
Hana gelmiştik. Yolda yaşadığımız olay hakkında kimse tek kelime etmiyordu. Ama herkesin içten içe Feris’e tepkili olduğunu fark ediyordum. Sorumsuzluk yaptığını düşünüyorlardı. Kurtlarda görev kutsaldı ve Feris’te kendisine kızgındı. Bunu bir başarısızlık olarak görüyordu. Elinden hiçbir şey gelmeyeceğini bildikleri için herkes susuyordu.
İçinde bulunduğum ortam ise apayrı bir dünya gibiydi. Birkaç cüce bir masada oturmuş adını bilmediğim bir kağıt oyunu oynuyordu. Garip bir şekilde bu ırkı sevemiyordum.
Uzun çok açık bir sarı saç rengine sahip sivri kulaklı bir grup kendi halinde yemek yiyordu. Ve uzun saçlı kumral bir kadın keman benzeri bir enstrüman çalıyordu. Üstünde yeşilin tonlarında masallarda anlatılanlar gibi bir elbise giymişti. Esmer bir ten rengine sahipti. Ve başında gümüşten ve incilerden yapılmış bir taç vardı. En büyüleyici özelliği bunlar değildi üstelik. Şeffaf ve açık yeşil kanatları vardı. Kanatlarının üstündeki desenler göz alıcıydı.
“O bir peri kızı. Genelde suçlu olanlar ya da kimsesiz olanlar böyle yerlerde çalar, klanından ayrı olanlar.”
“çok güzel.”
“şarkı söyleyene kadar bekle.” Aşkım peri kızı hakkında bilgi verirken Dengiz etrafa bakıp bizim için bir masa arıyordu.
Üstündeki bordo pelerinler yüzünden yüzlerini göremediğim bir grup kadın etrafı gözetliyordu.
Karanlıkta kalan masaların birinde klana saldıran birliktekilere benzer bir ırk gördüm. Arçuralar olmalıydı. Birinin bana dik dik baktığını hissettiğimde o tarafa baktım. Yeşil saçlı ve boynuzlu bir kadın gördüm. Tayeçe’yle karşılaştıran sonraki günü hatırladım. Glaistingler bana saldırmıştı. Dengiz ve Kanber sayesinde kurtulmuştum. Onlara benziyordu. Bu kadın bir Glaisting’ti.
Onun bana baktığı gibi dik dik bakarak Dengiz’in peşinden gittim. Göremeyecek kadar ilerlediğimizde bile bakışlarını üzerimde hissetmeye devam ettim. Yanıma gelmeye cesareti yoktu. Kalabalık olan benim grubumdu ayrıca kurtlar Wirana’yı yöneten gruptu. Yakında adım duyulduğunda sadece ben olduğum için bile bana düşmanlık etmekten çekineceklerdi.
En sonunda bir masaya oturduk. Herkesi görebileceğimiz ama Arçuraların oturduğu gibi pekte karanlık bir yerde olmayan bir masaydı. Kanber hepimiz için bir gecelik oda ayarlamak üzere yanımızdan ayrıldı.
Şişman ve beyaz tenli bir kadın yanımıza geldi. Başında yeşil bir bandana vardı. Denizcilerin kadın mürettebatlarının taktığı tarzda bağlamıştı. Sarımtırak saçları bandananın altından göğüslerine kadar dalgalı şekilde iniyordu. Arkasından bir defterin ve tüy kalemin uçarak geldiğini gördüm. Umursamaz gibi görünmeye çalışsam da her yeni şeyde merakım katlanıyordu.
“O bir alt cadı. Büyük büyüleri yapamaz ama cadı güçlerine sahip yine de.” Feris kulağıma fısıldamıştı. Dikkat çekmem herkes için kötüydü ve ben hiçbir şey bilmiyordum. Bildiklerimi de ilk defa görüyordum neredeyse.
“Ne arzu edersiniz?”
“içecek sıcak bir şeyler getir ve çorba ile et istiyoruz.” Kadın başını sallayarak büyüyle kaleme not aldı ve yanımızdan ayrıldı.
“Bu gece buradayız. Yarın tekrar yola çıkacağız. Yol üzerinde Selen’e uğrayacağız ve Furith’e gideceğiz.”
“Selen kim?” diye sordum.
“İlbilge’nin annesi.”
“o neden klanda kalmıyor?”
“bilgeler farklı seviyelerdedir. Birinci seviyedekiler farklı ırkların klanlarına gider ve oradakilere yol gösterir. İkinci seviyeye geldiklerinde klanlardan ayrılır ve hiçbir ırkın bölgesi olmayan değişik yerlere yerleşirler. Kendisine gelenlere yardımcı olurlar. Daha üst seviyedekileri bulmak zordur onlar hakkında da bilgi yoktur. Hepsi birbirinin nerede olduğunu bilir ama belirli bir toprakları yok. İstemiyorlar çünkü.”
“kendilerine ait bir toprak istemiyorlar mı?” bu belki de duyduğum en garip şeydi. Bu hayatımda duyduğum en değişik şeydi. Ve ben binlerce savaşa katılmış öncesinde bunun için eğitilmiş ailesindeki herkesi kaybetmiş evren değişmiş ve bambaşka şartlar altında yaşamaya başlamış biriydim.
“pek milliyetçi özellikleri yok. Kurtlar olarak pek anlayabildiğimiz bir özellik değil.”
Birden önümüze koyulan tabaklarla etrafa baktım ama kimse yoktu. O alt cadı büyüyle göndermiş olmalıydı. Herkes yemeğine döndüğünde önüme koyulan çorbaya baktım. Ne çorbası olduğunu bilmiyordum. Geldiğim yerde yoğurt çorbası haricinde pek bir çeşit yoktu.
Karşımda oturan Dengiz çorbaya attığım garip bakışları görmüş olacak ki “tavuk çorbası güzeldir.”
“aynı öğünde hem tavuk hem et mi yiyeceğiz?”
“et sevmez misin?”
“hayır sadece bu geldiğim yerde israf olarak görülür. Hem tavuğun hem etin varsa bunları en uzun süre nasıl yiyeceğini hesaplarsın. Eğer bir iyilik meleğiysen kimsesiz çocuklarla paylaşmayı da seçebilirsin tabi.”
“cehennemden falan mı geldin sen?”
Bu şu zamana kadar verdiği en büyük tepkiydi. Kıkırdadım. Sonra buruk bir tebessüme döndü. “bazıları öyle adlandırır.”
“hadi ye, soğutma.” Başımı tamam anlamında salladım ve çorbamı kaşıklamaya başladım.
Gerçekten harikaydı. Çok iyiydi. Mükemmeldi. Yüzüm nasıl bir hal aldıysa Dengiz’in güldüğünü duydum. Ona odaklanacak değildim. Önümde hayatımda yediğim en güzel yemek vardı ve şu an ona odaklanamazdım. Hep yemeğe düşkün olmadığımı söylerdim ama artık öyle olacağım sanırım. Bunun nasıl yapıldığını bilmem gerekiyordu.
Kanber elinde kendi yiyeceğiyle masaya oturdu. Hemen Dengiz’in yanına kuruldu. “kıtlıktan mı çıktın?”
“kes sesini ve kendi işine bak.”
Çorbamla aşk yaşarken son kaşığını almak beni baya bir üzmüştü. Herkes çorbasını bitirince yiyeceğimiz kadar et aldık tabaklarımıza.
Bu aşina olduğum bir tattı. Çünkü bol bol ava çıkardık. Et belki boldu ama kimse yerleşik hayata geçemediği için buğdayımız tahılımız yoktu. Kasabalarımıza bol bol baskın olurdu ve hayvanlarımız öldürülürdü. İnsanların elinde para yoktu. En iyi yaşam şartları savaşçılara sağlanırdı ve savaşçı olmak için önce insanlığını köşeye bırakman gerekirdi.
Yemekten sonra sıcak içecek olarak bitki çayı göndermişlerdi. Kendi çayımı alırken Kanber odalarımızın anahtarını dağıttı. “bir cüce kervanı burada konakladığı için yeterli sayıda oda yokmuş. Çok klişe olacak ama aynı odada kalmak zorundasınız.” Derken Dengiz ve bana bakıyordu.
Sinirle göz devirirken “sordun mu bari, tek yatak mı varmış odada?”
Hepsi dediğime gülerken “Sorduğuma emin olabilirsin. Feris ve bende aynı odada kalacağız ama iki yatak var. Sizin odanızda tek olduğuna garanti ederim. Hem neyi sıkıntı ediyorsun ki siz mühürlüsünüz. Karı koca yani.” Dedi. Gevşekçe gülüyordu.
Belimdeki bıçağı bir anda boğazına dayadığımda herkesin gözü bize dönmüştü. “odanı elinden alıp seni Feris’le aynı yatakta yatırmamam için bana bir sebep söyle?”
Boynundaki bıçağa sonra da Dengiz’e baktı. O ise sadece sırıtarak beni izliyordu. Aradığı yardımı bulamayınca “mühürden nefret ediyorum.” Diye fısıldadı.
“Feris’in bir suçu yok.”
“bu beni alakadar etmez.” Geri çekilirken elimi uzattım ve iki kere açıp kapattım. O kendi odasının anahtarını verirken Dengiz kendi elindeki anahtarı ona verdi. Bu biraz moralini bozsa da pekte umursamıyordu.
“ben neden araya kaynadım?”
“Bugünkü sorumsuzluğunun bedeli.”
Dengiz’in sözüyle Feris sesini kesti. Herkes yemeğini yedikten sonra odalara dağıldı. Anahtarın üstünde yazan numaraya bakarak odamızı aramaya başladık. Bulduğumuz da içeride kambur ve orta yaşlı bir adam vardı. Kanatları ışıltısını ve rengini kaybetmişti. Ve uçları yırtılmıştı. O bir periydi.
“Odanızın temizliğini şimdi bitirmiştim efendim, buyurun.” Eliyle odayı gösterdi. Küçük bir odaydı. İçeride bir kapı daha vardı bunun banyo olduğunu düşünüyordum. İki tane tek kişilik yatak vardı. Üstlerine beyaz nevresim serilmişti. Yerde renkli desenli yün bir halı vardı. Genel olarak ahşapla dekore edilmişti ve yakmamız için şöminenin yanında bir odun kümesi vardı. Ufak bir masa iki sandalye ve şöminenin yanında tek kişilik iki koltuk vardı. Pekte rahat görünmüyorlardı. Koyu bir maviyle yeşil karışımı bir renge sahipti. Varlığına şükürdü.
“Kızım Lillesol sahne alacak katılımınızı bekleriz.” Ve adam odadan ayrıldı.
“Kanatlarına ne olmuş öyle?”
“kalanına ihanet etmiştir ya da haydutların eline düşmüş olabilir.”
“Lillesol aşağıdaki peri kızı mıydı?”
“sanırım bilmiyorum.”
Yataklardan bir tanesinin üstüne önce çantamı sonra pelerinim bıraktım. Yatağın yanında küçük bir komodin vardı. Normal ebatlarda bir gardırop hemen banyo olduğunu düşündüğüm yerin yanındaydı. Pencerenin önüne gidip dışarı baktım. Bir ahır ve birkaç kamelya vardı bahçede. Patika yol hanın Girişine uzanıyordu. Yolun her iki tarafı da alabildiğine ormandı. Ben pencereden bakarken Dengiz şömineyi yakıyordu.
Birlikte şöminenin önündeki koltuklara oturduk. Düşündüğüm gibi rahat değildi ama o kadarda rahatsız değildi.
“Furith’e gittiğimizde yine aynı odada kalacağız ve bu sefer gerçekten tek bir yatak olacak.”
“biliyorum. Kanber’in dediği gibi siz kurtlarda karı koca sayılıyoruz.”
“seni rahatsız etmek istemiyorum.”
“Tam olarak buna güvenip rahatsız olmayacağım.”
“bana güveniyor musun?”
“beni bulduğun zaman bilmediğim yaratıklarla savaşıyordum. Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir diyardaydım. Beş kuruşum yoktu. Ve fiziksel olarak senden daha güçsüz olduğum bir gerçek.”
Başımı şöminenin yanan ateşinden onun yüzüne çevirdim. “isteseydin beni öylece Glaistinglerin eline bırakırdın. İsteseydin beni yanlış yönlendirip kendi çıkarlarına göre bir silah yapabilirdin. İsteseydin öylece bırakıp gidebilirdin. Ve kolayca öldürebilir ya da bedenime dokunabilirdin.”
Tekrar şömineye döndüm. “ve ben zerre sözlere güvenmem. O yüzden bu bahsettiğim her olayda bekledim. Beni bir şekilde yüz üstü bırakmanı, umutlar verip öylece gitmeni, yok etmeye çalışmanı, sadece bir obje olarak görmeni bekledim. Ve yapmadın.”
Gözlerimi kapatıp başımı geriye yasladım. “Bana zarar vermedin. Bana Wirana’da yaşamayı öğrettin. Seni ittikçe bir şekilde tekrar yanıma geldin. Bu yüzden biliyorum Dengiz. Bana zarar vermeyeceksin. Ama ben beklemeye devam edeceğim.”
“neyi?” diye fısıldadı.
“Beni kandırmanı. Umutlar verip terk etmeni, yol ayrımına düştüğümüzde sırtıma saplayacağın bıçağı ellerine verdiğim kalbimi zaten bin bir parça olmasına rağmen kırmaktan çekinmeyeceğin o günü.” Başımı yasladığım yerden kaldırmadan ona baktım.
“hiçbiri olmasa bile seni kaybedeceğim o günü bekleyeceğim. Gücümün yetmediği anda ecelin seni benden almasını, koşmama rağmen yetişemeyeceğim zamanı, varlığına alıştığım anda sınanacağım yokluğunu bekleyeceğim.” Pes etmiş gibi gülümsedim.
“çünkü bana Aksini öğretmediler.”
“ya aksini öğretirsem?”
“en korkulması gereken kişiler kaybedecek bir şeyi olmayanlardır derler. Peki ya kaybedebileceği tek bir şeyi kalmış olanlar? Eğer bana tekrar uçmayı öğretemeyeceksen kırık kanatlarıma dokunma.”
Ve sessizlik. “Canlı müziği dinlemek istiyor musun?” diye sordu bir süre sonra. “bilmem.” Diye fısıldadım. “Peri kızı ilgini çekmişti gidebiliriz.” Tamam anlamında kafamı salladım. Oturduğu yerden kalkıp banyoya doğru ilerledi kapının açılış sesini duydum o anda birden aklıma bir soru geldi.
“Dengiz?”
“Efendim?”
“Bana birbirine mühürlü iki kişiden biri öldüğünde diğeri de ölür demiştin.”
“evet?”
“ya ölmezse?”
“buna hiç şahit olmadım.”
“diyelim ki oldu?”
“çocuklara anlattığımız hikayelerden birinde kalbi katrana dönmüş bir kadından bahsedilir. Kalbinde hiç iyilik taşımadığı için mührüyle onu bağlayan tek şey büyüydü. Ve mühürlüsü öldüğünde ona asla aşık olmadı. Bu yüzden Tanrı onu Sonsuza dek yaşayıp asla güzel bir duygu yaşayamamakla lanetledi denir.”
Dedi ve banyoya gitti. Bu konu onu rahatsız ediyordu. Aramızdaki bağa zarar vereceğinden korkuyordu. Aslında öylesine aklıma gelmişti ama o kadarda boş değildi. Peki benim kalbim hala katran karası değil miydi? Benim için umut var mıydı yoksa Tanrı beni çoktan lanetlemiş miydi?
...
Dengiz’le birlikte hanın bar kısmında oturuyorduk. Diğerleri nerede bilmesem de biz şu anda Lillesol denilen kızın gösterisini bekliyorduk. Merak etsem de kıçımı kaldıramayacak kadar eringeçtim. Aynı şey Dengiz içinde geçerli olsaydı yukarda uyuyor olurduk.
Buraya ilk geldiğimizde kalabalık yeni yeni toplanıyordu. Şimdi ise gerçekten kalabalıktı. Birçok farklı ırk buradaydı. Bazıları büyüleyici dursa da bazıları aşırı değişikti. Bana, bize bulaşmadıkları sürece hiçbir sıkıntı yoktu.
Dengiz’le birlikte söylediğimiz şarabı içerken etrafla pek ilgilenmiyorduk. Bir anda kopan alkışla bakışlarımı sahneye yönlendirdim.
İlk geldiğimde gördüğümden çok daha güzeldi. Esmer tenini beyaz saten bir elbise süslüyordu . Kalp yakaydı ve omuzlarından başlayarak balon kolluydu. Dirseklerinde bitiyordu. Güzeldi. Başında sabahkinin biraz daha sadesi bir taç vardı. Kumral saçlarını tacın ardından geçirip arkada tutturduğu için sivri kulakları ortaya çıkmıştı. Yüzünde güzel bir makyaj vardı gözleri elaydı. Kanatları ise onda en güzel bulduğum noktaydı.
Arkada birkaç adam, karanlıktan dolayı hangi ırktan olduklarının anlayamıyorum, müzik aletlerinin başına geçti.
“periler fiziki olarak çok güzel yaratıklardır. Sesleri her daim müthiştir. Tabi bazılarının diğerlerinden daha müthiş. Ama içlerinde manipülatif bir şeytan yatar. Amacına ulaşamazsa çıldırırlar.”
Ve o muhteşem ezgi. Büyük salonda koca bir sessizlik hakimdi. Herkes peri kızının şarkısını dinlemek için can atıyordu.
Şarkının melodisi de kadının sesi de gerçekten güzeldi. İnsana ne duymak istiyorsa onu veriyordu. Çıkıp çılgınca dansta edilebilirdi, rakını yudumlarken dertlene de bilirdin. Arkadaşlar ve aileyle tatlı bir buluşmada da dinlenirdi. Romantik bir anın zirvesinde çalan müzikte olabilirdi. İnsanın içindekileri gün yüzüne çıkarıyordu.
Bana ne hissettirdiğini ise bilmiyordum. Sadece dinlemek istiyordum, bitene kadar dinlemek ve bittiğinde başa sarmak.
Kadehlerdeki şarap bitti, yenisi geldi. Sarhoş olmazdım kolay kolay. Pek içmezdim de. Dayanıklı bir bünyem olduğundan değil, içmeye başladığımda duramadığımdandı. Pekte sevmezdim zaten. Dengiz’de sarhoş olma taraftarı değildi. Hafiften başlamıştık.
“sesi çok güzel değil mi?”
“öyle” dedi bana bakmadan. Gözleri Lillesol’deydi. “büyüleyici.” Ve bana döndü.
“Ama asıl muhteşem ses kimlerdedir biliyor musun?”
“Kimlerde?”
“Sirenler.” Dedi. Onların asosyal varlıklar olduğunu biriyle karşılaşmanın çok zor olduğunu okumuştum. Wirana’nın yönetimini bilerek istememişler diyarın uç bölgelerine gitmişlerdi. Onlar hakkında bilgi neredeyse yok demişti Günana bir keresinde. Sesleri ya duyduğun en güzel şey olur ya da felaketin diye devam etmişti.
“Bunu bu kadar sevdiysen sana bir sirenin şarkısını dinletmek için her şeyi yapardım.”
“belki bir gün dinleriz. Kim bilir?”
“bir gün sana bir Siren şarkısını dinleteceğim. İster burada ister öldükten sonra.”
“öldükten sonra hala bir şeyler olduğuna mı inanıyorsun?”
“öyle değilse eğer ne yaparım bilmiyorum. Ölüm bir sonsa yaşadığım bu hayatın anlamsız olacağını biliyorum ama. Tanrı her şeyi ölümle son bulduracak kadar vicdansız değil.”
“Tanrıdan korkmamız gerektiği söylenmez mi?”
“bak bu yanlıştır.”
“ne yani korkmamalı mıyız?”
“bu da yanlıştır.” Ona garip garip bakarken tekrar konuştu. “şöyle açıklayayım. O affedicidir affı sevendir. O yüzden ilkin onu sevmeyi sonrasında ondan korkmayı öğretmeliyiz. Söylesene sevmediğinin yap dedikleri yük olmaz mı sana? Sadece korku beslediğin biri için yaptıkların ne kadar geçerlidir ki?”
Bir süre öylece baktım yüzüne. Haklıydı. Önüme döndüm ve Lillesol’ün şarkısını dinlemeye devam ettim. “haklısın.” Diye fısıldadım. Belki de haklı olmasını istedim.
Haklıysa hepimiz için ikinci bir şans vardı. Haklıysa ilk şansımızda yaptıklarımız karşılıksız kalmayacaktı, iyi veya kötü. Haklıysa vicdanımın ve kalbimin rahatlayacağı bir an vardı ve haklıysa tekrar sarılmanın bir yolu vardı.
Lillesol şarkısını bitirdikten sonra kopan alkış ilkinden daha şiddetliydi. Bazıları bir daha diye bağırıyordu. Lillesol sahneden öpücükler atarak indi. Yüzümü buruşturdum. Bu Dengiz’i güldürmüştü.
Gecenin geri kalanı ise gürültülüydü. İnsanlar kendi aralarında şakalaşıyor, konuşuyordu. Bir çok kişi sarhoştu. Yemek yiyenler vardı. Ortamın kalabalığı ise azalıyordu.
“Sence ne yapıyorlar?” diye sordum.
“kim?”
“Kanber ve Feris.”
Ve Dengiz şu zamana kadar gördüğüm en büyük kahkahayı attı. “Feris Kanber’e yapışmış uyuyor, Kanber de aklına sövüyordur.”
O manzarayı gözümde canlandırınca bende güldüm. “Hak etti ama.”
“Etti Ay ışığı etti.” Ve aklıma rüyam geldi. Yaşayacaklarını bitmediğini söylediği an. Bana ne yaşatacaktı? Ben su alan bir gemiydim ama kimse farkında değildi. Gözlerimi kapattım ve düşüncelerimi susturmaya çalıştım. Duyduğum ses başarılı olmamı sağalarken beni farklı düşüncelere yönlendirdi aynı zamanda.
“Arka taraftakilere katılmak ister misin? Yanındakinden daha özenli birilerini hak ettiğini inkar edemezsin.”
Gözlerimi açtım ve sesin geldiği yere baktım. Kırmızı tülden değişik bir elbise giymiş sarışın beyaz tenli bir peri kızı Dengiz’in tam önündeydi. Bunları ona söylemişti. Ardında Lillesol vardı. Gülerek Dengiz’e bakıyordu. Dengiz ise kaşları çatık karşısındaki peri kızına bakıyordu. Şeffaf mavi kanatları vardı.
Bana verdiğin vaatler gerçekse gitmezsin.
Beni istiyorsan gitmezsin.
Beni seviyorsan gitmezsin.
Bana ufacık bir saygın varsa gitmezsin.
“Seni sırf ona sarf ettiğin sözler için bile öldürebilecekken bu ne cüret?” resmen hırlamıştı. Beklemiyordum. Periler de beklemiyordu. Kız kendini geri çekerken gözlerinde korku vardı. Dengiz’in içindeki kurdu uyandırmışlardı.
“Sakin ol sadece bir teklif.” Lillesol bize daha çok Dengiz’e yaklaştı. Diğerine göre kendisine daha çok güveniyordu.
“benim saygı duyduğum kadına saygısızlık yapan bir teklif. Üç saniye içerisinde buradan uzaklaşmazsanız gerçekten ölünüz çıkar.” Dengiz sakinleşmemişti. Sesi hala hırıltılıydı. Sanki bir hayvan konuşuyordu.
“yanındaki kadın bu durumu zerre umursamıyor. Bir savaşçıdan daha iyisini bulabilirsin.” Lillesol hala kendine güveniyordu. Dengiz’in gerçekten onu öldürmek istediğini fark ettim. O yerinden kalkmadan önce elimi kolunun üstüne koydum.
“Bir erkek için hemcinsini küçümseyen elindeki tek silahı bedeni olan ve özgüvensizliğini tavladığı erkeklerle tatmin etmeye çalışan bu erkeklerin yanında başka bir kadının olup olmadığını umursamayan ve bu han gibi yerler kapansa aç kalacak olan kadınlar için elini kana bulamaya değmez. Ama yine de sen bilirsin. Onların kaybı Wirana gibi bir yer için pekte bir şey sayılmaz.”
Tek nefeste hızlıca kurduğum cümlelerin ardından peri kızları bana öfkeyle bakmış ve yanımızdan ayrılmıştı. Dengiz sakinleşip yeniden sandalyeye oturdu.
“kızdın mı bana?”
“neden kızayım?”
“kıskandın mı peki?”
“kıskanacağım bir şey mi yaptın?” Dengiz cevap vermedi. Düşünceli şekilde önüne döndü. Ellerini izliyordu. Kadehimde olan şarabı kafama diktim. “korktum. Bana söylediğin her şeyin yalan olmasından çok korktum.” Arkamı dönüp uyumak için odaya doğru ilerledim. Arkamdan beni izlediğini hissediyordum.
Instagram Singularity_mybook
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.3k Okunma |
438 Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |