26. Bölüm

24. Bölüm: Günçe Han'ın Kızı

Esma Gül Çağırgan
singularity

Uyandığımda başımı Dengiz’in göğsünde bulmuştum. Kalp atışları kulağımda yankılanırken kolu omzumdaydı. Elim ise onun belini sarmıştı. Yerimden doğruldum ve o an buraya geldikten sonra üstümü değişmediği ve leş gibi koktuğumu fark ettim. Üstümde kan lekeleri vardı. Birde Dengiz’le birlikte uyumuştum. Zaten bünyesi hassastı, henüz tam iyileşmemişti. Umarım b nim yüzümden bağışıklığı düşmezdi.

Hızla duşa girdim ve bedenimi temizledim. Karnımdaki yara sızlıyordu. İçeride bir hasar kalmasa da ufak bir kesik şeklinde varlığını koruyordu. Duştan çıkıp üstüme geniş bir tişört ve eşofman altı giydim. Saçlarımı tek bir balık sırtı şeklinde ördüm ve ucunu bağlayıp aşağı indim.

Mutfağa gidip kahvaltı hazırlamaya başladım. Dengiz uyandığında hazır bulmalıydı. Onu sapasağlam bir şekilde görmeyi özlemiştim. Umarım hızlı iyileşen kurt genleri etki eder ve hemen ayağa kalkardı. Zehir aklıma geldikçe Tayeçe’nin varlığına şükrediyordum. Yemek yapmayı pek bilmesem de daha önce Dengiz’in yaptığı bir kahvaltıyı taklit etmiştim. Wirana’da yemeklerin tadı bile bir başkaydı.

Kahvaltının tamamen hazır olduğuna kanaat getirince hızla evden çıktım. Ayağımda siyah deri postallar vardı. Klanın şifahanesine ilerledim. Yaraya pansuman yaptırmam gerekiyordu.

Kırıklarında gösteren bir kadın – kurtların yaşı hesaba katıldığında çok daha yaşlı olabilirdi – ve yanında benim yaşlarımda gösteren bir kız vardı. Belki benden bir iki yaş ta küçük olabilirdi.

“Hoş geldiniz Lunam, umarım ziyarete gelmişsinizdir.”

Kadına gülümsedim ve “bende öyle olmasını isterdim ama pansuman yapman gereken ufak bir yara var.” Kadın gülümseyerek eliyle sedyeyi işaret etti. Bu sırada yanındaki kızda pansuman malzemelerini getirmeye gitti.

“yaranıza bakabilir miyim Lunam?” dediğinde tişörtümü sıyırdım ve yarayı gösterdim.

“dediğiniz gibi ufak bir yara bir iki güne kendini hissettirmek bile. Serena malzemeleri hazırlar mısın?”

Serena başıyla onaylayıp hazırladığı malzemeleri kadına verdi. Bir cımbızla tuttuğu pamuğu yarama sürmeye başladı. Pamuğu batırdığı şey çok soğuktu. Bir an irkildim ama belli etmemeye çalıştım.

Bir anda kapının açılıp Kanber’in içeri dalamasını beklemiyordum. “Dönmüşsün.” Gözleri yarama takıldı. “yaralandın mı?”

“önemli bir şey değil.” Diyerek geçiştirmeye çalıştım.

“Luna Tayeçe yanındaydı. Ve hala yaranın izi duruyor kesinlikle önemli bir şey.”

“artık değil.”

“Dengiz’in bundan haberi var mı?”

“yok olmayacakta.”

Kadın pansumanı bitirdiğinde geri çekildi ve bende üstümü düzelttim.

“Dengiz’in bundan kesinlikle haberi olacak.”

“sen söylemezsen olmaz.”

“Dengiz ağzıma sıçacak.”

Kocaman gülümsedim. “teşekkür ederim.” Bana ters ters bakıyordu.

“Dengiz nasıl?” diye sordum. Onu bıraktığım için suçluluk duyuyordum ama bana nerede ihtiyaç varsa orada olmalıydım.

Cedirc’i daha çabuk kurtarabilirdim.

Aklımdakileri susturdum ve tekrar Kanber’e döndüm. “Dengiz’i görmedin mi, yeni mi geldin?”

“hayır yeni gelmedim. Aslında ay tam tepeyi biraz geçtiğinde buradaydı “ zaman kavramım iyice çöp olmuştu. Kendime göz devirdim. Ama içimden, Kanber’i küstürmeye gerek yoktu.

“neredeyse 6 saattir buradasın yani.”

Evet anlamında başımı salladım ama hiçbir fikrim yoktu.

“sen gittikten sonra sadece yemek yemek için uyandı. İlbilge durumun iyiye gittiğini söylüyor.” Kanber geldiğinden beri iki şifacı bizden uzaklaşmıştı. Bizde onlar duymasın diye sessiz konuşuyorduk.

“Pansuman bitti mi?”

“Bitti.” Dedim bu sırada Serena bana bir şişe uzattı. “bu şişedekini sabah akşam üç gün boyunca yaranıza sürmeniz gerekiyor Lunam. Bu sayede iz bile kalmadan iyileşeceksiniz.”

Başımı sallayarak elindeki küçük şişeyi aldım. Onu kesemin içine attım ve Kanber’le birlikte dışarı çıktık.

“Yalaz’ın saldırı yapacağını nasıl anladın?” gerçekten saf bir merakla soruyordu. Ona söylediğimde bana pek inanmamıştı.

“Yalaz’ın stilini biliyorum. Ben çok savaş gördüm. Sınırsız Topraklar geldiğim yer yani, kimsenin can güvenliği yoktu. Yemek ve su bulmak zordu. Bereketli toprakları hep en güçlü savaşçıları olan alırdı ama onlar bile Wirana’daki gibi değildi. Can o kadar ucuzdu ki. 10 yaşındaydım elime ilk kılıç aldığımda. Ha eğitim için falan da değildi. Aynı zamanda ilk defa birinin canını alışımdı. Her daim yaşamak için bunu yapmak zorunda olduğum empoze edildi. Canileşmiş insanları, canavarları tanırım bu yüzden.”

Derin bir nefes aldım. Aldığım ilk canın acısını kalbimde hissetmiştim. Hala orayı yakıyordu. Aklıma geldikçe yalvaran gözlerini hatırladıkça kendimden nefret ediyordum.

“Hep aynı oyun. İsimler, yerler ve ben değişiyor ama taktik aynı. Belki bu döngü bir gün biter ha, ne dersin?”

Bana çok değişik bakıyordu. Acıma değildi. Sanki onda da bir şeyler kırılmıştı. “Keşke geçmişe dönüp seni oradan çıkarabilsem. Sadece seni de değil, orada binlercesi var. Keşke bir şeyleri değiştirebilsem.”

Histerik bir şekilde güldüm. “keşke benim abim sen olsaydın. Beni yanlış anlama ama Günana’nın üstüne titriyorsun ve ben çok imreniyorum. Benim abim babam öldükten sonra öylece çekip giden bir korkaktı. Onun yerinde sen olsaydın benim için dilediğin hayatı yaşıyor olurdum.”

İşte şimdi şaşırmıştı. “bir abin mi var?”

“artık yok.”

“öldü mü?”

Ölmemişti. Onurlu bir şekilde öleceği binlerce yol çıkmıştı önüne ama korkakça yaşamayı seçmişti.

“hala bir yerlerde nefes aldığına eminim ama benim için öldü.”

“onu hiç gördün mü? Gittikten sonra yani.”

Eve doğru ilerliyorduk. Bir yandan da zihnimde abimi yıllar sonra gördüğüm an canlanıyordu.

“Bir kez gördüm. Beni tanımadı mı yoksa tanımazlıktan mı geldi bilmiyorum ama onu hep yaşamak istediği hayatı yaşarken gördüm.”

“sen yaşamak istediğin hayatı mı yaşıyorsun?”

Garip bir şekilde o soruyor bense cevaplıyordum. “hayır. Kesinlikle yaşamak istediğim hayatın bu olduğunu sanmıyorum.”

“nasıl bir hayat yaşamak isterdin ki?”

“bilmiyorum. Hiçbir zaman seçme şansım olmadı. Babam beni küçük narin bir prenses olarak yetiştirdi. İkizim Aytek ilk avına çıktığında aşırı özenip bende avlanmak istemiştim. Babam beni kırmadı ve ava götürdü. Ona tavşanı öldürmeden avlamanın bir yolunun olup olmadığını sorduğumu hatırlıyorum.”

Yüzümde bir gülümseme vardı. Yavaş yavaş soldu. “babam öldükten sonra ise benden savaşçı kraliçe olmam beklendi. Önünde herkesin tir tir titrediği bir kadın. 17 yıl bunun için uğraştım. Ama hiçbirini istemedim. Babasının prensesi olmak rahattı, savaşçı kraliçe olmak için ruhunu kaybetmen gerekiyordu. Bense birini yapamayacak kadar asi diğerini yapamayacak kadar vicdanlıydım. Günün sonunda ikisini de yaptım.”

Kanber elini omzuma koydu ve ona bakmamı sağladı. “geçmişi değiştiremem. Geleceğin ne getireceğini de bilemem. Ama beni abin olarak görmeni çok isterim. Günana’nın arkasında durduğum kadar senin de arkanda duracağıma ve yanımda istediğin hayatı yaşamaya imkan sağlayacağıma söz veriyorum.”

Kendinden emin konuşuyordu. Sözleri bir yemin gibi çıkıyordu ağzından. Yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. Gözlerim doldu ama üzgün değildim. Ne hissettiğimi bilmiyordum. “teşekkür ederim “ sesim güçsüzdü. Ve eve vardık. İçeri girdiğimizde Dengiz’de merdivenlerden iniyordu.

“dönmüşsün.” Hızla merdivenleri indi ve tam karşımda durdu.

“Seni o kadar uzun süre yalnız bırakamazdım.”

Üstümü inceledi. Sonra kaşları çatıldı. “ne zaman geldin?”

“Kanber’in hesaplarına göre 6 saat olmuş.”

Ellerimi tuttu ve iki elimin üstüne de ufak bir öpücük bıraktı. “iyisin değil mi?”

“iyiyim benim için endişelenme. Asıl sen nasılsın?”

Onu kaybetmek kaldırabileceği bir şey değildi. O kadar bıkmıştım ki bir yerlerde sağlıklı, mutlu olsun da benden uzak olsun bile diyemiyordum. Onu kendi yanımda her an benimle istiyordum.

“iyiyim kendimi hiç zehirlenme iş gibi hissediyorum.”

Gülümseyerek kollarımı boynuna doladım. Kulağına “seni kaybetmeye dayanamazdım.” Diye fısıldadım. Elleri belimi sararken “seni asla bensiz bırakmayacağım.” Diye fısıldadı. Kanber’in yalandan öksürüğüyle geri çekildim. Dengiz’in Kanber’e ters ters baktığını ve Kanber’in duvarları incelediğini görünce kıkırdamadan edemedim.

“hadi kahvaltı yapalım.”

“güzel olur. Hazırlarız bir şeyler.” Dengiz mutfağa ilerlerken karşılaşacağı hazır kahvaltıyı düşünerek sırıttım ve peşinden gittim. Kanber’in hala geride durduğunu görünce bende arkamı döndüm ve “hadisene.” Diyerek onu da çağırdım.

“ben gelmeyeyim. Siz yiyin.”

“olur mu öyle şey, gel işte.”

“ben Günana’yla yedim. Siz yiyin. Benim birkaç işim var.” Diyerek evden çıktı. Bende Dengiz’in ardından mutfağa girdim. Dengiz kahvaltı sofrasına şaşkınlıkla bakıyordu.

“Sen mi hazırladım?”

Evet anlamında başımı sallarken “senin yaptıklarını taklit etmeye çalıştım.” Dedim. Gülerek sofraya oturdu. “bakalım becerebilmiş misin?”

Yalancı bir sinirle kaşlarımı çattım. “öp de başına koy. O kadar hazırlamışım. Ben zamanında bunu bile bulamıyordum.”

Ufak bir kahkaha attı. Bende onun karşısına oturdum. Ve yemeğe başladık. “benden bile güzel yapmışsın.” Mutlulukla ilk ona sonra yemeklere en sonunda yine ona baktım. “sahiden mi?” başını aşağı yukarı salladı ve bir elini yanağıma koydu. Gözlerim kendiliğinden kapandı ve başım onun eline yaslandı.

“Sahiden tabii. Elinin değmesi yeter. Olduğun her yeri güzelleştirirsin ki sen.” Gözlerimi açtım ve gözlerine baktım. Gri gözleri bir dolunay gibi parlıyordu. Bedenimi gereksiz bir utanç sardı ve geri çekildim. “hadi yiyelim.” Diyerek ağzıma bir şeyler tıkıştırmaya başladım. Yanaklarım ısınmıştı. Farkındaydı ve eliyle dudağının üstünü kaşıyarak gülüşünü saklamaya çalışıyordu. Umursamadım.

Yemeğimiz bittiğinde gidip üstüme daha şık bir şeyler giydim. Beyaz bir gömlek siyah bir korse ve rahat deri bir pantolonla gayet şıktım. Sırf canım istediği için bugün birazda makyaj yaptım. Çokta abartı olmayan bir göz makyajı ve pembe tonlarda hafif bir rujla hazırdım.

Odadan çıktığımda Dengiz’de kendi odasından çıkmıştı. Onun üstünü süzdüm. Benim gibi beyaz gömlek ve siyah deri pantolon giymişti. Tabi o daha salaş duruyordu. Uzun ve kalın saç örgüm omzumdan sarkıyordu. Dengiz bir iki adımda hemen önümde durdu ve örgümün ucuyla oynamaya başladı.

“çok güzel olduğunuzu söylemiş miydim?”

“sanmıyorum.” Yüzümde bir gülümsemeyle oyununa eşlik ettim.

“öyleyse bana izin verin ve sabaha kadar size ne kadar güzel olduğunuzu anlatayım. Zira anca biter.”

“Wirana’da sabah olmuyor.” Dedim hatırlatmak ister gibi.

“İşte bende bundan bahsediyorum.”

Anladığında yanaklarımın kızarması ve yoğun utançla başımı eğip hızla önüne geçmem benim için alışılmadık şeylerdi. Hızla merdivenleri inerken arkadan gülme seslerini duyuyordum.

Dışarı çıkıp postallarımı geri giydim. O da bana yetişmişti. Kendi botlarını giydi ve evden ayrıldık.

Bugün hem Dengiz’in yaralanmasıyla ilgili çıkabilecek dedikoduların önünü kesecek hem de halkın istek ve ihtiyaçlarını öğrenecektik. Uzun ve yorucu bir gün olacaktı.

...

Yazardan

Alkım karşısındaki yeni askere kılıcı nasıl tutacağını gösteriyordu. Henüz 12 yaşında bir çocuktu. İleride onurlu bir asker olacak ve Kındurga’yı en iyi şekilde temsil edecekti.

Kındurga’da çocuklar kurda dönüşene kadar aynı eğitimi alır sonra da özelliklerine göre gruplara ayrılırlar ve en iyisi olmaları için eğitilirlerdi.

Alkım kendi zamanını hatırlıyordu. Kurdu yeni ortaya çıkmıştı ve yerinde duramıyordu. İçinde mükemmel bir güç ve enerji vardı. Yeni gelenlerde de o zamanlarına dair izler görmek onu duygulandırıyordu.

Aslında Alkım mührün hayatına girmediği, Kanber’in sadece yoğun bir hayranlık ve ilgi duyduğu bir arkadaştan ibaret olduğu o zamanları özlüyordu. O günlerde henüz klan Alaska ve Kındurga olarak ikiye ayrılmamıştı. Feris, Dengiz, Kanber, Vargın, İlbilge ve kendisi ortalıkta dolanır gün boyu eğlenirlerdi. Sonra Günana peşlerine takılırdı. Çok sevimli bir kız çocuğuydu. Kanber onu çok nazlı büyütmüştü. O yıllarda Kanber ve Günana’yı gördükçe aklında Kanber’in ne kadar iyi bir baba olacağı geliyordu. Şimdi ise içinde derin bir üzüntü, kırgınlık ve öfke vardı.

Alkım biraz daha devam ederse genç askere zarar vereceğini anlayınca eğitimi yarıda kesti. Nefesi dar geliyordu. Bir an önce kurda dönüşmeliydi. Hızlıca klandan çıktı ve çok uzaklaşmadan kurda dönüştü. Kanber gibi bozkurttu Alkım’da.

Alkım’ın hızla çıktığını fark eden Kanber her zamanki gibi içgüdülerine sahip çıkamadı. Görmek istiyordu. İyi olduğunu bilmek istiyordu. Ona gidemiyordu ama onun için her şeyi yapardı.

Kanber Alkım’ı nasıl paramparça ettiğini görmüyordu. Alkım yıllarca kendini harap ederken Kanber’in sorunu Alkım’ın tahmin edemeyeceği kadar büyüktü. O yaşta bir gencin omuzlarına yüklenemeyecek kadar büyüktü. Kanber Alkım’ı her daim sevmiş daha kurdu ortaya çıkmadan onun mührü olduğunu anlamıştı.

Ama kader bir şeylere izin vermemişti işte. Bir şeyler değişmişti. Kanber elindeki her şeyi kaybetmişti. Kimse bilmedi. Üç çocuk yaralandı en ağırı Kanber’di. Ailesi dağılmış ve buna üzülememişti. Daha fazla zarar vermemek için kapanmıştı içine. Kucağında küçük bir kız çocuğu ile yapayalnız kalmıştı.

Kanber içindeki meraka ve endişeye karşı koyamadı. Onu seviyordu ama onun üzerinde hiçbir hakkı yoktu. Onu özlüyordu ama kırdığını tamir edemiyordu. Alkım’ın peşinden çıkıp o da kurda dönüştü.

Uzun süredir dönüşmediği için kurdu neredeyse mutluluktan çıldıracaktı. Genç adamın ruhunun yaralarına esir düşmüş kurt ruh eşinin peşinden gideceği için ayrıca heyecanlıydı. Hızla peşinden koşmaya başladı. Kurt formunda daha iyi görüyor, duyuyor ve koku alıyordu.

Alkım hızla koşuyordu. Nereye gittiğini bilmiyor ama öylece ilerliyordu. Sanki yeterince uzaklaşırsa geçmiş üstüne çullanmaktan vazgeçecekti.

En sonunda bir uçurumun kenarında durdu. Sandığından fazla uzaklaşmış olmalıydı. Karşıya baktı. Gördüğü tek şey yoğun bir sisti. Karşısındaki manzara ona Wirana’nın sonuna gelmiş hissini veriyordu. Dişi kurt yere oturdu.

Kanber onun durduğunu hissettiğinde yavaşladı. Alkım’ın içindeki hırçın kurdu uyandırmak istemiyordu. Bir zamanlar bambaşka bir ilişkileri olsa da Kanber onu o kadar kırmıştı ki herkes Alkım’ın sert duvarlarına çarpıp duruyordu.

Bozkurt yavaş adımlarla ilerliyordu. Artık karşısındaki dişiyi görebiliyordu. Onu izlemeyi bile seviyordu. Adımlarını özellikle sessiz ve yavaş atıyordu. Duyup uzaklaşmasından korkuyordu.

Ve en sonunda Alkım onu fark etti. Oturduğu yerden ayağa kalktı ve Kanber’e uyarıcı bir hırlama gönderdi. Bozkurt olduğu yerde durdu ve başını yan çevirdi. Masumca, izin istercesine bakıyordu Alkım’a

Alkım hırlamaya devam ediyordu. Aklından ne de masum bakıyor sanki bizi bu hala düşüren o değilmiş gibi diyordu.

Kanber olduğu yerde durmayı bıraktı ve Alkım’a doğru ilerlemeye başladı. Alkım ona hırlıyordu ama gitmiyordu. Saldırmak için bir hamle de yapmıyordu. Biraz yaklaşsa kokusunu içine çekse ve hala küçük bir çocuk olduğu dönemlerdeki gibi hissetse ne olurdu ki?

Alkım’ın tam önünde durdu. Alkım’da hırlamayı bırakmıştı. Boyu kendisinden bir baş daha yukarıda olan bozkurdun gözlerine bakıyordu. Özlem, kızgınlık, acı, kırgınlık... Ne ile adlandıracağını bilmiyordu. Ama çok benzerlerini o gözlerde görmeyi de beklemiyordu. Gözleri mi yalan söylüyordu yoksa onları bu duruma getiren karşısındaki adam değil miydi?

Alkım yere oturdu. Kanber’de onunla birlikte oturdu. Birbirlerinin gözlerine bakıyorlardı. Kanber’in kurdunun sarı gözleri bir an olsun Alkım’ın gözlerinden ayrılmıyordu. İkisinin de doluyordu gözleri. Birbirleri için ağlama evresini geçeli çok olmuştu halbuki.

Alkım gözlerini kapattı ve başımı eğdi. Bir bu olay için eğmişti ömrünce. Ailesini hiç tanımamıştı. Asker olarak yetişmiş, arkadaşlarının ölümünü görmüş, yaralar almıştı. Ama hiç başını eğmemişti. Ta ki ömrü boyunca beklediği mührü onu reddedene kadar. Bir Kanber’e yenilmişti Alkım.

Daha fazla dayanamadı Kanber. O da eğdi başını. Kanber’in yalnız başı değil omuzları da düştü. Çenesini Alkım’ın başına iki kulağının arasına yerleştirdi. İşte şimdi kokusu çok yakındaydı. Yağmur gibi kokuyordu. Derin derin soludu. Gözlerinden bir damla düşmesine engel olamadı. O damla kürkünün arasında kayboldu. Yıllardır bu bir damlaya hasretti. Belki biraz ağlarsa rahatlardı. Kanber Günana’ya hem ana hem baba olmak zorunda kaldığı o günden beri hiç ağlayamamıştı.

Alkım kuş gibi çırpınan kalbine lanet ediyordu. Ne diye böyle çarpıyordu? Şimdi Kanber’i göndermesi, peşinden geldiği için pişman etmesi gerekmez miydi? Neden gel dese bunca acıyı görmezden gelecek gibi heyecanlanıyordu? Kanber’in boynuna daha da sokulması en saçmasıydı. Çok meraklı gibi adamın boynunu kokluyordu. Meraklı değil miydi, hasret değil miydi?

Kanber toprak kokuyordu.

Gel der miydi? Aklında bu vardı Alkım’ın gel dese her şeyi unutup gidecekmiş gibi hissediyordu. Kavuşmak için hepsini göze almış gibi. Kanber’de gel diyecekmiş gibiydi. Der miydi? Desin diye dua etmeye başladı Alkım.

Acizlik miydi bu? Bilmiyordu. Sadece onu seviyordu. Ruhu ona gitmek için can atıyordu. Ve bir ailesi olsun istiyordu. Alkım’ın hiç ailesi olmamıştı. Kanber onun bir aile için son şansıydı. Elinden almaya hakkı var mıydı? Bir an için inandı Alkım Bu sefer Kanber’in gel diyeceğine inandı. Ama olmadı.

Kanber bir adım geri çekildi ve kafasını kaldırdı. Gözlerine o sert ve ruhsuz bakış yerleşti. Bir adım daha geri gitti ve arkasını döndü. Ağaçların arasında ilerlerken Alkım insan formuna geri döndü.

Uğruna öleceği kadının acı dolu haykırışını duyduğunda canını alması için Tanrı’ya dua etti. Ama o ölürse Alkım’da ölürdü.

“sen bencil korkağın tekisin tamam mı! Sen hiçbir şey hak etmeyen bir aptalsın! Her seferinde gelip bana umut verip gidemezsin! Duydun mu beni?! Korkak!”

Alkım avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yapamazdı işte ona bunu. Mühre bir kez daha lanet etti. Kendisi için neden böylesine bir korkağı seçmişti?

Kanber kalbine saplanan sözlerden sonra ağaçların arasında kayboldu. Alkım ise iyice uçurumun kenarına gidip ayaklarını aşağı salladı. Keşke mührü kırmanın bir yolu olsaydı dedi içinden. Sonra iyice Aykatun’a benzediğini düşündü ve başını iki yana salladı. Kındurga’ya bir Aykatun yeterdi.

Aykatun’dan

Neredeyse tüm klan uyuyordu. Bense yorgunluktan gebermek üzereydim. Tüm klanı gezmiş, halkın sorunlarını dinlemiş ve çözüm bulmaya çalışmıştık. Her yeri karış karış gezmek çok yorucuydu. Klanın Lunası olarak bunu son yapmışım olamayacağını öğrenmek hayal kırıklığıydı.

Şimdi ise dinlenmemi engelleyen şey bulduğum ama incelemeye fırsat bulamadığım haritaydı.

Bu haritaya benzer bir çizimi Aytek’in notlarında görmüştüm. Aytek gittikten sonra o notlara sığınmış ve varlığını hissetmeye çalışmıştım. Bana bıraktığı tek şeyse soru işaretleriydi. Bu haritanın gizemi neydi? Yatağın üstünde öylece duruyor ve doğru düzgün bir yeri göstermiyordu. Bu ev de dahil her yerde olabilirdi. Bu harita ne için çizilmişti?

Öylece sararmış kağıdı izlemekten bıktığım ve hançerimle oynamaya başladığım bir arada yalnışlıkla parmağımın ucunu kesmiştim. Dudaklarımdan minik bir inleme çıktı. Ufak bir sızı vardı. Aldığım eski yaralara göre tatlı bir acısı vardı. O ufak kanın haritaya damlamadığını görünce aklım çıktı. Üstündekiler bozulacaktı.

“hayır, hayır, hayır.” Endişeyle kanın damladığı yere dokunduğunda haritanın üstü değişmeye başladı. Yazılar beliriyordu. Hemen bir parşömen aldım ve geri döndüm.

“Yolda ilerle, ama gözlerin geceye dönük olsun.

Adım geçmişte kayboldu, ama ben hep seninle olacağım.

Bir zamanlar güneşi sarmıştım, şimdi ise karanlıklar benden çıkıp seni bulacak.

Beni bulmak, kaybolmuş ışığı bulmak demek değil,

Ama ışığın içinde beni yeniden aramak...

Ben kimim?”

Ne demek istiyordu? Bir çeşit bilmeceydi ama haritaya dair hiçbir fikrim olmadığı için çözemiyordum. Aytek’in notlarında aydınlatamadığım tek şey bu haritaydı. Ve başka bir yazı daha vardı.

“Bir gün, karanlıkların çöktüğü ve zamanın yavaşça eridiği günde,

Günçe Han’ın kızı, ışığın kaybolduğu yerden yükselir.

Fırtınaların ve toprağın ruhlarının yaktığı yolda,

Gölgesinin ardında kralın taç takacağı elin bekçisi olur.

O, eski kanın son umudu, yeni güneşin parlayacağı zamanın kraliçesidir."

Ve bir kehanetimiz eksikti. Günçe Han eski kurt kralı ve Kurt konseyinin kurucusuydu. Wirana’da ben gelene kadar bir tek onun devrinde, onun sayesinde güneş doğmuştu. Ve Günçe Han’ın bir kızı vardı. Okuduğum kaynaklarda böyle bir kızdan bahsetmiyordu. Ama Gğnçe Han yıllar önce yaşamıştı. Bir kızı olsaydı çoktan ölmüş olması gerekmez miydi?

İlk bilmecenin Günçe Han’la alakası olabilir miydi?

Çözmek zorundaydım. Her şeyi çözmek zorundaydım. Haritaya tekrar baktığımda artık Kındurga haritasına dönüğünü fark ettim. Benim olduğum yeri gösteriyordu.

Instagram Singularity_mybook

Tam tamına 199 sayfalık bir kurgu olduu.

Bölüm : 25.05.2025 11:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...