
İnsanın aklına şüphe bir kere düştü mü bir daha hiçbir gerçeğe tamamen inanamaz hale gelir. Gerçekliğinden neredeyse emin olduğu şeyler bile bir süre sonra gözüne illüzyonmuş gibi gelir. Sanrıların arasında kaybolduğunu hissetmeye başlar. İşte tam da o anda gerçeklik algısını tamamen yitirir. Peki ya biz? Bizim hikayemizin gerçeği hangisiydi?
“Gidelim buradan,” dedim Devrim’e birden.
Annemin cenazesine gelen kalabalığın dağılmasıyla bizde kalabalığın arasına karışmıştık. Okula nasıl geri döneceğimizi düşünmemiştim bile. Tek istediğim bir an önce buradan uzaklaşmaktı. Başka da bir şey düşünecek halde değildim zaten.
Devrim, “Mezarlığın önünden taksi geçiyor,” dediğinde ona baktım. Gerçek dünyaya onunla beraber iniş yapmış oldum. Beraber mezarlıktan çıktık. Yoldan bir taksi çevirip okula doğru yola koyulduk. Daha okulun kapısına varmadan yeni bir bildirim ile titredi telefonum.
Bilinmeyen numara: Ben hamlemi yaptım. Oynama sırası sende Sanat Karay.
“Hamle sırası bizde,” dedim Devrim’e sıkıntıyla.
“Resmen bizimle oynuyor,” dedi Devrim küfür edercesine.
İkimizinde asabı fena halde bozulmuştu. İkimizinde kafasında karınca misali gezinen rahatsız edici düşünceler vardı. İçlerinden en rahatsız edici olanıysa aramızdan kimsenin katil olma ihtimalinin olmadığından bu kadar eminken şimdi ya birini gözden kaçırdıysak düşüncesiydi. Ya sahiden de Işık’ın katili aramıza sızdıysa?
Taksi okulun önünde durduğu sırada parayı uzatıp üstünü almadan direkt okulun bahçesine daldım. Bizimkiler bahçedeki banklarda oturmuş sohbet ediyordu. Durup uzaktan onlara baktım. Tek tek her birinde gezindi bakışlarım. Ne kadar uzun süre orada durduysam en sonunda Devrim ortada sokak lambası gibi dikilerek yeterince dikkat çektiğimi düşünmüş olacak ki koluma girip beni okulun içine doğru sürüklemeye başladı.
“Önce taşımızı ait olduğu yere koyalım Sanat Karay,” dedi Devrim. Birlikte yukarı çıkıp oyun odamıza girdik. Masaya doğru yaklaştığımda yeni eklenen taşın üzerinde yazan ismi daha yakından görmüş oldum. Açelya yazıyordu taşın üzerinde. Önüne konacak isim de belliydi: Ilgaz Günay!
Siyah kutudan bir taş aldım elime. Üzerine yazdığım isimden sonra, “Neden Ilgaz Günay? Sırada Selin’in olması gerekmiyor muydu?” diye sordu Devrim. Taşı diğerinin önüne koyduktan sonra ona baktım. Kalemin kapağını kapattım ve, “Duvarın arkasında onun sırrına ortak olmuştuk seninle. O da aslında resital kurbanlarından biriydi. Sadece bunun farkında değildi,” dedim. Kalemi masaya geri bıraktım.
Devrim, “Kendi babasını da bu uğurda kurban etti,” dedi sıkıntıyla.
“Bu uğurda değil, annesi olduğunu bilmediği kadından kurtulmak için, en çok da babasının canını yakmak için onu da oyunun içine çekti.”
Ne Devrim ne de ben Işık’ın adını anamadık o an. Sanki onun adını anınca bile içimizden bir parça kopuyordu. İkimizde onun adını söyleme cesareti gösteremesek de o kendini yeniden hatırlatmıştı. Artık dev ekranda olmayacağını her an ensemizde bitebileceğini belli edercesine bu seferde telefonlarımızda beliriverdi Işık.
“Planımın ilk ayağı başarıya ulaştı,” dedi Işık videoda. Devrim ile beraber iki ayrı telefon kullanmaktansa onun telefonundan izlemeye başladık gelen videoyu. Işık dudaklarındaki zafer gülümsemesini gizlemeden, “Artık herkes benim öldüğümü düşüyor. Tam da istediğim gibi,” dedi. Pembe dudakları yukarıya doğru kıvrılmış arada sırada da dudaklarının arasından inci gibi dişleri görünür olmuştu.
Kamerayı biraz daha kendine yaklaştırıp, “Şimdiki adım senin için sevgilim. Polisler parmak izine ulaşınca muhtemelen biraz hırpalanacaksın ama üzülme. Her şey bittiğinde biz yeniden kavuşacağız. Sana söz veriyorum,” dedi Işık gülerek.
Devrim’in kaşları çatıldı. Işık’ın hastalıklı kahkahası yankılandı sınıfta. Onun ne derece dengesiz olduğunu bir kez daha gördük. Işık, “Neyseki okulumuzun koridorlarında gezinen ruh her şeyi biliyor. Onun seni kurtaracağını biliyorum. O henüz bunu bilmese de onun hassas karnı sendin Devrim. Zaten bende bunu bildiğim için çıktım bu yola. Vural’ı da bu şekilde ikna ettim. Sen benimle o da Sanat ile olacak dedim. Bana inandı. Hep inandı ama ne yazık ki Sanat bu oyunun sonunda ne onunla olacak ne de bir başkasıyla,” dedi birden ciddileşerek.
“Her şey bir yana eğer planım işlerse sorgudan kurtulmanı sağlayacak olan sürpriz isim Sanat olacak. Seni kurtarırken Umut ile Vural’ın adını vermesini umuyorum. Eğer bunu yaparsa planın bir sonraki adımını atacağım. O zamana kadar hoşça kal sevgilim,” dedi Işık ekrana dudaklarını bastırarak. Video tam da o anda bitti. İkimizde bir süre tek kelime etmedik. Işık’ın saplantısının bizi bu noktaya nasıl sürüklediğini bir kez daha anladım.
Devrim, “Senin bana geleceğini biliyordu,” dedi ilk şoku atlatır atlatmaz.
“O her şeyin farkındaydı Devrim. Bir tek kendi sonunun geleceğini bilememişti.”
“Ona bunu kim yaptı? Hala aklım almıyor Sanat. Işık o kadar çok insanın canını yaktı ki bu kişi herkes olabilir.”
“Bu doğru. Işık herkesin canını yaktı. Herkesi takıntısı uğruna harcadı ama şöyle bir gerçek var ki bunu resitalin kurbanlarından biri yapmadı Devrim.”
“Nasıl bu kadar eminsin? Asır kendi suçunu itiraf edecek kadar gözü karayken neden ikinci bir katilin olduğunu öne atsın ki?”
“Ben sana ikinci bir katilin olmadığını söylemedim. İkinci katil resitalin kurbanlarından biri değil dedim. Öyle olmadığını biliyorum Devrim. Onlar yapmadı. Bu işte başka bir şey var ve bizim tek şansımız konulacak son taş.”
Devrim neyi kast ettiğimi iyi biliyordu. Tünelin sonunu göremiyorduk. Hiç ışık yoktu. Bizi özgürlüğümüze götürecek en ufak pırıltı yoktu ve biz karanlığın ortasında kapana kısıldık.
Ona, “Hamle sırası karşı tarafta,” dedim. Devrim sıkıntılı bir nefes çekti içine. Olaylar git gide kördüğüm oluyordu sanki. Biz çözmeye çalıştıkça daha da dolanıyordu. Işık’ın çektiği videolarda aslında önümüze konan taşlardan farksızdı. Kafamızı bulandırıyor önümüzde duruyordu ve biz o taşları yıkacak delilleri henüz bulamamıştık. Henüz.
Devrim ile beraber sınıftan çıkıp kapıyı kapattık. Hamle sırası artık karşı taraftaydı. Bir dahaki hamle yapma sırası bize gelene kadar da bu sınıftan olabildiğince uzak olmak istiyordum. İkimiz birlikte aşağıya indiğimiz sırada gruptan art arda mesajlar gelmeye başladı.
Miray: Videoyu izlediniz mi?
Yiğit Eren: Maalesef.
Müjde: Bu iş git gide daha da çirkin bir hal almaya başladı.
Vural: Ne zaman güzel bir şey yaşadık ki zaten?
Tolga: Bu yıl hiç güzel bir şey yaşamadığımız konusunda hem fikiriz herhalde!
Buğra: Sarı piç haklı. Dağılın.
Tolga: Kapa çeneni Buğra!
Gruptan art arda gelen mesajlara göz ucuyla bir baktıktan sonra telefonumu sıkıntıyla cebime tıktım. Devrim ise benim aksime mesajlara bakma zahmetine bile girmemişti. Ona, “Onların yanına gitmemiz gerek. Okuldan gitmeden önce onlara yetişip kıyafet mevzusunu öğrenelim,” dedim imayla. Tek kaşı alnına çivilenmiş gibi yukarıda kaldı. Kıstığı gözleri yüzümde gezinirken, “Kıyafet bahane öyle değil mi?” diye sordu şüpheyle.
“Kıyafet bahane olabilir ama benim asıl niyetim Asır’ın suçu onların üzerine atmasındaki niyeti bulmak Devrim Dinçer Demiralp.”
“Senin önsezilerine güveniyorum Sanat Karay.”
Devrim ile beraber bahçeye çıkıp banklarda sohbet edenlerin arasına karıştık. “Sonunda gelebildiniz,” dedi Heves bizi görünce. Önündeki deftere isim isim ölçü ve bedenleri not ettiğini gördüm. Onlar evlerine dönmeden önce yetişmiş olmamız büyük şanstı.
“Hamlemizi yapmaya gitmiştik,” diyerek küçük bir açıklamada bulundum.
“Peki baban neden önce senfoniyi iptal edip sonrasında kararından vazgeçti? Bir durum mu var?” diye sordu Buğra araya girerek.
“Ne olacak canım! Klasik Rutkay Karay,” dedi Vural gözlerini devirerek.
Buğra Vural’ın omzuna bir tane geçirdi. Devrim’in keyiflendiğini gördüm. Dudaklarından küçük bir kıkırtı çıkmış sonrasında hemen sessizliğe bürünmüştü. Buğra’ya, “Babam otoritesini benim üstüme tatmin etmeyi seviyor diyelim,” dedim ifadesiz bir şekilde.
“Biz buna halk arasında baskı diyoruz,” dedi Adahan.
“Adahan ilk defa beynini kullandın. Seni bu üstün başarından dolayı tebrik ediyorum,” dedi Tolga alaycı bir şekilde alkış tutmadan önce.
“Bi susun!” dedi Berna sinirle.
“Boşuna kendini yıpratma arkadaşım. Onlar bundan anlamaz,” dedi Yağmur.
“Konumuza dönecek olursak babamın istediği olmakla birlikte sonuç olarak orkestra dağılmıyor. Babamın benden istediği şeyi hiçbiriniz sormuyorsunuz. Direkt kostüm kısmına geçiyoruz,” dedim bıkkınlıkla.
Heves adımın yazılı olduğu sayfayı açtı. Bir yandan da, “Kıyafetlerin beyaz olmasında karar kıldık. O gece gelecek olan herkesinde beyaz giymesini isteyeceğimiz bir afiş olacak. Afişi de Yiğit Eren tasarlayacak, Selin bastırıp getirecek. Sizin bu konuda başka bir öneriniz veya itirazınız var mı?” diye sordu Devrim ile bana bakarak.
“Hayır,” dedi Devrim.
“Kıyafetlerin beyaz olması gayet yerinde olmuş,” diye de ekledi.
Heves bunun üzerine bizim beden ölçülerimizi not aldı. Vural, “Devrim’in boyuna göre kumaş bulmak için fasülye sırığına tırmanıp devin şatosuna girmen gerekebilir Heves,” diyerek kahkahayı patlattı birden. Vural’a uyarıcı bir bakış attım ama bana mısın demedi. Kendisi diğerlerini de kahkahalarına ortak ettiği sırada bakışlarımı Devrim’e yönelttim. Yapılan espriden rahatsızlık duymadığını fark ettim. Hatta onun bile komiğine gitmişti söylenen.
O an keyifle gülen, kendi aralarında eğlenen kalabalığa diktim gözlerimi. Her birini tek tek inceledim. Emindim. Katil onlardan biri değildi. Ya Asır kafamı karıştırmak için ortaya böyle bir şey atmıştı ya da başka bir şey vardı. Perdenin arkasında kalan bir şey vardı. Belki de suç detayda saklıydı.
Heves, “Perşembe gününe kadar kıyafetleriniz hazır olur,” dedi birden. Defterini kapatıp kolunun altına sıkıştırıp ayağa kalktı. Onun ayaklanmasıyla Tolga’nın da hareketlendiğini gördüm. Heves başını çevirip Tolga’ya keskin bir bakış attı. “Aklından bile geçirme,” dedi iğneleyici bir tonda. Bunun üzerine Alperen Tolga’nın omzuna elini koyup onu geri oturttu. Görünen o ki Heves Tolga defterini gerçekten de kapatmış. Normalde olsa Tolga’yı süründürmek hoşuna bile giderdi ama şimdi Tolga’yı görmeye bile tahammülü yok. Tolga bu duruma her ne kadar bozulsa da Heves gayet de mutlu görünüyordu. Hatta fazla mutlu!
Heves telefonuna gelen mesaj bildirimi sesiyle dudaklarına hakimiyet kuran gülümsemeyi dudaklarını dişlemek suretiyle bastırdı. Cebinden telefonunu çıkardı. Heves’in parmaklarının ekranda gezinişini izledim. Heyecanla yazıp yolladığı mesajın ardından adımlarını okulun demir sürgülü kapısına yöneltti. Onun gidişiyle aklıma bir ihtimal düştü: Heves’in hayatında birinin olma ihtimali.
Açıkçası Heves’in Tolga gibi toksik ve ne istediği belli olmayan birinden kurtulmuş olmasına seviniyordum. Onların ikisinin bir arada ne kadar vasat olduğunu bilmeyen yoktu. Bu durumun son bulmuş olması ikisi içinde en iyisiydi. Fakat bir şey aklımı kurcalıyor. Heves kiminle beraber?
Heves’in hayatındaki kişi her kimse beni ilgilendirmezdi. Kimsenin özel hayatı beni ilgilendirmezdi. Fakat bir cinayet soruşturmasının tam ortasında olunca bazı küçük detaylar bile önem kazanıyordu. Bunu inkar edemezdim. Sonuçta bir zamanlar birinin bana bıraktığı ipucunda da şöyle yazıyordu: Suç Detayda Saklıdır.
Heves’in bir yandan adımlarken bir yandan da telefonundan mesajlar attığını gördüm. Adımları mesaj yazdığı için yavaşlamıştı. Bir yandan kolunun altına sıkıştırdığı defteri düzgün tutmaya çalışıyor bir yandan da mesajlaşmaya devam ediyordu. Onun demir sürgülü kapının ardına çıkışıyla diğerleri de yavaştan ayaklanmaya başladı.
“Yarın görüşürüz,” dedi Serdar. Diğerleri de hep bir ağızdan aynı cümleyi tekrarladı. Her biri tek tek okuldan ayrıldı. Onların gidişiyle birlikte yanı başımda duran, beni bir an bile yalnız bırakmayan Devrim’e çevirdim bakışlarımı.
“Dur tahmin edeyim. Aklında bir şeyler var ve parçaları birleştirmek için biraz kafanı toplamaya ihtiyacın var,” dedi Devrim bilmiş bir edayla.
“Her zamanki gibi doğru tahmin,” dedim gözlerimi kısarak ona bakarken.
“O halde kulaklıklarını bulsam iyi olacak,” dedi Devrim.
Elimden tutup beni okulun kapısına doğru götürdü. İçeri girdik birlikte. Kimselere görünmeden gizli dünyamıza kaçtık. Devrim içeri girer girmez basamaklardan birine oturdu. Bense soyunma odasında üstümü değiştirdim. Bandajlarımı ellerime sarıp kulaklığımı taktım. Kum torbasının karşısına geçtim. Kulaklıklarımdan zihnime doğru sızan şarkıyla ilk yumruğu indirdim kum torbama. Sonra bir yumruk daha ve bir yumruk daha…
Devrim soyunma odasına girdi. Bende kum torbasına sıkı bir tekme savurdum. Olan biteni zihnimden geçirmeye çalıştım. İlk önce Işık’ı defnettiğimiz o günü düşündüm. Annesinin aslında Fulya Hoca olduğunu öğrenmiştik. Fulya Hoca’nın itirafı kayda alınmış sonrasında video kurbanların telefonlarına gönderilmişti. Oyunda o videodan sonra başlamıştı. Oyuna ilk dahil edilenlerde bizdik: Devrim ile ben.
Domino taşlarından oluşan bir oyunun içine çekilmiştik. Sonrasında katil aslında hepimizin oyundaki bir taştan ibaret olduğunu görmemizi sağlamıştı. Işık’ın videolarıyla zihinlerimizi ele geçirmeye başlamıştı. Eski bir çakmakla yıllar önce yaktığı ateşi anımsamamı sağlamıştı. Eski bir çakmakla!
Çakmağın bendeki varlığının sadece geçmiş anıları anımsamam için olmadığını o an anladım. Kulaklıklarımı çıkarıp çakmağı almaya gittim. Elimde çakmağın olduğunu gören Devrim, “Kilit noktayı buldun öyle değil mi?” diye sordu.
“Buldum,” dedim. Elimdeki çakmağın kapağını araladım.
Devrim, “Söndüremeyeceğin ateşi yakma Sanat,” dedi bana. Söndüremeyeceğin ateşi yakma.
Yakacağım ateşi söndürebilir miydim bilmiyorum ama o ateşi yakmak istediğimden emindim. Eski usul çakmakları yakmak için güç gerekirdi. Bu tip çakmakları yakmak o kadar da kolay değildi ama ben o çakmağı yaktım. Çakmaktan yukarıya doğru süzülen aleve baktım. Artık ne yapmam gerektiğini biliyordum. Nereye gitmem gerektiğini de.
Devrim’e, “Ejderhanın yuvasına gitmeye ne dersin?” diye sordum donuk bir ifadeyle çakmağın alevine bakarken. Devrim ayağa kalktı. Bana doğru yaklaştı. Parmakları çakmağı tutan parmaklarımı sardı. Ateşe üfledi. Çakmağın kapağını kapatıp gözlerime baktı. Alev yoktu artık. Bir solukla sönmüştü. Geriye sadece biz kalmıştık.
“Ejderhanın yuvasına gidelim Sanat Karay,” dedi Devrim fısıltıyla. Gözlerime öyle bir bakışı vardı ki az evvel parmaklarımın arasında aydınlanan alevin kıvılcımları kalbimde var olmaya devam ediyordu sanki. İçimdeki sıcaklık tüm bedenime yayılıyordu. Devrim’in o an haklı olduğunu anladım. Biblonun göğsünde onun kalbi vardı. Kendi kalbini yerleştirmişti göğsüme. Artık üşümezdi ruhum.
Çakmağı diğer elime aldım. Onun elini tutup, “O halde belaya bulaşmaya hazır ol Devrim Dinçer Demiralp,” dedim dümdüz.
“En başından beri seninle tek yaptığımız şey bu Sanat Karay.”
Dudaklarında bilgiç bir gülümseme belirdi. Soyunma odasına girdik birlikte. Kulaklıklarımı rafa bıraktım. Üzerime siyah kapüşonlu bir hırka giyip telefonumu cebime attım. Elimde çakmakla yanımda en büyük destekçimle beraber spor salonundan ayrıldım. Beraber arabaya geçip yola koyulduk.
“Yolu hatırlıyor musun?” diye sordu Devrim. Sonrasında buna pişman olmuş gibi, “Tabii ki de hatırlıyorsun,” dedi başını iki yana sallayarak.
“Hatırlamak istemesem de hatırlıyorum diyelim.”
“Neden öyle söyledin?”
“Göreceğin yer bir zamanlar masallardan çıkma bir saray gibiydi ama artık yıkık dökük bir harabe. Dışıyla beraber içindeki ruh da yandı. Orada bizi tam olarak ne bekliyor bilmiyorum ama oraya gitmemiz gerektiğini artık biliyorum Devrim.”
Devrim ile kısa bir anlığına buluştu gözlerimiz. İkimizde bizi neyin beklediğini bilmiyorduk belki ama bilinmezlik denilen şeyin artık bizi korkutmadığı aşikardı. Biz bir arada olduğumuz sürece hiçbir şeyden korkmayacaktık. Korkular, acılar ve keder biz bir arada olduğumuz sürece bizi yıkamazdı. Yıkamayacaktı da…
Devrim’e yolu tarif etmeye başladım en sonunda. Bir yandan da telefonumdan o ev ile ilgili eski haberlere bakıyordum. Evin yanmadan önceki haline bakıyordum. Yandıktan sonra bir daha da kimsenin bakmadığı haline bakıyordum. Hayat ne kadar da garip. Bir zamanlar herkesin kıskandığı, içinde yaşamak bir yana tek bir göz odasında birkaç saat bulunabilmek için bile servet ödeyebileceği o ev şimdi kimsenin bakmadığı, yıkık dökük, duvarları islerle kaplı bir harabeye dönmüştü. Şimdi ise o eve gidiyorduk birlikte.
Devrim, “Sen müziksiz duramazsın,” dedi birden. Uzanıp benim için radyodan bir şarkı açtı. Denk gelen şarkının adı: Bir Gün Ol Yerimde.
Öyle başını alıp gitmek kolay ya
Bir gün ol yerimde
Savurup atmak kolay ya
Koştum hep peşinde
Nedir ki bu cezam ya?
Kaydın ellerimden
Olsun, kırılsa da
Bu kalbim hep seninle
Şarkının sözlerini dinlerken içime sıkıntı çöktü. Sözleri bana Işık’ı hatırlatmıştı. Onun tüm bu kötüleri Devrim’i elde etmek için yapışını, aynanın karşısında ağlayışını, acılarını boyayışını hatırlatmıştı bu şarkı. Şimdi o yoktu. Işıklar sönmüştü. Kimin söndürdüğü ise koca bir muamma.
Bir yanım bunu Asır’ın yaptığını söylüyordu. Diğer yanımsa ya Asır’ın bir işbirlikçisi varsa ihtimaline kayıyordu. Her iki ihtimalde de Asır’ın olduğu kesindi. Bunu kanıtlamaksa bize düşüyordu. Oyuna dahil olmuştuk bir kere. Bu yoldan dönüş yok.
“Şu tepede ağaçların arasında siyah bir yapı var. Ev o mu yoksa başka yöne mi sapıyım?” diye sordu Devrim birden.
“Ev o. Eskiden beyazdı. Şimdiyse siyah,” dedim donuk bakışlarla Devrim’in bahsettiği yere bakarken. Devrim arabayla tepeyi takip eden yolu izledi. Bir süre sonra arabayı evin bahçesini kuşatan beton duvarın önüne park etti. Birlikte arabadan inip bahçe duvarına baktık. Gözlerim duvarı boydan boya tararken giriş kısmını gördüm.
“Bu taraftan,” dedim Devrim’e. Birlikte eskiden demir sürgülü bir kapının olduğu şimdiyse tamamen açık olan yerden içeriye girip yabani otlarla dolu bahçeye bir adım attık. Buraya yangından beri kimsenin gelmediğine emindim. Otlar biçilmediğinden boyları neredeyse bacağımı geçiyordu. Bahçeyi güzelleştiren tek şey yer yer kendine bu izbe yerde bir alan oluşturma çabası içine giren kırmızı gelincik çiçekleri ve yabani papatyalardı. Onlar dışında da bulunduğumuz yerde en ufak hayat belirtisi yoktu.
“Sanki sahibinin ölümüyle burası da ölmüş gibi,” dedi Devrim iç sesimi duymuş gibi.
“Burada tek yaşam belirtisi gösterenler biziz Sanat.”
“Belki içeride de bir yaşam belirtisi vardır.”
Devrim ile otları aşarak evin önündeki ejderha heykeline doğru adımladım. Kanatlarını açmış dimdik duran ejderha silüeti çakmağın üzerindekiyle aynıydı. Elimdeki çakmağı kolumu öne doğru uzatıp heykelle yan yana olacak şekilde kıyasladım. Bu ejderhanın anlamı her neyse bu evin bir zamanlarki sahibi için önemliydi. Belki de o ejderha bize aradığımız cevabı verecekti.
Çakmağı cebime attım. Heykele doğru yaklaştığım sırada ejderhanın açık ağzında duran bir şey dikkatimi çekti. Devrim benim boy farkından dolayı göremediğimi daha net gördü. Elini heykelin ağzına sokup bize eve girmek için gereken şeyi çıkardı. Gümüş bir anahtar!
“Gidelim,” dedi Devrim.
Evin kapısını elindeki anahtarla açıp kapıyı ayağının ucuyla itti. Kapının menteşelerinden çığlığa benzer bir ses yankılandı. Giriş tamamen isle kaplıydı. Ev o kadar karanlıktı ki aradığımız şeyin ne olduğunu bilmemek bir yana bu karanlıkta aramamız çok zordu. Telefonumu çıkardım cebimden. Şarjım yarıya inmişti. Geri dönene kadar yetmesini umdum. Sonrasında flaşımı açıp üst kata çıkan merdivenlere yöneldim.
Devrim’in hemen ardımda olduğunun bilincinde dikkatli bir şekilde merdivenlerden yukarıya çıktım. Biz adım attıkça toz ve kül karışıyordu havaya. Ağır adımlarla ilerlemeye devam ettim koridoru. Gözüm koridorun sonundaki odaya kaydı. Kapı aralıktı. İçeride biri olabilir miydi?
“Arkama geç,” dedi Devrim. Bileğimden tutup beni arkasına aldı. Birlikte aralık kapıdan içeriye baktık. İçeride kimse yoktu. Burası da onun odasıydı. Asır’ın!
İçeri girdim. Ahşap mobilyalar yangından zarar görmüş kullanılamayacak hale gelmişti. Odanın penceresindeki cam yoktu. Pervazınaysa bir kuş yuva yapmıştı. İçinde üç küçük serçe ötüşüyordu yuvanın. Tüm bu karanlığa inat bir yaşam belirtisi olmuşlardı.
“Burada hiçbir şey yok,” dedi Devrim. Tam odanın kapısından çıkıyordu ki bir ses duydum.
“Dur,” dedim birden. Devrim dönüp bana baktı. İkimizde o an durmuş yeniden kendini belli eden sese kulak kesilmiştik.
“Ses dolaptan geliyor,” dedim fısıltıyla.
Devrim beni koruma içgüdüsüyle beni yeniden arkasına almış dolabın kapısını açmak üzere harekete geçmişti.
“Orada biri var,” dedim sessizce.
“Sakin ol. Ben buradayken kimse dokunamaz sana,” dedi Devrim.
Onun dolabın tozla kaplanmış kulplarını tutuşunu izledim. İçeride yankılanan tak tak sesi daha da artarken nefesimi tuttum. Devrim bir anda dolapın iki kapağını da araladı. Tam da o esnada gördük gerçeği. Sandalyeye bağlanmış, ağzı konuşamasın diye bantlanmış bir halde!
“Heves!” dedik ikimizde Devrim ile aynı anda.
Önce ağzındaki bandı çıkardık. Sonra da ellerini ve ayaklarını birbirine bağlayan düğümleri çözdük. Tam o sırada, “Bu bir tuzak!” dedi Heves panikle. Ayağa kalktığı sırada kucağından bir dosya düştü yere. Dosyayı alıp bana verdi.
“Asır bunu senin için bıraktı Sanat. Gerisinin geleceğini söyledi.”
“Bu da ne demek?” diye sordum.
“İnan hiç bilmiyorum ama bir an önce buradan çıkmamız gerek. Devrim ile buraya geleceğini biliyordu. Beni de yanımdakiyle bir olup kaçırdı.”
“Sen kimin yanındaydın Heves?” diye sordu Devrim şüpheyle.
“İnan bana şu an kimin yanında olduğumun hiçbir önemi yok Devrim! Önemli olan Asır’ın benim aracılığımla sizi tuzağın içine çekmesi! Şimdi buradan gidelim hemen!” dedi Heves ağlamaklı bir sesle. Tam o sırada koridordan bir ses geldi. Biri merdivenlerden çıkıyordu. Adım seslerini duyabiliyordum.
“Artık çok geç,” dedi Heves bu sefer çatlayan sesiyle. Artık çok geç!
Üçümüzünde gözü kapıya kaydı. Merdivenlerden çıkan kişi her kimse biraz sonra burada olacaktı. Üçümüzde odada kapana kısılmıştık. Üçümüzde yanmış bir binada yıkık dökük bir harabede mahsur kalmıştık. Yıkık dökük bir harabede!
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 9.02k Okunma |
1.01k Oy |
0 Takip |
71 Bölümlü Kitap |