
Katille bir oyunun içine girmiştik. Her seferinde bir taş diğerinin önüne geçecek Işık’ın isminin önüne gelen son taşsa diğer tüm taşların kaderini belirleyecekti. Son taş yıkacaktı bizi. Son taş altüst edecekti hayatlarımızı ve yine son taş bitirecekti bu kanlı oyunu.
“Gidelim buradan,” dedi Devrim bu duruma ne kadar canının sıkıldığını belli eden bir ses tonuyla. Onu başımla onayladım. Katilin bize bıraktığı notu yırtıp sınıftan çıkmadan önce kapının eşiğindeki çöp kutusuna attım. Kimsenin bu sınıfa girmeyecek olmasının rahatlığı vardı üzerimde. Katilin burayı seçmesinin sebebi ortadaydı. Tadilat nedeniyle kapalı olan ve muhtemelen bu sene kullanıma açılmayacak olan sınıftı burası. Işık, Vural ve Umut’un bir zamanlar uğrak noktasıydı. Bir zamanlar onların uğrak noktası olan şimdi katille bizim oyunumuzun kör noktasıydı.
Devrim, “Diğerlerini daha fazla meraklandırmadan önce gidelim buradan,” dedi. Beraber sınıftan çıkıp kapıyı kapattık. Koridorda kimse yoktu. Kimse bizim buraya girdiğimizi görmemişti. Bu iyiye işaretti. En azından küçük oyunumuzun gizli kalacağı apaçık bir gerçekti.
Devrim ile beraber aşağı kata inmek üzereyken bu sefer, “Tüm son sınıfların dikkatine! Son sınıf öğrencilerinin öğretmenler odasına gelmesi önemle duyurulur!” diye bir anons yapıldı.
Öğretmenler odasının olduğu katta olmanın avantajıyla yönümüzü değiştirdik. Diğerlerinin gelmesini öğretmenler odasının kapısının önünde beklemeye başladık. Gelmeleri çok da uzun sürmedi zaten. İlk gelen Heves oldu. Hemen peşinden kuyruk misali gelense dayak arsızı Tolga’dan başkası değildi. Bu aralar Heves’in peşinde dolanıyor oluşu gözümden kaçmamıştı.
Heves ona keskin bir bakış attı. Tolga ile arasına hatırı sayılır bir mesafe koydu. Bize bakarak, “Bizi buraya neden çağırdıklarını biliyor musunuz?” diye sordu.
“Hayır ama tahminimce notalar hazır,” diyerek yanıtladım Heves’in sorusunu. Hafifçe başını salladı Heves. Sırf Tolga ile göz göze gelmemek için bakışlarını da ondan aksi yöne çevirmişti. Anlaşılan Heves Tolga defterini kapatmış, Tolga ise Yağmur’u kalbinden altmış yeniden Heves’e yönelmişti. Onların yeniden toksik bir ilişkiye başlamasını düşünmek dahi istemiyordum.
Donuk bakışlarımı Heves ile Tolga’nın üzerinden alıp peş peşe gelenlere dikkat kesildim. Umut ile Kuzey de dahil olmak üzere tüm resital kurbanları bir araya geldi. Herkesin toplanmasıyla da öğretmenler odasından elinde kağıtlarla piyano hocamız çıktı. Notalarımız hazırdı ve bizler tarafından çalınmayı bekliyorlardı.
Piyano hocamız elindeki koca bir yığın olan nota kağıtlarını tuttuğu gibi benim kucağıma bıraktı. Kapının ağzında durmamın bedeli de buydu. “Nota kağıtlarını arkadaşlarına dağıtırsın Sanat. Sonra da herkes evlerine,” dedi piyano hocamız umursamaz bir tavırla. Hemen ardından öğretmenler odasına girdiği gibi kapıyı yüzümüze kapattı.
Gözlerimi devirmeden edemedim. Kucağımdaki yığını üzerindeki isimlere dikkat ederek orada bulunan herkese dağıttım. Sonuncusunu da Devrim’in eline tutuşturduğum sırada koridordan özlediğimiz birinin sesi yankılandı.
“Görüyorum ki hepiniz bir aradasınız,” dedi savcı hepimizi tek tek süzerken. Açıkçası onun bu iğneleyici konuşma tarzını uzun zamandır duymadığım için arar olmuştum. Savcının bağımlılık yapan tuhaf bir enerjisi vardı ve bunda kendime benzettiğim ifadesiz bakışlarının etkisi büyüktü.
Savcı, “Uslu olun,” dedi koridorun diğer tarafına doğru adımlamaya başlamadan önce. Bize gözdağı veriyordu ama onun da gayet iyi bildiği bir gerçek vardı ki o da Devrim ile benim başımızı belaya sokacağımızdı. Hem de çok yakın bir zamanda!
Savcının koridorun diğer tarafına gidişiyle Devrim’e, “Şunları dolaplarımıza bıraktıktan sonra çıkalım,” dedim imayla. Kalabalığın arasında okulda kalacağımızı alenen söyleyemediğim için böyle söylediğimi biliyordu.
“Yarın okulda görüşürüz,” dedi sırf bu yüzden diğerlerine. Herkesi arkamızda bıraktık. Kendi okul dolaplarımıza uğrayıp nota kağıtlarımızı bıraktık. Sonrasında girişte buluştuk Devrim Dinçer Demiralp ile.
“Gittiler mi?” diye sordum Devrim’e.
“Herkes çıktı. Bir tek alt sınıflar ve hocalar kaldı okulda.”
“Beni unuttun Devrim Dinçer Demiralp,” dedi tam arkamızdan savcı.
İkimizde aynı anda dönüp savcının burada bulunmaktan ne kadar keyif aldığını belli eden alaycı gülümsemesine baktık. Savcı, “Gelin bakalım Devrim ile Sanat ikilisi. Madem kimse yok. Üçümüz birlikte küçük bir beş çayı yapalım,” dedikten sonra Devrim ile benim arama girip okulun kapısından içeriye bizi geri soktu. Üçümüz birlikte yukarı kata çıktık. Öğretmenler odasının yanındaki sınıfa!
En son buraya geldiğimizde hiç iyi şeyler olmamıştı ama şimdi görüyorum ki savcının anıları yad etme isteğinin yanında bizimle ciddi bir konu hakkında konuşmaya dair de yoğun bir isteği var. Devrim ile beraber öğretmen masasının önündeki sıraya geçip savcının öğretmen masasının sandalyesine kuruluşunu izledik.
“Çay, kahve?” diye sordu savcı.
“Direkt konuya girsek daha iyi olur savcım,” dedim ifadesiz bir şekilde. Savcı anlayışla başını salladı. Ellerini ciddiyetle birbirine kavuşturdu. Kenetlenen parmaklarıydı onu ele veren. Bir şey bildiğini o an anladım. Muhtemelen Işık ile ilgili bir şey!
“Madem öyle direkt soruyorum. Ne işler karıştırıyorsunuz Sanat?” diye sordu savcı beklentiyle.
“Hiçbir şey,” dedim duraksamadan.
Soluk mavi gözlerime alayla baktı savcı. “Kameralar çalışıyor. Sadece Işık’ın öldüğü gece aktif değildi ve siz bunun sebebini de gayet iyi biliyorsunuz. Bugün ortalıklarda dolanırken sergilediğiniz şüpheli hareketlere de birazdan ayrıca değineceğim,” dedi savcı dişlerini sıkarak.
Devrim, “Neyden bahsettiğinizi anlamıyoruz. Bizim yaptığımız bir şey yok. Cenazeden sonra okula geldik. Sonra da notalarımızı aldık. İzin verseydiniz herkes gibi okuldan çıkıp gidecektik,” dedi gözlerini savcıya dikerek.
Savcının dudaklarından histerik bir kıkırtı döküldü. Delici gözleri Devrim ile benim aramda mekik dokurken, “İkinizinde o boş sınıfa giriş anlarını gördüm. O odada artık polis var. Sizin elinizi kolunuzu sallayarak girdiğiniz ve etkisiz hale getirdiğiniz kamera kayıtlarının olduğu odadan bahsediyorum. Şimdi lafı gevelemeyi bir kenara bırakıp bana ne işlere bulaştığınızı anlatın. Aksi bir durumda başta Devrim Dinçer Demiralp olmak üzere kamera kayıtlarının olduğu odaya girip sistemi çökerten herkes hakkında tek tek soruşturma başlatırım,” diyerek art arda sıraladı sözcüklerini.
Savcı net bir adamdı. İkilemlere, gizemlere, çetrefilli işlere, arkadan iş çevrilmesine katlanamıyordu. Onun için siyahla beyazı ayıran bir renk yoktu. Bir şey ya siyahtı ya da beyaz. Bir şey ya doğruydu ya da yanlış. Onun kitabında orta yoktu. Bizden de ona ayak uydurmamızı bekliyordu. Bülbül gibi bildiklerimizi şakımamızı olabildiğince beladan uzak durmamızı bekliyordu. Fakat şöyle bir gerçek var ki resital bizim için düzenlendi ve bizim beladan uzak durmak gibi bir şansımız yok. Biz çoktan dibe battık.
“Bir kez olsun bize güvenemez misiniz savcım?” diye sordum en sonunda. Savcının sol kaşı alnına çivilenmiş gibi yukarıya kalktı. Tereddüt dolu bakışları yüzümü izledi.
“İkinizinde suçsuz olduğunu biliyorum ama şansınızı fazla zorluyorsunuz gençler,” dedi savcı.
“O sınıfa bizden önce de giren biri vardı. Neden onu değilde bizi sorguluyorsunuz?” diye sordum birden.
Savcının beni azarlamasını, ses tonuma ayar vermem gerektiğini söylemesini falan bekledim ama öyle olmadı. Savcı, “Seninde en çok bu detaycı yönünü seviyorum Sanat Karay. Hiçbir detay gözünden kaçmadığı gibi sinir uçlarıma dokunduğunu ve biraz daha bana gereken cevabı vermezseniz lafla kalmayıp icraate geçeceğimi söylemek isterim,” dedi manidar bir gülümseme eşliğinde.
Gözlerimi devirmemek için kendi içimde büyük bir savaş verdim. Asabi bir soluğun ardından, “Önce tüm okuldaki öğrencilerin telefonlarına Işık’ın öz annesinin aslında keman hocamız Fulya Hoca olduğunu gösteren bir video geldi,” diyerek başladım sözlerime.
“Sonra?”
“Sonra da sadece kendi telefonuma bilinmeyen bir numaradan mesaj geldi. O gece olanları öğrenmek istiyorsam o boş sınıfa gelmemi söyleyen bir mesajdı.”
“Ne vardı sınıfta?” diye sordu savcı. Nedense anlatsamsa inanmayacakmış gibi hissediyordum ama yine de onu daha fazla uyuz etmemek adına gereken cevabı vermeye karar verdim.
“Siyah bir kutu vardı. İçinde de ahşap domino taşları vardı. Koyan kişi her kimse masanın üzerine üzerinde isim yazılı bir domino taşı bırakmış. Benden de katil olmadığına emin olduğum birinin adını başka bir domino taşının üzerine yazıp diğerinin önüne koymamı isteyen bir de not bırakmış.”
Savcı ifadesiz bir şekilde yüzüme bakmayı sürdürdü. “Kutuyu sınıfa kimin koyduğunu biliyor musunuz?” diye sorarak lafa dahil oldu Devrim. Savcının bakışları otomatikman benden ona kaydı.
“Kim bilir?” dedi ağzının içinden. Onun kutuyu kimin koyduğunu bildiğine adımın Sanat olduğu kadar emindim. Peki ama neden bunu bizden saklıyordu? O kişi katil de olabilirdi. Savcı neden susuyordu?
Aklımda dönen düşüncelerinde etkisiyle, “Bizi görüp kutuyu sınıfa koyanı görmediniz mi gerçekten?” diye sordum iğneleyici bir tonda.
“Öyle bir şey söylemedim,” dedi savcı.
“Ama isim de vermediniz,” dedi Devrim imayla.
Savcının dudakları düz bir çizgi halini aldı. Kutuyu koyanı biliyordu ve bu bilgiyi bizden saklıyordu. Katilin ensesinde bitmek için bize bir şey söylemiyordu. Belki de şu an için ona güvenmek hepimiz için daha iyi olurdu. Sonuçta biz zaten oyunun içindeyiz. Oyunun kurallarına uymakla mükellefiz ve oyunun bitişiyle savcı ile ortak bir noktada buluşacağız. Bunu biliyordum. Sırf bu yüzden, “Madem öyle biz artık gidebilir miyiz?” diye sordum savcıya bakarak. Başını hafifçe sallamakla yetindi. Bize kapıyı işaret ederkenki düşünceli hali şüphelerimde haklı olduğumu hissettirdi. Savcı iz peşindeydi ve o kutuyu koyan kişi her kimse cinayetin kilit noktası oydu. Asır’a çalışan, onun aracılığıyla bizi oyunun içine çeken isim oydu. Çok yakında onu da bulacaktık. Çok yakında…
Devrim ile beraber sessiz sedasız sınıftan çıktık. Savcıyı orada bir başına düşüncelerinin arasında bıraktık. Devrim bu kadar kolay pes etmeyeceğimi bildiğinden, “Savcının kutuyu koyanı bildiğinin farkındasın. Buna rağmen üstelemedin. Aklından ne geçiyor senin?” diye sordu.
“Kutuyu koyan Asır ile aramızda ulak görevi görüyor Devrim. Savcının da bunu bildiğine eminim. Suçüstü yapmadan daha sağlam deliller topluyor. Katili bulması an meselesi.”
“Bize düşende savcının aradığı delilleri sunmak. Kısacası bunu her ne kadar onaylamasam da oyuna devam edeceğiz,” dedi Devrim.
Başımı hafifçe sallayarak onu onayladım. Oyunun sonunda katilin isminin olduğu taş diğer taşları devirecekti. O ana dek bizde savcının aradığı delilleri bulmaya çalışacaktık. Katil yakalanacaktı. Hem de en kısa zamanda!
Bilinmeyen numara: Hamle sırası sende Sanat Karay.
Telefonuma gelen bildirim ile Devrim’e, “Hamlesini yaptı,” dedim. Bunun üzerine yönümüzü yeniden boş sınıfa çevirdik. Sınıfa girdik. Üzerinde domino taşlarının sıralandığı masaya doğru adımladık birlikte. Tam da o an gördüm sıradaki ismi. Devrim’in isminin olduğu taşın önünde duruyordu. Umut yazıyordu. Umut!
“Sırayla gidiyor,” dedi Devrim zihnimi okur gibi.
“Sıradaki isim belli,” diyerek onu tasdikledim.
“Müjde,” dedi Devrim sıradaki ismi yazmadan hemen önce. Bu sefer kutudan sıradaki taşı alan katil olmayan sıradaki ismi yazan oydu. Devrim Dinçer Demiralp de benimle aynı oyunun içindeydi. Biz aynı oyunun içinde gerçeklere ulaşmaya çalışan iki kurbandık. Sonuncusu da yine biz olacaktık.
Devrim üzerine isim yazdığı taşı diğerinin önüne koydu. Taşların sayısı arttıkça katilin ismine ulaşma ihtimalimiz de artacaktı. Biz hamlemizi yapmıştık. Sıradaki hamle katilin ulağındaydı. Ulak onun yerine hamlesini yapacak sonra sıra yeniden bize geçecekti. Ne zamanki Işık’ın ismini görecektik işte o zaman oyun bitecekti.
Devrim’e baktım o an. Ona, “Asır’ın aklında bir şey var Devrim. Kendini bu kadar kolay ifşa etmez o. Babamı arkasına almadan bize gerçeği vermez. Bizi yalancı konumuna sokmadan kendini ifşalamaz. Bunun arkasından da bir şey çıkacak,” dedim donuk bir bakışla.
“Belki de buraya bizi oyalamak için çekmiştir. Oyunun sonunda kendi ismini vermeyecek Sanat.”
“Verecek Devrim. Işık’ın önüne kendi adını koyacak ama o zaman iş işten geçmiş olacak.”
“Nasıl bu kadar eminsin?”
“Eminim. Çünkü onu tanıyorum. Kaybedeceği oyunlara girmez. Kendini haksız konuma sokmaz. Ne kadar suçlu olursa olsun o hep kendini haklı çıkarmanın bir yolunu bulur Devrim. Buldu da,” dedim aklıma gelen korkunç anıların etkisiyle düşünmemek için başımı hafifçe sallayarak.
Devrim yüz ifademden anladı her şeyi. Ne hissettiğimi, ne düşündüğümü, neyle mücadele ettiğimi biliyordu. Hep bilmişti. Şimdi ise elleri omuzlarımı kavramıştı. Mıknatıs gibi çekiyordu bakışları beni kendine. Elleri omuzlarımdan kollarıma doğru kaydı. Üzerimdeki okul gömleğine rağmen hissediyordum sıcaklığını. Gözlerinden içime yayılıyordu şefkat ve merhamet. Ellerimi tuttuğunda ise avuçlarında paramparça olabilecek kadar kırılgan ama bir o kadar da bunun farkında olmama rağmen cesaret doluyordum.
“Biz seninle aynı acının iki eş parçasıyız Sanat,” dedi Devrim. Beni kendine çekti. Sağ elimi tutup sırtına koyarken diğer eli de benim sırtımdaydı. Gömleğimin üzerinden tenime, gözle görülmeyecek kadar küçük izlerime yeniden yıldız çizdi. Gökyüzümde kayan yıldızı çizdi. Yanağını yanağıma dayadı. İç çekti sessizce. Teni tenimi yakıyordu. Sırtımdan bütün vücuduma yayılıyordu dokunuşunun sıcaklığı. Benim parmaklarımda onun sırtında bir yıldız çizdi. İçimin parçalandığını hissettiğim o anda, “Bir gün kayan yıldızlarını yeniden gökyüzüne asacağım sevgilim. Eğer sözümü tutamazsam bil ki benimkilerde seninkilerle birlikte çoktan yitip gitmiştir,” diye fısıldadı Devrim.
Yanağımdan öptü. Uzun, nefessiz ve tüy hafifliğinde bir öpücük bıraktı yanağıma. Yutkundum. Geri çekilip gözlerime baktığında, “Sözünü istesende tutamazsın sevgilim. Çünkü yıldızlar yeryüzüne düştüğünde kül olurlar,” dedim.
“O zaman bizde kendimize yeni yıldızlar bulmaya gideriz,” dedi Devrim.
Titreyen tebessümüme dokundu başparmağıyla. Dudağımın kenarını yavaşça yukarıya doğru çekti. “Gidelim sevgilim,” dedi parmaklarını benimkilere kenetledikten sonra. Birlikte sınıftan çıktık. Artık özel yerimize çekilebilirdik. Bugünü en azından sıradaki hamle bize geçene kadar kapatabilirdik ama kapatamadık. Hayat bizimle aynı fikirde değildi çünkü. Hiçbir zamanda olmamıştı zaten.
Koridora çıktığımızda şu anda en son görmek isteyeceğim kişiyi, babamı gördüm. Her zamanki gibi dik duruşundan ödün vermiyordu. Otoriter bir edayla tam karşımızda durdu. Gözleri benden hemen yanı başımda duran Devrim’e kaydı. “İzin verirsen kızımla yalnız konuşmak istiyorum,” dedi iğneleyici bir tonda.
Savcı ile gergin geçen konuşmamızın ardından üstüne bir de Rutkay Karay’ın attığı nutukları dinlemeye sabrım yoktu. Bir an önce kendi alanıma çekilmek ve soluklanmak istiyordum ama Rutkay Karay’ın benimle konuşmadan gitmeye pek de niyeti yoktu.
“Ne söyleyeceksen bunu Devrim’in yanında da söyleyebilirsin,” dedim buz gibi bir ifadeyle.
“Peki. Seninle tartışacak vaktim yok. Daha doğrusu vaktimiz yok Sanat,” dedi kendisi için zor bir şeyi dile getirir gibi. Onun gibi gamsız bir adamı bu kadar zorlayan konunun ne olduğunu merak ederken buldum kendimi.
“Vaktimiz yok da ne demek?” diye sordum sabırsızca.
“Annen,” dedi birden. Kelimeleri kafasında toplamak istercesine sıkıntılı bir iç çekişin ardından, “Annen iyi değil,” dedi güçlükle.
“Nesi var?” diye sordum dümdüz.
“Sabah cenazedeyken evden bir telefon geldi,” diyerek başlattı anlatmaya.
“Annen kalp krizi geçirmiş. Ben evde yokken salonun ortasında yığılıp kalmış. Doktorlar durumunun iyi olmadığını söyledi Sanat.”
Öğrendiğim şeyden sonra hiç tepki vermedim. Öylece boş bir ifadeyle koyu kahverengi gözlerine bakmaya devam ettim. Ona ne söyleyeceğimi ilk kez bilememiştim. Zihnimde başlayan uğultuyu susturmak için kulaklıklarıma sarılmak istedim ama bunu yapamazdım. Başka bir yol da bilmediğimden katılığıma sığınmayı tercih ettim.
“Bunu bana telefonda da söyleyebilirdin,” dedim sert bir şekilde.
“Açmazdın. Bende bunu gelip senin bizzat yüzüne söylemem gerektiğini düşündüm.”
“Söyledin. Başka bir şey yoksa şimdi gitmeni istiyorum,” dedim her kelimemi onu hayatımda istemediğimi belli edercesine özellikle vurgulayarak.
Rutkay Karay öylece benim soluk mavi gözlerime baktı. Benden istediği şey aslında çok açıktı. Ona itaat etmemi, peşine takılmamı, onunla hastaneye gelmemi bekledi ama ben bunu yapmayacaktım. Onunla hastaneye gidemezdim. Annemin başında onun beklediğini bile bile hastaneye gidemezdim. Bunu yapamazdım.
Babamı arkamda bırakmış koridorda iki atmıştım ki, “Annen ölüyor Sanat,” dedi tam arkamdan. Olduğum yere çivilendiğimi hissettim. Ayaklarım ne beni attığım iki adımın gerisine ne de bir adım ilerisine götürüyordu. Tabanlarıma ağırlık bağlanmış gibi hissettim. Gözlerimi yumdum. Güçlü olmam gerektiğini hatırlattım kendime. Derin bir nefes aldım. Arkamı dönüp ona baktım yeniden.
Bana, “Bu anneni son görüşün olabilir,” dedi.
Söylediği ona da ağır gelmiş olacak ki yutkunma ihtiyacı hissetmişti. Onu uzun zamandan sonra ilk kez böyle gördüm. En son dört yıl önce yaşananlardan sonra böyle bir ifade belirmişti yüzünde. Şimdi de o zamanki gibi bakıyordu. Çaresiz, endişeli ve yorgun.
“Hastaneye gelmen gerek,” dedi beklentiyle.
Gözlerim ondan Devrim’e kaydı. Tek bir bakışımla anladı. Onunla iletişim kurmak için kelimelere ihtiyacım yoktu. O konuşmadan anlıyordu beni. Şimdi de anlamıştı. Babama dönmüş, “Sanat’ı hastaneye ben getireceğim,” demişti.
Babamın bakışları saniyesinde karşısındaki uzun çocuğa kaydı. “Sen kim oluyorsunda kızımla arama giriyorsun! Ben onun babasıyım! O benimle gelecek, seninle değil!” dedi hiddetle.
“Sanat’ı size bırakmam. Onu ben getireceğim. Sizde o siyah arabanıza binip önden gideceksiniz,” dedi Devrim çenesini sıkarak.
Rutkay Karay’ın tek kaşı havaya kalktı. Devrim’in cüretinden hoşnut olmasa da beni bulan bakışlarıyla, “Peki,” demek zorunda kalmıştı.
O önden merdivenlerden indi. Bizde aramızda birkaç adım mesafesi bırakarak peşinden gittik. Devrim ellerimi tuttu sıkı sıkı. “Yalnız değilsin. Hiçbir zamanda olmayacaksın Sanat,” dedi neredeyse fısıltıyla. Hayatıma dahil olduğu için aslında ne kadar şanslı olduğumu hissettim iliklerimde. Bunca zaman her şeyi kendim halletmiş her şeyin üstesinden kendim gelmiş olsamda ilk kez birinin ellerine bırakmıştım kendimi. Bu kişi Devrim’di. Benim en büyük dayanağım, her şeyim, Devrim Dinçer’im.
“Oraya yalnız girmek istemiyorum Devrim,” dedim küçük bir sırrı ifşa edermiş gibi.
Güzel dudaklarında tatlı bir tebessüm belirdi. “Biliyorum. Bu yüzden kovdum o adamı. Sen istemediğin sürece yanına dahi yaklaşamaz.”
“Asır’ın orada beklediğine eminim,” dedim onun arabasına geçerken. Devrim de yanımdaki yerini aldığı sırada, “Dert ettiğin sadece o olsun. Ben ne güne duruyorum Sanat Karay,” dedi. Arabayı çalıştırdı. Rutkay Karay’ın aracını takibe almıştık ki, “Asır’dan çok nereye gittiğimizi bilmek beni geriyor Devrim,” dedim.
Devrim de benim gibi nereye gittiğimizi iyi biliyordu. Bu yoldan o da geçmişti. İlk önce ölmek üzere olan bir kızı hastaneye yetiştirmek için, en sonda da sevdiği kızı esir olduğu cehennemden kaçırmak için geçmişti bu yollardan. Şimdi ise yeniden aynı cehenneme gidiyorduk. Kaçtığımız yere bu sefer kendi ayaklarımızla gidiyorduk ve bir gün orayı da yerle bir edecektik.
“O gözlüklü doktoru görmemeyi umuyorum,” dedi Devrim uzun bir yolun ardından arabayı kliniğin önüne park ederken.
“Asır ve Rutkay Karay ile aynı yerde bulunmayı dert etmiyorsun da doktora mı taktın Devrim Dinçer Demiralp?” diye sordum.
“O adam doktor falan değil, bir dolandırıcı. Eğer gerçek bir doktor olsaydı seni burada tutmazdı Sanat.”
“O adam doktor mu bilmem ama diğer ikisinin günün birinde adalete hesap verecekleri günü iple çekiyorum Devrim.”
“O gün çok yakın desem bana inanır mıydın?”
“Sen ne söylersen söyle ben her zaman sana inanırım Devrim,” dedim ve arabadan inip onun elini tuttum. Yanımda en büyük destekçimle Rutkay Karay’ın peşinden kliniğin kapısından içeriye girdim. Sıcak yaz gününe rağmen buz kesen koridorlarda adımladık birlikte. Kalp atışlarım gırtlağımdaydı sanki. Gergin olduğumu çelik kadar sert ifademin altında saklamaya özen gösteriyordum. Bu halimi tek fark eden de elini tuttuğum çocuktu.
Devrim, “Korkma. Ben yanındayım. Kötü olursan kimseyi dinlemem çıkarırım seni dışarı,” dedi usulca.
“Biliyorum. Bunu yapacağını bildiğim için girdim içeri.”
Devrim hafifçe elimi sıktı. Sıcacık parmaklarının altında küçücük kalan elime baktım önce. Sonrasında onun gözlerine. İçimi okuyan bakışları artık gitmemiz gerektiğini söylüyordu. Annemi görmemiz gerektiğini söylüyordu. En çok da bunu yapmazsam sonrasında çok pişman olacağımı fısıldıyordu bana. Pişman olur muydum görmesem? Pişman olur muydum arkamı dönüp gitsem? Bilmiyorum, bilemiyorum ama şöyle bir gerçek var ki artık geri dönemem.
Devrim ile beraber Rutkay Karay’ın arkasından gitmekten başka bir çarem yoktu. Öyle de yaptım. Onun arkasından gittim. Asır’ın annemi izlediği camın önüne doğru ilerledim. Onun beni bulan çivit mavisi gözlerine bakmadan direkt camın önüne geçtim. Bir yanımda Devrim diğer yanımda da o vardı. Önünde bulunduğum camın ardında ise annem…
Annemi böyle görmeme izin vardı. Öteye geçemiyordum. İzin verselerde geçer miydim emin değilim. O yüzden burada bulunmakta bir sakınca görmüyordum. Soluk maviliklerim onun kablolara bağlı bedenini izliyordu. Yanındaki monitörden gelen bip sesi dolduruyordu kulaklarımı. Ta ki Asır, “Gelmişsin,” diyene kadar.
“Annem için geldim,” dedim buz gibi bir ses tonuyla.
“Geleceğini biliyordum,” dedi küçük bir kıkırtı eşliğinde.
“Dilini dışarı alıp dişlerinle kopartmak suretiyle çeneni kırmamı istemiyorsan kapa o lanet ağzını,” dedi Devrim birden. Sonrasında beni belimden tutup kendi yamacına çekti. Asır ile aramıza hatırı sayılır bir mesafe koymuştu ki gözlerim o an Asır’ın elindeki şeye kaydı. Eski bir zippo çakmak!
Parmaklarının arasındaki çakmağın üzerindeki siyah ejderha silüetine baktım. Bu çakmağı bir yerden hatırlıyordum ama nereden? Asır’ın avucunda kaybolan çakmakla birlikte bakışlarımı yeniden anneme yönelttim. Düz bir çizgi halindeki soluk pembe dudakları, en az mermer kadar beyaz teni ve de bonenin altında gizlenen siyah saçlarıyla öylece yatıyordu.
Asır’ın yanımızdan ayrılıp gidişiyle, “Ruhsuz yanım biraz anneme benziyor. Tek fark o doğuştan böyle,” dedim Devrim’e.
Donuk bir ifadeyle anneme bakarken sıkıntılı bir nefes verdim. Kırk yıl düşünsem onu böyle göreceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi. Hastalıklara bile başkaldırmasıyla ünlü bir kadının geldiği son durum buydu. Doktorların umutlu konuşmadığı aşikardı. Belki de bu onu son görüşümdü. Son görüşüm!
“Bence artık gidebiliriz,” dedim Devrim’e. Ses tonumdan bile belli olan hissizliğime karşılık tek kelime etmedi. Onun yerine beraber Rutkay Karay’ın yanından geçmiş koridorda ilerlemeye başlamıştık. Klinikten çıkmaktı niyetim ama bir şey beni koridorun sonundan sola dönen Asır’ı takip etmeye itti. Belki de içgüdülerimi fazla hafife alıyordum.
“Asır’da bir şeyler var Devrim. Sanki bir şeyler karıştırıyor gibi,” dedim birden Devrim’e.
“Onun bir şeyler karıştırmasına gerek yok. Kendisi zaten şeytanın ta kendisi,” dedi Devrim küfredercesine.
“Bu doğru ve şimdi sende benimle birlikte şeytanın adımlarını izleyeceksin Devrim Dinçer Demiralp.”
Devrim’in elini bırakmış Asır’ın peşine takılmıştım. O, koridoru bitirip sol tarafa döndüğünde adımlarımı yavaşlattım. Ona yakalanmamak için temkinli hareket etmem gerekiyordu. Tek bir hatamda ona yakalanmam ve dolayısıyla karıştırdığı dolapları öğrenemeden okula dönmek zorunda kalmam kaçınılmaz olurdu.
Asır’ın sağ taraftan dördüncü odaya girip kapıyı kapatışıyla aynı odaya Devrim’in sinirlerini bozan gözlüklü doktorun girmesi de bir oldu. Asır’ın bu adamla ne işi vardı? İşte bu soru içime öyle büyük bir kuşku düşürdü ki kendimi kapanan kapının önünde içeriye kulak kabartırken bulmam çok da uzun sürmedi.
“Asır Bey sizin burada ne işiniz var?” diye sordu doktor.
“Hiç, sadece her şeyin istediğim gibi ilerlediğinden emin olmak istedim,” dedi Asır ürkütücü bir rahatlıkla.
“Her şey anlaştığımız gibi. Siz hiç merak etmeyin. Kadının durumu hala ciddiyetini korumakla birlikte Rutkay Karay bunun sebebini ani kalp krizi olarak biliyor.”
“Güzel,” dedi Asır.
“Bu ortaya çıkarsa benim dudaklarımın ne kadar gevşek olduğunu, klinik hakkında bildiklerimi polise şakımaktan geri durmayacağımı hatırlatmama gerek yoktur herhalde.”
“Hayır yok. Her şey sizin istediğiniz gibi olacak.”
O an Devrim ile birbirimize baktık. Kadın diyerek kimi kast ettiklerini ikimizde biliyorduk. Annemin sanılanın aksine kalp krizi geçirmediği de ortadaydı. Bunu Asır yapmıştı. Nasıl yaptığını da biliyordum. Annem yüksek dozda uyuşturucudan bu hale gelmişti. Asır da bu ortaya çıkmasın diye Rutkay Karay evde yokken onu apar topar buraya getirmişti. Asıl korkunç olansa doktor da bu işin içinde! Üstüne Asır’ın klinik hakkında bildiklerinin iyi şeyler olmadığı da üstü kapalı tehditinden anlaşılıyordu. Burada neler dönüyor böyle?
Devrim bir konuda kesinlikle haklıydı. O adam gerçek bir doktor olsaydı beni burada tutmazdı ve şimdi görüyorum ki amaçları annemi öldürüp buna kalp krizinin sebep olduğunu ileri sürmekti. Onları durdurmam gerekiyordu.
Devrim’e gitmemiz gerektiğini fısıldamamın ardından beraber kapının önünden uzaklaşıp annemin olduğu tarafa doğru ilerlemeye başladık. Amacım Rutkay Karay’ı her ne kadar zor da olsa annemi başka hastaneye sevk etmemiz gerektiğine ikna etmekti ama geç kaldım. Annemin kaldığı odanın önünde dizlerinin üzerine çökmüş Rutkay Karay bana asıl gerçeği gösterdi: Annem ölmüştü!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.02k Okunma |
1.01k Oy |
0 Takip |
71 Bölümlü Kitap |