
Bedenimi ele geçiren korku ve endişeyle gözlerinde öfkeyi gördüğüm adama baktım. Omuzuna dokunduğum anca beni yatağa fırlatarak çekip üstüme çıkmıştı. Boğazıma dayalı bıçak yüzünden mi yoksa söylediği şeyden dolayı mı yerimden kıpırdayamıyordum, bilmiyorum.
Enseme doğru bir sıcaklık akarken yabancıya, daha çok düşmanına bakıyormuş gibi bakan gözlerine odaklandım. Ona kim olduğumu, hain olmadığımı bağırarak söylemek isterdim ama ufacık hareketim de boğazımı paramparça edecekmiş gibi duruyordu.
"NEDEN İHANET ETTİN! SÖYLE LAN!"
Etmedim..
Boynum biraz daha kesilirken aralık olan kapı gürültüyle açıldı. "Kandaş," dedi Bahtiyar temkinli sesle. "Ayşıl o, sakin ol." Demir göğsüme bastırdığı elini daha da bastırdığında kaburgalarıma yaptığı baskıyla nefessiz kalarak acıyla inledim.
"DEMİR!"
Bahtiyar'ın gür bir sesle sertçe bağırmasıyla Demir'in yabancı bakan gözlerinin ifadesi saniyeler içinde değişti. Beni ilk defa görüyormuş gibi şaşkınca bakarken pozisyonumuzun farkına varmasıyla dehşete düştü.
"Nefes," dedim. Elimi zar zor kaburgalarıma baskı yapan elinin bileğine doladım. "Nefes alamıyorum."
Eline baktığında hızlıca üstümden ve yataktan kalktığında bedenimi yana yatırıp nefes almaya çalıştım. Derin nefesler almaya çalışarak başımı kaldırdığımda Demir kapıdan çıkmadan önce duvara öfkeyle iki defa yumruk atmıştı. Kırıp dökerek bağırışlarıyla koridoru aştığında Bahtiyar yatağa oturup yüzümü avuçladı.
"İyi misin?" Endişeyle yüzüme bakıyordu. Başımı sallayıp avucuna yaslandığımda gözlerimi kapatarak derin nefeslerimi düzene sokmaya çalışıyordum. Beni kendine çekerek başımı göğsüne yaslayıp sarıldı. Kendimi toparlayıp bir an önce onun yanına gitmek istiyordum. Kendine geldiği anda gözlerindeki beni endişelendirmişti. Leman ve Hilal'in de odaya girdiğini seslerinden anlamıştım. Gözlerimi açtığımda kendimi toparlayabilmiştim. Leman soğukkanlıkla boynuma baktığında acısını hissetmiyordum bile. İçeriden yeni bir kükreyiş ve duvara inen bir yumruk sesi daha geldiğinde Bahtiyar'a endişeyle baktım.
"Sakinleşmesi lazım," dedi, Demir için endişelendiğimi anlamış gibi. "Öfkesini bu şekilde akıtabiliyor."
"Yanına git." Sesim çatallı ve sessiz çıkarken koridordan bir yumruk sesi daha geldi. "Yanına git," diye sızlandım.
Bahtiyar yerinden hareket etmezken hızlıca yataktan kalktığımda Bahtiyar ve kızların uyarılarını dinlemeden koridorun sonunda olduğunu yeni fark ettiğim kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı hızlıca açtığımda ayakta duvara dirseklerini yaslayıp yüzünü kapatan Demir'le karşılaştım. Sırtı her derin nefes alışında yükseliyor, verişinde ise iniyordu. Kaç kere yumruk atmıştı bilmiyorum ama yaslandığı duvarın çevresinde kan lekeleri vardı.
"Çık," dedi başını kaldırmadan. Kapıyı kapatıp sırtımı yasladığımda acıyla çıkan ses tonu kalbimi parçalamıştı.
"Çık, Ayşıl."
"Yakamoz benim adım," dedim mırıldanarak.
Duvardan öfkeyle ayrıldı ve bana bakmadan arkasını dönerek elleriyle yüzünü sıvazladı. Elleri yüzünde saçlarına ulaşarak sertçe karıştırdı. Elleri yeniden yüzüne ulaştığında sinirle yüzüne üç defa vurdu. Daha önce sinirlenen bir sürü insanla tanımıştım ama kendisini tokatlayacak kadar gözü dönen birisini görmemiştim, o yüzden bu hali beni endişelendiriyordu.
Korkuyla kapıya sindiğimde bir süre onun sinirli halinin geçmesini bekledim. Ne yapacağımı bilmiyordum çünkü. Ona yaklaşmalı mıydım yoksa uzak mı durmalıydım karar veremiyordum. Sadece olduğum yerde bekliyor ve kendisine gelmesini istiyordum.
"Özür dilerim," dedim fısıltıyla. "Geçen sefer de uyarmıştın odana girmemem için.." Bakışları bana döndüğünde üzgünce tek omuzumu kaldırıp indirdim. "Seni uyurken izlemek istemiştim.. Özür dilerim."
Sıkıntılı bir nefes verip bana doğru yaklaşıp çenemi tuttu ve başımı kaldırıp boynumda hala kanayan kesiğe baktı. Sinirleri yine onu ele geçirecek gibi olduğunda bileğini tutup kan çanağına dönen gözlerine baktım.
"Suçlu olan benim, kendini suçlama." Sesimin kısık çıkmasına engel olamamıştım.
"O yüzden mi benden korkuyorsun?" diye sertçe konuştuğunda kaşları da çatılmıştı. Şaşkınlık yüzümü esir aldığında başımı itiraz ederek salladım. "Senden korkmuyorum," dedim. Gerçekten korkmuyordum. "Yeniden sinirlenip kendine zarar vermenden korkuyorum," dediğimde çenemdeki boğumları kanlanmış elini tutarak çektim ve iki elimin arasına aldım. "Yüzümdeki korku kendim için değil," diye fısıldadım. "Senin için."
Hiçbir şey söylemeden başını geriye attığında derin nefesler almaya başladı. Beni kendine çektiğinde başımı göğsüne yaslayıp kollarımızı birbirine doladık. Kalbim sızım sızlarken dudaklarımı kalbinin üstüne bastırdım. Acım umurumda değildi, onun o haliyle karşılaşmak canımı daha da acıtıyordu.
Kollarımı beline daha sıkı sardığımda çöllerinde kent kurmaya çalıştığım adamın acısını yüreğinden almak istiyordum. Bana bakarken bile tanıyamayacak kadar korkarak uyanmıştı uykusundan. Kollarım arasındaki adamı içime sokmak ve tüm korktuğu şeylerden uzaklaştırmak, korumak istiyordum.
Benden uzaklaşmadan kapıyı açtığından kafasını aralıktan uzatıp, "LEMAN! BANYODAN SAĞLIK ÇANTASINI GETİR." diye bağırdığında yanağımı göğsüne sürttüm. Bana bakmak için başını eğdiğinde gözlerinde saklamaya çalıştığı acıyı gördüm. Kapının ardından ses gelince başını kaldırıp elini uzattı. Göremesem de gelen Leman olmalıydı.
"Yardım lazım mı?"
Endişeli çıkan ses tezimi doğrularken Demir gerek olmadığını belirtmek için sallayıp kapıyı kapattı. Elinde tuttuğu çantayla benimle birlikte odada bulunan tek sandalyeye doğru ilerledi. Odanın içinde çeşitli spor aletleri bulunuyordu. Sanırım evinin en ücra odasını spor salonu olarak kullanıyordu.
Sandalyeye oturduğunda bacaklarını araladı ve boynumdaki kesiğin ondan tarafa kalacağı şekilde kucağına oturtturdu. Tek eline dolayıp çantayı dizinin üstüne yerleştirip fermuarını açtı. İçini karıştırmaya başladığında terden nemlenmiş sakağının kenarındaki saçlarına elimi uzatıp parmaklarımla sildim. Benim ona dokunmama müsaade etmesi hoşuma gidiyordu.
Çantadan çıkardığı tentürdiyodu pamuğa döktüğünde boynumda saçlarımı geriye attı. Ellerimi bacaklarımı arasına koyarak bakışlarımı önüme çevirdiğimde başımı hafifçe geriye yatırıp onun için yer açtım. Pamuğu yaraya dokundurmadan çevresindeki kanları temizlediğinde elindekini yere atıp yeni bir pamuk çıkardı ve ne olduğunu bilmediğim bir suyu pamuğa döktü.
"Bu canını acıtacak," dediğinde başımı sallayıp sürmesi için bekledim ama o tereddütle yarama bakıyordu. Sürmek istiyor ama sürmekte istemiyor gibiydi. "Ne oldu?" diye mırıldandığımda baş parmağıyla burnunun ucunu kaşıyıp kaşlarını kaldırdı ve başını bir şey olmadı der gibi salladı.
Pamuğu yaranın üstüne sürmeye başladığında gülümsedim. Bedenim artık geçmişte kalan bu acıyı tanıyordu. Bir zamanlar vücudumdan eksilmezdi bu acı tat, o yüzden şimdi çokta acımıyordu ya da artık alıştığı acıya tepki vermiyordu.
Üfleyerek nefesini tenimle buluşturduğunda yerimden kıpırdanıp derin bir nefes alarak nefesimi tuttum. Hareket ettiğimde duraksayıp bana baktı ama ben sadece önüme bakıyordum. Sırtımda dolanan ürperti içimi hoş edecek şekilde bedenimde gezintiye çıkmıştı.
"Acıyor mu?" diye sorduğunda dilimi dudaklarımda dolaştırdım.
"Hı? Hı, evet. Evet, acıyor. Üfle üfle. Sen üfle." Nefes nefese konuşurken bir yandan elimle de yarayı yelliyordum.
Elimi tutarak boynuma yaklaşıp üflemeye başladı. Başım biraz daha geriye düşerken gözlerimi kapattım. Bileğimi ve belimi sarmalayan kolları olmasa arkaya doğru düşeceğimden adım kadar emindim çünkü bedenim nefesine hiç hoş tepkiler vermiyordu. Ya ben mart ayına gireceğimiz için tozutmaya başlamıştım ya da onun nefesi birden daha da baştan çıkartıcı olmaya başlamıştı. Kedi değildim o yüzden ilk seçeneği elemiştim. Geriye onun baştan çıkartmaya çalışması kalmıştı ama bundan da emin olamıyordum.
Açıkçası ben şu an hiçbir şey düşünemiyordum. Adımı söylemelerini isteseler tepki veremezdim çünkü dudakları tenime değiyordu. Yutkunarak kuruyan dudaklarımı dilimle nemlendirip titrek bir iç çektim. Dudakları boynumu nemlendiriyor ve ardından sıcak nefesiyle beni deli ediyordu. Defalarca yutkunmama rağmen kuruyan boğazımı ıslatamıyordum çünkü bedenimi saran harmanlanmış bir ateş vardı.
Kulak mememe doğru dudaklarıyla ince bir çizgi çizerek yaklaştığında hafifçe ısırdı. Dudaklarımdan kesik bir inleme firar ederken belimdeki eliyle beni kendine daha da çekti. "Uslu dur," diye kulağıma doğru fısıldadığında başımı salladım fakat, beynim ne yaptığımı bilemeyecek kadar ambale olmuştu. Aniden çekildiğinde kara delikte dolaşıyor gibi hissetmiştim ve bu hiç hoşuma gitmemişti.
Omuzumdan öperek uzaklaştığında doğrulup sersemleşmiş şekilde ona baktım. Yüzündeki ciddi ifade yerli yerinde durmasını beklemiyordum. Çantanın içinden bant çıkardığında boynuma dikkatlice yapıştırdı ve nefes verip yüzüme sıkıntılı bir şekilde baktı.
"Kıskanmıştım," dedim gülümseyerek. Kaşları ne dediğimi anlamadığı için çatılırken, "Boynundaki yara izini kıskanmıştım ve artık bende de var," diye devam ettim. Kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldığında çocuk gibi omuz silkip sevimlice sırıttım. Sevimli halime dayanamamış olmalı ki başını iki yana sallayarak homurdanarak güldü.
"Şimdi sıra sende," dedim ellerimi birbirine vurarak. Dizindeki çantanın içine eğilip pamuk ve yarasını temizlemek için bir ilaç çıkartıp kapağını açtım. "Demir Bey, elinizi uzatın lütfen," diyerek oyuncu bir tavır büründüm. Kaşlarını kaldırdığında gözlerimi kıstım. "Korkuyor musunuz, Demir Bey? Lütfen endişelenmeyin, elim sizinkinin aksine epey hafiftir. Nereden mi biliyorum? Çünkü popomda hala beş parmağınızın izi duruyor." Yüzümde yapmacık bir gülümsemeyle ona bakarken başını geriye atarak gür sesiyle kahkaha atmaya başladı.
"Gülmeyiniz lütfen, çünkü benim açımdan hiç hoş bir deneyim olmadı. " Kahkahası devam ederken dudaklarımda yapmacık olan gülümseme onu güldürebilmemin sevinciyle gerçeğe dönüşürken şakacı tavırla kaşlarımı çattım.
"Gülmeye devam ederseniz sizi kucağıma yatırıp poponuzu şaplaklamaya başlayacağım, Bay Koca Adam." Kahkahası daha da derinleşirken elini gözlerinin üstüne kapattı. Omuzları sarsılarak gülüyordu ve güzel gülüşü gözlerimin önünde tapılası şekilde duruyordu. Dizinden kalkarak gerilerek iki yana açılan dudaklarından sertçe öptüm. Başını kaldırdığında ayakta olmama rağmen ondan sadece birkaç santim duruyordum.
"Gülmeniz bittiyse işimize bakalım lütfen."
Kollarını belime doladığında beni kendine çekip alnını çeneme yasladı. Tek elimi saçlarına götürüp okşamaya başladım. İçim yağmurdan sonra etrafa yayılan kokunun burnuma dolmasıyla huzura kavuştu.
"Göreve çıkmıştık," dedi acı çeker sesle. "Emrimde olan yedi askerle birlikte dağa çıktık. Bir tanesi hain. Nasıl oldu, nasıl girdi bilmiyoruz. Aklım almıyor, nasıl görüp de fark etmedim, bilmiyorum. İçimize kadar girmişler." Derin bir nefes aldığında alnını bir sığınakmışım gibi boynuma gömdü. "Uyuyacak bir yer belirledik, dinlenecektik. Çocuklar çok yorulmuştu, sırtlarında otuz kilo yükle hiç dinlenmeden sekiz saat yürümüştü. Aslında dinlenmememiz gerekiyordu, ama kıyamayıp hiç olmaması gereken yerde dinlenmelerini emrettim. Hepsi bir yere yatıp uyudu, nöbeti de o şerefsiz devraldı. 'Ben nöbet tutarım Komutanım' dedi. Sırtımı yasladım kayaya, gözlerimi dinlendireyim dedim. Beş dakika lan, beş dakika bile olmamıştı. 'Komutanım' diye acı çeken bir ses duydum. Yerimden nasıl sıçradığımı hala hatırlıyorum. Seslenen Uzman Salih Gültepe'ydi. Yeni çocuğu olmuştu, görevden sonra bebeğini görmeye gidecekti."
Başımı başına yaslayıp saçlarından öptüm. Belimdeki kolları beni mengene gibi sıkmaya başladığında tekrardan öptüm saçlarını. Acısını, yüklerini almak ister gibi hiç beklemeden bir kez daha öptüm saçlarını. Zorlukla yutkunduğunu duyduğumda gözlerimi kapattım.
"Yerde kanlar içindeydi... Silah kullanmamışlar. Duyardım ben. En ufacık çıtırtıya bile uyanırım ben. Onları duyamadım ama." Benden geri çekildiğinde sırtını sandalyeye yaslayıp parmaklarıyla gözlerini sertçe ovdu. Eliyle karnının tam ortasındaki yarayı gösterdi.
"Bunlar bana o geceden kalanlar. Ben ilk defa o gün korkuyla karşılaştım. Öleceğimden değil. Çocuklarımın intikamını alamadan öleceğim diye çok korktum. Salih ölmeden önceki nefesini yardım çağırmak için kullanmış. O beni kurtardı da... Yakamoz, benim ellerimde altı şehit çocuğumun kanı var."
Kaldırarak gösterdiği ellerini avuçlarımın içerisine aldığımda bakışlarını başka yöne çevirdi. Bana sabah neden saldırdığının sebebini anlatıyordu. O gece yaşadıkları beyninin içinde kamp kurmuş ve o her uyuduğunda temkinli olması gerektiğini hatırlatıyordu. Korkuyla uyanıyordu çünkü tekrardan aynı görüntüyle karşılaşacağını düşünüyordu. Karanlık gecesi onun peşinden hayalet gibi ilerliyordu.
Ağlamıyordu. Gözleri bile dolmamıştı ama acı çekiyordu ve bu benim canımı hiç olmadığı kadar acıtıyordu. Ellerini dudaklarıma götürüp teker teker öptüm. Gözleri öptüğüm ellerine düştüğünde dolu gözlerle ona baktım.
"Saçlarımın kabul ettiği bu eller benim için bir hayat, yaşam.. Senin ellerin benim cennetim ve bu eller tertemiz," dedim titreyen sesimle. Gözlerimiz buluştuğunda ellerini bırakıp boynuna sıkıca sarıldım. "Ellerinde yaşam barındırıyorken kanlı olduğunu nasıl dünürsün.." Kollarım onu çocuk gibi sıkıca sarıyorken boynundan öptüm.
Birbirimize sarılı halde dakikalarca dururken tek istediğim geniş omuzlarına binen yüklerden onu kurtarmak ya da yüklerini paylaşmaktı. Çünkü anladım ki çöllerinde kent kurmak istediğim adamın aslında darmaduman olmuş halihazırda bir kenti vardı. Ve ben, kendi kentimi kurmak yerine onunkini yeniden inşa edecektim.
"Kayınpeder ilk günden kızını ağlattığım için bana kin duyuyordur şimdi."
Ellerini belime koyarak beni kendisinden uzaklaştırmaya çalışsa da itiraz edip ona daha sıkı sarıldım. Boynunu güçlü şekilde öpüp gözlerimi açtım. Burnumu çekerek duvara odaklandım. Yerdeki ve gökteki melekler şahidim olsun ki, seni o enkazın altından kurtaracağım. Ve Allah bana şahitlik etsin ki, sana zarar gelmesine izin vermeyeceğim, çocuğum.
Geri çekilmeden önce göz yaşlarımı temizledim ve yavaşça doğruldum. Elleri hala belimde duruyorken güzel gülümsemesini bahşeden adama baktım. Hiçbir şey demeden yere attığım ilacı alarak dizine tekrardan oturduğumda o da sesini çıkarmadan elini uzatmıştı. İki elini de acıtmamaya dikkat ederek yavaşça temizleyerek ilacı çantanın içine atıp fermuarını kapadım. Kucağından kalkacağım sırada beni belimden tuttuğu için kalkamamıştım. Yüzünde muzip bir ifade vardı.
"Sahiden parmaklarımın izi duruyor mu?"
Kahkaha attığımda dirseğimle göğsünü dürtüp ayağa kalktım. Ben aşağı inerken o da odasına tişört giyinmek için gitmişti. Salona girdiğimde Beren ve Alparslan'ın gelmiş olduğunu gördüm. Hepsi koltuklara dizilmiş sessiz sedasız oturuyordu ve düşüncelere dalmıştı.
"Hayırdır inşallah, Ankara'da gemileriniz mi battı?"
Hepsinin gözü birden bana çevrilince Beren koşarak yanıma gelip boynuma bakmaya başladığında rahatsız olarak geri çekildim. Kaşlarımı çatarak salonun ortasına girip ellerimi belime koydum.
"Demir'in yanında da bu suratla duracak olursanız hepinize dinlene dinlene kafa atarım," dedim sinirle.
Tepkime şaşırdıklarında işaret parmağımı sallayarak teker teker yüzlerine baktım. "Anladınız mı beni?" Başlarını salladıklarında, "Güzel. Şimdi kahvaltı yapalım," dedim ve hazır olan masaya doğru yürümeye başladım. Alparslan ile göz göze geldiğimizde gülerek göz kırptım ve baş köşenin hemen yanındaki sandalyeye oturdum. Belki baş köşeye oturan o olurdu. Demir de aşağı indiğinde hepsini göz hapsinde tuttuğuma dair gizlice el işareti yaptım. Tahmin ettiğim gibi baş köşeye yerleştiğinde diğerleri sandalyelerine oturmuştu.
Biraz sessiz geçen kahvaltının sonunda masayı hazırlayan biz olduğumuz için erkekler ısrar edip oturmamızı istemişlerdi. Yan gel yat yapmayıp iş bölümünü paylaşmaları hoşuma gidiyordu. Dün akşam masayı onların hazırlamasına rağmen aynısı yapmışlardı. Biz koltuklarda keyfimize bakarken üç erkek de sırayla masadan tabakları alıp mutfağa taşıyorlardı.
Demir bulaşıkları hallederken ben de sigara içmek için bahçeye çıkacaktım fakat etrafta sigara paketimi bulamıyordum ve yukarı çıkıp valizden yeni paket de almaya üşeniyordum. Mutfağa ilerleyip kapının önünde durup ellerimi arkamda birleştirip bulaşıkları yıkayan çöl gözleri olan adama baktım.
"Söyle," dedi gülerek.
Bana bakmasa da gördüğünü biliyordum. Ben de aynı şekilde gülümseyip mutfağın içine doğru bir adım attım. "Sigara paketimi bulamıyorum da.. yukarı çıkıp almaya üşendim. Senden bir tanecik alsam?"
"Paket arka cebimde, çakmak da ocağın yanında."
Vermesi için bekliyordum ama o hala bulaşıkları yıkıyordu. Başını benden tarafa çevirdi. "Alsana." Alt dudağıma ısırıp ona doğru yaklaşıp sigara paketinin olduğunun belli olduğu cebe işaret ve baş parmağımı sokarak bir yerine dokunmadan aldım. Poposuna bir süre baktım. Acaba ben de ona vursam ne olurdu?
"Neye bakıyorsun?"
Başımı kaldırdığımda omuzun üstünden bana baktığını gördüm. "Ben de mi vursam diye düşündüm. Kısasa kısas işliyor benim hayatım," dedim düşünceli bir şekilde. Tek kaşını kaldırıp ciddi bir şekilde bana baktı. "Deneme bile."
Burun kıvırıp ocağın yanından çakmağı alıp mutfaktan bahçeye açılan kapıdan çıktım. Dün geceki yağmurun ıslak izi hala çimenlerde tazecik duruyordu. Dışarısı soğuktu ama bunun üstümde sadece uzun kollu bir badi olmasının da etkisi vardı. Bahtiyar ve Alparslan bir köşede konuşarak sigara içiyorlardı. Onları rahatsız etmemek için başka bir tarafa geçip paketten çıkardığım sigarayı dudaklarımın arasına alarak yaktım. Derin bir nefes aldığımda üşümemek için sürekli hareket ediyordum.
İkinci sigaramı da yaktığım sırada dudaklarımdan çekilen sigarayla irkildim. Yaktığım sigarayı dudaklarına götürüp dumanı ciğerlerine hapsettikten sonra serbest bıraktı.
"Bir tane diye söylediğini hatırlıyorum."
"Cimri misin? Ne olmuş iki tane içeceksem?"
Yüzüne ters ters bakmaktan kaçınmayıp bir sigara daha çıkartıp yaktım. İçime çektiğim dumanı sinirle yüzüne üflediğimde bakışları yüzüme düştü.
"Ha, sen sigarayı sana yasaklamamı istiyorsun." dediğinde gözlerimi devirmeden edemedim. Bana sigarayı yasaklayamazdı, bana hiçbir şeyi yasaklayamazdı.
"Yüzbaşı Özçelik, kendinize olan güveninizi takdir ediyorum," Tam karşıma diktiğim gözlerimi yüzüne çevirdim. "Fakat konu sigaram ise bana yasak koyamazsınız. Aslında siz bana hiçbir şeyi yasaklayamazsınız."
Meydan okurcasına tam gözlerinin içine bakıyordum ve bu ikimizin de hoşuna gidiyordu. Gözlerindeki parıltı elle tutulur derecedeydi.
"Kendine olan güvenini takdir ediyorum, Yakamoz," dedi beni taklit ederek. "Lakin sen henüz kiminle konuştuğunun farkında değilsin."
Meydan okumama karşılık verdiğinde tek kaşım istemsizce havalanmıştı. Demek beni zorluyorsun. Önüne geçerek sigaramdan ona inat eder gibi derin bir nefes aldım. Az önceki gibi yüzüne üflediğimde yüzünde onu hafife aldığımı gösteren bir gülüş belirdi.
"Eğer karşımda henüz tanışmadığım bir yanın varsa benim de tam ona uyan ve tanıştırmaktan çekinmeyeceğim bir kimliğim var."
Şimdi dikkatini çekmişim gibi gözlerini kısarak beni izledi. Bense kendimden taviz vermeyecek kıvama ulaşmış halde çöl gözlerini izliyordum. Dudaklarımda, bahsettiğim kimliğimle karşılaştığında şok olmuş yüz ifadesini düşündüğüm için alaylı bir gülüş vardı. Ama o kimliğimle tanışması için bir süre beklemesi gerekiyordu.
"Ama sana tavsiyem, Yüzbaşı." Bir adım yaklaşıp üstündeki kazağın etek kısmına elimi götürürken bakışlarımı da oraya indirdim. "Hiç karşılaşmaması gereken iki kimliği karşı karşıya getirmeye çalışma. Zararlı çıkan sen olursun." Eteğin ucunu düzeltiyormuş gibi çekiştirirken kendini göstermeye çalışan kimliğimin yan etkileri beni şu anda bile etkisi altına almıştı. Başımı kaldırıp yüzüne baktım.
Başını iki yana sallayarak, "Yakamoz," dedi birkaç defa. "Sen henüz kiminle aşık attığını bilmiyorsun. Ayrıca seninle tanıştırmak istemeyeceğim, senin karşılaşmak istemeyeceğin yönüm, direkt olarak sana karşı koyamayan yanım."
"O ne demek?"
Kaşlarım ne demek istemediğini anlamadığım için çatışırken gülümsedi. "Dünkü gibi bir hareket yapman içimde tutmaya çalıştığım duyguları kışkırtır ve o zaman karşılaşmak istemeyeceğin bir adama dönüşürüm, demek."
Elimde tuttuğum sigarayı parmaklarıyla aldığında karşı koymadan sadece gözlerine bakıyordum. Söylediklerini hazmetmek istiyordum çünkü bana karşı koyamayan bir yanı olduğunu söylemişti. Bu sabaha kadar çöllerinde kentler kurmaya çalıştığım fakat, sonrasında onun kentini yeniden inşa etmeye karar verdiğim adamın içinde bir şeyler vardı. Adı neydi o duyguların bilmiyorum. Bilmekte istiyor muydum emin de değildim ama yine de sözleri kalbimi okşuyordu.
Sigarayı parmaklarının arasında kırıp bir köşeye attığını görüyordum ama odağımda olan gözlerinden bir milim dahi ayrılamıyorum.
"Yanılmışım," diye fısıldadım kendi kendime. "İlk vurulan benmişim." Kaşlarını beni duymadığı için mi yoksa duyduğu için çatmıştı, emin değildim.
"Abi, Tuğçe geldi."
Beren'in cümlesiyle Demir'in kaşları daha da çatılırken mutfak kapısından bahçeye Leman, Hilal ve bir kadın girmişti. Bu kadın gözlerimi açtığım anda karşılaştığım kadındı. Beren'i sorduğum ama öyle birisinin olmadığını söyleyen. Demir gözlerini yanımıza gelen Beren'den çekip arkasını döndü.
"Demir, merhaba."
Kadının sesi anlamadığım şekilde güçsüz çıkmıştı. Demir kadına ilerlediğinde, birlikte herkesten farklı bir köşeye geçtiler. Leman ve Hilal'de yanımıza gelip kollarını aynı şekilde bağladılar. Beren, Hilal ve Leman üçlüsünün yüzünde iğrenç bir bakış vardı.
"Gudubet karı," dedi Beren. Şaşkınlıkla ona döndüm.
"Maymun suratlı," dedi Hilal.
"Muşmula suratlı," dedi Leman.
Bir bir yüzlerine bakarken üçü birden bana dönüp, "Ne?" dedi hep bir ağızdan.
"Neden öyle diyorsunuz?" Üçü aynı anda tekrardan kadına dönüp öfkeyle baktılar.
"Çünkü o, kem gözlü."
"Şeytan."
"Yılan."
Sırayla hareket etmeye devam ettiler. Bunu büyük bir gururla ve o kadına olan büyük nefretleriyle çekinmeden yapıyorlardı. Aralarındaki sorunu merak ettim. Başımı iğrenerek kadına bakan üç yüzden çekip baktıkları yöne baktım. Demir'in arkasına dönük olduğundan yüzünü göremiyordum fakat kadın oldukça gergin ve mahcup şekilde bir şeyler söylüyordu.
Kadınla birden göz göze geldiğimizde az önceki gergin ve mahcup hali uçmuş yerine öfke gelmişti. Kaşlarımı çatarak bakışlarına karşılık verdiğimde Demir arkasına dönerek bana baktı. Ardından adının Tuğçe olduğunu öğrendiğim kadına dönüp bir şeyler söyledi ve bu kadını daha da sinirlendirmiş olmalı ki hiddetle konuşmaya başladı. Bir süre aralarında hararetle bir konuşma geçerken Tuğçe sinirli bir şekilde mutfak kapısından içeri girdi. Demir Tuğçe'nin arkasından öfkeyle bakıyordu ve ben artık ne olduğunu daha da merak ediyordum.
"Abi bak ben bu kadını yolarım," dedi Beren, az önce kadının çıkıp gittiği kapıyı işaret ederken. Demir kardeşine, bakışlarıyla susması gerektiğini ifade ederken Beren sinirle kollarını göğsünde bağladı.
"Toplanın gidiyoruz."
Demir yüzüme bakmadan mutfak kapısından içeri girdiğinde şu an bu bahçede neler döndüğünü öğrenmek istiyordum. Kadın bana baktıktan sonra aralarında bir tartışma olmuştu ve kadın sinirlenerek çekip gitmişti.
Demir, Leman, Hilal, Bahtiyar, Uluç ve Alparslan üniformalarını giymiş halde merdivenlerden inmeye başladı. Diğerlerinin üniformasının da burada olması beni şaşırttı. Belki de akşam burada kalacakları için getirmişlerdi.
Beren'le ikimiz salondaki koltuğa oturmuş onlara bakıyorduk. Onlar ise ayakta, tam karşımızda duruyorlardı. Keşke botlarını çıkarmış olsalardı..
"Beren, siz bugünlük evde takılın."
"Ya neden? Ayşıl'la bugün bir şeyler yaparız diye düşünmüştüm abi." Beren abisine dudaklarını büzerek yavru köpek bakışlarını atmaya başladı.
"Nereye gideceksiniz?" dedi Demir tek elini beline koyup diğer elinin baş parmağıyla burnunun ucunu kaşırken. Bir adım atarak diğerlerinin önüne geçmişti o sırada. Sanırım burun kaşıma olayı onda bir alışkanlıktı.
"Buluruz bir yer abi. Canımız sıkılıyor evde. Zaten senin evinin de maşallahı var, dağın başında. Hiç olmadı Hamza amcaya gideriz? Senin de bilip güvendiğin yer."
"Abdullah ve Hakan'ın bugün işi var, başınızda duracak kimse yok Beren. Tek başınıza çıkamazsınız." Demir diğer elini de beline koyup Beren'e baktı. İzin vermek istiyor da emin olamıyor gibiydi. Ve ben, an itibariyle Demir'in üstüne atlamak istiyordum.
"Ya Hamza amca yanında olacağız abi!" Dişlerinin arasında çıldıracak şekilde konuşmuştu. "Hadi ya. Bak vallahi onun yanından ayrılmayız."
Demir kardeşine bir süre baktıktan sonra kolundaki saatini kontrol etti. "Hazırlanmanız için on dakikanız var." Arkasını döndüğünde Beren sırıtarak yerinden kalktı. "Siz önden gidin."
Hepsiyle teker teker vedalaşıp merdivenlerden yukarı çıkıp Beren'in dün Leman ile kaldığı odaya girdim. Geniş bir yatak vardı ve iki kişi kolayca sığabilirdi. Odanın köşesinde duran valizlere ilerledim.
"Ben evde mis gibi takılırdım kızım. Ne gerek var dışarıya çıkmaya? Hem soğuk zaten."
"Of Ayşıl, ne mıymıntı insansın sen de. Gidip hava alacağız kızım işte. Hamza amcanın yeri çok güzeldir, kocaman bahçeli kafesi var. Canımız da sıkılmaz, üşümezsin de," dedi laf vurarak. Bir yandan da dolaptan kıyafet çıkartıyordu.
"Sen burada mı kalıyordun önceden?" Yatağın üstüne siyah bol paça pantolonu, beyaz gömlek ve renkli bir süveter attı. "Evet. Üniversiteyi kazanamadığım için psikolojik açıdan kendimi kötü hissetmeye başlamıştım o sırada abime taşındım. Beraber vakit falan geçiriyorduk. O zamanlar kendime kıyafet falan da getirmiştim işte."
Beren üniversiteye geç başlamıştı. Yirmi yaşındaydı ama birinci sınıf okuyordu henüz. İki kez sınava girmiş ama istediği bölümü kazanamamıştı. Bana bir aralar bu yüzden depresyona girdiğini söylemişti.
Kendime siyah, içi yünlü olan deri pantolonumu çıkartıp üstü içinde yine siyah göbeğin bir tık üstünde olan boğazlı kazağı çıkarttım. Çünkü buraya gelirken sadece siyah kıyafetler getirmiştim. Çok renkli kıyafetler sevsem de giyinmeyi tercih etmiyordum. Siyah her zaman kurtarıcım oluyordu, her şeyle kombinlemesi kolay oluyordu.
Hızlıca üstümü giyinip kolları ve yakası beyaz yünlü olan kalın ceketimi giyinip dün buraya gelirken giyindiğim çizmelerimi ayağıma geçirirken Beren'in makyaj yaptığını gördüm.
"On dakikayı geçti, abin bizi öldürür mü dersin?"
Güldüğünde elindeki rimelin kapağını açıyordu. "Geç ineceğimizi biliyor zaten. Hızlı olalım diye on dakika dedi."
Oturduğum yataktan kalkarak hızlıca aynanın önüne geçtim. Gözlerimi keskin gösterecek eyelinerı çektikten sonra rimeli kirpiklerime hızlıca sürdüm. Dağınık topuz olan saçlarımı açtığımda hafif dalgalı görünüyordu. Tararsam şekilsiz, saçma sapan şekil alırdı, o yüzden karışmış olsa da güzel göründüğü için öylece bıraktım.
"Beren Allah aşkına çabuk. Adamı işinden ettik zaten."
"BEREN!"
Aşağıdan oldukça güçlü gelen bağırışı duyduğumuzda birbirimize baktık. Ben hızlıca çantama yönelirken Beren'de yarım kalan makyajını alelacele tamamlamaya çalışıyordu.
"Sen in ben de geliyorum. Çabuk çabuk."
Başımı sallayıp odadan çıktım. Merdivenleri hızlı hızlı indiğimde Demir ayakta ellerini cebine koymuş kaşlarını çatarak bana bakıyordu.
"Beren nerede?"
"Gelir şimdi."
Başını salladığında gözleriyle beni süzmeye başladı. Yerimde hafifçe kıpırdanırken gözleri açık olan göbeğimde durdu.
"Üşümeyecek misin? İstersen git üstüne değiştir, dışarısı soğuk."
Refleks olarak açık göbeğime baktım. "Üşümem herhalde. Beren gideceğimiz yerin kapalı olduğunu söylediği için... giydim." Sesim Demir'in bana yaklaşıp elini montumun altından belime götürmesiyle kısıldı. Sırtımdaki eliyle hafifçe dikleşirken nefesimi tuttum.
"Güzel," diyerek geri çekildi. "En azından sırtın açıkta değil." Ellerini yeniden cebine sokup biraz uzaklaştığında tuttuğum nefesimi bıraktım. Kıyafetin üstünden dokunmuş olsa da eli çıplak tenime dokunmuş gibi hissetmiştim.
Aklımdaki soruyu sorup sormama arasında gidip gelirken öylece ayakta bekliyordum. Aramızda tuhaf bir sessizlik vardı. Sadece sessizlik değil, bir mesafe de bulunuyordu. Sebebini bilmesem de rahatsız olduğum kesindi.
"Tuğçe kim?" diye sordum aniden.
Telefondaki bakışları yavaşça bana döndüğünde telefonunun ekranını kilitleyip cebine koydu. "Askerlerimden biri. Üstelik sen de onunla karşılaşmıştın," dedi bana hatırlatmak ister gibi, fakat ben zaten hatırlıyordum.
"Hatırlıyorum ama benim sormak istediğim o değil. Sabah aranızda bir gerginlik yaşandı. Ayrıca o an bir askerin gibi de davranmıyordu." Dudaklarımı ıslatarak yüzüne en ufak ayrıntıyı kaçırmamak için bakıyordum. Eğer konuşurken ufacık da olsa bir tedirginlik, rahatsızlık yakalarsam geri adım atıp konuşmayı sonlandıracaktım. Çünkü şu an engellenemez bir dürtüyle hesap soruyordum.
"Askerim gibi davranmıyordu çünkü üstümüzde üniforma yoktu. Ama arkadaşım da diyebileceğim birisi değil. Sen neden merak ediyorsun?" Bingo! Soruyu soruyla kapatmak. Nefesimi dışarı bırakıp hafifçe gülümseyip başımı iki yana salladım. Az önce sorduğum sorulardan rahatsız olup olmayacağından emin olmak için yüzünü inceliyordum. Rahatsız olmamıştı ama bir gerginlik yaşamıştı.
"Merak," dedim kısaca ve arkamı dönüp birkaç basamak yukarı çıkıp başımı merdivenin başını görecek şekilde uzattım.
"BEREN HADİ."
Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp iki basamağı indim. "Beren gelene kadar sigara içeceğim." Başını salladığında yanından geçerek dış kapıdan çıktım. Çantamın içinden sigaramı çıkartarak yaktım. Derin bir nefes aldığımda sakince etrafı izledim.
Bir sırrı vardı, ama bunu paylaşmak istemiyordu. Normal şartlarda ya da başka biri olsaydı, üzerine gider ve o sırrı öğrenmeye çalışırdım. Ancak şu anda sessiz kalmayı tercih ediyordum. Eğer yaşadığı tedirginliğin nedenini açıklamak isterse, bunu kendi isteğiyle yapardı. Ben ise sınırlarımı aşmak istemiyordum. Evet, onun sınırlarını değil, kendi sınırlarımı zorlamaktan kaçınıyordum. Üstelersem, bana haddimi aştığımı, bu konunun beni ilgilendirmediğini söyleyebilir ya da sert bir tepki verebilirdi. O zaman, geri dönüşü olmayan bir çıkmaza girmiş olurdum.
Bazı anlarda durmamız gereken yeri iyi bilmeliydik. Merak ettiğimiz şeylerin cevaplarını almak uğruna karşımızdaki insanı zorlamak doğru değildi. Eğer söylemek istiyorsa, zaten söylerdi. Bu kadar basitti. Aslında tüm denklemler bu kadar sade olabilirken, insanoğlu işleri karmaşıklaştırmayı başarırdı. Ve bir bakmışsınız, hiç olmak istemediğiniz bir insana dönüşmüşsünüz.
Mesela, az önce onun tedirginlik yaşadığını görmeseydim, üzerine gider ve kadının kim olduğunu öğrenmek için peş peşe sorular sorardım. Bunu yapardım, ama sonuçta o rahatsız olur, belki de beni terslerdi. Ben ise kırılmışlık duygusuyla baş başa kalırdım. Ancak az önce bir şey fark etmiştim: bir şey saklıyordu.
Kapının kapanma sesiyle birlikte omzumun üzerinden arkama baktım. İkisi de yanıma doğru yürüyordu. Bahçenin dış kapısına yakın bir yere park edilmiş olan arabaya yakındım. Demir, arabanın kilidini açtı, ama Beren'in öne mi yoksa arkaya mı oturmak istediğini bilmediğimden onların gelmesini bekledim.
Beren arka koltuğa oturduğunda, ben de bitmek üzere olan sigaramdan son bir nefes çekip yere attım ve ayağımla üzerine bastım. Dumanı serbest bıraktıktan sonra arabanın kapısını açıp ön koltuğa yerleştim. Demir motoru çalıştırdı ve hareket ettik.
Sessiz sedasız bir şekilde yolu tamamlamıştık. Konuşkan olan Beren bile ağzını açmamıştı, Demir'in ise bana baktığını görsem bile bir kez olsun dönüp bakmamıştım. Arabadan önce Beren indiğinde hiç beklemeden bahsettiği gibi koca büyüklükte kapalı bahçesi olan kafenin kapısından girdi. Onu takip edip araçtan indiğimde Demir'de inmişti. Arkama bakmadan Beren'in girdiği kapıya yönelecektim ki belimden tutup çekilmem bir oldu. Sırtım Demir'in göğsüne değerken önce belimdeki eline sonrasında da başımı yan çevirip düz bir şekilde yüzüne baktım.
"Hayırdır?" Tek gözünü kırptığında başını sallamıştı. "Niye yüzüme bakmıyorsun?" Kaşlarımı hafifçe kaldırdım. Konuşmadan önce ondan uzaklaşmaya çalışmıştım ama izin vermemiş bir de üstüne daha sıkı sarmıştı. Pes edip yüzüne baktım.
"Niye yüzüne bakayım?" dedim ters çıkmasına engel olamadığım sesimle. İçimde beni rahatsız eden bir duygu vardı ve ben o duygu yüzünden sinirli hissediyordum.
"Çünkü seni görmek istiyorum, Yakamoz."
"Niye, ben heykel miyim?"
Yine tersleyerek konuşmuştum ve bu seferkaşlarının çatılmasına vesile olmuştum. Beni kendine çevirdiğinde aynı onun gibi çatılı kaşlarla ona bakıyordum.
"Neye sinirlisin sen?" Neye mi sinirliyim? "Sinirli değilim," dediğimde sesim tam aksini söylemişti. "Sinirlisin ve soğuk davranıyorsun." Alayla güldüğümde kollarımı bedeninin izin verdiği kadarıyla göğsümde bağladım.
"Bunu o kadın gittikten sonra yüzüme hiç bakmayan sen mi söylüyorsun?" Şaşırarak yüzüme baktı. "Yüzüne mi bakmadım? Ben mi? Yakamoz, ben senden gözlerimi alamıyorum ki dediğini yapayım."
"Neyse ne. İçeriye gireceğim müsaadenle."
"Sen kıskanıyorsun," dedi gülerek. Hırsla kaşlarımı çattım. "Ne kıskanacağım be? Bırak." Sinirle kollarının arasından çıkmaya çalışsam da izin vermedi. "Öpücük verirsen bırakırım." İfadesiz şekilde yüzüne baktım. "Bırak." Kaşlarını hayır dercesine kaldırdı.
"İyi, bırakma. Yapışık şekilde dolaşalım." Sinirle başımı başka yöne çevirdiğimde çenemden tutarak yüzümü kendisine çevirdi. "Öpüşüp barışalım."
Hala o kadın hakkında bir şey söylememesi beni daha da sinirlendiriyordu. Üstelik kıskandığımı söylüyordu utanmadan. Beni ilgilendirmiyordu halbuki, ben sadece merak etmiştim. Gözlerimden ateşli ışınlar çıkartıp onu ikiye bölmediğime dua etsindi.
"Kıskandığını kabul edersen sana açıklarım."
Kaşlarım istemsizce havalandı. Açıklayacağı bir şey olduğunu kabul ediyordu. O kadının kim olduğunu daha da merak etsem de kuyruğumu dik tutmaktan başka çarem yoktu.
"Sadece askerin olduğunu söylemiştin, şimdi de açıklayacağını söylüyorsun. Açıklamanı falan dinlemek istemiyorum çünkü kıskanmıyorum. Umurumda değil."
Kollarını sertçe iterek uzaklaştığımda arkamı dönerek kapıdan içeri girdim. İçeri girdiğim anda çarpıştığım çocukla geriye sendelendiğimde son anda kolumdan tutuldum.
"E oha."
"Çok özür dilerim, iyi misin?"
Kızmak için hazırlanmıştım oysa ki ama çocuğun mahcup sesiyle tüm yelkenlerim suya düşmüştü. Kolumu çekip çarptığım omuzumu hafifçe hareket ettirdim hafifçe.
"Artık bir kolum yok galiba," dedim tebessüm ederek.
"Ne yalan söyleyeyim, aynı şeyi ben de düşünüyorum."
Çocuk benden birkaç yaş büyük görünüyordu ama yaşını belli etmiyor da olabilirdi. Kara kaşlı, kara gözlü teriminin vücut bulmuş haliydi resmen. Vücudu çok kaslı olmasa da kalıplıydı ve boyu uzundu. Acaba Kars'ın havasında, suyunda, toprağında bir şey mi vardı?
"Sen de kusura bakma, öyle bir anlık tepki verdim."
"Sorun değil de ben hala kolumu nasıl bu kadar ağrıttın onu merak ediyorum. Zayıf görünüyorsun halbuki." Güldüğünde hafif çekil görünümlü gözleri kısılmıştı.
"Ummadık taş baş yararmış." Gülüşüne karşılık tebessüm ettim. "Tekrardan kusura bakma," diyerek baş selamı verdim ve yanından geçerek kafenin içinden kapalı bahçeye çıktım çünkü Beren içeride değildi. Bahçeye çıktığımda elini kaldırdı. En köşe masalardan birisine oturmuştu. Karşısındaki koltuğa oturdum. Kafelerin en sevdiğim özelliği bazı masalarının koltuklu olmasıydı.
"Hoş geldiniz kızlarım."
Yanımıza tahminen elli yaşlarının sonunda bir adam geldiğinde Beren gülümseyerek ona döndü. "Hoş bulduk Hamza amca, nasılsın?"
"Elhamdulillah güzel kızım, iyiyim. Seni sormalı asıl. Gittin buralardan başka şehire okumaya, özlettin kendini."
"Heee, vallahi gittim Hamza amca. Sana da tavsiye ederim, sen de git. Hatta beraber gidelim de belki sana orada birisini buluruz," dedi Beren sırıtarak. Adamla bu kadar rahat olmasını şaşkınlıkla izliyordum.
"Ben bu yaştan sonra kadın kısmını çekemem. Aklınız varsa siz de erkek kısmından uzak durun. Birbirimizden uzakta çiçek böcek olarak yaşayalım."
Beren ve ben ufak bir kahkaha attığımızda ton ton yanaklı Hamza amca da gülmüştü.
"Aman Hamza amca ya, senin gençliğini de bana anlatmamış olsalar kadınlardan nefret ediyorsun sanacağım." Beren'in söylediğinden anladığım kadarıyla bey amcamız yere bakan yürek yakan hovardalardanmış.
"O hergele Ulaç yok mu.. Gelsin de göstereyim ben ona arkamdan konuşmak neymiş. Neyse hanım kızlarım, ne istersiniz?"
"Ben çay alayım."
"Ben de Hamza amca."
Çaylarımız kısa sürede gelmiş ve ben de bir sigara yakmıştım. Sabah banka hesabımı kontrol ettiğimde bir miktar para havale edilmişti ama yeterli olmayacaktı. Burada ne kadar kalacağımı bilmiyordum ki hesap tutup kendimi ayarlayayım. Üstelik burada kaldığım müddetçe çalışamayacaktım. Benim hiç yoktan bir iş bulup çalışmam gerekiyordu.
"Ne düşünüyorsun?"
Beren'in sorusuyla bakışlarımı ona çevirdim. Aydınlık vakitte sarıya çalan saçlarını omuzlarından sarkıtmış, beyaz teninde yanakları al al duruyordu. Sevimli ve güzel kızdı Şeker Portakal'ı.
"Çalışmam gerektiğini," dedim sıkıntıyla. "Ankara'daki evimin kirası, faturalar, burada kaldığım müddetçe harcayacağım para... Cebimdeki kuruşlar suyunu çekmeye başladı."
"Saçmalama kızım, ne çalışması? Abim hayatta izin vermez. Zaten Ankara'ya ortalık karışık diye gidemiyoruz. Asla izin vermez yani, unut. Hem ben ne güne duruyorum kızım? Alınırım vallahi."
Ona dümdüz olduğuna emin olduğum bakışlarımı yolladım. Abisinden izin alan kimdi?
"Abinden izin alacağımı söyleyen kim? Ayrıca senden de bir yere kadar alabilirim Beren. Hadi burada senin vermelerinle geçindim, peki ya Ankara? Ev kiramı zaten geciktiriyorum bir de ödemezsem kapının önüne koyulurum."
"Abim halleder onu," dediğinde sesi tereddütlü çıkmıştı çünkü biliyordu ki ben böyle bir şeyi kabul etmezdim. Beren'i sorun etmezdim ama abisinden kira parası da almazdım. Yok devenin bale papucu.
"Besleme miyim ben Beren? Abin neden benim ihtiyaçlarımı gidersin? Neyse, hallederim ben onu. Sen bana Alparslan'ı anlat."
Gözlerini kaçırdığında işaret parmağımı salladım. "Vay çakal, biliyordum bir şey olduğunu. Dökül hemen."
"Ya Ankara'da oldu bir şeyler işte.. O zaten eğitim için oradaydı. Birkaç defa yanıma geldi, abim göndermiş bakması için... sonra o birkaç defa oldu sana her gün.. Birden pat diye öpüverdim adamı."
İçtiğim çay boğazımda kalırken öksürmeye başladım. Beren yerinden kalkacağı sırada elimle onu durdurup boğazımı temizledim. Aman o vurmasındı, ciğerim sökülüyor.
"Sonra? Ne tepki verdi?"
"Ne tepkisi ya? Mal gibi kaldı. Sonra da kalkıp gitti."
Bu hikaye bana çok tanıdık geliyordu. Kardeşten öte olan arkadaşımla aynı kaderi paylaşıyorduk. Üstelik ben kaderi can dostumun abisiyle yaşıyordum.
"Aması var, değil mi?" diye sorduğumda başını salladı. "Dün geceye kadar yoktu. Ben onu öptükten sonra görüşmedik uzun süre, Kars'a geleceğimiz günün ertesi akşamı kapıma gelip 'Eğer aramızda bir şey olacaksa bunu Demir'e söylemeden yapamam,' dedi. Ben kaldım öyle. Ne bir merhaba, ne bir selam.. direkt bunu söyledi."
"Sen ne dedin?" diye sordum heyecanla.
"'Söyle o zaman' dedim. Sonra bir şey demeden de çekip gitti. Kapının önünde mal gibi kalan ben oldum. Sonra ne dediğimi fark ettim. Yürek yedim ya ben, abime söylemesini istedim. Dün akşamda hala aynı düşüncedeysem söyleyeceğini söyledi, ben de yine aynı yüreklilikle söylemesini istedim."
Yüzünde anlamsız bir üzgün ifade vardı. Dudaklarını büzüp parmaklarımın arasındaki sigarayı alıp acemice bir nefes çekti. Sigara kullanmasa da efkarlandığında içiyordu.
"Sen neden üzgünsün peki?" Elimi masanın üstünde uzatıp elini tuttum. "Çünkü abimle araları bozulacak. Onlar çok yakınlar, uzun zamandır tanışıyorlar. Kardeşten öteler. Abim erkek arkadaşlarımı kıskansa da tepki göstermez, saygı duyar bana. Ama Alparslan onun kardeş gibi gördüğü birisi. Şimdi ona dönüp 'Evime girip çıktın kardeşime mi göz koydun' derse kötü olur.. Ben aralarının bozulmasını istemiyorum ama.. Ayşıl.. ben Alparslan'a yıllarca tek taraflı aşkımı yaşattım. Şimdi o da bana bir şeyler hissediyorken onu kaybetmek istemiyorum."
Gözlerinden acısını gösteren yaşlar aktığında hızlıca silip dudaklarını yaladı. "Abim de haklı ama onun bir suçu yok ki, onu kendime çeken benim. Of." Elleriyle yüzünü kapattığında yerimden hızlıca kalkıp yanına oturdum ve başını göğsüme yaslayıp sarıldım.
Birbirimize sarılı halde için rahatlatmasını bekledim. Bazen cümlelerin yetersiz kaldığı ya da karşımızdaki insanı rahatlatacak cümleler bulamadığımız anlat olurdu. Şu an o anın içindeydim. Demir'i belki yeterince tanımıyordum ama onun kardeşini üzecek bir şey yapmayacağını da biliyordum.
"Alparslan abine söylemeyi düşünüyorsa seni gerçekten seviyor demektir. Ve, hiçbir erkek en yakın arkadaşının karşısına geçip de açık yüreklilikle kardeşini sevdiğini söyleyemez. Delikanlı adammış. Bence Demir'de bu delikanlılığa kayıtsız kalmaz."
Beren başını kaldırıp sulu gözlerle yüzüme baktı. Alt dudağı hafifçe sarkmıştı. Ağlarken sevimli olması aykırı bir durumdu.
"Öyle mi dersin?" diye sorduğunda başımı salladım. "Kızar, belki döver de ama sonunda hep yaptığı gibi sana saygı duyacak ve müsaade edecek." Alnından öpüp yanaklarını sıktım. "O yüzden ağlama. Senin düşündüğün kadar kötü olmayacak.
Kafeden tek başıma çıkarak telefonumdaki konumdan baktığımda on dakika mesafe uzakta olan ATM'ye yürümeye başladım. Beren'in sakinleşmesinden sonra birkaç saat oturup sonra da yemekler yemiştik. Ben dayanamayıp Tuğçe'yi sorduğumda başta kem küm etse de onu kafa atmak tehdit edince koy vermişti.
Demir ve Tuğçe üç yıl boyunca çıkmışlar ama Tuğçe'nin Demir'i aldatmasıyla ayrılmışlardı. Bir senedir ayrı olsalarda Tuğçe hiç yılmadan sürekli Demir'in kendisini affetmesi için türlü çabalar gösteriyormuş. Affetmesini isteyeceksen neden aldatıyorsun, diye sorarlar adama da neyse işte.
O kadını gördüğüm ilk gün beni rahatsız etmişti ve ben kime karşı öyle hissetsem o kişide mutlaka haklı olduğumu gösteren şeyler çıkıyordu. Tuğçe'nin olayıyla da hislerimde doğru olduğumu bir kez daha anlamıştım.
Demir her seferinde bazen sarhoş, bazen ayık ve çoğu zaman ağlak halde evine gelen kadını kibarca uyarıp gönderdiğini söylemişti Beren. Şahsen ben olsaydım kafa atardım. Demek ki Demir kibar ayılardandı.
Tuğçe'ye kin gütmem doğru olmasa da umurumda değildi. Çöl gözlü adamı aldatması ona olan huzursuzluğumu kine çevirmişti. Şimdi benden korksundu.
Telefonumun çalmasıyla düşüncelerimden sıyrılıp ekrana baktım. Kayıtlı olmayan bir numaraydı. Beni arayacak kimse yoktu ama emin de olamazdım. Aramayı cevaplayıp telefonu kulağıma götürdüm.
"Alo."
"Neredesin, Yakamoz?"
Demir'in sesini duymayı beklemediğim için şaşırdım. Üstelik sesinin sinirli çıkmasını da beklemiyordum.
"ATM'ye para çekmeye gidiyorum." dedim yürümeye devam ederken. Sahi, ben neredeydim? Aklımdaki düşünceler yüzünden nereye gittiğime bile dikkat etmemişim.
"Onu biliyorum. Hangisine gidiyorsun? Tam olarak neredesin?" Sinirinden gram eksilmemiş halde konuşunca kaşlarımı çattım. Bir süre sessiz kaldığım için kulağıma ulaşan adım seslerinden yürüdüğünü anladım.
"Aaa.. şeydeyim. Bir saniye." Etrafa bakınıp sokak ismi ya da yerimi söyleyebileceğim bir şeye bakındım. "Bilmiyorum. Bir şey yazmıyor ki burada."
"Atatürk caddesi, ortakapı mahallesi."
Arkamdan gelen sesle irkilip hızlıca geriye çekilip arkamı döndüm. Sabah kafede çarpıştığım çocuktu.
"Kim o?"
Telefonun diğer ucundan gelen sesin arasına hışırtılar karışınca koşmaya başladığını anladım.
"Merhaba," dedim Demir'in söylediğini cevapsız bırakarak.
"Konuşan kim, Ayşıl?"
"Kayboldun sanırım." Yüzünde saf bir gülümseme vardı. Ellerini cebine koymuş iki adım uzağımda duruyordu. Bu alan kendimi güvende hissetmem için yeterliydi.
"Sikeyim!"
Telefonun diğer ucundan küfür sesini duyduğumda kapatmadan kulağımdan indirip elimde tutarak karşımdaki çocuğa baktım. Karşılaşmamız tesadüf müydü bilmediğim için telefonu açık bırakmayı tercih ettim. Hattın diğer ucunda onun olduğunu bilmek içimi rahatlatıyordu.
"Biraz öyle oldu. Sen de buradan geçiyordun sanırım," dedim tebessüm ederek.
Elini ensesine atıp mahcup bir şekilde yüzüme baktı. "Kötü birisi olduğumu düşünmeni istemiyorum, yanlış anlama.. ama seni kafeden çıkarken gördüğüm için peşinden geldim. Hoş kızsın, hoşuma gittin yani. O yüzden numaranı isteyecektim. Tabii sen de vermek istersen. Zorlamıyorum."
Utandığını hareketlerinden ve zar zor cümle kurmasından anlayabilmiştim. Kötü bir niyeti olmadığı da açıkça da belliydi ama tedbiri elden bırakmak istemediğim için telefonu elimde sıkılaştırdım.
"Numaramı verebileceğimi sanmıyorum," dedim mahcup şekilde. Numaramı vermediğim için neden mahcup olmak saçmaydı ama ben olmuştum işte. Birisini reddetmek kadar beni rahatsız eden bir durum yoktu sanırım.
Başını salladığında bir adım geri çekilip gülümsedi. "Anladım. Kusura bakma, seni rahatsız etmek istememiştim. İyi günler."
"İyi günler," dediğimde arkasını dönerek sokakta ilerlemeye başlamıştı. Sokakta yankılanan tok adım seslerini duyduğumda başımı sokağın diğer ucuna çevirdim. Demir arkasından kovalayan varmış gibi son hızla koşuyordu. Birkaç saniye sonra yanıma ulaştığında şaşkınlıkla ona baktım.
"Konuşan kimdi?"
E bir nefes nefese kalsaydın. Ne bileyim bir soluklansaydın aslanım. Hiç mi zorlamadı koşarak gelmek, bu ne sakinlik böyle yiğidim.
"Tanımıyorum," dedim şaşkınlığım devam ederken. Kaşları çatıldığında başını az önce çocuğun gittiği yöne çevirip henüz sokaktan çıkmamış olan çocuğu gösterdi.
"Şu dangalak mı?"
Ben cevap veremeden o çoçuğun gittiği yöne doğru yürümeye başladı. Hızlıca kolundan tutup durdurmaya çalışsam da becerememiş ve peşinden sürüklenmeye başlamıştım.
"Bir dursana ya." Önüne geçtiğimde kolumdan tutup beni köşeye itse de tekrar önüne geçtiğimde durmak zorunda kaldı.
"Nereye gidiyorsun?" diye sordum sinirlerime hakim olmaya çalışarak.
"Derdi neymiş onu soracağım."
"Çocuk yardım etti işte neyini soracaksın çok pardon?"
"Numaranı istemedi mi yavşak senden? Ayrıca sen neden telefonunu kapattın çocuk numaranı istediğinde?"
Beni kolumdan çekip iteceği sırada montuna tutundum. Telefonumu kapattığımın farkında bile değildim. Yalnız üniformayla ayrı, sivil de ayrı yakışıklıydı. Neyse ki konumuz bu değildi.
"Telefonu mu kapattım?" dedim şaşkınlıkla. "Evet! Numaranı mı verdin?" Paşama bak, hem bana Tuğçe'yi söylemiyordu hem de telefon numaramı verip vermediğimin hesabını yapıyordu.
"Verdim ya da vermedim. Sen neyin hesabını soruyorsun bana? Allah Allah."
Onu geride bırakarak yürümeye başladığımda peşimden gelmeye başlasa da durmadım. İleride gördüğüm ATM'ye adımlarımı yönelttim.
"Verdin mi?"
Sesi daha uysal çıkmaya başlamıştı ama ona sinirliydim. Sabah Tuğçe'nin kim olduğunu sorduğumda bana bir şey söylememişti. Söylemek zorunda olmaya bilirdi ve ben de söylemek zorunda değildim.
"Verdim," dedim tersleyerek. Çocuksu kıskançlık triplerine girmeyecektim ama kendisi bana bir şeylerin açıklamasını yapmazken benden yapmamı bekleyemezdi. Ne alırsa onu verirdim.
"Ne demek verdim?" Kolumdan tutup çekmesiyle tepeme kadar çıkan sinirle yüzüne baktım. "Verdim. Hoş çocuktu ben de verdim." Kolumu çekerek makinenin önüne geçip kartımı içine soktum. Tek kolunu başımın üstünden makineye yaslayıp üzerime eğildi.
"Kızım asabımı bozma benim. Niye veriyorsun numaranı?"
"Sana neden açıklama yapayım?" dedim umursamazca. Şifremi girip çekeceğim para miktarını yazdım. Paranın hazırladığına dair ses çıktığında beklemeye başladım. Aslında cevap vermesini bekliyordum ama herhangi bir şey söylememişti. Hazır olan parayı ve kartımı cebime koyduğumda solumda kalan boşluktan çıkarak iki basamaklı merdivenden ineceğim sırada önüme geçti.
"Neyin tavrını yapıyorsun bana? Sabahta aynısını yaptın. Yüzüme bile bakmıyorsun." Hakkı olmayacak şekilde sinirli çıkan sesi sinirlerimin bozulmasına daha çok neden oldu.
"Tuğçe'yi söylememenle bir ilgisi olabilir mi? Gerçi neden söyleyesin ki? Açıklama yapmak gibi bir zorunluluğun yok. Senin olmadığı gibi benim de yok."
Önünden sıyrılıp geçeceğim sırada tekrardan yolumu kapattığında sinirle gülüp gözlerimi yumdum ve birkaç saniye bekleyip açtım.
"Tuğçe'yi mi merak ediyorsun?" dedi yumuşak sesle. Bu sefer kanmazdım bu sese. Zaten içimde beni perişan eden bir duygu vardı.
"Evet! Ama söylememenden anladığım kadarıyla hakkım yokmuş." Sinirden mi yoksa içimde kabul etmek istemediğim kıskançlıktan mı bilmiyorum ama yere çöküp ağlamak istiyordum.
"Hakkın olmadığını söylemedim ki sana, Yakamoz."
"Ama sorduğumda cevapta vermedin," dedim öfkeyle.
"Rahatsız olmanı istemedim. Evime sen varken gelmiş olması beni sinirlendirmişti zaten, bir de senin sorunla daha da gerildim. Söyleyecektim ama o an ayak üstünde olsun istemedim."
Avuçlarını yanaklarıma koyduğunda baş parmaklarıyla okşamaya başladı. Küskünce bakışlarımı başka yöne çevirdim. Beni kendine çekip dudaklarımı öptüğünde ters ters yüzüne baktım. Sadece ona karşı dengem bozuluyordu. Konu o olunca ne yapacağını bilmeyen birisine dönüşüyor ve çıkmaza giriyordum.
"Sendeki yerimi bilmiyorum," dedim sessizce. Dudaklarında tatlı bir tebessüm oluştuğunda elini yanağımdan çekip elimi tuttu ve kalbinin üstüne koydu.
"Burada," dedi sesi fısıltıyla çıkarken. "Senin yerin tam olarak burada, Yakamoz. Kalbim varlığını yadırgamadan içeri aldı seni."
"Önce ben," dedim ağlamak üzereyken ama devamını getiremedim.
Önce ben sevdim seni.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |