
Küçük bir kız çocuğuyken, babamın beni güldürmek için türlü hallere girdiğini hatırlıyorum. O, benim dağ gibi güçlü babamdı. Canım babam... Her zaman gülümsememi isterdi. Gülüşümün her şeyden daha kıymetli olduğunu sık sık dile getirir, bunu unutmamam gerektiğini söylerdi. Ne olursa olsun, gülüşlerimi kaybetmememi tembihlerdi.
Ben de onun dediği gibi yaptım. Yirmi üç yaşıma kadar gülüşümü hiç eksiltmedim dudaklarımdan. Bazen içim kan ağlasa da, sahte de olsa hep güldüm. İçimde fırtınalar koparken bile gülümsemeyi sürdürdüm. Yedi yaşımdayken toprak onu benden aldığında bile gülümsedim. Mezarına bakarken yüzümde bir tebessüm vardı. Arkadan "Delirdi bu çocuk" diye fısıldaşan seslere aldırmadan gülmeye devam ettim. O an tanıştım yedi yaşında bir kız çocuğunun delirdiğini söyleyen o acımasız canavarlarla. Ama benim tek derdim, babam beni ağlarken görür de üzülür diye gülümsemekti.
Hiç ağlayamadım onun için. On altı yıl boyunca gözlerimden bir damla yaş düşmedi. Çünkü biliyordum, görürse üzülürdü. Ve ben, onun üzülmesini istemedim.
En azından o güne kadar. Beren'i o halde gördüğümde sağanaklar çınarlarıma ulaşmış onların bedenlerini bükmüştü. Zaten o günde onu çağırmıştım. Haykırmıştı dudaklarım onu. Can damarıma dokunmuşlardı çünkü. Bir tek onun dokunduğu, sevdiği, okşadığı her bir teline şiirler yazdığı saçlarıma dokunmuşlardı.
Beni görüp üzülmedin değil mi baba? Üzülme, bak, karşımdaki adam geldi kurtardı beni. İzin vermedi saçlarıma dokunulmasına. Sen üzülme ne olur canım babam.
Koyu harelerim ela gözlere mıhlandı. O güne ait olan anılar bir bir aklıma düşerken üstümdeki ceketin tanıdık kokusunun nedenini fark ettim.
Gelen o'ydu.
Beni saran, iyi olduğum için rahatlayan ve sen sanıp okşamasını istediğim oydu. Sen sandım, baba. Ellerinin sıcaklığını saçlarım hiç yadırgamadı, o yabancılığı hissetmedim. Oysa senin olmayan ellere isyan eder, feryat ederlerdi.
"Fazla derin bakıyorsun çocuk," dedi.
O an, iç dünyamdan kopup sözlerine odaklandığımda, gözlerime ne kadar yoğun baktığını fark ettim. "Sendin, değil mi?" diye sordum. Neyden bahsettiğimi anlamamış gibi kaşlarını çattı. "O gün... Gözlerimi kapatmamı isteyen ve benimle konuşan sendin," dedim, kesik bir nefes alarak.
Yüzünün yavaşça sertleştiğini gördüm. Ama bu tepki bana değildi; o günü hatırlamasına, o anıya duyduğu bir tepkiden ibaretti. Bundan emindim. "Sendin, değil mi?" diye tekrarladım, cevabını bekleyerek.
Onun cevap vermemesinden kaynaklı sorumu yineledim. Hafif, belli belirsiz bir baş hareketiyle beni onayladığında bakışlarımı ondan hızlıca uzaklaştırdım ve boş masaya diktim. Saç diplerim bunun kesinliğiyle sızladığında o elleri aradığını hissettim. Ben değil, saçlarım istiyordu o elleri. Sanki yıllarca sahipsizmişler de sonunda onları sahiplenecek eller bulmuş gibiydiler. İmkansızdı. Onların sessiz olmaları ve bu isteklerini unutmaları gerekiyordu.
"Beren'i neden gönderdin?" dedi yavaşça.
Neden göndermiştim?
Tekrardan ona baktım ve rahatlamak istediğim için yerimde kıpırdandım. "Bir tane daha alabilir miyim?" Elimdeki sönmüş izmariti gösterdim. Bir şey demeden paketini açtı ve içinden bir sigara daha çıkarttı. O sırada küllük yapmak için çay tabağına çayımdan biraz döküp küçük su birikintisine izmariti attım.
Sigarayı bana uzattığında elinden alarak dudaklarımın arasına koydum. O ise bu sefer çakmağı vermek yerine direkt olarak ateşi yakmış ve bana uzatmıştı. Esen bir rüzgar ya da yanan ateşi söndürecek herhangi bir etken yoktu ama refleks olarak elimi ateşin etrafına sarmış dudaklarımın arasındaki sigarayı alevlendirdim. Geri çekilip kendine de bir sigara yakarak arkasına yaslanıp yüzüme baktı.
Sakince dumanı ciğerlerime gönderdim, içimde tuttum, bekledim, nefesimi bırakmadım. 1,2,3,4,5.
Bırak.
Dumanı ciğerlerimden ayırarak ikimizin arasındaki boşluğu dolduracak kıvamda bıraktım. "Mecburdum." Omuz silktim. "Gitmezse ikimiz zarar görecektik ve ben yürüyemeyecek haldeydim." Sigaramı dudaklarımın arasına götürüp dumanını çektim. "İki mi, bir mi?" diye sordum. "Kalıp ikimizin ölmesi mi yoksa gidip tekimizin kurtulması mı daha mantıklı olurdu? Bileğimden dolayı yürüyemiyordum ve o koşabilecek kadar iyiydi. Mantıklı davranmak zorundaydım."
Bir şey demeden yüzüme bakmaya devam etti. Elindeki sigaraya takıldı gözlerim. Kül boynunu bükmüş dökülmeyi bekliyordu. Kül tablası olarak kullandığım çay tabağını ortaya ittim.
Ortamdaki sessizlik beni rahatsız etmeye başlamıştı ama dudaklarından dökülen kelimeler o rahatsızlığı aramama neden olmuştu. "Ayağı iyi durumda olan sen olsaydın onu orada bırakır mıydın?"
Kaşlarım hızla çatıldı, çektiğim duman sert bir nefesle burnumdan dışarı süzüldü. "Bırakmazdım," dedim, sesimdeki keskinlik neredeyse bir bıçak gibi kesiyordu havayı. "O halde neden onun gitmesini istedin?" diye sordu, bakışları beni delip geçiyordu. Ne yapmaya çalışıyordu?
Derin bir nefes aldım, ciğerlerim dolup boşalırken kelimelerimi dikkatle seçtim. "Çünkü," dedim, sesimi sakin ama kararlı tutmaya çalışarak. "Kurtulması gerekiyordu. Eğer ayakta durabilen, güçlü olan ben olsaydım, yine mantığımı kullanır ve onu orada bırakmazdım. Ama o an işler istediğim gibi gitmedi. Oradan çıkarken tek amacım ikimizin de kurtulmasıydı. Fakat bu mümkün olmadı. Onun gitmesini istedim çünkü başka bir seçeneğim yoktu." Her kelimeyi tartarak, adeta birer taş gibi üst üste koyarak konuştum.
"Nasıl buldunuz onu?" diye sordum, içimdeki merakın sesini bastıramıyordum. Çünkü onu gönderirken birilerini bulup bulamayacağı tamamen belirsizdi; ihtimaller eşitti. Sigarasını dudaklarına götürüp derin bir nefes çektiğinde, gözlerim farkında olmadan dudaklarının her hareketine takılıp kalmıştı. "Tuhaf ama bir çoban ona nereden gitmesi gerektiğini söylemiş," dedi, kelimeleri ağır ağır seçerek. Kaşlarımı çatıp başımı hafifçe eğdim. "Çoban mı? Nasıl yani?" dedim, anlamadığımı açıkça belli ederek.
Sigarasını artık küllük niyetine kullanılan tabağa bastırıp söndürdü. Dumanın son kıvrımları havaya karışırken, gözlerini bana dikti. "Bir çobanla karşılaşmış," diye devam etti. "O adam tek kelime bile etmeden, sadece bize gelen yolu işaret etmiş." Gözleri üzerimdeydi, tıpkı benim az önce onu sigara içerken izlediğim gibi. Bir an sessizlik oldu, sonra sesi daha alçak bir tona büründü. "Onu ilk gördüğümde bana sarılmadı bile. Korkuyordu, ama bu korku kendisi için değildi." Gözleri hafifçe kısıldı, sanki o anı yeniden yaşıyordu. "Beni görür görmez yakama yapıştı," dedi ve çenesiyle beni işaret etti. "Seni söyledi. Seni kurtarmamı istedi."
"Çünkü o şeker portakalı," dedim, gülerek. Amacım, giderek kasvetli bir hâl alan ortamı biraz yumuşatmaktı. "Şeker Portakalı mı?" diye sordu, şaşkın bir ifadeyle. Demek ki şaşırabiliyormuş. "Evet," dedim, açıklamaya devam ederek. "Portakal gibi mis kokuyor ve inanılmaz tatlı biri. Bu yüzden adı Şeker Portakalı."
Yeni bir sigara daha yakıp, çarpık bir gülümsemeyle başını iki yana salladı. "Peki, ne zamandır tanışıyorsunuz?" diye sordu. Dudaklarımı hafifçe büzüp, bakışlarımı çaprazımdaki solgun çiçeğin durduğu saksıya çevirdim. "Sanırım... dört ay kadar oldu," dedim, sesim biraz kararsızdı. Gözlerim onun ela bakışlarıyla buluştu. "Belki de beş. Çok uzun sayılmaz."
Evet, gerçekten de çok uzun bir süre olmamıştı onunla tanışalı. Ama bu kısa zaman diliminde bana hiç var olmamış bir kız kardeşimmiş gibi hissettirmişti. Tanışmamız oldukça sıradandı; öyle bir anda, hiç beklemediğim bir şekilde hayatıma dahil olmuştu. İçimde, onun için bir fidan tohumunu büyütmeye başlamıştım bile.
"Çok kısa bir süre," dedi, gözlerini benden ayırmadan. "Öyle," diye onayladım, düşünceli bir şekilde. Tam o sırada kapının çalmasıyla irkildim ve bakışlarımı o yöne çevirdim. Birkaç saniye sonra kapı açıldı ve içeri Şeker Portakalı girdi. Heyecanla yerimden fırladığım anda, unuttuğum ayak bileğim kendini sızısıyla hatırlattı. Ama o an buna aldırış etmek istemiyordum. Bu yüzden, bu halde ne kadar hızlı yürüyebilirsem o kadar hızlı adımlarla ona doğru ilerledim. Bana aynı heyecanla koşan Beren'e kollarımı sonuna kadar açtım.
İkimizin kolları birbirine dolanmış, sanki tek bir beden olmuştuk. Nihayet kollarıma alabilmiştim onu. "Harika görünüyorsun, Buz Kraliçesi," dedi neşeli bir sesle. "Sen de mükemmel görünüyorsun, Şeker Portakalı," dedim ve onu biraz daha sıkıca sardım.
Hasretle geçen anların ardından birbirimizden ayrıldığımızda, o hiç vakit kaybetmeden abisine doğru ilerledi ve aynı sıcaklıkla ona da sarıldı. "Tek mi geldin?" diye sordu Demir. "Hayır," dedi o, "Annem de geldi, dışarıda Leman ablayla konuşuyor."
Demir başını hafifçe salladı ve ardından yeni yaktığı sigarasını küllüğe bastırarak söndürdü. O sigarada kaç yetimin hakkı vardı, kim bilir...
"Demir," dedi içeri giren kadın, sesi hafifçe titrek ve endişeliydi. Yaşının kırklı yaşların sonlarında olduğu tahmin ediliyordu. Boyu bana göre daha kısaydı, ancak fit vücudu ve kırışıklığın henüz dokunmadığı pürüzsüz yüzüyle benden daha genç göründüğü kesindi.
Bakışlarım, soruyla birlikte kadın ve oğlu arasında gidip gelirken, kadın birkaç adım daha atarak bahçeye doğru yaklaştı. Sonra, bir anda onun görüş açısına girdiğimde gözleri ışıldadı. "Güzel kızım," dedi, bana doğru yürümeye başlarken. Şaşkınlıkla kaşlarım kalktı ve bir an iki kardeşe baktım.
Hiç beklemediğim ve belki de şu ana kadar hiç hissetmediğim bir duyguyla tanıştım: anne şefkati. Kadın bana sıkıca sarıldığında, karşılık verip vermemek arasında kaldım. Ne yapacağımı bilemiyordum, çünkü böyle bir şeyi daha önce hiç yaşamamıştım. Tecrübesizdim.
Ama içimde beni ona sarılmaya iten o güçlü duyguya tutundum ve kollarımı kadına doladım. "Ah, benim güzel kızım, kınalı kuzum. Seni böyle ayakta görmek ne güzel! Şükürler olsun, iyisin," dedi, sesi titreyerek.
Bir an içimden, baba, bana bakmasan da ben biraz ağlasam diye geçirdim. Ama sadece fısıltıyla, "İyiyim, teşekkür ederim," diyebildim. O sırada bir ses duyuldu: "Ay anne, bırak kızı. Ezildi kollarının arasında." Yo, ben iyiyim. Hatta lütfen biraz daha sarılın, demek istedim. Ama bunu söylemeye cesaret edemedim.
Kadın gülümseyerek geri çekildiğinde, karamel ve açık kahverengi gözlerinin derinliğinde kayboldum. Yüzümü avuçlarının içine aldığında, baş parmaklarıyla yanaklarımı nazikçe okşadı. "Seni o halde görünce nasıl korktum bir bilsen. Uyandığında konuşabilmek için başında bekledim ama... olmadı."
Hiç tanımadığım bu kadın, beni mi beklemişti? Hem de ben uyurken, başucumda...
"Beni mi beklediniz?" dedim, şaşkınlığımın sesime yansımasına engel olamadan.
Kadın hâlâ yanaklarımı okşuyordu.
"Tabii ki bekledim. İki gece boyunca burada durdum. Ama sonra bu eşek sıpaları beni kış kışladı. Demir bekledi seni ondan sonra," dedi ve o sırada Demir, rahatsızlığını belli edercesine boğazını sertçe temizledi.
Bir ayrıntıyı fark ettiğimde gözlerim büyüdü. "İki gece mi? Nasıl yani?" diye sordum, şaşkınlıkla çaprazımızda duran kardeşlere bakarak. Şeker Portakalı, abisinin beline sıkıca sarılmıştı.
"İyi de," dedim, hayretle, "ben beş gündür buradayım. Üstelik dört gününde de uyanıktım."
"Buraya getirildiğinde iki gün uyanmadın," dedi Demir.
"Nasıl yani?" Şaşkınlık halinden çıkamıyordum; bakışlarım onun derin, çöl gibi gözlerinden bir an olsun ayrılmamıştı. En sonunda gözlerim, yanaklarımı okşayan kadına döndüğünde, gözlerinin dolduğunu fark ettim. Bu manzara karşısında şaşkınlığım daha da büyüdü. "Neden ağlıyorsunuz?" diye sordum, sesimdeki hayretle.
Kollarım, sanki benden bağımsız hareket ediyormuş gibi, kadının omuzlarına yerleşti. Ne yapacağımı bilemeden hafifçe sıktım ve yine sordum: "Neden ağlıyorsunuz?"
"Ah, güzel kızım benim," dedi kadın, kollarını yeniden bana dolarken. Şaşkınlık hâlâ beni terk etmemişti. "Lütfen ağlamayın ama, neden ağlıyorsunuz?" dedim, bu kez biraz daha yumuşak bir sesle. Ellerini sırtımda hissettim; usulca sıvazlıyordu, sanki beni teselli eder gibi.
Tam o anda, bedenime hafif bir esinti vurdu ve ürperdim. Düşündüm... Benim için mi endişeleniyordu? Bir anne, benim için mi ağlıyordu? Benim için...
Geri çekildiğinde kadın oğluna baktı. Ben kadından gözlerimi alamazken dolu gözlerini izliyordum. "Yok," dedi, "Ağlamıyorum güzel kızım." Elleriyle yüzünü sıvazlayıp bana döndü gülümseyerek. "Yaşlılıktan bunlar hep." Bir hıçkırık sesi duyduğumda ağlayan kişiye döndüm. Şeker Portakalı abisine sıkıca sarılmış başını onun göğsüne yaslamıştı. Omuzları ağlamasına karşılık olarak titrerken o içli içli ağlıyordu. Abisinin güvenli limanları onu sardığında saçlarını okşadı. "Geçti, tamam güzelim." Ağlayan iki kadına ne olduğunu anlamaz şekilde bakıyordum. Şaşkınlıktan ne yapacağımı, elimi kolumu nereye koyacağımı bilmiyordum.
"Şeker Portakalı, ağlama." Dudaklarımdan fısıltı halinden çıkan sesim şaşkınlık ve üzüntü içeriyordu. Başını kaldırıp bana baktığında canlı ela gözleri kırmızılaşmış ve dolu doluydu. Abisinden ayrılıp bana geldiğinden ellerimi beline doladım. Bir elim sıkıca belini tutarken diğerini saçlarına götürüp okşamaya başladım. "Özür dilerim," dedi fısıltıyla. "Seni bırakıp gitmemem lazımdı. Özür dilerim." Hıçkırıklarının arasında kesik nefeslerle konuşuyordu. "Saçmalama, gitmen lazımdı. Senin sayende kurtuldum oradan." Alelacele konuşuyordum çünkü onun kendini bu şekilde suçlu hissetmesini istemiyordum. "Sen olmasan kurtulamazdım ki ben, iyi ki gittin." Hiçbir şey demeden omzumdaki başını itiraz edercesine iki yana salladı. "Lütfen, bak bana." Geri çekilip yüzünü ellerimin arasına aldım. "Gerçekten," dedim ona ciddi olduğumu göstermek için kelimeleri bastırırken konuşurken. "İyi ki gittin. Hem ben iyiyim, sen iyisin. Önemli olan bu. Ne olur ağlama, bak ben çok çaresiz hissediyorum, Şeker Portakalı."
Beren'in annesi bize yaklaşıp kızının saçlarını okşadı. "Doğru. Ağlama sen de artık. Bak, kız şaşkın ördek yavrusu gibi kaldı aramızda." Beren ağlarken güldüğünde bana baktı. Gerçekten öyle olduğumu görmüş olmalı ki daha fazla güldü. Burnunu çekerek göz yaşlarını kazağının tersiyle sildi. "Tamam, tamam. Ağlamıyorum Ördek Yavrusu." Kaşlarımı çatıp avuçlarım arasında olan yanaklarını sıktım. "Sensin be o." Gülüşü daha da derinleştiğinde ellerimi gülerek yüzünden çektim.
Ortamın yavaşça sakinleşmesi içime su serperken, gülümseyerek bakışlarımı karamel rengi gözleriyle beni izleyen çöl misali adama çevirdim. Ellerini cebine koymuş, biz üç kadını dikkatle süzüyordu. Bana göz kırptı; ancak bu o kadar kısa sürdü ki, bir an için göz yanılması olduğunu düşündüm.
Sandalyeyi çekip annesinin omzuna nazikçe dokundu. "Geç anne," dedi yumuşak bir sesle. Kadın, omzundaki elin üzerine kendi elini koyarak gülümsedi ve kendisi için çekilen sandalyeye oturdu. Beren de annesinin tam karşısındaki sandalyeye yerleşirken, ben ve Demir eski yerlerimize dönmüştük.
"İyi misin kızım? Nasıl hissediyorsun?" Kadın, masanın üzerindeki elimi tutarak nazikçe sıktı. "Çok iyiyim, teşekkür ederim. Biraz bileğimde ağrı var ama çok da köt-" Cümlemi tamamlayamadan birden acıyla inledim ve elimi hızla bacağıma götürdüm. Demir, ayağını uzatırken botu incinmiş bileğime istemeden çarpmıştı.
"Ayşıl?"
"Kızım?"
"Hay aksi!"
Üçü birden aynı anda konuşurken, Demir hızla yerinden fırladı ve yanıma gelerek tek dizi üzerine çöktü. Dişlerimi acıyla sıkarak bir kez daha inledim. Eli çıplak ayağıma dokunduğunda istemsizce omzuna tutundum. Bakışları benimkileri bulduğunda, yukarıdan ona bakıyordum.
"O nasıl bacak ya?" dedim şaşkınlıkla. Esmer tenime rağmen acıdan kızardığımı hissediyordum. Morarmış bile olabilirdim, çünkü gerçekten çok acıyordu. "Öyle bacak mı olur? Nasıl ulaştın oradan ayağıma?"
Ağrıyan yere hafifçe bastırdığında omuzunu sıktım. "Dokunma, gerçekten iyiyim," dedim, sesimde hafif bir sitemle. Baş parmağı incinen bölgede ufak daireler çizerken, dokunuşunun mu yoksa geçen zamanın mı ağrıyı hafiflettiğini anlayamıyordum. İlk çarptığım andaki kadar keskin bir acı hissetmiyordum artık. "Abi, yine yaptın merdivenliğini," dedi Beren alaycı bir tonda. Demir'in sert bakışları Beren'i bulduğunda, arkadaşım umursamaz bir ifadeyle başını hafifçe yana eğdi, "Ne var ki?" dercesine.
"Oğlum, biraz dikkat etsene," diye çıkıştı Demir, ardından derin bir nefes alıp verdi. Onun da mahcup olduğunu fark etmiştim. "Gerçekten iyiyim," dedim, durumu yumuşatmaya çalışarak. "Bir anlık refleksle telaşlandım, tamamen psikolojik bir tepkiydi." Gözlerimi Demir'in koyu kahve gözlerine çevirdim ve sakin bir şekilde ekledim: "Şu an hiçbir şeyim yok, acımıyor."
Demir yerden kalkarken onu izleyen gözlerim istemsizce yukarı kaydı. Boyunun uzunluğu başımı hafifçe döndürmeme neden olmuştu. "Seni geri götürebilirim," dedi aniden. Hızla başımı iki yana salladım. "Hayır, gerek yok. Gerçekten iyiyim," dedim kararlı bir şekilde.
Demir birkaç saniye boyunca gözlerime dikkatlice baktı, emin olmak ister gibiydi. Sonunda başını sallayıp yerine geçti. O sırada annesi ona ters bir bakış attı. Demir, annesinin bakışlarını fark edince boğazını temizledi, önüne döndü ve ayaklarını toparladı. Bu hali beni istemsizce gülümsetti. Masadaki bakışlar bana çevrildiğinde gülümsememi bozmadan onlara baktım.
"Kız, Allah'tan iyiyim," dedi Beren, sanki durumu daha da abartmak istercesine. "Az kalsın bacağı kopuyordu." Demir'in esmer teni boynundan yukarı doğru kızarmaya başlarken kaşlarını çatmıştı. Bu sahne beni daha da güldürdü.
Sağlam ayağımla arkadaşımın bileğine hafifçe vurdum. Bu sefer acıyla inleyen o oldu, bileğini tutarak bana sinirle baktı. "Ne yapıyorsun ya, niye vuruyorsun?" Kaşlarımı hafifçe kaldırıp yüzüme masum bir ifade yerleştirdim. "Bilerek mi yaptım sanıyorsun? Ayak bu, istemeden çarpmıştır."
Beren homurdanarak bileğini ovalamaya başladı. Gözlerimi ondan ayırıp karşımda oturan adama çevirdim. "Ben ne zaman çıkarım? Aslında gayet iyiyim, eve gidebilirim," dedim usulca. Adam sakin bir şekilde cevap verdi. "Askeriye doktoruyla konuşuruz. O tamam derse çıkarsın."
Tam o sırada Beren araya girdi. "O zaman ben eve gidip senin için odayı hazırlayayım." Kaşlarımı çatarak ona döndüm. "Ne odası?" dedim şüpheyle. Beren omuz silkerek cevap verdi. "Bizde kalırsın işte." Bu öneri beni şaşırtmıştı, hatta biraz sinirlendirmişti. Çünkü buraya gelmeden önce Beren ile bir anlaşma yapmıştık; Ben arkadaşımın kalmam için anahtarını bana verdiği evde kalacaktım. Tek olmadığım bir evde kalmak beni geriyor ve rahatsız ediyordu. Hatta bu yüzden çoğu zaman evime misafir bile kabul etmezdim.
"Evim var benim," dedim dişlerimin arasından sıkarak. "Beren bahsetti bana da, arkadaşın kalman için evini vermiş sana da olmaz öyle." Araya Beren'in annesi de laf sıkıştırmıştı ama canım arkadaşım annesine fırsat vermeden yine konuştu. "Kızım, tek başına nasıl kalacaksın evde?" diye üsteledi. Gözlerimi devirerek ona baktım. "Beren, çocuk muyum ben? Gayet güzel kalırım evimde." Şimdi bir de ağzına çarpasım gelmişti.
Bu sırada Beren'in annesi devreye girdi. "Beren doğru söylüyor kızım, sen bizde kal," dedi sakin ama kararlı bir sesle. Artık sabrım tükenmek üzereydi. "Çok teşekkür ederim ama ben gerçekten iyiyim, tek başıma kalabilirim," dedim nazikçe. Aslında eve gidip biraz yalnız kalmaya ihtiyacım vardı.
Beren'in annesi yüzünde tatlı bir gülümsemeyle konuşmaya devam etti. "Kalırsın tabii kızım, ondan yana sorun yok. Ama sen yanımızda kal ki içimiz rahat etsin. Vallahi aklım sende kalır." Kadına gülümseyerek baktım. Adını hatırlamaya çalıştım. Beren bir ara annesinin adını söylemişti. Neydi? Heh, Nermin teyze! "Nermin teyze, hiç aklınız kalmasın. Zaten sadece geceleri kalacağım. Diğer vakitlerde hep Beren'le olacağım için tek kalmış sayılmam."
Nermin teyze başını onaylar şekilde salladı. "Sen nasıl istersen kızım, ama bir ihtiyacın olduğunda haber vermezsen tutar kolundan eve götürürüm vallahi," dedi şakayla karışık bir ciddiyetle. Hafifçe kıkırdadım. "Tamam, eğer haber vermezsem beni sürüklemenize izin veriyorum," dedim gülümseyerek.
☠️
Beren'in yardımıyla eve girmiş koltukta oturuyordum. Sabah bahçede uzun uzun oturmuş sohbetler etmiştik. Nermin teyzeyi daha önce görmemiştim ama Şeker Portakalı'nın annesinden ufak ufak bahsetmesinden kendisi gibi sevecen bir kadın olduğunu az çok biliyordum.
Beren annemin beni doğururken öldüğünü bildiği için annesinin konusunu çok açmaz, hatta yanımda telefonla konuşmazdı bile. Oldukça hassas davranırdı bana bu konularda. Ben ise böyle bir şeyin sorun olmayacağını söylesem de o dikkatli davranmaktan asla vazgeçmedi.
Nermin teyzenin giderken bana sarılıp 'umarım haber vermezsin de seni eve sürükleyecek bahanem çıkar' dediğini hatırladığımda güldüm. Beni Beren'den ayırmayıp aynı onun gibi görmesi içimde hiç tatmadığım hislerin kilidini açarken hislerime güncellemeyle yeni duyular eklenmiş gibi hissediyordum.
Telefondan saate baktım. Arayan yoktu, mesaj yoktu. Koca bir sıfır. Biliyor olmalılar ki bana haber vermem için birilerini aramamı söylememişlerdi.
21:58
Beni eve Beren ve Nermin Teyze bırakmıştı. Çok yorgun olduğumu söyleyip onları göndermeyi başarmıştım. Her ne kadar yalnız kalmamı istemeseler de, ısrarcı davranarak onları ikna etmiştim. Olaydan etkilendiğimi düşünüyorlardı ve Nermin Teyze, Beren'in bana nasıl hassas yaklaştığını görmüş olacak ki, aynı özeni bana da gösteriyordu. Ama gerçekten etkilenmiş miydim?
Hiç sanmıyorum.
Beni asıl etkileyen, Şeker Portakalı'mı o halde görmekti. Beni etkileyen, hiçbir şey yapamamanın çaresizliğiydi. Beni etkileyen, kardeşimin gözyaşlarıydı.
Yüzümü sertçe sıvazlayıp siyah saçlarımın perçemlerini geriye doğru taradım ve etrafıma göz gezdirdim. Burayı inceleme fırsatım olmamıştı. Her şey, çocukken geldiğim zamanki gibi yerli yerindeydi. Yıllar boyunca kimsenin buraya uğramadığını sanmıştım, ama yanılmışım. O, buraya gelmeye devam etmiş ve ben bunu şimdi öğreniyordum. Babam öldükten sonra yıllarca bu eve adım atmamıştım. Bu yüzden evin pis olacağını düşünmüştüm, ama sadece biraz tozluydu.
Gözlerim karanlığa alışmış olmalı ki artık her şeyi net bir şekilde görebiliyordum. Arkama yaslanmış, başımı koltuğun sırt kısmına dayamış, tavana bakıyordum. Elimdeki notu sıkıca tutarak kafamın içindeki düşünceleri susturmaya çalışıyordum.
İntikam, diyordu bir ses.
Her yanım tek bir kelimeyi haykırıyordu. On altı yıl boyunca nefes almayan saçlarım bile o kelimeyi çığlık çığlığa söylüyordu.
İntikam.
İntikam.
İntikam.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |