
küçük çocuklar, her akşam olduğu gibi yaşlı kadının küçük avlusunda toplanmıştı.Hava hafifçe serinlemiş, güneşin son ışıkları gölgeleri uzatmıştı.Çocukların yüzlerinde merakla karışık bir heyecan vardı; sanki birazdan sihirle dolu bir kapı açılacaktı.Yaşlı kadın, dizlerinin yanında duran ahşap sandalyeye yavaşça oturdu.
Saçlarına düşen gri teller rüzgârla hafifçe dalgalandı, gözlerinde ise yılların yorgunluğunun yanında tatlı bir sıcaklık parlıyordu.
“Peki yavrular…” dedi yumuşak ama net bir sesle.
“Bugün size hangi masalı anlatayım?”
Önde oturan kıvırcık saçlı çocuk hemen elini kaldırdı. “Perili ormandaki ışığı anlat teyze!” dedi gözleri parlayarak.Yanındaki çocuk başını salladı.
“Hayır, hayır… Deniz prensesinin hikâyesi yarım kaldı.”
En arkada oturan, sesi neredeyse duyulmayan küçük bir çocuksa utangaçça konuştu:
“Ben… yıldızlara tırmanan çobanı dinlemek isterim.”Yaşlı kadın hepsine tek tek baktı.
Yanaklarındaki çizgiler gülümsemesiyle daha da belirginleşti.
“Öyleyse,” dedi, sesi akşamın sessizliğine karışırken “Bugün size üç hikâyenin birleştiği bir masal anlatacağım.”
Çocuklar birbirine bakıp şaşırdı. “Üçü birden mi?” diye fısıldaştılar. Kadın başını yavaşça salladı.
“Evet… Çünkü bazı masallar yalnız başına eksik kalır. Bir araya geldiklerinde gerçek anlamını bulur.”Sonra gözlerini uzaklara dikip derin bir nefes aldı Sanki o an avludaki hava bile değişti; rüzgâr durdu, kuş sesleri hafifledi.
“Bir varmış bir yokmuş…” dedi ince bir tebessümle.
“Peri ışıklarıyla aydınlanan sessiz bir ormanın kenarında yaşayan küçük bir kasaba varmış.
.........................................................................
Annem, masalların bir gün gerçeğe dönüşebileceğini söylerdi. Ama her masal mutlu sonla bitmezmiş. Kimi masallar, daha başında hüzne yazılırmış. Bizim masalımız hangisiydi, hâlâ bilmiyorum. Bildiğim tek şey, hayatın Behram’la tanıştıktan sonra bana hiç sormadan yön değiştirdiğiydi.
Hastane odasında yalnızdım. Duvarlar beyaza boyalıydı ama bana gri geliyordu her şey. Sessizlik, kalbimin atışını bile duyuracak kadar yoğundu. Behram biraz önce çıkmıştı. “Yemek alıp geliyorum,” demişti. Sesinde saklamaya çalıştığı bir telaş vardı. Gözlerime fazla bakamamıştı. Belki korkuyordu, belki de benim kadar şaşkındı.
Elimi karnımın üzerine koydum. Parmaklarım titredi. Dört aydır benimleydi. Dört aydır kalbimin altında, benden habersiz bir hayat atıyordu. O an, ilk kez gerçekten hissettim. Sanki avucumun altı sıcaklaşmıştı. Sanki küçük bir sır, nefes alıyordu içimde.
Bugün öğrenmiştik. Behram’la birlikte. Doktorun dudaklarından çıkan kelimeler havada asılı kalmış, sonra bir anda üzerimize çökmüştü. “Dört aylık.” Dünya o saniye durdu sanmıştım. Behram’ın yüzü gözlerimin önüne geldi. Önce donmuştu, sonra gözlerinde anlamlandıramadığım bir şey belirmişti. Korku mu, şaşkınlık mı, umut mu… Ayırt edememiştim.
O odada yalnız kalınca her şey daha ağır bastı. Başımı yastığa yasladım. Tavana baktım. İçimden binlerce soru geçti. Zamanlama doğru muydu? Hayat buna hazır mıydı? Biz hazır mıydık? Ama bir soru vardı ki hepsinin önüne geçiyordu.
Bebeğim babasını beklemişti.
Behram’ın gidişlerine alışkındım. Yokluklarına, suskunluklarına, kapıdan çıkıp saatlerce dönmeyişine… Ama bu farklıydı. İlk kez, onu sadece kendim için değil, içimde büyüyen o minicik kalp için bekliyordum.
Kapının önünden ayak sesleri duysamda dönüp bakmadım ,zihnimi kemiren düşünceler ile savaşırken Elim hâlâ karnımdaydı.
“Bekledik ya… ikimiz de.” diye fısıldadım
O an anladım. Masallar mutlu sonla biter mi, bitmez mi bilmiyordum. Ama bu masal artık sadece benim değildi. Ve ne olursa olsun, yarım kalmayacaktı.
Kapı yavaşça aralandığında başımı çevirdim. Behram içeri girdi; elinde küçük bir tepsi, yüzünde tedirgin bir ifade vardı. Kapıyı sessizce kapattı, sanki gürültü yaparsa bu an dağılacakmış gibi. Yatağın ayak ucundaki masaya yaklaşıp yemeği bıraktı. Metal kapların birbirine değen hafif sesi, odadaki sessizliği böldü.
“Bir şeyler alayım dedim…” dedi. Sesi kısık, çekingen. Gözlerime bakmaktan kaçındı.
Başımı yastığa biraz daha yasladım. Odayı dolduran hastane kokusunun arasından, onun kokusu geldi burnuma; tanıdık, güvenli ama bir o kadar da yaralayıcı. Parmaklarım istemsizce karnıma gitti. Dört aydır benimle olan bu küçük beklenmedik haber, şimdi ikimizi de sessizliğe hapsetmişti.
Behram, tepsiyi masaya bıraktıktan sonra yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. Ama oturur oturmaz kalkmak ister gibi huzursuzdu. Elleri, dizlerinin üzerinde kenetlenmişti. Bakışları pencereden sızan akşam ışığına takılı kalmıştı, sanki camın dışındaki dünya, şu an bulunduğumuz küçük odadan daha gerçekti.
“İyi misin?” diye sordu, sesi kuru bir fısıltı gibiydi.
“Dört aylık hamileyim Behram,” dedim. Söylediğim kelimeler, basit bir bilgi cümlesiydi ama sesimdeki sakinlik, içimdeki fırtınanın en güçlü kanıtıydı. “Sence iyi miyim?”
Behram’ın omuzları çöktü. Başını eğdi, saçları alnına döküldü. Bu basit hareket bile, onun ne kadar çaresiz hissettiğini gösteriyordu. Yüzünde, öfkenin ya da pişmanlığın değil, sadece büyük bir yükün ağırlığı vardı.
“Biliyorum, Aydan,” dedi, sesi zorlukla çıkıyordu. “Ben… ben bunu hak etmiyorum. Bunu öğrenmek, bu durumda… altı ay sonra…” Cümlesini tamamlayamadı.
Gözlerimi ondan ayırmadım. Gözbebeklerinde, yıllar önce tanıştığım o genç, kararlı adamın izleri vardı ama şimdi bu izler, derin kırıklarla doluydu.
“Hak edip etmemekle ilgili değil,” diye fısıldadım. “Bu, artık bizimle ilgili de değil Behram. O var. Dört aydır… o vardı.” Elimi, göğüs kafesimin hemen altına, hafifçe şişmiş karnıma götürdüm.
Behram’ın bakışları, titrek bir ışık huzmesi gibi elimi buldu. Gözleri o noktaya kilitlendi. Yüzündeki gergin kaslar bir anlığına gevşedi, yerini tarifsiz bir şefkate bıraktı. Sanki o küçük sırrı ilk kez kendi gözleriyle görüyordu.
Bir süre öylece durdu. Sessizlik o kadar yoğundu ki, dışarıdaki dünyanın tüm sesleri kaybolmuştu. Sanki sadece Behram’ın titrek nefesi ve benim kalp atışlarım vardı. Sonra yavaşça, sanki en değerli, en kırılgan şeye dokunacakmış gibi elini uzattı. Eli havada asılı kaldı. Tıpkı daha önce, bayılmadan önceki gibi. Bana dokunmaya cesaret edemiyordu. Ama bu kez, çekincesi öfkemden değil, taşıdığım o küçük hayattandı.
“O…” diye başladı, sesi çatallıydı. “O iyi, değil mi?”
Başımı usulca salladım. “Doktor öyle dedi. Sağlıklıymış.”
Bu cevapla Behram’ın yüzündeki o büyük gerginlik yayı çözülmüş gibi boşaldı. Derin bir nefes aldı. Gözleri dolmuştu, ama bu kez gözyaşları öfke ya da acıdan değil, inanılmaz bir rahatlamadan kaynaklanıyordu. Çenesini sıktı, kendini tutmaya çalışıyordu.
“Aydan,” dedi. Sesi, en derin yerinden geliyordu. “Ben… ben ne yapacağımı bilmiyorum.”
Bakışları sonunda benimkilere döndü. Şimdi o koyu gözlerde şaşkınlık, korku ve derin bir sorumluluk vardı.
“Sana ne yapacağımı sormadım Behram,” dedim, sesim yorgundu. “Ama artık bir karar vermek zorundayız. Biz boşandık. Ama artık aramızda… bu var.”
İçimde, o an hissettiğim tek şey öfke ya da kırgınlık değildi. Yorgunluk vardı. Bu masalın, başlamadan bitmemesi için duyulan ağır bir sorumluluk vardı. Ve bu sorumluluğun adı Behram’dı, ama Behram’dan da öteydi.
Behram yavaşça kalktı. Yatağa doğru yaklaştı, benden bir adım ötede durdu. Eğildi, gözlerini benimkilerle aynı hizaya getirdi. Yüzü, artık tüm o maskelerden arınmış, çıplaktı.
“O masal… yarım kalmayacak,” diye fısıldadı. Gözleri bir anlığına yeniden karnıma kaydı. “Asla yarım kalmayacak. Ne yapmam gerekiyorsa, yapacağım Aydan.”
Gözlerindeki samimiyet, altı ayda kurduğum tüm duvarları sarsmaya yetmişti.Yüzlerimiz birbirine o kadar yakındı ki, nefesini hissediyordum. Ama aramızda, altı aylık bir boşluk, binlerce söylenmemiş söz ve şimdi, yepyeni bir başlangıcın tedirginliği vardı. Behram yavaşça elini uzattı, tereddütle yanağımın ıslaklığını kontrol eder gibi parmağının ucuyla dokundu. Bu dokunuş o kadar hafifti ki, sanki beni incitmekten korkuyordu.
“Biliyorum, bana inanmıyorsun,” dedi, sesi neredeyse duyulmuyordu. “Haklısın da. Ben gittim. Seni o kâğıtlarla, o sessizlikle baş başa bıraktım. Ama… Olanlar, sadece senin ya da benimle ilgili değildi Aydan. Her şey… çok daha karmaşıktı.”
Yüzüme baktı, gözleri derin bir karanlık taşıyordu.
“Şimdi buradayım. Kaçmıyorum. Bu… bu bizim.” Eli, benim elimi buldu, nazikçe sıktı. O güçlü parmaklar, benim küçücük elimi kuşatmıştı. “Senden tek istediğim, şu an için sadece bir şans. Bana değil. O’na.”
Kendi kendime, 'O'na mı?' diye fısıldadım içimden. Benim masumiyetim, benim sorumluluğum, şimdi Behram'ın en büyük dayanağı olmuştu. Gözlerimi kapattım. Tüm o yorgunluk, tüm o öfke, Behram'ın elinin sıcaklığı altında eriyor gibiydi.
Gözlerimi açtım ve fısıldadım: "Geç kaldın Behram. Altı ay... çok uzun bir süreydi."
Behram elini çekti, derin bir yara almış gibi geri çekildi. Başını tekrar eğdi. “Geç kaldım,” dedi, acıyla. Sonra, sesi titreyecek kadar kısıldı: “Ve şimdi çok korkuyorum Aydan.”
Bana tekrar baktı, bu kez gözlerinde gördüğüm şey, o bildiğim güçlü aşiret reisi değil, sadece korkmuş bir adamdı.
“Ben baba sevgisi görmemiş bir adamım. Büyürken ne kadar sevilir, nasıl şefkat gösterilir, bilmiyorum. Benim bildiğim tek şey, sertlik, sorumluluk ve mesafe koymak. Ben nasıl iyi bir baba olunur bilmiyorum, Aydan. Bırakıp gitmemin bir sebebi de buydu; bu yükü, bu sorumluluğu taşıyamayacağımdan korktum.”
Bu itiraf, kalbimdeki buzları kırmaya başlamıştı. Altı aydır onu yargılıyordum, ama şimdi, içindeki en derin yarayı açıyordu. Bir anlığına, geçmişteki Behram’ı gördüm; zorla büyütülmüş, sevgisizlikten korkan küçük bir çocuğu.
Yavaşça yatakta doğruldum. Behram’a yaklaştım, aramızdaki o görünmez duvara rağmen. Elimi uzattım, ama bu kez onun yüzüne değil, boynuna, saçlarının başladığı yumuşak yere dokundum.
“Behram,” dedim, sesim inanılmaz bir yumuşaklığa bürünmüştü. “Senin baban sana sevmeyi öğretmemiş olabilir. Ama sen zaten seviyorsun.”
Gözleri şaşkınlıkla bana döndü.
“Eğer sevmeseydin, o kâğıtları imzaladığında ölmez, şimdi burada bu kadar korkmazdın. Eğer sevmeseydin, bayıldığımı görünce paniklemez, şimdi bu sandalyede perişan bir halde oturmazdın.”
Gülümsedim. Bu, altı ay sonraki ilk gerçek, içten gülümsememdi.
“İyi bir baba olmak, nasıl seveceğini bilmekle alakalı değildir. İyi bir baba olmak, sevmeyi istemekle alakalıdır. Ve sen istiyorsun, Behram. Gözlerinden anlıyorum.”
Eli, titrek bir hareketle benim elimi tuttu. “Senin bilmediğin her şeyi, o öğretecek sana. Minik elleriyle, minik kalbiyle… Sen ona hayat verirken, o da sana nasıl yaşanacağını, nasıl sevileceğini öğretecek. Buna inan.”
Behram’ın gözleri doldu, bu kez yaşlar süzülmeye başladı. Başını, elimdeki avucuma yasladı. O güçlü adamın omuzları sarsılıyordu.“Ben çok korkağım Aydan,” diye fısıldadı, sesi boğuktu.
“Hayır,” dedim, saçlarını okşayarak. “Korkak değilsin. Sadece yorgunsun. Ve artık yalnız değilsin. İkimiziz. Üçümüzüz.”
O an, hastane odası sessizleşti. Tüm duvarlar, tüm yargılar ve tüm kırgınlıklar bu yeni gerçeğin sıcaklığı altında erimiş gibiydi. Behram’ın ağlayışı, bir teslimiyetten çok, bir arınmaydı. Ve ben, o an, masalımızın artık hüzne yazılmadığını, sadece yeniden yazılmayı beklediğini anladım.
.............................................................
kadının yüzünde küçümseyici ifade vardı ve bakışlarını bir kez olsun dijvandan çekmiyordu.
Nur kapıda ki kadını incelemeye başladı , Zehra, Dijvan’ın yüzünden gözlerini ayırmıyordu; bakışlarında buz gibi bir meydan okuma ve sahiplenme yatıyordu. Küçümseyici gülümsemesi, konağın kapı eşiğine düşen sabah ışığında keskinleşmişti.
Nur, mutfak kapısının aralığında gizlenmiş, Zehra’yı baştan aşağı inceliyordu. Gelen kişinin duruşu, üzerindeki kıyafetlerin seçimi ve Dijvan üzerindeki etkisi... tüm bunlar, onun sıradan bir ziyaretçi değil, geçmişten gelen ciddi bir tehdit olduğunu haykırıyordu. Nur'un kalbinde, dün geceki huzur yerini koruma içgüdüsüyle karışık bir kıskançlığa bırakmıştı.
Zehra, duruşunu düzeltti ve sesini yükseltti; bu seferki tınısı, içeride dinleyen herkesin duymasını ister gibiydi.
"Hayırlı olsun demeye geldim, Dijvan," dedi, sözleri yapmacık bir nezaketle doluydu. Sonra yüzündeki ifade daha da sertleşti. "Bir de... nasıl kandırıldığından bahsetmek için geldim."
Bu sözler, avlunun sessizliğini bozdu.
Dijvan'ın yüzündeki şaşkınlık anında kızgınlığa dönüştü. Çenesi kasıldı, omuzları daha da gerildi. Gözlerindeki şokun yerini, kararlılık ve öfke almıştı. Onun için bu, sadece Zehra'nın kıskançlık oyunu değil, evliliğine ve Nur'a karşı yapılmış bir hakaretti.
"Ne saçmalıyorsun sen?" diye gürledi Dijvan, sesi kontrol altında tutulmaya çalışılan bir hırıltı gibiydi. Bütün o kibar Ağa duruşu anlık bir öfkeyle çatlamıştı. "Hemen defol git buradan! Yoksa..."
Dijvan, Zehra’nın yüzüne bakmaya devam ederek, ağır kapıyı kapatmaya yeltendi. Kapı yavaşça hareket etmeye başladığında, Zehra elini hızla kapı pervazına koyarak hareketi durdurdu. Bakışları, Dijvan’ın gözlerine kararlı bir çaresizlikle kenetlendi.
"Gidemem," dedi Zehra. Sesi şimdi daha alçak ama kesinlikle daha tehlikeliydi. "Karının sana söylediği yalanları açığa çıkarmak için geldim, Dijvan. Bunu bilmeye hakkın var."
Bu son sözler, Nur'un kalbine soğuk bir hançer gibi saplandı. Nur'un gözleri büyüdü; içinde hem korku hem de isyan yükseliyordu. Dijvan'ın yüzündeki şiddetli gerginlik ve anlık duraksadı ve ne yapacağını bilemez bir halde, kapının pervazını sıkıyordu. İçindeki öfke ve kafa karışıklığı arasında kalmıştı; Zehra'nın sözleri saçmaydı, ama evliliğin ilk sabahında kapıya dayanması, görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir sorundu.
dijvan kapıyı bıraktı ve öfkeyle "Sakın Zehra!" dedi, sesi titriyordu. Elini kaldırıp işaret parmağını Zehra'ya uyarırcasına salladı: "Sakın karımın hakkında bana yalan ile gelme! Sakın karımın adını ağzına alma!"
Bu uyarı üzerine Zehra’nın dudaklarında alaycı, ince bir çizgi oluştu. Gözlerindeki buz, anlık bir öfkeyle daha da keskinleşti.
"Öyle mi? Karın ha?" Zehra, sesiyle kelimelerin üzerine basarak konuştu. "O çok savunduğun, koruduğun kadın, geçmişte kiminle sevgili olduğunu bildiğinde yine aynı tepkiyi verebilecek misin bakalım?"
Dijvan'ın yüzündeki ifade dondu. Adeta yüzüne bir tokat yemiş gibiydi. Zehra bu anlık şaşkınlığı fırsat bilerek çantasını açtı. İçinden özenle katlanmış, eski bir fotoğraf çıkardı. Hızla Dijvan’a doğru uzattı.
"Al bakalım. Bu da sana 'geçmişin' bir hediyesi olsun."
Dijvan, eline tutuşturulan fotoğrafı mekanik bir hareketle açtı. Fotoğrafta Nur ve Adem Kara birbirlerine sarılır vaziyette, genç ve mutlu görünüyorlardı.
Mutfak kapısının aralığından bakan Nur'un nefesi kesildi. O an, içindeki tüm kan çekilmiş gibiydi. Bu fotoğraf, en büyük korkusu, en büyük sırrıydı. Dijvan'ın Adem ile aralarındaki meseleyi bildiğini sanıyordu, ama bu kare... Bu samimiyetin kanıtı, tüm anlaşmalarını yerle bir edebilirdi.
Dijvan, fotoğrafı elinde tuttu. Yüz kasları gerginliğini koruyordu. Bir süre, sadece fotoğrafın soluk renklerine baktı. Avludaki sessizlik o kadar yoğundu ki, Zehra’nın nefes alıp verişi bile duyuluyordu. Zehra, zaferin ilk kıvılcımlarını görmeyi beklerken, Dijvan'ın yüzünde yavaşça, yavaşça bir değişim başladı.
Dona kalmış, gergin ifade yerini önce anlamsız bir boşluğa, sonra şaşkın Zehra'yı dehşete düşüren büyük, kontrolsüz bir kahkahaya bıraktı.
Dijvan, kahkahalarla sarsılıyordu. Sesi konakta yankılandı, öfke değil, katıksız bir alay barındırıyordu. Fotoğrafı tutan eli titredi, sanki değersiz bir kâğıt parçasını tutuyordu. Dijvan’ nın kahkahası kesildiğinde yüzü yeniden sertleşmişti. Bakışları, Zehra'yı delip geçti. "Şimdi de bu yolu mu denemeye başladın? Hiç şaşırmadım."
Gözlerini Zehra’nınkilere dikti, sesi şimdi buz gibiydi: "Adem Kara'nın sana bu kadar düştüğünü bilmiyordum. Beni karımla aramı bozmak için eski geçmişte kalan bir fotoğrafını kullanacak kadar aciz mi kaldınız?" Duraksadı, sesi alçaldı ama tehditkârdı: "Sana son kez söylüyorum Zehra. Evliliğime karışma. Karımın geçmişini benden iyi bildiğini sanıyorsan yanılıyorsun. Şimdi, ya usulca kapıdan çıkıp gidersin, ya da seni avludan atarım. Seçim senin."
Zehra’nın yüzündeki küçümseme, yerini şoka ve öfkeye bıraktı. Dijvan’ın bu tepkisi, beklediği her şeyin tam tersiydi. Sırrı biliyor muydu? Yoksa rol mü yapıyordu?
Nur, kapının aralığından Dijvan'ın bu sakin ama tehditkâr duruşunu gördüğünde, kalbindeki korku yavaşça erimeye başladı. Dijvan... her şeyi biliyordu ve yine de onu koruyordu. Bu, ona hayatında daha önce kimsenin vermediği bir güvenceydi.
Dijvan’ın son sözleri, Zehra’nın yüzünde büyük bir hayal kırıklığı ve öfke bırakmıştı. Zehra, bir şey söylemeye yeltendi, ama Dijvan ona bu şansı vermedi. Hızla elini kapı koluna uzattı ve ağır ahşap kapıyı, Zehra’nın yüzüne bakmaya bile tenezzül etmeden, gürültüyle kapattı. Kapının çarpma sesi, Zehra'nın getirdiği tüm kötülükleri dışarıda bırakmış gibiydi.
Dijvan, bir an kapıya yaslanıp derin bir nefes aldı. Az önceki öfke ve kontrol dolu tavrı, kapının kapanmasıyla yerini yorgunluğa bırakmıştı. Tam arkasını dönecekti ki, mutfak kapısından telaşla çıkan Nur’u gördü.
Nur, gözleri kıpkırmızı, yanakları ıslak ve titreyen dudaklarla hızla Dijvan’a doğru yürüdü. Kapıyı kapattığını duyar duymaz daha fazla saklanamamıştı. O an tek istediği, tüm bu yanlış anlaşılmanın önüne geçmek, gerçeği kendi ağzıyla söylemekti.
"Dijvan!"
Sesi boğuk çıktı, kelimeler hıçkırıklarının arasında kayboldu. Dijvan’a yaklaştı, elleri titrek bir hareketle onun kolunu tuttu.
"Yemin ederim, söyleyecektim! Defalarca denedim ama... ama bir türlü fırsat bulamadım. Zehra'nın elindeki o fotoğrafı görünce aklım başımdan gitti. Ben... çok üzgünüm. O, o anlattığı gibi değil, biz çocuktuk, ben sana her şeyi açıklayacağım, lütfen bana inan!"
Gözyaşları, Nur’un yüzünden hızla süzülüyordu. Korku ve suçluluk, omuzlarına ağır bir yük gibi binmişti. Dijvan’ın kendisini koruması, vicdanını daha da yakıyordu.
Dijvan, Nur’un bu çaresizliğini ve gözlerindeki samimi acıyı gördü. Yüzündeki son gerginlik de kayboldu. Gözlerinin içi yumuşadı, avludaki soğuk sabah ışığına inat, ona tatlı bir sıcaklıkla baktı.
Hemen bir adım attı ve Nur’a yaklaştı. Ellerini, sanki en değerli porselene dokunur gibi, yavaşça Nur’un ıslak yanaklarına uzattı. Başparmaklarıyla, Nur’un gözyaşlarının izlerini nazikçe sildi.
"Şşşşt. Sakin ol, güzelim."Sesi, az önce Zehra’ya karşı gürleyen sesinin tam aksine, yumuşak ve teselli ediciydi.
"Ağlama. Ne için özür diliyorsun? Merak etme, ben her şeyi biliyorum. “Nur şaşkınlıkla gözlerini açtı. Hıçkırığı boğazında düğümlendi. "N-ne? Ne biliyorsun?"
Dijvan, Nur'un saçından akan birkaç teli yavaşça geriye itti. Gözleri, Nur’un şaşkın ve korku dolu gözlerinde gezindi."Adem Kara ile geçmişini biliyorum. Sadece sevgili değil, ilk aşkın olduğunu da biliyorum. O fotoğrafı ve çok daha fazlasını da biliyorum." Hafifçe gülümsedi. "Ben senin gözlerinde görüyorum kurban olduğum , herkes hata yapar .Bir zamanlar iyi sandığımız insanlar aslında kötü biri çıka bilir .”
Nur, duydukları karşısında donup kalmıştı. Bu bilgi, tüm savunma mekanizmalarını yerle bir etmişti. Demek ki o, sırf kendisi söyleyemediği için susuyordu.
Dijvan, Nur'un yüzünü avuçlarının içine aldı, alnını onun alnına yasladı. Gözleri sevgiyle parlıyordu."Kendini açıklama çabana gerek yok, gülüm. O defter çoktan kapandı. O, senin masumiyetinle dolu geçmişindi. Benim için önemli olan tek şey, şu anki gözlerinle bana bakıyor olman."
Biraz geri çekildi, gözlerinin içine baktı.
"Unutma. Benimle kurduğun her an, senin en değerli hikâyen olacak. Ben senin geçmişindeki kara gölgeleri değil, geleceğimizdeki her güneşli sabahı seviyorum. Artık kapıdaki fısıltılar değil, kalbimizdeki sesler önemli."
Nur, bu sözler karşısında daha fazla dayanamadı. Gözyaşları yeniden akmaya başladı, ama bu seferki korku ve pişmanlık gözyaşları değil, yoğun bir rahatlama ve aşkın gözyaşlarıydı. Kollarını hızla Dijvan’ın boynuna doladı ve sıkıca sarıldı.
"Seni seviyorum, Dijvan," diye fısıldadı.
Dijvan da kollarını Nur’un beline doladı ve onu yerden kesercesine kendine bastırdı.
"Ben de seni seviyorum, karım. Hem de her şeyinle, tüm geçmişinle ve en çok da geleceğimizle."
Avlunun ortasında, kapıdan sızan soğuk ışığa rağmen, iki kalp birbirine yaslanmış, yeni bir güne başlamıştı. Zehra’nın kötü niyeti, onların arasındaki bu sarsılmaz bağın sadece bir sınavı olmuştu.
Zehra yüzüne kapanan kapı ile öylece kala kalmıştı.Dijvan esk dijvan değildi ,herşeyi ile değişmişti, Zehra, yüzüne kapanan o ağır kapının önünde, buz kesmiş bir heykel gibi kala kalmıştı. Dijvan'ın kahkahası, ardından gelen o keskin alay ve son uyarısı, gururunu derin bir hançer gibi yaralamıştı. Beklediği tepki bu değildi. Dijvan, fotoğrafı görünce yıkılmalı, öfkelenmeli ve Nur'u kapı dışarı etmeliydi. Oysa o, her şeyi biliyormuş gibi davranarak, Nur’a olan bağlılığını bir zırh gibi kuşanmıştı.
"Dijvan eski Dijvan değildi..." diye fısıldadı Zehra, sesi titriyordu.
Dört yıl önce terk edip gittiği, gözlerinde derin bir acıyla bıraktığı adam, şimdi karşısında duvar gibi duruyordu. Değişmişti; daha sert, daha kararlı ve en kötüsü, artık ona karşı tamamen kayıtsızdı. Nur’u savunması, Zehra için kabul edilemez bir yenilgiydi.
Yüzündeki alaycı ifade tamamen silinmiş, yerini çiğ bir öfke almıştı. Hızla çantasını omuzuna astı. Arkasına bile bakmadan, bu kapıdan ve sokaktan herkesin üzerine çöken huzurdan kaçmak ister gibi hızla yürümeye başladı.
"Bunun burada biteceğini mi sandın, Dijvan Ağa?" diye mırıldandı dişlerinin arasından. "O kadının geçmişi, senin mutluluğunun mezarı olacak. Bugün değilse, yarın..."
Zehra, dar sokağın sonuna doğru öfkeyle ilerledi. Güneşin sabah ışıkları yükselmişti ama onun içindeki hava kapkaranlıktı. Nihayet, sokağın köşesinde, gölgelenmiş lüks bir arabanın beklediğini gördü.
Arabanın koyu renkli camları yavaşça aşağı indi. Direksiyonda oturan kişi, tanıdık, gergin bir yüzle Zehra’yı bekliyordu: Adem Kara.
Adem Kara, Zehra’yı görür görmez kapıyı açtı. Yüzünde sabırsızlık ve endişe karışımı bir ifade vardı.
"Ne oldu? " diye sordu, sesi alçak ama aceleciydi.
Zehra, öfkeyle kendini arabanın yolcu koltuğuna attı. Kapıyı sertçe kapattı. Çantasını kucağına fırlattı ve derin bir nefes aldı. Gözleri alev alevdi.
"Hiçbir şey," diye tısladı. "Hiçbir işe yaramadı."
Adem Kara şaşkınlıkla kaşlarını çattı. "Nasıl yaramadı? Fotoğrafı gösterdin mi?"
"Gösterdim!" dedi Zehra, sesi yükselmişti. "Elimden aldı, baktı, sonra..." Sesi, o anı hatırlayınca iğrenmişçesine titredi. "...Sonra kahkaha attı, Adem! Sanki elindeki en değersiz şeymiş gibi alay etti!"
Adem Kara’nın yüz hatları tamamen gerildi. Gözleri şokla irileşti.
"Nasıl kahkaha atar?" diye gürledi Adem, sesi öfkeyle çatallanmıştı. "O kare... O fotoğrafla yerle bir olması gerekiyordu! Nasıl hiçbir işe yaramaz?"
"Bilmiyorum!" diye bağırdı Zehra, o da Adem kadar çaresiz ve öfkeliydi. "Bana, 'Karımın geçmişini, her şeyi biliyorum' dedi. Sanki yıllardır evliler de aralarında hiçbir sır yokmuş gibi konuştu! Hatta beni, senin maşan olmakla suçladı!"
Adem’in gözleri anında kısıldı. Yüzüne kan hücum etmişti. Omuzları hiddetle sarsıldı. Zehra'nın sözlerini sindirmeye çalışırken, dişlerinin arasından boğuk bir küfür mırıldandı.
Öfkesini kontrol edemeyen Adem, sağ yumruğuyla direksiyona sert bir darbe indirdi. Korna, sokağın sessizliğini yırtarak tiz bir ses çıkardı.
"Nereden öğrenmiş? Kimden öğrenmiş o zaman?!" diye haykırdı Adem, sesi arabayı dolduruyordu. "Bu imkansız! Kimden öğrendi dijvan ? nur söyleyemez bunu mümkün değil “
Adem Kara, sinirle saçlarını karıştırdı. Şimdiye kadar kurdukları tüm intikam planları, Dijvan’ın bu beklenmedik bilgisi karşısında anlamsızlaşmıştı.
Adem Kara, direksiyonu yumrukladıktan sonra hızla ellerini geri çekti. Yumruğunun acısı, kalbindeki hiddetin yanında önemsizdi. Arabanın kornası kesildiğinde, sessizlik daha da ağır bir baskı yarattı. Zehra da onun kadar öfkeliydi; yolculuk boyunca arabadan gelen boğuk nefes sesleri, iki yenilmiş insanın çaresizliğini fısıldıyordu.
"Nasıl bilebilir?" diye tısladı Adem, sesi alçalmıştı ama her hece zehirliydi. Gözleri, ön camdan, arkada bıraktıkları sokağa dikilmişti. "Bu bilgiyi dışarıdan, bizim çevremizden biri ona vermiş olamaz. Kimsenin... o meseleyi bu kadar detaylı bilmesi mümkün değil. Hele ki o fotoğrafı..."
Zehra, kucağındaki çantasını sıktı. "Bana da garip geldi. Sanki Nur’u korumak için rol yapıyordu. Sanki blöf yapıyordu!"
Adem, yavaşça başını salladı. Gözleri tehlikeli bir şekilde parlıyordu. "Hayır, Zehra. Dijvan Ağa blöf yapmaz. O kadar sakin, o kadar emin konuştuysa, gerçekten biliyordur. O fotoğraf meselesi, bizim ona karşı kullanabileceğimiz en büyük silahtı. Eğer bunu da etkisiz hale getirdiyse... O zaman tek bir ihtimal kalıyor."
Adem, yavaşça koltuğuna yaslandı. Gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Zihni, Nur ile Dijvan’ın ilişkisinin tüm başlangıç aşamalarını, konağın ve aşiretin dinamiklerini tarıyordu. Nur’un geçmişi, Dijvan’ın ailesi, Nur’un kimsesiz oluşu...
Aniden Adem’in gözleri açıldı. Yüzüne, bir aydınlanma anının dehşeti yayıldı.
"Olmaz," diye fısıldadı. "İmkansız. Ama başka yolu yok..."
Zehra, Adem’in yüzündeki bu ani değişimi fark etti. "Ne oldu? Ne buldun?"
Adem, hızla Zehra'ya döndü. Gözleri, koyu bir kararlılıkla yanıyordu.
"Nur’un o fotoğraftan bahsetmesi mümkün değil," dedi, her kelimenin altını çizerek. "Bunu benden başka bilen yoktu, ta ki sen... o anı yakalayana kadar. Yani Dijvan’ın Nur’dan öğrenme ihtimali sıfır. Peki, ya Nur’un ailesi?"
Zehra şaşkınlıkla baktı. "Ailesi mi?”
Zehra, düşünceyi sindirmeye çalıştı. "Ne yani, Dijvan Ağa Nur’un annesiyle mi konuştu? Onlar bu kadar detayı ona neden versinler ki?"
Adem Kara, direksiyonu kavradı. Yüzünde, tehlikeli bir gülümseme belirdi.
"Sebebi basit. Koruma içgüdüsü. Kendi kızlarını, tehlikeli ve zor bir adamdan korumak için ne yaparlar? Tüm kartları açık oynarlar. Dijvan ne yapıp edip nur’un ailesini ikna etmiş olmalı"
Adem, gaza bastı. Araba, sokağın köşesinden hışımla ayrılırken motorun sesi yükseldi
Adem Kara, arabayı öfkeyle sürerken bir yandan da telefonunu çıkardı. Zehra’nın yanındaki derin sessizlik bozulmadan, numarayı hızlıca tuşladı. “Adamlarını topla,” dedi, sesi bir bıçak keskinliğinde soğuktu. “Nur’un ailesinin konağına gelin. Beklemeyin, hemen.” Karşı taraftan onay gelince telefonu kapattı ve gözlerini yoldan ayırmadan gaza daha sert bastı. Zehra, yanında oturmuş sessizce dışarı bakıyordu; öfkesi hâlâ tütüyordu ama Adem’in kararlılığı onun içindeki fırtınayı da etkilemişti.
Araba, dar sokakları geçip eski mahallenin taş döşeli yollarına çıktığında, konağın yorgun silueti uzaktan beliriyordu. Adem’in adamları çoktan oraya varmıştı; dört beş iri yapılı adam, siyah araçlarının yanında sigara içerek çevreyi dikkatle gözlüyordu. Araba durur durmaz Adem kapıyı hızla açtı ve indi. Belindeki tabancayı çekti; metalin soğuk parıltısı güneş ışığında yansıdı.
Başını kaldırıp adamlarına kısa, sert bir işaret verdi. “Kapıyı kırın.” Adamlar tek kelime etmeden harekete geçti. Biri omzunu kapıya dayadı, diğeri sert bir tekme savurdu; ağır ahşap kapı gürültüyle çatırdadı Birkaç darbeyle kapı tamamen çöktü. Adamlar ilk önce içeri daldı, karanlık koridora yayıldılar.
Adem de peşlerinden girdi. Silahını elinde sıkıca tutuyordu.“İrfan!” diye bağırdı, sesi duvarlarda yankılandı. “İrfan Efendi, neredesin?”
Cevap gelmedi. Sadece uzak bir odadan duyulan hafif bir hırıltı sesi vardı. Adem’in kaşları çatıldı; içinde kabaran öfke biraz daha büyüdü. Adamlarına eliyle sert bir komut işareti verdi. “Evi arayın. Her yeri.”
Adamlar sağa sola dağıldı. Odaları tek tek dolaştılar en son salona giren bir korumadan bir ses yükseldi:
“Patron! Burada!”
Adem hızla o yöne yürüdü. Salona girdiğinde ,Salonun ortasında, eski bir sandalyeye bağlı halde İrfan oturuyordu. Ellerinin arkadan bağlandığı ip sıkı sıkıya düğümlenmişti, ağzı bir bezle kapatılmıştı. Yüzünde solgun, korku dolu bir ifade vardı, üzerindeyse bir not vardı;not da adem karaya yazıyordu. Adem irfana bakmak yerine üzerinden kağıdı aldı ve açıp okumaya başladı;
“ kuzgunları bilir misin adem ? bilmiyorsan anlatayım .kuzgunlar intikamcı bir kuş türü ,eğer bir insan onları rahatsız ederse veya yuvalarınında ki huzuru bozarlarsa aradan ne kadar zaman geçerse geçsin o yuvalarını bozan kişinin yüzünü unutmazlarmış ve sürekli yuvalarını bozan kişiyi takip ederlermiş. Bende unutmadım.yuvama dokunduğun gün ,Nur’un gözünden akıttığın tek bir damla yaş için bile sana hesap soracağım ,yanında her kim varsa bile .
O yüzden bu satırları iyi oku ,bugünden itibariyle ,aynı kandan olsak bile benim için düşmansın. Huzurumu ,yuvamı,ailemi ve en önemlisi sevdiğim kadını üzdüğün ve ağlamasına sebep olduğun için sana bunun hesabını soracağım. Bana yapamaz deme çünkü konu sevdiğim insanlar olunca sınırım yok. O yüzden Boşuna dememişler dosttan düşman edinme diye, ecelin olmayacağım ama ölmek için seni yalvartacağım. O güne kadar kendine iyi bak dayıcığım.....
SEVGİLİ YEĞENİN DİJVAN..
Notu okuduktan sonra adem’in yüzündeki öfke dondu,yerini çelik gibi bir kararlılığa ve tehlikeli bir sakinliğe bıraktı.dişlerini sıktı. Dijvan, yılları kiniyle bilenmişti. Artık bundan sonra herşey onun için çok daha kötü olacaktı...
Herkes kendi masalını yaşarmış bu hayatta; kiminin masalı mutlu, kiminin masalı ise mutsuz sonla bitermiş. Bakışlarımı yanımdaki koltukta oturan Behram’a çevirdim.
Şu an araba kullanıyordu. Direksiyondaki güçlü ve damarlı elini bir an olsun bırakmazken, yüz hatları o sade hikayenin tüm karmaşasını yansıtıyordu. Sanki her bir çizgi, dudaklarındaki her bir hafif kıvrım, yaşanmış bir anın iziydi.
Koyu, keskin kaşları hafifçe çatılmıştı. Bu, yola odaklanmasından mı, yoksa zihninin derinliklerindeki bir düşünceden mi kaynaklanıyordu, çözmek zordu. Ama o çatıklık, derin ve düşündürücü bakışlarına daha da kararlı bir ifade katıyordu. Bakışları, ön cama yansıyan dünyanın hızla akıp gidişini izlerken, içinde biriken hafif bir hüzün ve dinmek bilmeyen bir huzursuzluk seziliyordu.
Çene hattı belirgin ve sertti; adeta kendinden emin, tavizsiz karakterinin bir imzası gibiydi. Yüksek elmacık kemikleri, yüzüne asil ve keskin bir ifade veriyordu. Arada bir, alt dudağını hafifçe dişliyordu. Bu küçük mimik, dışarıya yansıtmak istemediği yoğun bir gerilimin ya da sabırsızlığın göstergesiydi.
Güneş, dik açıyla cama vuruyor, yüzünün sağ tarafını aydınlatıyordu. Gözlerinin altındaki hafif gölgeler, Behram'ın yorucu bir gece geçirmiş olabileceğini fısıldıyordu. Ama hemen ardından gaza hafifçe basıp vites değiştirirken, yüzüne anlık bir rahatlama yayıldı. Belki de araba kullanmak, o an için zihnini boşaltmanın tek yoluydu. Koyu kirpikleri, hızlı geçen dış dünyanın görüntüsünü engellemiyor, aksine bakışlarının yoğunluğunu artırıyordu.
Ani bir kırmızı ışıkta durduğumuzda, Behram nihayet bana döndü. Gözleri, yoldaki keskinlikten sıyrılmış, yumuşak ve koruyucu bir ifade almıştı. Dudaklarının kenarı, belli belirsiz yukarı kıvrıldı .bu, onun nadiren görülen, içten bir tebessümüydü. Bir şey söylemedi. Ama o anlık sessizlik, ve o küçük, güven veren gülümseme, masalımızın mutlu sonla bitme ihtimalini fısıldıyordu.
Tekrar gaza basıp yola devam ederken, Behram’ın yüzü yine o tanıdık, hafifçe gergin ama kararlı ifadeyi aldı. Ama ben, o tebessümün ardında yatan sıcaklığı görmüştüm.
Ona kızgındım ama kırgın değildim çünkü buna hakkım yoktu. Bu hale gelmemize birazda ben sebep olmuştum, onu bir kez dinlemiş olsaydım belki de bizim için herşey daha farklı olabilirdi. Belki de şuan ikimizde anne baba olduğumuza sevine bilirdik.
“ sen hastane de uyurken bir avukat arkadaşım ile konuştum, tekrardan evlene bilir miyiz diye. Oda bana dedi ki erkek için bekleme süresi yok hemen evlene bilir dedi ama Yasa gereği," dedi Behram, sesi tok ama hafifçe yorgundu, "kadınlar için 300 gün bekleme süresi varmış. Ama bunu mahkemeye gidip kaldıra biliyormuşuz. Yalnız bir şartı var..."
Duraksadığında arabanın içindeki hava yoğunlaştı. Dudaklarını birbirine bastırdı.
"Avukat, hamile olduğun için bu bekleme süresini kaldırmak için DNA testi falan filan olması lazımmış dedi. Yani," sözlerini tamamlarken sesi neredeyse bir fısıltıydı, "ancak bu testlerle bu bebeğin... benim çocuğum olduğunu kanıtlarsak tekrardan evlenebilirmişiz."
Behram'ın bu sözleri, göğsüme saplanan keskin bir iğne gibiydi. Yüzümdeki tüm kan çekilmişti; dudaklarım aralandı ama tek bir kelime bile çıkmadı.
O an, Behram'ın derin ve yaralı bakışlarında, bizim boşanmış olmamıza rağmen bu sorumluluğu alma isteğini gördüm. Bu isteği görmezden gelemezdim. Başımı hızla salladım, gözlerimdeki yaşları tutmaya çalışarak ona olan güvenimi göstermek istiyordum.
"Yaparız biz de," dedim, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak ama kararlılığımı koruyarak. "Ne gerekiyorsa yaparız Behram. Bu bebeğin babası sensin, bunu kanıtlamaktan çekinmem."
Behram'ın sert çene hattı biraz gevşedi. Derin bir oh çekti, omuzları üzerindeki görünmez bir yük kalkmış gibiydi. Bana minnettar bir bakış attı.
Ancak içimdeki bir ses, o anki rahatlamanın uzun sürmeyeceğini fısıldadı. Başka bir gerçek vardı ki, bu durumun yasal sürecinden çok daha karmaşıktı. Yüzümdeki endişe aniden belirginleşti, elimi karnıma götürdüm.
"Peki ya aileler?" diye sordum, sesim alçak ve gergindi. "Onlara ne diyeceğiz? Yeniden evleniyoruz, hem de bu kadar kısa sürede, hem de..." Cümlemi tamamlayamadım. Sözcükler boğazımda düğümlenmişti.
Behram'ın kaşları yeniden çatıldı. Sağ elini direksiyondan çekip benim elimi sıkıca tuttu. Parmaklarının sıcaklığı, avucumdaki soğukluğu dağıtmıştı.
"Onları düşünme şimdi," dedi. Sesi kendinden emindi, bir komutanın emir verir gibiydi. " hallederiz herşeyi , biz yanlış bir şey yapmadık . Beklenmeyen bir haberdi dahası zaten annem sıkıntı etmez çünkü nasıl olsa ağalık için kullanığı maşası oğlu mardine tekrardan geri döndü ve bu sefer gitmemek üzere “
Cümlesini bitirirken dudaklarının kenarı alaycı, buruk bir ifadeyle kıvrıldı. Mardin’e geri dönüşü, annesi için ne ifade ediyordu bilmiyordum ama Behram’ın bu konuyu annesinin sevinciyle ilişkilendirmesi, içimde bir anlık rahatlama yarattı. Evet, annesinin benimle olan ilişkisine dair düşünceleri önemliydi.
"Peki ya benimkiler?" diye sordum, sesimdeki endişeyi bastıramayarak. "Onlar... onlar bu kadar kolay kabul ederler mi yeniden evlenmemizi? Hele ki bu aceleyle ve bu durumla?"
Behram yoldan gözlerini ayırmadı, ama keskin bakışları şimdi daha da kararlıydı. Sanki sadece direksiyonu değil, hayatımızın dizginlerini de tutuyordu.
"Senin ailen için merak etme," dedi, ses tonu yumuşamış ama hala otoritesini koruyordu. "Ben onlarla da konuşacağım. Gerekirse diz çökerim, Aydan. Senin ve doğacak çocuğumuzun soyadı babası olmadan büyümesine izin vermeyeceğim. Bu benim onurum meselesi."
Bu sözler, içime derin bir nefes aldırdı. Benim için yeniden savaşmaya, her şeyi göze almaya hazır olduğunu bilmek, kalbime güçlü bir huzur verdi. Gözlerim yaşlarla dolarken, bu sefer bunlar hüzün değil, güven ve sevginin yaşlarıydı. Gözlerimi kapattım. Yüzümde oluşan derin kırışıklıklar gevşemiş, kendimi ona bırakmıştım .Ona ne kadar kırgın ve kızgında olsam onu seviyordum,zaten behramdan sonra da asla hayatıma birini almazdım.
Behram, elimi bırakıp vites kolunu değiştirdiğinde, yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. Yanımda güçlü ve kararlı duruşuyla, geçmişte yaptığımız hatalara rağmen, bu masalın mutlu sonla bitebileceğine inanmaya başlamıştım. Elim ile karnıma koydum ve onu hissetmeye çalıştım, bunca zaman nasıl hissedememiştim onu anlamamıştım ama bildiğim bir şey varsa o da bunca zaman babasını beklemiş olmasıydı.
"Dijvan ile Nur'a ayıp oldu gidemedik," dedim dalgın bir şekilde.
"Merak etme ben Dijvan ile konuştum sorun yok ama..." dedi ve dönüp bana baktı. Yüzünde bir gülümseme oluştu. "Yeğenim kendini belli etmek için , benim düğün günümümü beklemiş. ayıp vallahi dedi".
Bu söz, yüzümdeki tüm hüznü silip süpürdü. Behram'ın bu kadar hassas ve şakacı olmasına şaşırmıştım. Gözlerimden yaşlar akarken bile, onun bu sevgi dolu espirisine karşı koyamayıp yüksek sesle güldüm. Kahkaham arabanın içinde yankılandı.
Behram, kahkahamı duyduğunda kaşlarını çattı, ama bu sadece yapmacık bir sinirdi. Keskin çene hattı hafifçe kasıldı.
"Gülme zaten," dedi, sesinde tatlı bir tehdit vardı. "Sinirimi bozdu o herif."
Herif dediği kişinin dijvan olduğunu anlamıştım, ama yüzündeki ifade o kadar komikti ki, kendimi durduramadım. Gözlerimden yaşlar süzülmeye devam ederken elimle ağzımı kapattım.
"Daha sonra ne dedi biliyor musun ?," diye devam etti Behram, soru sormamı beklemeden "Seninki kız olursa benim oğlana alırız, ödeşiriz onunla dedi!"
Bu söz, beni tekrar güldürdü. O sırada Behram bana dönüp "Şimdiden kızıma göz dikmiş şerefsiz herif," diye homurdandı, sesi bu sefer gururlu ve sahipleniciydi. Güçlü elini tekrar elimin üzerine koydu ve hafifçe sıktı.
O an, bu karmaşık masalın en güzel karesiydi: Behram'ın gözlerindeki sevgi, sözlerindeki alaycı gurur ve ikimizin de yüzündeki samimi tebessüm.
Arabanın içindeki bu tatlı çekişme ve şakalaşma, kalbime ılık bir su serpmişti. Behram'ın benim için gösterdiği bu çaba ve aldığı sorumluluk, eski yaralarımı iyileştiriyordu. Başımı cama yasladım. Yüzüme vuran akşam güneşi, içimdeki derin huzuru aydınlatıyordu.
Behram, elimi hala elinin içinde tutuyordu. Bu basit temas, sözsüz bir anlaşmaydı. "Benim onur meselesi," demişti. O an anladım ki, o sadece doğacak çocuğunun babası olmakla kalmıyordu, aynı zamanda bana olan aşkını ve yeniden kurmak istediği yuvamızı da savunuyordu.
"Teşekkür ederim," diye fısıldadım. Sesim o kadar alçaktı ki, arabanın motor sesi içinde kaybolabilirdi. Ama Behram duydu. Başını hafifçe yana eğdi, bana uzun uzun baktı.
"Teşekkür etme," dedi, sesi kadife gibiydi. "Bu benim görevim. Ve bu sefer, Aydan, gitmek yok. Bırakmak yok. Git desende gitmeyeceğim ikimizde hata yaptık ama telafi ede biliriz çünkü inan bana gitmek ve kalmak kadar kötü bir şey yok bu hayatta"
Gözlerindeki parlaklık, artık sadece kararlılık değil, aynı zamanda derin bir bağlılık taşıyordu.
*************************************
“Evet, benim can sultanım dediğinizi yaptım ve 40 yetimhaneye hem giyim hem oyuncak hem de yemek verdim. Başka emriniz var mı benden?” dedi Dijvan. Nur, elindeki bardağı bulaşık makinesine bıraktı ve gülümseyerek Dijvan’a döndü. “Yok hayatım, teşekkür ederim,” dedi.
“Yeter ki sen iste, gülüm, bu adam yapsın.”
Nur, kocasının bu doğal iyilikseverliği karşısında içten bir mutlulukla doldu. Yüzünde, gözlerinin kenarlarını ince çizgilerle çevreleyen, yumuşak bir tebessüm belirdi. Yavaşça Dijvan’a doğru yürüdü ve ellerini onun güçlü kollarına koydu.
“Sen benim kalbimi, en çok da bu cömertliğinle fethediyorsun,” diye fısıldadı, sesi bir meltem kadar yumuşaktı. Gözlerini Dijvan’ınkilere kenetledi; o derin, güven veren bakışlarda kendi yansımasını görüyordu.
Dijvan'ın yüzüne birden, düşünceli bir ifade yayıldı. Kolları Nur’un beline dolanırken, başını hafifçe eğdi ve parmak uçlarıyla onun yanağını okşadı. Bu dokunuş, yılların getirdiği alışkanlık değil, her seferinde yeniden keşfedilen bir hayranlık içeriyordu.
“Gülüm, sen emin misin balayına gitmek istemediğine?” diye sordu, sesi bir miktar tereddüt taşıyordu. “Yani, tamam, o para ile fakir fukarayı doyuralım dedin, bu benim de içime sindi ama ne bileyim, belki daha iyi olurdu bizim için... Baş başa, biraz dinlenmek, sadece sen ve ben olmak...”
Sözleri havada asılı kalırken, Dijvan’ın kahverengi gözlerinde küçük bir hüzün parıltısı belirdi. Balayı hayali, her ne kadar asil bir amaç uğruna ertelenmiş olsa da, kalbinde hâlâ bir tutam özlem bırakmıştı. Nur’un dudaklarından çıkacak cevaba kilitlenmişti; cevabın, onu yeniden o eski neşesine kavuşturmasını umuyordu.
Nur, Dijvan'ın yüzündeki o masum tereddüdü fark etti. Gözlerinin içi gülümserken, parmaklarını onun çenesine doğru yavaşça hareket ettirdi.
“Aşkım, canım kocam benim,” dedi, sesi yumuşak ama kararlıydı. “Gerek yok. Bizim balayımız, ihtiyacı olan bir sürü insanın kalbinden yükselen şükran duaları oldu zaten. O duaların huzuru, dünyanın en lüks otelinden daha pahalı, inan bana.”
Bir an duraksadı, gözlerindeki o derin bağlılık parladı. “Hem bilmelisin ki,” diye ekledi, sesi şimdi şefkat doluydu, “Benim için en güzel balayı, senin yanındayken nefes aldığım her an.”
Bu içten ve aşk dolu itiraf, Dijvan’ın yüzündeki hüzün bulutunu anında dağıttı. Kocaman gülümsedi ve Nur’un başını iki eli arasına alarak, onu kendine daha çok çekti.“Haklısın, canım karım,” dedi, sesi coşkuyla titremişti. Başını sallayarak onayladı. “Senin ruhunun güzelliği, tüm dünya gezisine bedel.”
Dijvan, Nur’u kendine çekti ve gözleri kapalıyken, dudaklarını narin bir şekilde onun alnına bastırdı. Bu, bir sahiplenme değil, en derin saygı ve aşkı ifade eden bir öpücüktü. Öpücük anında, dudakları belli belirsiz hareket etti ve bir şeyler mırıldandı. Nur, bu hareketin yarattığı huzurla irkildi.
Dijvan geri çekildiğinde, Nur’un yüzünde meraklı, yarı şaşkın bir ifade vardı.“Ne mırıldandın, aşkım?” diye sordu, sesi kısıktı. “bir şey söyledin ama anlamadım.”Dijvan’ın gözleri parladı ve derin, gizemli bir gülümsemeyle ona baktı.
“Eskiler gülü koklarken Kelime-i Şahadet getirirlermiş,” diye fısıldadı. Durdu, Nur’un gözlerinin içine baktı ve sözünü tamamladı “Ben de, en güzel kokulu gülü öperken, şükrümü fısıldadım”
Nur’un nefesi boğazında düğümlendi. Şükür. Bu kelime, o anki duyduğu hissi tam olarak ifade ediyordu. O an, o gülün kokusu, teninin sıcaklığı, Dijvan’ın ona olan bakışı... her şey, varlığının en derinindeki bir tele dokunmuştu. Gözleri dolarken, eli istemsizce yanağına uzandı, Dijvan’ın dudaklarının dokunduğu yeri okşadı.
“Benim için de...” diye mırıldandı, sesi hala kısıktı. Başını Dijvan'ın göğsüne yasladı. Kalbinin düzenli, güçlü atışlarını dinlerken, bu anın büyüsünün hiç bitmemesini diledi. "Bu an... bu kadar saf ve güzel hissettiren bir şey yaşamadım daha önce."
Dijvan, kollarını Nur'un etrafına sardı. Yumuşak bir öpücük kondurdu saçlarına. "Sana şükretmek için binlerce sebebim var, Nur'um," dedi, sesi kalın ve sıcaktı, "Sen, benim dünyama açılan en güzel kapısın." Bir süre sessizce durdular. Sadece birbirlerinin nefesini dinlediler. Bir süre sonra çalınan kaı ile huzurlu dakikaları uçup gitti,Nur dijvan’nın kollarının arasından çıkıp yüzüne baktı “ gelen kim olabilir ki ? “ dedi .Dijvan’nın yüzü anında ciddileşti “ benim aklıma biri geliyor ama “ dedi .Belinden silahı çıkardı ve mermiyi ağzına verdi ardından hızla mutfaktan çıktı,Nur’da dijvanın peşinden gittiğinde dijvan çoktan kapıya varmıştı.
Kapının önünden gelen gürültü kesilince, Dijvan gergin bir sesle, “Kim o?” diye seslendi.
Kapının diğer tarafından kalın, tok bir erkek sesi duyuldu: “Benim ağam, Ali. Haberim var size.”
Dijvan bu sesi duyar duymaz derin bir nefes aldı. Yüzündeki gergin ifade anında yumuşadı. Bu, beklediği bir gelişmeydi. Silahını yavaşça aşağı indirdi ve emniyetini açtı. “Gel,” dedi, rahatlamış bir sesle. Ardından kilidi çevirip kapıyı açtı. Karşısında, iri yarı, kendisinden yaşça büyük adamı Ali duruyordu.
Ali, başını hafifçe eğerek, “Ağam, rahatsız ediyorum kusura bakmayın,” dedi.
Dijvan başını hafifçe sallayarak, ciddi bir tonda, “Estağfurullah Ali. Haber ne?” diye sordu, direkt konuya girerek.
Ali toparlandı ve ciddi bir ifadeyle, “Ağam, dediğiniz gibi oldu. Adem konağa geldi,” dedi.
Dijvan'ın yüzünde şaşkınlık yerine bir onay ifadesi belirdi. Sakin bir sesle, “Tahmin etmiştim,” dedi. Ardından, asıl önemli olanı sordu, “Peki... kadın güvende mi?”
“Güvende ağam, merak etmeyin,” diyen Ali, kapıdan dışarıya doğru dönüp seslendi: “Gel bacım.”
Birkaç saniye sonra, kapının eşiğinde orta yaşlı, üzerinde kalın bir şal olan bir kadın utangaç ve tereddütlü adımlarla göründü. İçeriye adım atar atmaz gözleri hızla içeridekileri aradı. Nur’un yüzünü görür görmez sesi titredi. Kadın, hasretle yanan bir sesle, “Kızım!” dedi.
Nur ise annesini gördüğü anda gözleri dolarak, “Anne!” diye bağırdı. Koşarak kadına sarıldı. İki kadın sıkıca sarıldı ve uzun zamandır bekledikleri o kavuşmanın verdiği duyguyla hıçkırarak ağlamaya başladılar.
Nur ile annesi hasret gideriken dijvan bakışlarını onlardan çekip aliye döndü “ ali bir kaç adam al yanına ve ademin ne kadar malı deposu varsa tek tek bana konum bildirin “ dediğinde ali ellerini önünde birleştirip başını eğdi “emrin olur ağam “dedikten sonra konaktan çıktı.
Dijvan karşısında duran anne kıza baktı ve onlar için bir savaş başlatmıştı en önemlisi de sevdiği kadın için başlatmıştı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |