
3- İsim Ve Sıfat Tevhidi ;
Tevhidin üçüncü kısmı “İsim ve Sıfat Tevhidi”dir. İsim ve sıfat tevhidi, Allah’ın (c.c) isim ve sıfatlarında birlenmesi, tevhid edilmesi demektir. Bilindiği üzere, Kur’an’da ve Peygamberimizin (s.a.s) hadislerinde Allah (azze ve celle)’nin bir takım isimlerinden ve vasıflarından söz edilmektedir.
* Allah’ın (c.c) isimleri “el-Esmau’l-Hüsnâ” veya “Esmâ-i Hüsnâ” diye tabir ettiğimiz güzel isimlerden oluşmaktadır. Bunlar hadislerde ifade edildiğine göre 99 tanedir. Bir Müslüman, bunları layıkıyla kabul etmeli ve bunlar içerisinde Allah’ın (c.c) birlenmesi gereken isimlerinde Allah’ı (c.c) birlemelidir.
* Allah’ın (c.c) sıfatlarına gelince; bunlar Allah’ın (c.c) elinin olması, yüzünün olması, kızması, sevmesi, Arş’a istiva etmesi, tuzak kurması ve buna benzer bazı vasıflarıdır.
Bir Müslümanın tüm bu vasıfları tevil etmeksizin Allah’a (c.c) yakışır şekilde kabul etmesi ve bunlara iman etmesi gerekmektedir.
Bazı insanlar: “Eğer biz bunları kabul edersek hâşâ Allah’ı(c.c) insanlara benzetmiş oluruz” diyerek Allah’ın (c.c) bu sıfatlarını reddetmekte ve bunları Allah’a(c.c) yakışan manalarla tevil etmektedirler. Örneğin Allah’ın (c.c) “Eli”nden kastın “güç ve kudret” olduğunu söylemekte, “Yüzü”nden kastında “rızası” anlamına geldiğini iddia etmekteler. Bu tutum, Sahabenin ve onların yolundan giden âlimlerin çokta benimsediği ve onayladığı bir tutum değildir. Zira bu tutumda Allah’ın (c.c) Kur’an’da “var” dediği şeyleri “yok” diyerek inkâr etme tehlikesi söz konusudur. Bu nedenle Selef-i Salihîn, bu tür tevillerden sakınmış ve Allah’ı,(c.c.) Allah’ın (c.c) nitelendirdiği şekilde nitelendirmişlerdir.
Bizde tıpkı Selef-i Salihîn’in dediği gibi bu sıfatları olduğu gibi kabul etmekte ve her hangi bir benzetme yapmaksızın Allah’ın (c.c) bunlarla muttasıf olduğunu söylemekteyiz.
Bizim bu noktadaki delilimiz Şûra Suresinin 11. ayetidir. Bu ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Hiç bir şey O’nun benzeri değildir” (Şûra/ 11)
Allah’ın (c.c) eli vardır; ama bizim elimiz gibi değildir.
Arş’a kurulmuştur; ama bizim koltuğa oturuşumuz gibi değildir.
Kızar; ama kızması bizim kızmamız gibi değildir.
Sever; lakin bizim sevmemiz gibi değil…
O, kendisine yakışan ve layık olan şekilde bu vasıflarla muttasıftır. Hiçbir mahlûka ve yaratılmışa benzemez. O, Allah’ça sever, Allah’ça buğz eder, Allah’ça kızar. O, bu vasıflarında hiçbir mahlûka benzemez.
Bir keresinde İmam Malik (rahmetullahi aleyh)’e “Rahman Arş’a istiâa etti” (Taha/5) ayetinde geçen “istivâ”nın nasıl olduğu hakkında soru sorulmuştu. İmam Mâlik şöyle cevap verdi:
“İstivâ bilinen bir şeydir. Keyfiyeti/nasıllığı ise meçhuldür. Ona iman etmek farz, hakkında soru sormak ise bid’attır.”[3]
Aslına bakılırsa İmam Mâlik (rahmetullahi aleyh), bu sözüyle sıfatlar hakkında takınmamız gereken tavrı bize öğretmiştir.
Sonuç olarak;
Bizlerin, Allah Teâlâ’nın ne kadar mükemmellik sıfatı varsa bunların hepsiyle muttasıf olduğuna, onun tüm eksik ve noksan sıfatlardan uzak olduğuna, bize bildirilen isim ve sıfatlarına hiç bir benzetme, örneklendirme, işlevsiz bırakma ve tahrife kaçmaksızın hakikati üzere iman etmesi gerekmektedir.
Firavun’un Ortaya Attığı
İlahlık ve Rablik İddiasının Mahiyeti
Tevhidin kısımlarını öğrendikten sonra, Firavun’un iddia ettiği ilahlık ve rabliğin ne anlama geldiğini ve müfessirlerin bu konuya ilişkin yorumlarını öğrenmeye çalışalım. Yüce Allah ( c.c) kitabında şöyle buyurur:
“Firavun dedi ki: “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum.” (Kasas/38)
“Firavun derhal (adamlarını) topladı, (onlara) bağırdı ve: “Ben, sizin en yüce Rabbinizim! dedi.” (Naziat/23, 24)
Bu iki ayetin ifadesine göre, Firavun açıkça ilahlık ve rablik iddia etmiştir. Acaba onun iddia ettiği bu ilahlık ve rabliğin hakikati nedir? Büyük bir tefsir âlimi olan Fahreddin er-Razî, Firavun’un bu iddiasının kendisinin göklerin, yerin, dağların, bitkilerin ve insanların yaratıcısı anlamına gelmediğini, böyle bir iddianın ancak kendisinde delilik bulunan bir insandan sadır olabileceğini belirttikten sonra, Firavun’un bu ilahlık iddiasını şu şekilde yorumlamaktadır:
“Hiç kimse üzerinde benden başkasına ait emir ve yasak koyma hakkı yoktur.”[4]
Aynı ayetin tefsirinde, İmam Alusî ise şöyle demektedir:
“Firavun, topladığı kalabalığın içinde kalkıp hitap etmek suretiyle nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece kendisini halkı yönetenlerin hepsinden üstün tutmuştur.”[5]
Bu konuda İbn-i Teymiyye şöyle demektedir:
“Her kim Allah’ı bırakıp kendisine itaat edilmesini isterse, bunun durumu tıpkı Firavun’un durumu gibidir. Her kim kendisine Allah ile beraber itaat edilmesini isterse, bu kimse de insanların kendisini Allah’a (c.c) denk tutmalarını ve Allah(c.c) gibi sevmelerini istemiş olur. Oysa Allah(c.c), yalnızca kendisine ibadet edilmesini, dinin tamamen kendisine has kılınmasını, dostluk ve düşmanlığının sadece kendisi için olmasını emretmiştir.
Üstat Mevdudî, Firavun’un bu iddiasını: “Bu mısır ülkesinin sahibi benim. Tüm emir ve yasakların çıkış kaynağı ben kabul edilebilirim. Benden başka hiç kimse emir vermede yetkili değildir” şeklinde tefsir ettikten sonra şunları söylemektedir:
“Firavun’un durumu peygamberler tarafından getirilen ilahi kanundan bağımsız olarak siyasi ve hukuki hâkimiyet iddiasında bulunan devletlerin durumundan hiçte farklı değildir. Bu devletler, kanun koyucu, emir ve yasaklar belirleyici olarak ister bir kralı görsünler, isterse millet iradesini... Ülkenin Allah’ın (c.c) belirleyip Peygamberlerin tebliğ ettiği kanunla değil de, kendi koymuş oldukları kanunlarla yönetilmesi durumunda, Firavun’un durumu ile kendi durumları arasında hiç bir fark kalmaz.
Yaptığımız nakillerden anlaşılacağı üzere, Mısır ülkesinin yönetimini elinde bulunduran Firavun “Ben sizin rabbinizim” veya “Sizin ilahınız benim” derken, kesinlikle sizi yaratan, yediren, içiren ve doyuran benim, demek istemiyordu. Evet, o kesinlikle böyle bir şey kastetmiyordu. Zaten böyle bir şey iddia etmiş olsa, kimse ona inanmazdı. Çünkü böylesi bir iddia ancak kendisinde delilik veya aptallık bulunan bir kimseden sadır olabilir. Mısır hükümdarı Firavun’un ortaya attığı ilahlık ve rablik iddiası sadece yönetime, hükümranlığa ve hâkimiyete yönelik bir iddiaydı. Yani Firavun “Ben sizin ilahınızım” derken “sizi yöneten, sizi idare eden, hayatınıza yön veren, kanunlarınızı belirleyen, yapmanız veya yapmamanız gereken şeyleri tayin eden, iyinin ve kötünün sınırlarını çizen sadece ve sadece benim” demek istiyordu.
Allah’ın (c.c) insanların kurtuluşu için göndermiş olduğu hükümleri bir kenara bırakıp heva ve heveslerinden kanunlar çıkararak insanları yönetmeye kalkışan idarecilerde her ne kadar dilleri ile ifade etmeseler bile ilahlık iddia etmektedirler. Onların ilah konumunda olmaları için ille de “Biz ilahız” demeleri gerekmez. Yaptıkları amel onların “ilah” addedilmeleri için yeteridir. Böylelerinin Firavun’dan tek bir farkı vardır, o da Firavun’un binlerce yıl önce, onların ise günümüzde yaşamış olmalarıdır. Bundan başka nitelik olarak hiç bir farkları yoktur.
Bir Dua🫀
Allah'ım! bizleri sabredenlerden eyle.
Allah'ım! Bizleri sadıklardan eyle.
Allah'ım! bizleri itaatkar kullarından eyle.
Allah'ım! Bizleri senin için infak edenlerden eyle.
Allah'ım! Bizleri tevbesini kabul ettiğin kullarından eyle.
Bütün günahlarımızı affet.
Allahümme amin amin...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.2k Okunma |
779 Oy |
0 Takip |
30 Bölümlü Kitap |