
Lauriston Gardens’taki Üç Numara’dan çıktığımızda saat birdi. Sherlock Holmes, uzun bir telgraf çekmek için en yakındaki telgraf ofisine götürdü
beni. Ardından bir atlı arabaya işaret etti ve arabacıya bizi Lestrade tarafından verilen adrese götürmesini söyledi.
“İlk elden kanıt gibisi yok,” dedi; “Doğrusunu söylemek gerekirse, dâvâ hakkında bir kanıya vardım ama, hâlâ öğrenilmesi gereken şeyler varsa
öğrenmeye hazırım.”
“Beni şaşırtıyorsunuz, Holmes,” dedim. “Sözünü ettiğiniz kanıtlardan, göründüğünüz kadar emin değilsiniz galiba.”
“Bir hataya yer vermemeliyim,” diye cevap verdi.
Holmes’a “Şu atlı araba” diye sorduğumda.
“Oraya vardığımızda gözüme çarpan ilk şey, atlı arabanın tekerlekleriyle kaldırımın kenarında bıraktığı iki tekerlek iziydi. Dün geceye kadar, bir
haftadır hiç yağmur yağmadığından bu derin tekerlek izlerini bırakan, ve gece boyunca orada duran bir atlı araba olmalıydı. Atların toynaklarının bıraktığı izler de vardı, içlerinden birinin şekli diğer üçünden daha belirgindi, bu da atın yeni bir nalının olduğuna işaretti. Atlı araba, yağmur başladıktan sonra oraya vardığına ve sabahın hiçbir saatinde orada olmadığına göre - bu konuda Gregson’un sözüne güveniyorum - gece boyunca burada durmuş olmalı ve o iki adamı bu eve getiren de oydu.”
“Çok basit gibi gözüküyor,” dedim; “Ama diğer adamın boyunun uzunluğunu nasıl açıklayacaksınız?”
“Her on dâvânın dokuzunda, bir adamın boyunu adımlarından anlayabilirsiniz. Çok basit bir hesaplamadır, şimdi sizi sayılarla sıkmama gerek yok. Bu adamın adımlarını çamurlu toprakta ve evin içinde gördüm. Sonra hesaplamamı kontrol ettim. Bir adam duvara bir şeyler yazarken, içgüdüleri onu göz hizasında yazmaya iter. Duvarda yazdığı da yerden bir metre seksen santim yüksekteydi. Çocuk oyuncağıydı.”
“Peki yaşı?” diye sordum.
“Bir adam, bir metrelik adımlar atıyorsa hayatının sonbaharında olamaz. Çünkü bahçede üzerinden atladığı çamurlu su birikintisinin genişliği bir
metreydi. Deri çizmeli adam kenarından dolaşmış, küt burunlu çizmeli adam da üzerinden atlamıştı. Bu işin esrarengiz hiçbir yönü yok. O makalede sözünü ettiğim gözlem ve tümdengelim kurallarının birkaçını gerçek hayata uyguluyorum, hepsi bu. Kafanızı karıştıran başka bir şey var mı?”
“Tırnaklar ve Trichinopoly,” dedim.
“Duvardaki yazıyı yazan adamın baş parmağı kana batırılmıştı. Büyütecim sayesinde adamın yazıyı yazarken duvarın sıvasını bir parça kazıdığını fark ettim, tırnakları kısa olsaydı, böyle bir şey olmazdı. Yerden biraz kül topladım. İnceydi ve rengi siyahtı - bu ancak bir Trichinopoly purosunun külü olabilirdi. Puro külleri üzerine özel bir araştırma yaptım - aslında, bu konu üzerine bir monografi yazmıştım. Tanınmış herhangi bir marka puronun ya da tütünün külünü bir bakışta birbirinden ayırabildiğim için, bununl övünürüm. Gregson ve Lestrade gibi dedektifleri, yetenekli dedektiflerden ayıran noktalardan biri de budur.”
“Peki ya ateş basmış yüz?” diye sordum.
“Ah, haklı olduğumdan hiç şüphem olmamasına karşın o çok büyük bir tahmindi. Dâvânın bu noktasında bunu bana sormamalısınız.”
Elimi alnıma götürdüm. “Aklım karıştı,” dedim; “Düşündükçe her şey daha da esrarengiz bir hâl alıyor. Bu iki adam - tabii eğer iki kişiydilerse - neden bu boş eve geldiler? Onları oraya getiren arabacıya ne oldu? Bir insan zehir içmeye bir başkasını nasıl zorlar? Kan nereden gelmişti? Hırsızlık yapılmadığına göre katilin amacı neydi? Kadının yüzüğünün orada ne işi vardı? Hepsinden önemlisi, ikinci adam, gitmeden önce neden Almanca bir sözcük olan RACHE’yi yazmıştı? Tüm bu gerçekleri açıklamanın mümkün olmadığını düşünüyorum.”
Arkadaşım bana hak verircesine gülümsedi.
“Durumun güçlüklerini başarıyla ve çok güzel bir şekilde dile getirdiniz,” dedi. “Asıl gerçekler hakkında bir kanıya varmama karşın netleşmemiş daha bir çok nokta var. Zavallı Lestrade’in keşfine gelince, o yazı yıkıcı sosyalistleri ve gizli örgütleri ileri sürerek polisi yanlış yöne itmeye yönelikti. Bir Alman tarafından yazılmamıştı. Fark ettiğiniz gibi, duvardaki A harfi, klasik Alman alfabesindeki gibi yazılmıştı. Gerçek bir Alman, Latin yazı tipini kullanır, bu yüzden rahatlıkla söyleyebiliriz ki bunu yazan bir Alman değil, işini fazla özenerek yapan bir taklitçiydi. Soruşturmayı yanlış bir yöne çekmek için düzenlenmiş bir hileydi. Dâvâ hakkında size daha fazlasını anlatmayacağım, Doktor. Bir sihirbaz, numarasının sırrını açıklarsa hiç itibar göremez; size çalışma yöntemlerimi daha fazla gösterecek olursam, benim basit bir insan olduğum sonucuna varacaksınızdır.”
“Böyle bir şey, aklımın ucundan bile geçmez,” diye cevap verdim; “detektifliği, dünyada kabul edilen bir bilim konumuna getirdiniz.”
Arkadaşım bu sözlerim ve içtenlikle konuşmam üzerine sevinçten havalara uçtu. Bir kız, güzelliğinin övülmesi konusunda ne kadar hassas olursa onunda sanatıyla ilgili duyduğu övgüler karşısında o kadar hassas olduğunu fark ettim.
“Size bir şey daha söyleyeceğim,” dedi. “Deri çizmeli adam ve küt burunlu çizmeli adam, büyük bir ihtimâlle, aynı atlı arabayla geldiler ve mümkün olduğunca arkadaşça - hatta kol kola - yoldan aşağı yürüdüler. İçeri girdiklerinde odada dolandılar - ya da deri çizmeli adam olduğu yerde durdu ve küt burunlu çizmeli adam odada dolandı diyelim. Tüm bunları yerdeki tozdan çıkardım; yürürken gittikçe heyecanlandığını da anladım. Bunun göstergesi, adımlarının genişliğinin artması. Durmadan konuşuyordu ve hiç şüphesiz, gittikçe öfkeleniyordu. Ardından, o trajik olay meydana geldi. Tüm bildiklerimi size anlattım, geri kalanı şüphelerden ve tahminlerden öteye gitmiyor. Yine de başlangıç için iyi iş çıkardık. Acele etmeliyiz, bu öğleden sonra Norman Neruda’yı dinlemek için Halle’un konserine gitmek istiyorum.”
Bu konuşmayı, atlı arabamız kirli sokaklarda ve kasvetli ara yollarda yol alırken yapmıştık. Bu yolların, en kirlisine ve kasvetlisine gelince arabacı,
arabayı durdurdu. “Şurada gördüğünüz, Audley Court,” dedi, kirli tuğlalı yapıların bulunduğu dar sokağı işaret ederek. “Geri döndüğünüzde beni
burada bulacaksınız.”
Audley Court, çekici bir yer değildi. Dar bir yoldan geçerek, iri ve yassı kaldırım taşlarıyla döşenmiş ve sefil evlerin olduğu bir avluya çıktık. Bir
gurup eli yüzü kirli çocuğun arasından ve iplere dizili rengi solmuş çamaşırların altından geçerek kapısında pirinçten, küçük bir levha üzerine
John Rance yazılmış 46 Numaraya geldik. Kapıyı çalıp, bize kapıyı açan kişiye, John Rance’ı görmek istediğimizi söylediğimizde, polis memurunun uyuduğunu öğrendik ve onu beklemek için oturma odasına davet edildik. John Rance, uykusunda rahatsız edildiği için, biraz kızgın bir halde ortaya çıktı.
Holmes, kendisine bazı sorular sormak istediğini söylediğinde. “Merkeze raporumu verdim,” dedi.
Holmes cebinden altın, yarım teklik çıkardı ve parayla dalgın dalgın oynamaya başladı. “Her şeyi bir de sizin ağzınızdan duymak istiyoruz,” dedi.
“Bildiklerimi anlatmaktan büyük bir mutluluk duyarım,” diye cevap verdi polis memuru, gözlerini altın paraya dikmiş bir halde.
“Tek istediğimiz gördüklerinizi bir de bize anlatmanız.”
Atkılından kanepesine oturan Rance, anlatacaklarında hiçbir noktayı atlamamaya kararlı bir şekilde kaşlarını çattı.
“Her şeyi en başından anlatacağım,” dedi. “Gece saat ondan, sabah saat altıya kadar devriye görevim vardı. Gece saat on birde White Hart’ta bir
kavga çıkmıştı ama oraya gittiğimde, meyhanedeki kavganın yatışmış, ortalığın sakin olduğunu gördüm. Saat birde yağmur yağmaya başladı. Daha sonra Harry Murcher’la karşılaştım - kendisi Holland Grove Sokağında devriye gezer - Henrietta Sokağının köşesinde durup biraz konuştuk. Saat ikiyi biraz geçmişti ki çevreye bir göz atıp Brixtone Sokağında her şeyin yolunda olup olmadığını görmeye karar verdim. Çok pis ve ıssız bir sokaktı. Yanımdan geçen bir kaç atlı arabanın dışında hiç kimseye rastlamadım. Yolda gezinip bir duble cinin, içimi ne kadar ısıtacağını düşünürken bir evden gelen ışığın parıltısı gözümü aldı. Lauriston Gardens’daki iki evin de kanalizasyon alt yapısı iyi olmadığı için, ki orada yaşayan en son kiracı da tifodan ölmüştü, evin boş olduğunu biliyordum. Hayretten küçük dilimi yutacaktım, o birden, bir şeylerin ters gittiğinden şüphelendim. Kapıya vardığımda -”
“Durdunuz ve bahçenin girişine geri yürüdünüz,” diye polis memurunun sözünü kesti arkadaşım. “Bunu neden yaptınız?”
Rance şiddetle irkildi, Sherlock Holmes’a, bakarken duyduğu büyük şaşkınlık yüzünden okunuyordu. “Bu doğru, efendim,” dedi. “Bunu nereden bildiğinizi ancak Tanrı bilir. Dediğiniz gibi, kapıya vardığımda her yer o kadar sessiz ve ıssızdı ki yanımda birisi olursa, kendimi daha iyi hissedeceğimi düşündüm. Aslında ben, cesur biriyimdir, hiçbir şeyden korkmam ama içeridekinin lâğımdan kaptığı tifo yüzünden ölen adam olabileceğini düşündüm birden. Bu düşüncenin, aklıma nereden geldiğini bilmiyorum. Bu düşünce beni kapıdan geri çevirdi ve Murcher’ın fenerini görebilmek umuduyla bahçenin girişine geri döndüm ama ne ondan ne de bir başkasından eser yoktu.”
“Sokakta kimse yok muydu?”
“Hiç kimse yoktu, efendim, tek bir köpek bile. Sonra kendimi topladım ve eve geri dönüp kapıyı açtım. İçeride her şey sessizdi, bu yüzden, ışığın
yandığı odaya gittim. Şömine rafında duran bir mum titrek bir şekilde yanıyordu - kırmızı bir mum - ve bu mumun ışığı sayesinde -”
“Evet, ne gördüğünüzü biliyorum. Odada birkaç kez dolandınız ve cesedin yanına diz çöktünüz ve sonra odadan çıkıp mutfak kapısını açmayı denediniz ve sonra -”
John Rance yüzünde korkuyla ve gözlerinde şüpheyle ayağa fırladı. “Tüm bunları nereye saklanıp gördünüz?” diye bağırdı. “Sanırım siz, benden çok daha fazlasını biliyorsunuz.”
Holmes güldü ve kartını masaya koyup, polis memurunun önüne doğru itti. “Cinayet suçuyla beni tutuklamayın da,” dedi. “Ben iz süren kurtlardan
biriyim ama, asıl kurt değil; Bay Gregson ve Bay Lestrade, benimle ilgili tüm sorularınıza cevap verecektir. Devam edin. Sonra ne yaptınız?”
Rance kanepesine oturdu. Yavaş yavaş yüzündeki şaşkınlık ifadesi kayboluyordu. “Bahçenin girişine geri gittim ve düdüğümü çaldım. Bunun
üzerine düdüğün sesini duyan Murcher ve iki kişi daha yanıma geldi.”
“Peki sokak o zaman da boş muydu?”
“Hemen hemen öyleydi, efendim.”
“Hemen hemen derken ne demek istiyorsunuz?”
Polis memurunun yüzünde bir gülümseme belirdi. “Hayatımda birçok sarhoş gördüm,” dedi, “ama o gece gördüğüm adam kadar sarhoşunu daha
önce hiç görmemiştim. Dışarı çıktığımda bahçenin girişindeki parmaklıklara tutunmuş avazı çıktığı kadar Columbine’ın yeni çıkmış Banner’ını
söylüyordu. Bırakın bana yardım etmesini, ayakta bile duramıyordu.”
“Nasıl bir adamdı?” diye sordu Sherlock Holmes.
John Rance, bu soruya biraz kızmış gibi görünüyordu. “Sıradan sarhoş bir adamdı işte,” dedi. “O kadar işimiz olmasaydı onu merkeze götürürdük.”
“Yüzü - elbisesi - bunlara hiç dikkat etmediniz mi?” dedi Holmes,
sabırsızlıkla.
“Onları fark etmiş olmalıyım çünkü onu, Murcher ve benim arama alarak ayakta durmasına yardımcı olmuştuk. Uzun boylu, kırmızı yüzlü, boğazı
sarıp sarmalanmış -”
“Bu kadar yeter,” diye bağırdı Holmes. “Ona ne oldu?”
“Onunla, fazla ilgilenemezdik. Çünkü, yapacak bir sürü işimiz vardı,” dedi polis memuru, üzgün bir şekilde. “Biraz ayılınca, evinin yolunu bulduğundan eminim.”
“Ne giymişti?”
“Kahverengi bir palto.”
“Elinde bir kırbaç var mıydı?”
“Kırbaç - hayır.”
“Onu yanına almamış olmalı,” diye mırıldandı arkadaşım. “Sonradan bir atlı araba gördün mü ya da tekerleklerinin sesini duydun mu?”
“Hayır.”
“İşte yarım tekliğin,” dedi arkadaşım, ayağa kalkıp şapkasını alarak. “Rance, korkarım, polis teşkilâtında asla terfi edemeyeceksin. Kafanı koparıp bir süs eşyası olarak kullanabilirsin. Dün gece çavuş rütbesine yükselebilirdin. Elinde tuttuğun adam bu esrarengiz olayın anahtarını tutan ve
bizim aradığımız adamdı. Bu konuda tartışmanın artık bir faydası yok; sana tüm diyeceklerim bu kadar. Gelin, Doktor.”
Polis memurunu kafasında birtakım kuşkularla, ama kesinlikle rahatsız bir şekilde geride bıraktık.
“Aptal budala!” dedi Holmes, acı bir sesle, evimize geri dönüyorduk. “Eşsiz bir fırsat yakaladığını ve bundan faydalanamadığını düşünmek insanı
deli ediyor.”
“Kafamda karanlıkta kalan birtakım noktalar var hâlâ. Bu adamın tanımıyla sizin bu esrarengiz olaydaki ikinci kişi hakkındaki fikriniz birbirine benziyor. Ama evden çıktıktan sonra neden tekrar geri dönsün? Suçlular böyle çalışmaz.”
“Yüzük, dostum, yüzük: Geri dönme sebebi yüzüktü. Onu yakalamamızın hiçbir yolu kalmazsa, yüzüğü her zaman için bir yem olarak kullanabiliriz. Onu yakalayacağım, Doktor - onu yakalayacağıma dair sizinle bahse girerim. Tüm bunlar için size teşekkür etmeliyim. Siz olmasaydınız gitmeyip şimdiye dek karşılaştığım en ilginç soruşturmayı kaçıracaktım: Kızıl Soruşturmayı. Biraz sanat jargonu kullanmanın sakıncası yok. Yaşamın renksiz döngüsünden kopup gelen kızıl bir cinayet örneği var önümüzde, bu durumda bizim görevimiz bunu çözmek ve her noktasını gün ışığına çıkarmaktır. Şimdi öğle yemeğine gidelim, sonra da Norman Neruda’ya gideriz. Müziği ve reveransı muhteşemdir. Chopin’in şu parçasını harika çalar: Tra-la-la-lira-lira-lay.”
Ben insan zihninin çok yönlülüğünü düşünürken bu kurnaz tilki de arabada arkasına yaslanıp bir tarlakuşu gibi neşeyle şarkı söylemeye başladı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |