28. Bölüm

25 . BÖLÜM : BİZİM DAVAMIZ ALLAH'ADIR : : HİDAYET ALLAH'TANDIR :

Genç _Muvahhide☝️
sibel_01

Rahmân ve Rahim olan Allah'ın adıyla :

Biz bu davaya baş koyduk , asla dönmeyiz geri ,

Tevhiddir davamız ,

Zorluklar çıksa bile yorulmaz İslam erleri '

Uğruna şehit oluruz ..."

 

_ Bizleri hidayeti nasip eden Rabbime hamd olsun . inseAllah ölene dek son nefesimizde insanımızla Tevhid'imizle can vermeyi nasip etsin Rabbim..."

 

_ " Hidayet: “Doğru yolu göstermek. İrşat etmek. Rehberlik yapmak, hakkı hak, bâtılı bâtıl görüp doğru yola girmek, bâtıldan ve dalâletten uzaklaşmak.”

_ ► Allah, kimi hidayet etmek isterse onun İslam’ı (kabul etmesi) için göğsünü genişletir. Kimi de saptırmak isterse gökyüzüne yükseliyormuş gibi göğsünü dar ve sıkıntılı yapar. Böylece Allah, iman etmeyenleri ricse/pisliğe/azaba mahkûm eder. (veya ricsi iman etmeyenlerin üzerine yığar.)(6/En'âm 125)

 

_ Bir kısmına hidayet verdi, bir kısmına da sapıklık hak oldu. (Çünkü) onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları dost edindiler ve doğru yolda olduklarını sanıyorlar. (7/A'râf 30)

Hidayet (iman), kulun iradesini kullanmasından sonra, Allah'ın (c.c) o kulun kalbine koyduğu bir nurdur.

 

Hayır ve şerrin Allah’tan( c.c). olması cihetiyle, insanları hidayete erdiren ve dalalete düşüren ancak Odur. İnsanlar birbirinin hidayet ve dalaletine sadece sebep olurlar. Hidayet ve dalaleti Cenab-ı Hakk'ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidayet Allah’tandır, o nasip etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşat etme yolunu kapatmakta, hem de kendilerini kusurlarında mazur göstermek istemektedirler.

 

Önce şunu belirtelim. Cenab-ı Hakk'ın dilediğine hidayet buyurması caizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak o dur. Lakin yüce Rabbimizin bir kulunda dalalet yaratması, o kulun kendi cüzi iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa, kul kendi kabiliyetini dalalet yoluna yöneltmedikçe, Cenab-ı Hak onu o yola sevk etmez. Aynı durum hidayet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere başvurduktan sonra neticeyi Allah’tan ( c.c) bekler. Zira Rezzak (rızık verici) ancak Odur.

 

İnsan, sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle, rızkı elde etmeğe muhakkak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah’ın ( c.c) emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira, Hadi (hidayete erdirici) ancak Odur.

 

Allah (c.c.) dilediğine hidayet vermesi ise, hidayet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidayet vermesi demektir. Yoksa, “hidayet için gerekli hiçbir sebebe riayetin gerekmediği” manasına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misalinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeğe benzer.

 

Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması insanın dergah-ı ilahiye ye iltica etmesi ve o'na yalvarması hikmetine binaendir. Bu misal ile izah ettiğimiz hakikat, hidayet meselesi için de söz konusudur.

Bir Müslüman, Kur’an’ın hangi sûresini okursa okusun, bu hakikati unutmayacak, o sûrede ilâhî lütuflardan bahsediliyorsa, Rahman ve Rahîm olan Allah (c.c) hamd edecek. Şayet müşriklerin, kâfirlerin, münafıkların acı âkıbetleri anlatılıyorsa, onların bu âkıbete kendi iradeleri ile düştüklerini, rahman ve rahîm olan Allah (c.c) onlara zulmetmekten -haşa- münezzeh olduğunu hatırından çıkarmayacaktır.

_“Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah Gafur'dur, Rahîm’dir.”

(Fetih, 48/14)

Allah, göklerin ve yerin yegâne yaratıcısı, sahibi ve mâliki... Onun bağışladığına kimse azap veremez; azap verdiğini de kimse bağışlayamaz. Mutlak iradesine karşı koyacak bir başka iradenin mevcudiyeti muhaldir.

 

Ve âyet-i kerime “Allah Gafur’dur, Rahim’dir” diye son bulmakla mü’mine şu mesajı veriyor:

 

Gafur ve Rahîm olan Allah, lütfuyle yarattığı, gökleri ve yeri hizmetine verdiği bir kuluna azap ederse, bu azap mutlaka o kulun küfür ve isyanındandır.

 

Bu kısa hatırlatmadan sonra, meselenin önce “tevhid” yönü üzerinde durmak isterim. Kur’an’ın insanlara verdiği en büyük ders tevhiddir. Tevhid, yâni Allah (c.c) birliği... Ne zâtında, ne sıfatlarında, ne mülkünde ne icraatında ortağı bulunmaması. Kur’an’ın bu dersini dinleyenler, putları bırakmış Allah’a (c.c) dönmüş, teslisi (üç ilâh safsatasını) atıp tevhide ermişlerdir.

 

"_ Fâtiha’nın ilk âyetinde “Allah’ın

(c.c) bütün âlemlerin rabbi” olduğu haber verilir. Sema ve arz birer âlem olduğu gibi, dünya ve âhiret, gece ve gündüz, canlılar ve cansızlar da ayrı birer âlem... Kezâ, her bir insan, hayvan ve bitki de birer küçük âlem. Bütün bu âlemlerin başlangıçlarını, ilk tohumlarını yaratan ve onları rahmet ve hikmetiyle, irade ve kudretiyle safha safha terakki ettirerek son ve mükemmel şekline erdiren Allah Teala' dır . Bütün bu âlemler o’nun mülkü olduğu gibi, onlarda cereyan eden her türlü hâdiseyi, ister hayır ister şer olsun, yaratan da o’dur.

 

Zeminin yüzünde gece ve gündüzü o yarattığı gibi, gözlerde, uykuyu ve uyanıklığı ve nihayet insan kalbinde dalâlet ve hidayeti yaratan da o’dur. Zira, o’ndan başka yaratıcı yoktur.

Basar, yâni gözün görmesi gibi, basiret de Allah’ın (c.c) büyük bir ihsanı. Birincisi ile insanın maddî gözü açılıyor ve insan dağlarla, ovalarla, yıldızlarla münasebet kuruyor. Diğeri ile de insanın kalp gözü açılıyor. Maddî olmayan o göz ile, maddeden münezzeh olan Allah’ın (c.c) varlığı görülüyor ve o’na iman ediliyor. Ve kalp kâinatı çok gerilerde bırakacak bir vüsate, bir genişliğe kavuşuyor. İşte gözde görmeyi yaratmak Allah’a (c.c) mahsus olduğu gibi, kalpte imanı ve hidayeti yaratmak da yine o’na mahsus.

 

O halde Allah’ın (c.c) dilediğine hidayet vereceğine dair âyetleri okurken, öncelikle meselenin tevhid yönünü dikkate alacak, her hayır gibi hidayetin de o’nun elinde olduğuna iman edeceğiz.

 

“... doğrusu, lütuf muhakkak Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir. Ve Allah Vâsi’dir, Âlîm’dir.” (Âl-i İmrân, 3/73)

 

Ayetin sonunda Vâsi’ ve Âlîm isimlerinin zikredilmesi ne kadar mânâlıdır. Evet Allah vâsi’... Yâni o’nun rahmeti, ilmi, inayeti insan idrakinin kavrayamayacağı kadar geniş ve her şeyi kaplamış... Ve o her şeyi hakkıyla bilen mutlak Âlîm. Öyle ise lütfu, ihsanı, keremi ve hidayeti kime vereceğini o bilir. Bu veriş rast gele değil, bir ilim ve hikmet iledir.

 

Beden sıhhati nasıl ? Ruh huzuru ne âlemde? Düşkünlere karşı kalbi katı mı, yumuşak mı ? Rabbine teveccühü ne derece ? Nefsine ne ölçüde güveniyor ? İnsan durmadan düşündüğüne göre, geçmiş günlerde neler düşündü ve şu anda ne düşünüyor ?

 

İşte meçhulümüz olan böyle sayısız meseleler onun hususî dünyasını meydana getirir. Biz o dünyanın cahiliyiz, Allah ( c.c) ise maliki ve âlimi.

 

İşte kullarını böyle her halleri ile bilen Allah ( c.c) , sevgili Habibine (a.s.m.) hidayete erecekleri de en iyi kendisinin bileceğini yukarıdaki âyetle haber veriyor.

Konunun bir de kader yönü var. Ona da kısaca temas edelim: Bir âyet meali:

 

“Bir de müşrikler (Allah’a eş koşanlar) dediler ki: Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız ondan başka hiçbir şeye tapmazdık. Ve onsuz hiçbir şeyi haram kılmazdık. Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Buna karşı peygamberin vazifesi ancak açık bir tebliğ değil mi?” (Nahl, 16/35)

Bu âyet-i kerimeden, şu anda karşımıza yeni bir soru gibi getirilen meselenin, aslında bir gericilik belgesi olduğunu, bu şeytanî sorunun tâ Asr-ı saadette, hatta ondan önceki devrelerde ortaya atıldığını anlıyoruz. Bu soruyu soranlar, kaderi, cebir mânâsında gösterip, insanın cüz’î iradesini görmezlikten geliyorlar ve ilâhî adalet konusunda muhataplarının zihinlerini bulandırmaya çabalıyorlar. “Madem ki hidayet ve dalâlete gidecekleri Allah (c.c) diliyor, öyleyse kulun iradesinin ne hükmü var ?” demek istiyorlar.

 

“Her şeyin kader ile takdir edildiği” bir hakikat. Ama, bu takdir edilenlerden birisi de insana cüz’î irade verilmesi ve onun emir ve yasakları işlemekte serbest bırakılması... Bu da bir takdir... Buna göre, insan ister ibadet etsin, ister isyan yolunu tutsun, her iki hâlde de kader dairesi içinde... Bu incelik, çoğu zaman gözden kaçıyor, yahut yeterince anlaşılmıyor.

 

Cenâb-ı Hak, taşların cansız, bitkilerin yarı canlı olmalarını dilemiş; hayvanlar âlemini ise his dünyasına kavuşturmuş. Bunların hepsi kader dairesinde... İnsana gelince, onu mahlûkatı içinde en güzel şekilde yaratmış... Ona akıl, kalp, vicdan gibi nice ihsanlarda bulunmuş ve onu bir imtihana tâbi tutmuş... Kendisine birtakım emirlerde bulunmuş ve önüne bir takım yasaklar koymuş. İnsanı bu emir ve yasaklara uyup uymamakta serbest bırakmış. Dilemiş ki, bu hürriyet içinde, gaflete dalmayan ve Rabbini unutmayan kullarına, meleklerden daha üstün dereceler versin ve onları ebedî saadetlendirsin. Nefis ve şeytana tâbi olarak Rabbini unutanları ise azabına uğratsın.. İşte bu da bir takdirdir. Bu takdire karışmak kula yaraşmaz.

 

Allah ( c.c) dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi?..” sorusunu başka sorular da takip eder. Meselâ;

 

- Allah (c.c) dileseydi bütün cansızları yarı canlı yapabilirdi.

- Allah (c.c) dileseydi bütün ağaçlara görme, işitme verebilirdi.

- Allah (c.c)dileseydi bütün hayvanları akıllı yaratabilirdi, gibi...

 

Elbette, Allah (c.c) dileseydi bütün bunları yapabilirdi. Ama, dilememiş... İnsan nevini, hepsi itaat üzere olan meleklerden ayrı bir mahiyette yaratmayı dilemiş ve öyle yaratmış.

Müşriklerin iddiasının zikredildiği aynı sûrede şu âyet-i kerime de yer alıyor:

 

“Allah dileseydi elbette hepinizi bir tek ümmet yapardı. Fakat, o dilediğine dalâlet, dilediğine hidayet verir ve muhakkak sûrette hepiniz bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.” (Nahl, 16/93)

İnsan, Allah’ın (c.c) takdir sahasında ileri geri konuşarak haddini tecavüz edeceğine, kendi iradesine bırakılan işleri, istikamet üzere yapmaya çalışmalı... Zira, o ancak bunlardan sorumlu...

Hidayete erecekleri de dalâlete düşecekleri de en iyi Allah (c.c) bilir... “Hâdî”, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi. “hidayeti yaratan, doğru yolu gösteren ve insanı o yolda muvaffak kılan” manasına geliyor... Her isim gibi, bu ismin tecellisi de bir ilim ve hikmet iledir.

 

Taşlara göz takmayan Allah (c.c) , katı kalplerde de hidayet yaratmıyor.

 

“... Kalpleri, Allah’ı anmak hususunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun. İşte bunlar apaçık dalâlettedirler (sapıklıktadırlar).” (Zümer, 39/22)

 

Kulun kendi cüz’î iradesini hayra yahut şerre yöneltmesi ile kalbinde hidayet yahut dalâlet yaratılıyor. Bu hakikati, hiçbir vesveseye fırsat vermeyecek kadar açıkça ders veren bir âyet-i kerime ;

_ Muhakkak ki, Allah, bir kavime verdiğini, onlar nefislerindekini bozmadıkça, değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)

_ Onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında dalâleti (sapıklığı) satın almışlardır. Ticaretleri kendilerine bir kazanç sağlamadığı gibi, doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara, 2/16)

 

Bu âyet-i kerimeden kulun, dalâlete kendi iradesiyle müşteri olduğunu açıkça anlıyoruz. Hidayet ve dalâletle ilgili âyetlerin her birinde bu hakikati görebiliriz. Bunlardan bir kısmını takdim edeyim:

 

“... Allah zâlimler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Bakara, 2/258)

“... Allah kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Bakara, 2/264)

“... Allah fâsıklar topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Tevbe, 9/24)

 

Bu üç âyet-i kerimeden kalpte dalâlet yaratılmasının üç sebebini öğreniyoruz. Hepsi de insanın kendi iradesiyle ilgili : " zulüm , inkâr ve fısk..."

Bir diğer âyet-i kerime :

 

“... İnkâr edenler ise, 'Allah bu misâlle neyi murat etti?' derler. O, bu misâlle birçoğunu saptırır, birçoğunu da doğru yola getirir. Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır ki, onlar Allah’a olan ahitlerini kabulden sonra bozarlar; Allah’ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar.” (Bakara, 2/26-27)

 

Bu âyet-i kerimelerden de dalâlete düşen fâsıkların üç sıfatını öğrenmiş bulunuyoruz.

 

Hidayete gelince o, Allah’ın (c.c) büyük bir ihsanı olmakla beraber, buna mazhar olmak da bazı şartlara bağlı.

_ Bu şartların birincisi ;

 

_ “Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara doğru yolu gösteren (hidayet kaynağı) bir kitaptır.” (Bakara, 2/2)

 

Âyet-i kerimesiyle “ittika” yâni “Allah’a (c.c) karşı gelmekten sakınma” olarak beyan ediliyor.

_ De ki, hakikaten Allah dilediğini şaşırtıyor, kendisine gönül verene de hidayet buyuruyor.” (Ra’d, 13/27)

 

âyetinde de hidayet için kulun Hakk’a gönül vermesi, cüz’î iradesini hayra sarf etmesi şart koşuluyor.

 

Hidayet ve dalâlete dair bütün âyetler Allah’ın (c.c) Rahman ve Rahîm olduğu, Kur’an-ı Kerim’in muttakilere hidayet olmak üzere inzal edildiği ve Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in âlemlere rahmet olarak gönderildiği göz önüne alınarak mütalâa edildiğinde, meselenin hiç de itiraza veya istismara elverişli olmadığı açıkça görülecektir..."

Rabbim bizleri İslam'a ayaklarımızı sabit kıl ..."

( Allahumme amin )

 

Bölüm : 17.04.2025 23:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...