarif bir çiçek deseni olan siyah, uzun bir geceliği seçtim. Yanına, yine dantelli siyah bir iç çamaşırı takımı aldım. Hızla üzerime giydim. Bu kadar hafif bir şey giymek tuhaf geliyordu. Üzerine, geceliği yumuşatacak, aynı renkte ipek bir sabahlık alıp omuzlarıma attım. Bu, bana hem sıcaklık hem de biraz olsun örtünme hissi verdi.
Aynaya kısaca baktım. Tamamdım.
Dijvan'ın "açım" sözü aklıma gelince, mutfağa gitmeye karar verdim. Koridora çıktım. Konak sessizdi, Merdivenlerden inerken kalbim biraz hızlı çarpıyordu.
Mutfağa yaklaştığımda içeriden tıkırtılar geldi. Kapı aralığından baktım. Gözlerim hemen onu buldu. Dijvan, sırtı bana dönük, tezgahta bir şeyler hazırlıyordu. Ama üzerindeki kıyafet değişmişti. Bedenini saran, siyah, pamuklu bir atlet vardı. Kol kasları ve sırtı, atletin altından belirginleşiyordu. Saçları ise hafifçe nemliydi, belli ki o da duştan yeni çıkmıştı. Bu görüntü... o ağırbaşlı adamdan çok farklı, daha samimi ve benim olan bir görüntüydü.
Bu haliyle, aşiret reisi heybetinden uzakta, sadece kocam olan bir erkek duruyordu. Kalbim bir kez daha hızlandı.
Kapıyı hafifçe itip içeri girdim. İçeri girmemle birlikte Dijvan tabağı tezgaha bırakıp arkasını döndü. Bakışları hemen beni buldu. Gözleri ilk önce yüzümde oyalandı; yorgunluğumun yerini alan o yeni huzuru okumak ister gibiydi. Ardından, bakışları aşağıya kaydı ve üzerimdeki siyah, ipek sabahlığın ve altındaki dantelin kıvrımlarında takılı kaldı.
İlk başta yüzünde anlık bir şaşkınlık belirdi; sanki beni bu kadar çabuk, bu kadar farklı görmeyi beklemiyormuş gibiydi. Kaşları hızla yukarı kalktı. Ama bu şaşkınlık bir saniye bile sürmedi. O kahverengi gözlerin de ki yorgunluk, yerini hızla koyu, derin bir tutkuya bıraktı. Atletin altındaki göğsü, yavaşça ve derin bir nefes alışla kalkıp indi. Yutkundu. Gözleri, sabahlığımın yakasından belli olan boyun çizgimde oyalanırken, sesi beklenmedik bir şekilde kalın ve boğuk çıktı.
" Sen benim sonum olacaksın be kadın, böyle bir gecelikle karşıma pat diye çıkman ikimiz içinde iyi olmayacak, hatta yemeği bile boş vere bilirim şuan" dedi, sesi kontrol altında tutulmaya çalışılan bir ateş gibiydi.Sözlerinin ağırlığı ve bakışlarındaki yoğun tutku, yanaklarımın anında alev almasına neden oldu. Başımı hafifçe eğdim. Utançla, sabahlığımın ipek yakasını daha sıkı tuttum. Bu tepki, Dijvan'ın yüzündeki o mağrur gülümsemeyi derinleştirdi.
Gülümsedi, o sert yüzdeki ifade yumuşadı. "Neyse güzel karım, daha fazla utandırmayayım," dedi.
Bir an bile beklemeden yanıma geldi. Bir kolunu belime, diğerini dizlerimin altına geçirdi ve beni aniden, hızla kucağına aldı. Nefesim kesildi. Şaşkınlıkla kollarımı hemen onun nemli boynuna doladım. "Ne yapıyorsun, Dijvan?" diye sordum, sesim hem şaşkın hem de gülümsemeye çalışan bir tınıdaydı.
O, beni taşımanın verdiği en ufak bir zorluk belirtisi göstermeden "Yorulmasın, dedim. Daha fazla yorulmasın benim güzel karım. Yürüyerek yormayacağım seni demiştim, değil mi?"
Bu sözleri, bana olan düşkünlüğünü ve koruma isteğini bir kez daha gösteriyordu. Beni mutfağın ortasındaki o devasa, parlak mermer tezgaha doğru taşıdı. Tezgaha yaklaştığında, nazikçe, beni oraya oturttu.
Tezgahın soğuk mermerine oturduğum an, ayaklarım yerden kesildi ve vücudumun sarsılmasıyla, siyah geceliğim ve ipek sabahlığım yukarı doğru sıyrıldı. Gecelik kısaydı ve bacaklarımın daha büyük bir kısmı, mermerin üzerinde aniden açığa çıktı.
Dijvan ise tam önümde durdu. Ellerini tezgahın iki yanına koymuştu, beni adeta çerçeveliyordu. Gözleri, üzerimdeki utangaç çabama ve bacaklarımın açığa çıkışına takıldı. O mavi gözlerdeki yoğun tutku daha da arttı; sabırla karışık, güçlü bir arzu vardı. Atletinin altındaki göğsü, yavaşça kalkıp iniyordu. "Burası daha iyi," diye fısıldadı, yüzü benimkine çok yakındı. Gözleri bir an bile bacaklarımdan ayrılmıyordu. "Böylece hem açlığımızı gideririz... hem de gözümün önünde olursun."
Yanaklarımdaki sıcaklık hala geçmemişti. Bu yakınlık, bu ani hareketlilik, kalbimin göğüs kafesimi zorlamasına neden oluyordu. Ona baktım; bu adam, hem sığınağımdı hem de içimdeki tüm heyecanı uyandıran tek kişiydi.
"Peki, madem yorulmayacağım..." dedim, sesime biraz cesaret katmaya çalışarak, "Öyleyse, bana hizmet etmeli ve karnımı doyurmalısın, Dijvan Ağa."
Dijvan, "Emrin olur, Hanım Ağa," dedikten sonra yanağıma kondurduğu öpücüğün hemen ardından tezgahtaki hazırlıklara döndü. Bütün o ağırbaşlı aşiret ağası duruşu, yerini karısının karnını doyurmaya hazırlanan, enerjik ve sevimli bir kocaya bırakmıştı. Tezgahın üzerindeki tabak, ağzına kadar bol ketçaplı patates kızartması ile doluydu. Koku, tüm mutfağı sararken midemdeki açlık hissi kendini daha net belli etti.
Dijvan, tabağı hızlıca aldı ve tezgahın önüne, beni çevreleyen kollarının arasına yerleştirdi. Bir patates kızartmasını ketçaba iyice buladı ve bana doğru uzattı. "Aç ağzını, güzel karım," dedi, sesi hala o boğuk, sıcak tınıdaydı.
Tıpkı küçük bir çocuk gibi, itaatkâr bir gülümsemeyle ağzımı açtım. Patatesin sıcaklığı ve ketçabın keskin tadı, o an dünyanın en lezzetli şeyi gibiydi. Gözlerimden memnuniyet okunuyordu.
"Nasıl, beğendin mi?" diye sordu, gözleri benimkilerde, cevabımı merakla bekliyordu.
Başımı onaylayarak salladım. "Fazlasıyla," diye fısıldadım.
Bana birkaç patates daha yedirdi. Her lokmada yüzündeki düşkün ifade daha da belirginleşiyordu. Sanki beni beslemek, ona tarifsiz bir keyif veriyordu. Ardından, bir an duraksadı ve kendine de birkaç lokma patates kızartması aldı. Bu sırada gözleri bir an bile benden ayrılmadı; yiyordu, ama bakışlarıyla beni tüketiyordu.
Kendi yemeği bittikten sonra, elini yeniden tabağa uzattı. Bir patatesi daha ketçaba buladı ve bana doğru yaklaştırdı. Tam ağzımı açmak üzereyken, o beklenmedik kaza oldu. Patatesin ucu, Dijvan'ın elinin hafif bir titremesiyle kaydı ve üzerindeki kırmızı, yoğun ketçap damlası, ipek sabahlığımın yakasından süzülerek çıplak göğüs kafesimin tam üzerine, iki göğsümün arasına düştü.
Şaşkınlıkla elimi hemen oraya götürmeye çalıştım. "Dur!" dedi Dijvan, sesi hafifçe hırçınlaşmıştı. El bileğimden nazikçe ama kararlı bir şekilde tuttu ve elimi geri çekti.
"Hayır," diye fısıldadı, sesi artık daha önce hiç duymadığım bir yoğunluktaydı. Gözleri, ketçap lekesine, o kırmızı, davetkâr damlaya kilitlenmişti. O an, o kırmızı lekenin, loş mutfakta ateşlenmiş bir köz parçası gibi parladığını hissettim.
Dijvan'ın yüzündeki ifade, oyuncu bir haylazlık ile derin bir arzu arasında gidip geliyordu. Yutkundu, atletin altındaki göğsü bir kez daha kalkıp indi. Yavaşça, sanki bu hareketi yapmaya yıllardır hazırlanıyormuş gibi, eğildi.
Sıcak nefesi tenime vurduğunda, ürperdim ve mermerin soğukluğunu anında unuttum. Dudakları, lekenin hemen yanına, cildime nazikçe değdi. Önce hafif bir dudak dokunuşuyla ketçabı sildi, ardından o anki tüm yoğunluğu içinde barındıran dili, o çıplak tene, ketçabın olduğu yere usulca dokundu.
Dilinin sıcaklığı, omuzlarımdaki tüm kasları gevşetti. Vücudumun kontrolünü kaybetmiştim. Boğazımdan, istemsiz, hafif ve titreşen bir inilti kaçtı. Ses, o sessiz mutfakta gümbürdeyen bir yankı gibiydi. Gözlerimi kapattım.
Dijvan, gözlerinin içine bakarak, lekenin tamamen temizlendiğinden emin olmak ister gibi küçük, tutkulu öpücüklerle orayı mühürledi. Sonra yavaşça doğruldu.
Yüzündeki ifade, muzaffer bir adamın gururuydu. Gözleri, az önceki eylemin izlerini taşıyordu; kararmış, derinleşmiş ve artık geri dönüşü olmayan bir kararlılıkla doluydu.
"Ne demiştim," diye fısıldadı, sesi boğuk ve galip bir tınıdaydı, "sen benim sonum olacaksın. Ve. "
Patates kızartması tabağı, o an mutfaktaki en önemsiz şeydi. Ellerini tekrar tezgahın iki yanına koydu ve beni yoğun bakışlarıyla sardı. Nefesi, dudaklarıma çarpıyordu.
Dijvan'ın galip gelen sesi ve gözlerindeki derin, kararlı ifade, mutfaktaki havanın yoğunluğunu bir anda on kat artırmıştı. Patates kızartması tabağının varlığı tamamen unutulmuştu. O, ellerini tezgâhın iki yanına dayamış, beni bir kafesin içine almış gibiydi; bu kafes, dünyanın en güvenli ve en heyecan verici yeriydi.
"Biliyor musun, memnuniyetle de olmanı isterim ," diye fısıldayarak, nefesi dudaklarıma çarpıyordu. O an, ateşle oynama isteği, içimde aniden yükseldi. Artık çaresiz ve ürkek kız değildim; kocasını seven ve ona meydan okumaktan çekinmeyen, yeni hayatımın Hanım Ağası'ydım.
Ona yakından baktım. Atletinin altındaki kasları belirginleşmiş, nemli saçları alnına yapışmıştı. Bu görüntü, beni daha da cesur yapıyordu.
Yüzümde yaramaz, küçük bir gülümseme belirdi. Gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, yavaşça tezgâhın üzerindeki tabağa doğru uzandım. Parmak uçlarım, tabağın kenarında kurumaya yüz tutmuş kırmızı ketçap artığına usulca değdi.
Dijvan, bu yavaş ve davetkâr hareketimi izliyordu. Kaşları hafifçe çatıldı; bu, merak ve beklenti dolu bir tepkiydi. Gözlerindeki koyu tutku, şimdi biraz da eğlence barındırıyordu.
Parmağımı ketçapa hafifçe bandırdım ve sonra, parmağımı yavaşça geri çektim. Gözleri, parmağımdaki kırmızı lekeyi takip ediyordu. Onu daha fazla kışkırtmak için, parmağımı boynumun yan tarafına, ipek sabahlığımın bittiği hassas bölgeye götürdüm. Ketçabı, parmağımla o narin tene usulca ve yavaşça sürdüm.
Boynumu hafifçe yana eğdim, sanki daha iyi görmesi için bir fırsat tanıyordum. Gözlerimi açtım ve masum bir şaşkınlık ifadesiyle ona baktım.
"Tüh," diye mırıldandım, sesim kısık ve cilveliydi. "Baksana, buraya da bulaştı Dijvan. Yine yaramazlık yaptım, ne yapacağım şimdi?"
Sözlerim, mutfaktaki tüm sessizliği parçaladı. Dijvan'ın yüzündeki ifade, anında değişti. O bir saniye önceki oyunculuk, yerini kontrolsüz bir arzuya bıraktı. Gözleri, boynumdaki o yeni kırmızı lekeye sabitlenmişti; sanki o, dünyadaki en lezzetli şeydi ve sadece onun hakkıydı. Derin bir nefes aldı ve bu sefer boğuk bir homurtu çıkardı. Elleri tezgâhın kenarlarını sıkıca kavradı, sanki kendini tutmaya çalışıyordu. "Sen," dedi, sesi artık bir fısıltıdan çok, derin bir kükreme gibiydi, "ne kadar kışkırtıcısın biliyor musun, Nur?"
Söylediği bu kelimelerle gururlanarak gülümsedim.
Beklemediğim bir hızla, kendini tutmayı bırakarak öne doğru atıldı. Bu seferki yaklaşımı, az önceki nazik dokunuşlardan uzaktı. Başını eğdi ve boynumdaki o küçük, kırmızı lekeye dudaklarını bastırdı. Önce sert bir şekilde emdi, ketçabı tenimden temizledi.
Dili, boynumdaki hassas damara değdiğinde, nefesim bir kez daha kesildi. Parmaklarım, istemsizce onun nemli ensesine dolandı. Vücudumun ağırlığını, tamamen onun doyurucu ve kararlı hareketlerine bıraktım. Temizleme eylemi, hızla tutkulu bir sahiplenmeye dönüştü. Dudakları boynumdan çeneme, oradan da tam dudaklarıma doğru yükseldi.
Dudaklarımız buluştuğunda, mutfaktaki hava alev almış gibiydi. O, sadece bir eş değil, aynı zamanda dağların fırtınasıydı ve ben, o fırtınaya gönüllüce kapılıyordum. Öpüşü derin, aç ve emrediciydi. Sanki az önceki bekleyişin ve kışkırtmanın tüm bedelini aynı anda ödüyordu. Kollarımı, atletinin altından sırtına doğru indirdim ve parmak uçlarımla onun gergin kaslarını okşadım. Bu dokunuş, onu daha da alevli hale getirdi.
Dijvan’ın dudakları benimkilerde vahşi bir açlıkla dans ederken, elleri artık tezgâhın soğuk mermerine değil, bana aitti. Sağ eli belimden yukarı kaydı, ipek sabahlığın ince kumaşını avucunda buruşturarak göğsümün hemen altına kadar topladı. Sol eli ise bacağımın iç kısmında, geceliğin eteğinin altında yavaşça yukarı tırmanıyordu; parmak uçları tenimde küçük kıvılcımlar bırakarak, sanki yıllardır bu dokunuşu beklemiş gibi.
(bundan sonra wattpad de smut sahne var)
Gözlerini bir an bile ayırmıyordu benden. O koyu kahverengi bakışlarında hem zafer, hem hayranlık, hem de “artık tamamen benimsin” diyen bir sahiplenme vardı. Dudaklarını dudaklarımdan ayırmadan, nefesiyle birlikte fısıldadı “Nur… Seni böyle görmek… Allahım, dayanamıyorum.” Sesi titriyordu; o hep kontrolü elinde tutan, dimdik duran adamın sesi titriyordu.
( smut sahne burada bitmiştir)
Elini saçlarımda gezdirdi, alnıma, şakaklarıma öpücükler kondurup . “İlk gecemiz,” dedi fısıltıyla. “Ve ömrümüzün her gecesi böyle olacak, Rojbinim Sana söz.” Gözlerimi kapattım, onun kokusunu içime çektim. “Seninle her gece… cennet,” diye mırıldandım. Birbirimize sarılmış, mumların son ışığında, yeni yuvamızda uyuyakaldık. Artık bir bedendik. Artık bir yürektik. Artık ebediyen birdik.
İlk ışıklar, perdenin aralığından süzülerek göz kapaklarımı okşadığında, tatlı bir huzurla uyandım. Gözlerimi açtığımda, loş mum ışığının yerini aydınlık bir sabaha bırakan odanın dinginliği karşıladı beni. Gözlerim hemen yanıma kaydı; yatağın ipek çarşafları buruşmuş, yorgan hafifçe yana kaymış olmasına rağmen, Dijvan yanımda yoktu.
Bir anlık şaşkınlık hissiyle doğrulmaya çalıştım. Tam o anda, kasıklarıma yayılan keskin ama tatlı bir ağrı ile yüzüm buruştu. Dün gece... dün geceki coşku ve yoğunluk, bedenimde bir mühür gibi iz bırakmıştı. İçimden gülümsedim; üç kez yaşanan o tutkulu birleşme, yorgunluğumun en güzel kanıtıydı.
Yataktan usulca kalktım. Çıplak tenimde ipek çarşafın bıraktığı soğuklukla hızla gerindim ve dün gece aceleyle üzerimden attığım siyah ipek sabahlığımı bulup omuzlarıma attım. Çıplaklığımı örterek kendimi daha güvende hissettim. Bedenimdeki ağrı, dünden kalan tatlı bir yorgunluktu ve adeta "evet, bu benim yuvam" diye fısıldıyordu.
Hızla gecelik dolabından çıkan iç çamaşırı setimi buldum ve üzerime giyindim. Ardından, sabahlığımı daha sıkı sarıp kapıya yürüdüm. İçimdeki telaşlı merakla odadan çıktım; ne banyodan gelen bir ses ne de koridorda bir hareket vardı. Konak, sessiz ve sakindi. Merdivenlerden yavaşça indim; her adımda bacaklarımdaki tatlı yorgunluk kendini belli ediyordu. Dün geceki coşku, yerini merak ve şiddetli bir açlığa bırakmıştı.
Mutfağa yaklaştığımda burnuma dolan mis gibi tereyağı ve kızarmış ekmek kokusu, yorgunluğumu unutturdu. Kapıdan usulca içeri süzüldüm.
Gözlerim, günün aydınlığında, tezgahın önünde bana sırtı dönük duran o heybetli silueti hemen buldu. Dijvan, kareli pijamasının altıyla ve beyaz, pamuklu bir tişörtle duruyordu. Tişörtün kısalığı, belini ve kalçalarını zar zor örtüyor, sabah ışığında kaslarının hatlarını belirginleştiriyordu. Saçları kuru ve dağınıktı; belli ki benden önce kalkmış, sessizce hazırlanmış ve şimdi kahvaltı hazırlığına başlamıştı. Omuzlarındaki aşiret ağası yükü, bu sabah yerini sıcakkanlı bir kocanın rahatlığına bırakmıştı.
“Günaydın hayatım ,” dedim , sesim hem neşeli hem de uykulu bir tınıdaydı.
Dijvan, elindeki tavayı bir anlığına tezgaha bırakıp arkasını döndü. Yüzünde, sabahtan beri ilk kez gördüğüm, içten ve derin bir huzur ifadesi vardı. Gözleri, beni baştan aşağı süzdü; yüzümdeki hafif şişliği, yeni uyanmışlığın getirdiği dağınıklığı ve üzerimdeki ipek sabahlığı. Bakışları duraksadı; kaşlarının ucu, yumuşak bir hayranlıkla hafifçe yukarı kalktı.
"Günaydın Rojbin'im," dedi, sesi kalın ve sabahın sessizliğinde yankılanan, kadife gibi bir tınıdaydı. Bu isme, o geceki tutkulu itiraflarımızdan sonra ilk kez şahit oluyordum. "Sana bakılırsa benden daha yaramazmışsın," diye yürüdüm ona doğru. "Sessizce kalkmışsın, duşunu almışsın ve kahvaltıya başlamışsın. Hani yorulmayacaktım?" diye takıldım.
O, mağrur ve çapkın bir gülümsemeyle yanıtladı: "Öyle mi? Sen uyurken seni izlemeye doyamadım. Sonra da bu güzel yuvada ilk sabah kahvaltımızı, bizzat kocan hazırlasın istedim." Başını hafifçe eğdi, bakışları dün geceki gibi yoğun bir tutkuyla doldu.
Utanmış bir ifadeyle hafifçe kıkırdadım. "Demek kahvaltı, karısından önce geldi." Dijvan, birkaç adımda yanıma geldi. Ellerini belimdeki sabahlık kuşağına doladı ve beni yavaşça kendine çekti. Başını, alnıma değdirdi. "Önemli olan sensin, her şeyden önce sensin, Nur. Ama sen, dünkü yorgunluğumuzun üzerine, sabahtan beri üç kişilik enerji harcayan kocanı da düşünmek zorundasın, değil mi?" dedi. Sesi, kulağıma çarpan bir fısıltıydı; hem yaramaz hem de derin bir sevgiyle doluydu.
Ardından, geri çekildi ve parmağını usulca kasığımdaki ağrıyan noktaya bastırdı. Acıyla hafifçe inleyip geri çekildim. Gözlerindeki ifade, anında şefkatli ve suçlu bir tona büründü. "Ah, özür dilerim... Canın yanıyor mu hâlâ? O yaramazlığıma mani olamadım, Hanım Ağa."
Yüzüne yorgun ama mutlu bir ifadeyle baktım. "Fazlasıyla. Ama... şikayetçi de değilim,"
Gülümsedi. O sert yüzdeki bu gülümseme, sabahın ilk ışığından daha parlaktı. Beni elinden tuttu ve tezgaha doğru yönlendirdi.
"Şimdi, o güzel yorgunluğunu giderecek bir şeyler yiyelim" dedi ve beni sandalyeye oturttu ve ardıdan kendisi de hemen yanıma oturdu.
Masanın üzerindeki manzarayı gördüm: Göz yumurta, dilimlenmiş domates, zeytin, peynir çeşitleri ve taze demlenmiş çay. Bütün o aşiret reisi heybetiyle, karısı için taze kahvaltı hazırlayan bu adama aşık olmamak imkânsızdı. "Afiyet olsun, güneş ışığım," dedi. Bir dilim peynir alıp, ekmeğin üzerine koydu ve tıpkı dün geceki patates kızartması gibi, bana doğru uzattı. “Sıra sende, benim güzel karım,” diye fısıldadı.
Dijvan'ın uzattığı peynirli ekmeği ağzıma aldım. Tuzun ve peynirin tadı, sabah açlığımla birleşince harika gelmişti. Yüzümdeki memnun ifadeyi gören Dijvan da gülümsedi ve kendi kahvaltısından bir lokma aldı. Kahvaltı masasının üzerindeki taze çiçeklerin kokusu, tereyağı ve çay buharıyla karışıyordu. Dijvan tam yanımda oturuyordu; omuzlarımız neredeyse birbirine değiyordu.
“Dün geceki patates kızartması da güzeldi ama kabul etmelisin ki, ilk kahvaltımız daha anlamlı,” dedim, gülerek.
Dijvan, bir zeytini ağzına atarken, gözleri üzerimdeydi. Sağ eli, masanın altında, sabahlığımın kumaşını sıyırarak dizimi buldu ve hafifçe okşadı. “Her şeyin ilki, senin elinden ya da seninle olduğu sürece, anlamlıdır benim için, Rojbin'im,” diye karşılık verdi. Sesi ciddiydi ama gözlerinin içi gülüyordu.
Biraz daha sohbete daldık. Dijvan, düğün boyunca aşiretin ondan ne kadar halay çekmesini istediğini komik bir dille anlatırken ben kahkahalarla gülüyordum. Bu samimi anlar, aşiret baskısından uzak, sadece iki eş olarak kurduğumuz yeni yuvamızın ilk tuğlaları gibiydi.
Kahvaltımız, tatlı bir sohbet eşliğinde sona erdi. Çaylarımız bitmiş, tabaklarımız boşalmıştı. Dijvan, sandalyede bana doğru döndü. Vücudunu eğdi ve yüzü, benimkine çok yaklaştı. Sabahlığımın açık yakasına, boyun çizgime doğru eğildi. Yüzündeki ifade, yine dün geceki o derin arzuyla doluydu.
“Teşekkür ederim, karım,” diye fısıldadı. “Bu, ömrümün en güzel kahvaltısıydı.” Dudakları tam alnıma doğru yaklaşıyordu ki... Dış kapı, şiddetli ve aceleci bir şekilde çalındı.
Sert ses, konağın sessizliğini bir anda parçaladı. Dijvan ve ben aynı anda irkildik. Dijvan’ın yüzündeki o romantik ve yumuşak ifade anında yerini gergin bir ciddiyete bıraktı. Kaşları hızla çatıldı.
“hay ben böyle işe... ” diye homurdandı “Kim olabilir bu saatte?”
Hızla masadan kalkmaya çalıştım. “Ben bakarım, belki önemli bir şeydir,” dedim. Tam masadan ayrılacaktım ki, Dijvan’ın güçlü eli kolumu yakaladı. Tutuşu nazik ama kesindi. Sandalyesini masaya yaklaştırıp beni kendine çekti.
“Yavrum, ne yapıyorsun?” dedi, sesi alçak ama emrediciydi. Gözleri, üzerimdeki ipek sabahlığa ve altındaki geceliğin belli olan hatlarına kaydı. “Üzerinde gecelik ile kapı açmak ne demek? Kim gelirse gelsin, burası aşiret konağı. Olmaz öyle şey.”
Onun haklı olduğunu biliyordum. Başımı onaylayarak salladım ve sandalyeye geri oturdum. Utançla sabahlığımı üzerime daha sıkı sardım. “Haklısın, Ağa. Ben hiç düşünmedim.”
Dijvan, başıyla beni onayladı. “Sen burada kal. Sakın kıpırdama. Ben bakıp geliyorum.”
Hızla ayağa kalktı ve mutfaktan çıkarak avluya açılan ana kapıya doğru yürüdü. Ayak sesleri taş zeminde yankılanıyordu. Merak, anında içimi kemirmeye başladı. Kimdi bu, yeni evli bir çiftin ilk sabahını bölecek kadar aceleci ve saygısız olan?
Dayanamadım. Sabahlığımı üzerime daha sıkı sararak oturduğum yerden usulca kalktım ve ayaklarımın ucuna basarak mutfak kapısının eşiğine geldim. Kapının aralığından, dışarıdaki taş döşeli avluya açılan ana kapıyı görebiliyordum.
Dijvan, heybetli bir şekilde kapının önünde durdu, kapının sürgüsünü çevirdi ve kolu aşağı indirdi. Ağır kapı, hafif bir gıcırtıyla açıldı.
Dijvan kapıyı açtığın da kapıda genç, uzun boylu bir kadın vardı. Kapıda, tahminimden de genç ve uzun boylu, göz alıcı bir kadın duruyordu. Üzerindeki sade ama pahalı kıyafetler, onun sıradan bir aşiret mensubu olmadığını gösteriyordu. Yüzü gergindi, ama dudaklarının köşesinde, durumuyla alay eden, imalı, küçük bir gülümseme asılıydı.
Dijvan, kapının eşiğinde, omuzları kaskatı kesilmiş bir şekilde duruyordu. Bakışları Zehra'nın yüzünde sabitlenmişti; şokun etkisiyle gözleri irileşmiş, o sabahki tüm huzuru bir anda silinmişti.
"Zehra," dedi Dijvan, sesi boğazından zorla çıkmıştı. Şaşkınlığı ve kontrolü kaybetmiş olması, nadiren rastlanan bir durumdu. Kadın, adının Zehra olduğunu anladığım bu kişi, başını hafifçe yana eğdi. O imalı gülümseme dudaklarında büyüdü.
"Dijvan," dedi, sesi yumuşak ama zehirli bir tat taşıyordu.
Tam o anda, Zehra’nın bakışları avludan içeride, mutfak kapısının aralığında gizlenen beni buldu. Gözlerimiz buluştu . Zehra’nın kahverengi gözleri, beni süzdü; üzerimdeki ipek sabahlık ve dağınık saçlarımla o anki halimi hızla analiz etti. Dudaklarındaki imalı gülümseme, anında küçümseyen, alaycı bir ifadeye dönüştü. Baştan aşağı süzülmek, sıcak bir utanç dalgasının yanaklarıma yayılmasına neden oldu. O bakış, "Sen kimsin?" der gibiydi.
Saniyelik bir bakışmaydı bu. Zehra, beni tartmayı bitirmiş gibi, yüzündeki o küçümseyen ifadeyle tekrar Dijvan'a döndü. Bütün dikkati yeniden ona odaklanmıştı.
Eliyle kapının pervazına yaslandı. Sesi, şimdi daha yüksek ve duyulabilir bir tınıdaydı; sanki mutfakta saklanan benim de duymamı istiyordu. "Hayırlı olsun demeye geldim," dedi. Başını, Dijvan'ın omzunun üzerinden, içerideki boş avluya ve oradan da mutfak kapısına doğru çevirdi. "Ne de olsa evlenmişsin..." Son kelimeyi söylerken sesi, kibirli bir soğuklukla dolmuştu.
"Zehra," dedi, sesi uyarıcıydı, "ne işin var burada?"
Zehra, Dijvan'ın sorusunu duymazdan gelerek, kapının eşiğinde dimdik durmaya devam etti. Bakışları, Dijvan'ın kontrolünü kaybetmiş olmasından keyif alıyordu. Ben ise, mutfak kapısının eşiğinde, sabahlığımın yakasını daha sıkı tutarak kaskatı kesilmiştim. Bu kadın... bu Zehra, kimdi ve Dijvan'ın hayatının neresindeydi ki, evliliğimizin ilk sabahında böyle sahiplenici ve küçümseyici bir tavırla kapıya gelebiliyordu? Kalbim, korku ve kıskançlık karışımı bir hızla atmaya başlamıştı
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |