7. BÖLÜM / ÇOCUKLUK ZİNCİRLERİ.
O gün okuldan kanlar içinde döndü. Üstü başı çamurluydu, dudağı patlamış, kaşı açılmıştı. Okul forması yırtılmıştı, dizindeki pantolon parçası yerini yaralara bırakmıştı. Henüz on yaşındaydı. Sessiz bir çocuktu, içine kapanık. Okulda arkadaşları tarafından dışlanıyordu. Ama içinde çığlık çığlığa susan bir dünya vardı. Okulda çocuklar "aptal ucube", "ezik", "ağlak" diye bağırarak üstüne çullanmıştı. Çünkü o çocuk pek konuşmazdı. Göz teması kurmazdı. Kimsesi yok sanırlardı. Kimsesi var mıydı?
Eve girdiğinde annesi evde yoktu. Zaten çoğu zaman yoktu. Genelde çalışırdı. Abisi mutfaktaydı. Okuldan gelmiş, bir şeyler atıştırıyordu. Kafasını kaldırıp kardeşinin halini görünce elindeki su bardağını yere bıraktı. “Ne oldu sana? Kim yaptı bunu?” diye sordu, ama cevabı kardeşinin gözlerinde gördü.
Sonra kapıdan içeri babaları girdi. Yüzü karanlıktı, sesi alçak ama tehdit doluydu. Çocuğun halini görünce öfkeyle sordu:
Çocuk sustu. Her zamanki gibi.
“Konuşsana lan! Ne oldu?! Kavga mı ettin? Dayak mı yedin lan?! Yine mi rezil ettin beni millete?”
Sonra ilk tokat geldi. O tokatla birlikte çocuğun başı yana savruldu. Dizlerinin bağı çözüldü.
“İt gibi dövülüyorsun, utanmadan bu halde eve geliyorsun bir de!”
Bir tekme daha. Sonra bir tane daha. Abisi araya atıldı, “Baba… Baba yapma, ne olur…’’
Ama sözünü bitiremeden babasının tokatı onun suratına indi.
“Sıra sana da gelecek!” dedi, “Siz adam olmayacaksınız lan! Hiçbiriniz! İstediğim gibi olamayacaksınız!”
O gece çocuğun kulağı uğuldamaktan durmadı. Kafasını yastığa koyduğunda gözünü kapatınca babasının sesi yankılanıyordu. Kalbi atıyor gibi değil, dövülüyor gibiydi.
Ertesi gün okula gittiğinde yüzünde morluk vardı. Öğretmeni, Mustafa Hoca, dikkatli bir adamdı. Her sabah sınıfın gözlerine tek tek bakan, “İyisin değil mi?” diye soran nadir insanlardan. Çocuğa yaklaştı ve sessizce konuştu:
“Kim yaptı bunu sana çocuğum?”
Çocuk yine sustu. Ama sustukça daha çok anlattı.
Mustafa Hoca o gün onu teneffüste alıp okulun bahçesindeki kenar duvara oturttu.
“Biliyor musun,” dedi, “Senin gibi suskun çocuklar, bir gün konuştuğunda yeri yerinden oynatır. Sen çok büyük bir adam olacaksın, çocuğum.”
Çocuk başını kaldırıp gözlerinin içine baktı. Korku vardı ama bir şey daha vardı: Umut.
Mustafa Hoca, arkadaşının işlettiği bir boks salonundan bahsetti. “İstediğin zaman götürürüm seni. Bakarsın, belki denersin.”
Çocuk istiyordu. Ama babası ne tepki verirdi?
Çocuk buz gibi soğuk, griye dönen gözlerini karartmıştı. Öğretmeninin bahsettiği spor salonuna gidecek, boks öğrenecekti.
İlk gün eline bandaj sarılırken elleri titriyordu çocuğun. Ama o ringe çıktığında hissettiği şey yeni bir dünyaydı. Yumruk atmayı bilmiyordu ama dövülmeyi iyi bilirdi. İçindeki yumruk yemiş çocukluğunun acısı, öylece akıyordu.
Her antrenman sonrası aynaya bakıp şunu düşünmeye başladı:
"Artık beni kimse dövemeyecek. Babam bile."
Birkaç hafta sonra babası durumu fark etmişti. Mustafa Hoca'yı okul çıkışı mahalle köşesinde yakalamış, üstüne yürümüştü. “Sen kim oluyorsun da benim çocuğumu boksa götürüyorsun ha?!”
Mustafa Hoca dimdik durdu. “Ben senin oğlunun öğretmeniyim. Ve eğer sen de bir babaysan, senin yapmadığını ben yapıyorum.”
İnsanların gözü önünde bağırdı babası, küfretti, tehdit etti. Ama çocuk ilk kez orada, uzaktan izlerken, içindeki korkunun azaldığını hissetti. Çünkü artık yalnız değildi. Ve çünkü o ringde yumruk atmayı öğrenen çocuk, yavaş yavaş kendine güvenmeyi de öğreniyordu.
Boks ringdeydi, ama gerçek kavgası kalbindeydi. Artık o kalp sadece atmakla kalmıyor, direniyordu.
Her yumruk, geçmişin acılarına karşı bir cevaptı.
Ve artık çocuk, sadece dayanmayı değil, savaşmayı da öğrenmişti.
⚔️
Sırtımdan hâlâ soğuk soğuk terler damlıyordu. Sanki boks maçını ben yapmışım gibi. O son yumruk, sanki ringdeki rakibin değil de benim karnıma inmişti.
O kadar yoğundu ki hava, nefes almak bile zor geliyordu. Sonra biri anlamsızca bağırdı. Alkış kıyamet koptu. Kalabalık adeta silkelenip kendine geldi.
Hakem Alaz’ın elini kaldırdı. Klasik bir an. Ama o elin havada oluşu, bana sıradan bir boksörün değil, bir celladın kutlamasını hatırlattı. Tüylerim ürperdi. Onun yüzü hâlâ ifadesizdi. Ne sevinç, ne öfke vardı. Sanki olması gereken olmuş gibiydi. Sanki bu maçın bu şekilde biteceğini biliyormuş gibiydi.
Gözlerimi ondan alamıyordum. Yüzünde kan vardı. Kaşı açılmıştı. Kollarına rakibinin kanı bulaşmıştı. Ama hiç umursamıyor gibi. Vücudu gergin değil, kontrolü tamamen elindeydi.
Salonun alkışları kulaklarımda patlarken, ringin hemen ardında duran büyük siyah perde aralandı. Sıradan bir siyah kumaş gibi duruyordu önce; ama o aralık büyüdükçe, orada saklanan başka bir dünyanın soluğu yüzüme çarptı. Çevremdeki herkesin bildiği ama bana henüz söylenmemiş gizli bir plan varmış gibiydi.
Perdenin ötesinden gelen sesler ve yoğun kırmızı ışık, içeride başka bir şeyler olduğunu belli etmişti. Yumruk seslerinin ve tezahüratların yerini müziğin basları almıştı. Ece yanıma geldi ve koluma girerek, “Hazır mısın bebeğim?!” diye çığlık attı.
“Neye hazır mıyım?” diye tekrar ettim ama sesimi sadece ben duymuştum. Hazır değilim. Hiç değilim. Hiç bilmediğim bir ortama nasıl hazır olabilirdim?
Sigara dumanı, birbirine karışmış parfümler, ter kokusu. Kan kokusu… Her nefeste başka bir tat aldım. Boğazımda yanma hissettim ama şikâyet edemedim. Çünkü bu yanma, sanki bu yerin giriş biletiydi. Alaz’ın dünyası böyle miydi?
Kuralları belliydi bu yerin. Gözlerinle konuşacaksın ama çok uzun değil. Gülümseyeceksin ama fazla değil. Bir yabancı olduğunu belli etmeyeceksin.
Ve ben her hareketimde, bu dünyaya çok uzak olduğumu daha fazla belli ediyordum.
Bar uzun bir masa gibi uzanıyordu sağ tarafta. Herkesin elinde bir şişe vardı. Masalarda yeşillikler, parmaklarında yüzükler, bileklerinde zincirler, deri montlar.
Ece, Berna, Oğuz ve Hakan yanımdaydı. Oğuz, Hakana yanaştı, gülerek bir şeyler söyledi. Berna kahkahayla karşılık verdi. Bense olduğum yere mıhlanmış gibi kalakalmıştım. Adım atamıyordum.
Anlamaya çalışırcasına etrafıma bakarken, denk geldiğim yüz Alaz’ınki oldu. Kalabalığın uzağında, mekânın en köşesinde, kısmen gölgede.
Üzerini değiştirmişti uzun kollu bir kazak giymişti altında ise gri eşofmanı vardı. Saçları hafif dağılmıştı ve ıslaktı. Açılan kaşına bant yapıştırmışlardı.
Sol elinde bir bira şişesi tutuyordu. Başka bir boyuttaymış gibiydi. Herkesin enerjisi dışarıya doğru yayılırken, Alaz bir sessizliğin içinde sıkışmış gibiydi. Diğerlerinin çılgınca eğlendiği bu ortamda, o yalnızca izliyordu.
Kadehler tokuşuyor, müzik yükseliyor, kahkahalar duvarları deliyordu fakat kimse ondan bir şey beklemiyor gibiydi.
Ece dans ederek yanıma gelip, bir shot bardağını elime tutuşturdu.
“Bir yudum içmek ister misin? Denedin mi hiç? Çok pasif duruyorsun kızım hadi bari biraz eğlen ya!”
‘’Ece, belki de artık gitmeliyim.’’ Dedim ama Ece hoplayıp zıplamaktan sesimi duymamıştı, duymak bile istememişti.
Uzaktan uzağa Alaz’ı anlamaya çalışıyordum. Çevresi tarafından yoğun ilgi gören biri olduğu belliydi ama kimseyle konuşmuyordu. Neleri severdi, neleri sevmezdi bilmiyordum. Yalnızca gözlem yaparak anlamaya çalışıyordum. O ise birasından yudumlar alarak çevresini izliyordu.
O sırada bütün eğlence bir anda kesildi. Müzik aniden durdu, sesler birbirine karışarak kayboldu. Bir an için zaman durmuş gibiydi, her şeyin ağır ağır değiştiğini hissedebiliyordum.
Mekânın büyük demir kapısının yüksek bir sesle açıldığını duyduk. İçeri giren polisler oldu. Ellerinde plastik kelepçeler, ciddi bir yüz ifadesiyle odanın her köşesini tarayarak ilerlediler. Alkol kokusu ve sigara dumanı havada asılı kalırken, kasvetli bir hava çökmeye başladı.
Polisleri görenler, kendilerine çeki düzen vermeye başladılar. Kenarda öpüşen çiftler hızla birbirinden ayrıldılar, ellerini aceleyle birbirinden çektiler. Uyuşturucu içen birkaç kişi, paniğe kapılarak sanki yerin dibine girebileceklermiş gibi kaçmaya çalıştı ama polisler bir hamlede onları yakaladı. Bazıları elleriyle kokain kutularını saklamaya çalışırken, polislerden biri sert bir şekilde bağırarak onları yakaladı. Herkes şaşkın, kimse ne olduğunu anlayamıyordu.
İçerideki karmaşa, çıplak gözle izlerken anlaşılmayacak kadar hızlıydı. Polisler el birliğiyle her köşeyi kontrol ediyor, alkol masalarını, karanlık köşeleri, gizli odalara girip çıkıyorlardı.
Polisler odayı hızla taramaya devam ederken, bir grup polis Alaz’a yöneldi. Polislerin bir anda ona doğru yönelmesi, salonun atmosferini hızla değiştirmişti. Kimse müdahale etmeye cesaret edemedi. Gözler Alaz’a takıldı.
"Alaz Akbey sen misin?" dedi polislerden biri sert bir şekilde.
Gözlerim aniden açıldı. Onu almak için mi gelmişlerdi? Ama neden?
Alaz, tamamen soğukkanlı bir şekilde polislerin yüzüne bakarak ‘’Benim.’’ dedi. O anda hiçbir tepki vermedi. Bir adım bile atmadı, ayağa kalkmadı. O kadar şaşkındım ki, ona bakarken sanki o anın içinde sıkışıp kaldım. Etrafındaki kalabalık, Alaz’a yaklaşmak yerine geri çekildi. Hatta birkaç kişi arkasını dönüp bakmak bile istemedi.
‘’Metin Yılmaz ve Kamil Özdemir’ darp suçundan bizimle geliyorsun.’’
Polisin sözleri sessizliği bozmuştu. Alaz, köşedeki duvara sırtı dayanmış şekilde durduruluyordu. Polisler üstünü arıyordu.
Sanki gözü hiçbir şey görmüyordu. O kadar soğukkanlıydı ki, sanki böyle bir şeyin olacağını biliyor gibiydi.
Ağzından çıkan tek şey ‘’Onlar kim?’’ sorusu oldu.
‘’Derdini karakolda anlatırsın. Çiçek Sokak üzerinde adamların ağzını burnunu kırmışsın, yürü çabuk!’’
Çiçek Sokak mı? Bu bizim evin sokağıydı. Alaz, benim önümü kesen iki adam yüzünden, daha doğrusu benim yüzümden mi polisler tarafından götürülecekti?
Polisler Alaz’ı omuzlarından tutarak sert bir şekilde ellerini kelepçelemeye başladılar. Etrafındaki insanlar, hâlâ ne olduğunu tam anlayamadan şok içinde izliyorlardı. İçimdeki rahatsızlık büyüdü, derin bir huzursuzluk kapladı tüm vücudumu. Benim yüzümden başı belaya girmişti.
Alaz, o polislerin ellerinde, sadece anı kabulleniyordu. Ve ben, sadece onu izlemekle kalıyordum. Polisler kelepçesini takarken bir anlığına bana baktı. Yardım ister gibi değil, suçlar gibi de değil. Sadece baktı.
Göz göze geldiğimiz o kısacık anda, zaman bir kez daha büküldü sanki. Yüzünde öfke yoktu. Korku da. Gözleri, bana bir şeyler söyler gibiydi.
“Bunu senin için yaptım,” diyordu belki de. Ya da, “Sakın sesini çıkarma.”
Polisler onu götürmek için harekete geçtiğinde, salondaki herkes geri çekildi. Adımlar yankılanıyordu; sert, kararlı, acımasız.
Ece korkudan koluma yapışmıştı, ama ben artık onun dokunuşunu bile hissetmiyordum. Sadece uzaklaşan Alaz’ın arkasından bakabiliyordum.
Kapıya doğru ilerlerken bir kez bile arkasına dönmedi. Sadece başını dik tuttu, sanki olan biten hiçbir şeyi değiştirmeyecekmiş gibi.
Kapıdan çıkarken, içerideki hava bir anlığına daha da ağırlaştı.
Polisler gittikten sonra bir uğultu başladı. Fısıltılar arasında, “Ne oluyor? Niye Alaz’ı götürdüler?” diyenleri duydum.
Kelimeler, dilimin ucunda birikmişti ama dökülemiyordu. “Benim yüzümden,” diyemedim. “Beni korumak için,” diyemedim. “Alaz… Beni kurtardı,” diyemedim.
Berna da o fısıltılara eklendi, yüzü solgundu:
“Kimi darp etmiş ki? Polisler ciddi görünüyordu.”
Kimse bilmiyordu. Kimse, o gün önüme çıkan o adamları, bana söylediklerini, Alaz’ın onları nasıl yere serdiğini bilmiyordu. Ama şimdi… Herkes sadece onun kelepçelenmesini görmüştü.
Ece bana bir şeyler söylüyordu ama kelimeler havada dağılıyordu. Sesler, yüzler, salonun içindeki hareketlenme, insanların meraklı bakışı… Hepsi bulanıktı. Zihnim tek bir görüntüye takılıp kalmıştı. O sokakta kendini siper eden adam. Ve şimdi, kelepçelenmiş bir halde, yaka paça götürülen adam.
Temiz hava almak üzere dışarı çıktığımızda, Ece ve diğerleri birer sigara yaktı.
“Bu gece mahvoldu. Hay aksi…” dedi, Berna. Ama ben onun sesini duymuyordum artık.
Ece, omzuma başını koydu, “Dünya, kendini sakın suçlama ama ne yapmak istediğine karar ver. Sessiz kalabilirsin, istersen peşlerinden de gidebiliriz. Ben yanındayım.” Dedi. Sözleri, içimi bir nebze olsun rahatlatmıştı. Ama vicdanım hiç rahat değildi. Hissettiğim kaygı ve kararsızlık, Alaz’la olan her şeyi bir kez daha sorgulamama neden oldu.
Hiç tanımadığım bir yabancıydı. Ama belki de her şeyin başlangıcı, o an o sokakta gizliydi.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |