
Son birkaç günde yaşadıklarımı göz önünde bulunduracak olursam eğer epey boktan şeyler olduğunu söyleyebilirim. Arkadaşımla tek istediğimiz okulların tatil olmasını fırsat bilerek geldiğimiz bu şehirde ufak bir şehir turu yapmak istememizdi. Benim için yabancı olan bu şehir Beren'in büyüdüğü ve Ankara'ya okul için gelene kadar yaşadığı tanıdık bir yerdi.
Kars.
Beren'in ailesi burada yaşadığı için buraya gelmek istemişti çünkü son bir yılda ailesini görememiş ve buna içerlenmişti. En azından tatil süresi boyunca buraya gelip onlarla vakit geçirmek ve bana da doğup büyüdüğü yeri gezdirmek istemişti. Ben her ne kadar da bu fikre soğuk baksam da asla karşı koyamadığım yavru köpek bakışlarıyla ikna olmuştum. Evet, ne yazık ki Beren'in o bakışlarına her seferinde kanıyordum.
Benim için de keyifli bir gezi olabileceğine inancım yoktu, keza öyle de olmuştu. Kars'a geldiğimizin ilk gün, topraktaki ayak izimiz bile henüz kurumamışken kaçırılmıştık. İki kötü günün sonunda kurtarılmıştık.
Beren'in aldığı darbeler benimkilerine oranla biraz daha azdı. Onun yüzünde, sırtında ve bacaklarında çizikler vardı. İncinme ya da çok şükür ki sağlığını etkileyecek bir etken yoktu. Kapanmaya yüz tutmuş gözü ise ilk güne oranla daha iyi durumdaydı. Onu ise en son dün görmüştüm. Bugün çok erken uyandığım için henüz yanıma gelememişti.
Benim ise parçalanmaya yüz tutmuş parmak uçlarım, sürüklenmeden dolayı incinmiş bileğim ve soyulan diz kapaklarım vardı. Bunun yanında da burada olduğum süre boyunca yüzüme bakmamış olsam da orada olduğunu bildiğim elmacık kemiğimin üstündeki morluk. Çok ciddi olmasa da kaburgalarımda da ufak tefek zedelenme mevcuttu.
Burada gözlerimi açtığımın dördüncü günündeydim. Geride kalan günlerde odaya belirli saatlerde birisi geliyor krem sürülecek yerlere kremi sürüyor, yemeğimi getiriyor ve nasıl hissettiğimi sorarak çıkıyordu. Ayağımdaki ağrı beni bugün biraz da olsa terk etmiş ve derin bir nefes almama izin vermişti.
Kendimi burada fazlasıyla yalnız hissetsem de bu yadırgadığım bir durum değildi. Aksine kafamı dinliyor ve keyfime bakıyordum. O kadını ise bir daha görmemiştim. İyi ki de görmüyordum yoksa elimin tersinde kalacağından ve kafasını kopartacağımdan şüphesi olmasındı. Şimdi ise tek bir derdim vardı.
Sigara.
Evet, ben bir tiryakiydim. Hem de en fenasından. Gün aşırı iki paket bitirdiğimi, peş peşe beş tane içtiğim kaçınılmaz bir gerçekti. On iki yaşından beri sigaraya bağımlı olan birisi için dört gün çok fazlaydı. Hatta o kötü geçen iki günü de ekleyecek olursam altı gün olmuştu. Hatta yedi bile olabilirdi çünkü kaçırıldığımız gün sadece sabah içebilmiştim.
Nikotin eksikliği ellerimin titremesine sebep oluyordu. Sadece bununla kalmıyor beni kızgın boğaya çeviriyordu. Bedenim kendini toparladıkça yokluğu beynime iyice vuruyordu.
Alt dudağımı ısırmayı bırakıp yataktan kalkarak cam kenarına yaklaştım. Pencereyi açarak temiz havayla sakinleşmeyi diledim. Pek faydası olacağını sanmıyordum ama benimkisi de bir umuttu işte. Sigara içemiyordum çünkü yasakmış! Şu an içmem doğru değilmiş! Gel bunu ciğerlerime anlat hemşire abla.
Oflayarak dışarıyı izlemeye başladığım vakit ağacın altında çaktırmadan sigara içen er askeri gördüm. Gözlerim parıldarken ellerimi camın mermerine yasladım. Odam birinci kattaydı ama çokta yüksekte değildi. Yüksek giriş gibi bir şeydi.
"Pişt!"
Sessizce askere seslendim ama duymamıştı. Boğazımı temizleyip az öncekinden daha da yüksek çıkan sesimle seslendim. "Asker! Pişt! Ya arkadaş bir buraya bak!"
Daha fazla dayanamamıştım ve son cümlemi daha fazla dayanamayarak bağırarak söylemiştim. Asker irkilerek bana baktığında yüzümde koca bir sırıtışla elimle onu çağırdım. Elindeki sigarayı hızlıca atıp bana doğru gelirken etrafa bakmayı da ihmal etmiyordu. Hemen penceremin altında durdu.
Ah, Romeo..
Bu bizim Romeo'muz olamaz Ayşıl...
"Nasılsın," dedim, sırıtarak.
"İyiyim," dedi tedirgin bir şekilde.
"Nerelisin?"
"Trakya." Sesi tuhaf soruma karşılık biraz tedirgin çıkmış ve tuhaf bakışlarını da eksik etmemişti.
"Hemşerim benim! Ben Edirne'liyim." Yalanım batsın be. Çocuğun gözleri gülerken "Bir şey mi oldu," diye sordu. Başımı hızlıca salladım. "Sigara verir misin bir tane?" Sesime yansıyan heyecanı fark etmemek mümkün değildi.
Çocuğun kaşları çatılırken büyük ihtimalle üssün hastane bölümünde olmamdan dolayı bu isteğe hoş bakmıyordu. "Doğru olmaz. Hastasın üstelik nasıl sigara vereyim? Ayrıca birisi görürse fena olur." Aynı şekilde kaşlarım çatılırken biraz daha ona yakın olmak için pencereden aşağı sarktım.
"Ya ciğerlerim mi alındı kardeşim? Bileğimi burktum alt tarafı," diye sessizce çemkirdim. "Ne olur. Hadi. Ya bir tane ya. Bir haftadır içmiyorum, sigara diye intihar edeceğim şimdi." Yalvararak işaret parmağımı bir yaparak gösterdim. "Bir tane ya. Borcum olsun sana.."
Tereddütte kalmış gibi bir bana bir de çevresine bakıyordu. Kaşlarımı hadi, yapabilirsin dercesine kaldırıp sırıttım. Cebinden paketini çıkartıp içinden bir dal çıkartınca kalbim heyecanla çarpmaya başladı.
Dalı parmaklarını ucunda tutarak bana doğru uzattığında ben de aynı şekilde camdan sarkarak nefesime uzanmaya çalışıyordum. Dudaklarımı ısırarak biraz daha eğildiğimde göğsümdeki ağrıyla nefes alamadım. "Paketi atsana bana ya niye uğraşıyoruz böyle," diye homurdanarak sarkınırken zorlukla konuştum. Şu an kaburgalarımdaki ağrı nefesimi kesecek kıvamdaydı. Son bir kez daha eğilerek dala uzandığım sırada parmaklarıma dokunmuştu.
Birden elini çekince neşeli olan yüz ifadem yerini öfkeye bıraktı. Çocuk korkuyla sigarayı cebine koyduktan sonra hızlıca selam verdi. Ben ne olduğunu anlamazken görüş açıma dört gün önce Beren'in abisi olduğunu öğrendiğim adam girdi. Büyük ihtimalle bu binadan çıkıyordu ve biz yakalanmıştık.
Çocuk rahat pozisyonuna geçerken o adamın eli askerin ensesini kavrayıp bana göre göre hafif ama askere göre organlarının yerini değiştirecek şekilde sertçe sarstı. Asker yaprak gibi titrerken hafifçe yutkundum. Ardından adamın bakışları bana çevrildiğinde hala sarkıyor pozisyonda olduğumu hatırladım. Halka filmindeki Samara gibiydim tam olarak şu anda.
Önce uzattığım elime, ardından aşağıya sarkan saçlarıma ve neredeyse düşme tehlikesinde olan bedenime baktı. Nereden mi biliyordum? Çünkü ayaklarım yere değmiyordu şu anda. Hatta arkadan gelecek birisinin beni bu pozisyonda görmesi hiç hoş olmazdı.
En son yüzümü gölgeleyen saçlarımın arasından gözlerime ulaştığında yavaşça, sessizce, sanki ortamda hiç yokmuşum gibi, elim hala aşağıya sarkıyorken ve o beni izlemeye devam ederken pencereden süzülerek içeri girdim. Camı sakince kapattım. Yüzümde yakalanmış olmanın verdiği suçluluk ifadesi varken topallayarak yatağa girdim. Bakışlarındaki ifadeden biraz korkmuş olabilirdim ama sadece bu kadar. Gelip benimde ensemden tutup sarsacak hali yoktu. Yani olmazdı herhalde. Ben hasta bir insanım sonuçta.
Kıçımı kapıya doğru dönüp ne olur ne olmaz diye beklemeye başladım. Her an baskın yiyebilirdim bu odada.
Dakikalar sonra düşüncelerim gerçekleşmiş ve baskın yemiştim ama ben gözlerimi sıkıca kapatmış uyuma numarası yapıyordum. Yerse.
"Daha devam edecek misin?" Dakikalar sonra konuştu. Sert ve kalın sesi kulaklarıma iliştiğinde nefes almayı bıraktım. Bu adamın ses tonu bile insanı korkmaya itiyordu.
Numaraya mı? Evet. Sessizce durup odadan çıkmasını beklemekten başka çarem yoktu. Adam korkutucuydu. Tamam, belki ilk gün o sinirle ona kafa tutmuş olabilirdim ama adam Yüzbaşıydı! Götüm istemsizce tutuşuyordu.
"Sigara istemiyor musun?" Sözünü bitirir bitirmez hızlıca doğrulup omuzumun üzerinden yüzüne baktım. Tek kaşını havalandırıp yüzüme sabit bir ifadeyle bakıyordu. Evet, o yememişti ama ben yemiştim. Afiyet olsundu.
Kaburgalarımda bir sızı hissederken yüzümü buruşturup elimi sızı yapan bölgeye bastırıp kısık bir nefes aldım. Kendimi toparladığımda hızlıca kalkmamdan dolayı dağılan saçlarımı kulağımın arkasına iliştirdim.
"İstersem verecek misin?"
"İstersen veririm belki."
Canım Türkçe. Ne kadar da nereye çeksem oraya gelecek bir dildi.
"Sadece bir tane," dedim işaret parmağımı bir gibi gösterirken.
"Dışarıya çıktın mı hiç?" Başımı hayır anlamında salladım. "Ayağıma baskı yapmamam için çok fazla yürümemem söylendi." Oda dışına çıkmış koridorda biraz da olsa yürümek amaçlı dolanmıştım ama onda bile yanımda bir asker vardı. Başını anladığını belirtircesine salladığında kapalı olan kapıyı açtı. "Zafer." Gür sesi koridorda yankılanırken kaşlarımı çattım.
Adının Zafer olduğunu tahmin ettiğim kişi ona doğru koşmaya başladığını ayak seslerinden anladım. "Emredin Komutanım!" Görüş açıma girmese de selam verdiğini tahmin etmek çokta zor değildi. "Bir tane tekerlekli sandalye getir." Ardından bana döndü. "Üstüne alabileceğin hırka tarzında bir şeyin var mı?" Başımı iki yana salladım. "Arabayı kapının önüne çek, içinden de ceketimi getir." Askere bakarak konuştuktan sonra kapıyı kapattı.
Kısa bir bekleyiş sonrasında içeriye kapıyı tıklatarak giren benim boylarıma yakın askere baktım. Beni bu gergin ortamdan kurtardığı için birazdan boynuna atlayacaktım. Adını bilmediğim ama bakışlarıyla bir insanı dövebilecek güçte olan adamla hiç göz göze gelmemiş olmasam da duruşuyla beni geriyordu. Görmezden geleyim desem.. adamın boyu uzundu ve görmemeye çalışmak imkansız olurdu. Hatta yatakta o kadar çok ufalmıştım ki adamın beni görmezden geldiğine emindim.
Az önceye kadar hiç hasta değilken gördüğüm ilgiyle kendimi yere atıp ahlayıp vahlamak istiyordum ama yerse. Beren olsaydı yapar ve dudaklarımı sarkar duygu sömürüsü yapardım. Her zaman inanırdı bana ve en sonunda hep dalga geçilen taraf olurdu.
Sessizce tekerlekli sandalyeye oturup adının Zafer olduğunu öğrendiğim asker arkama geçtiğinde ilerlemeye başladık. O sırada bana verilen kamuflaj ceketini üstüme geçirdiğimde burnuma gelen kokuyu daha net algılamak için ceketin yakasını tutup burnuma yaklaştırdım.
Şu an kendimi silgiyi koklayan kız gibi hissediyordum çünkü parfümü o kadar çok koklamıştım ki ceketin üstünde kalmamış dahi olabilirdi. Genel olarak parfümlere karşı zaafımın olması da bunu tetikliyordu. Fakat bu farklı bir şeydi. Kokladığım zaman doğayı anımsatması hoşuma gitmişti.
Yanımda bir şeyin yürüdüğünü gördüğümde koku hazzımı yarıda bırakıp gözlerimin hemen önünde olan kalçalara baktım. Bir koku, iki kalça. Tam tersi de olabilir. Bir kalça, iki koku. Emin değilim, ikisi de benim için çok önemliydi. Ve itiraf etmeliyim ki bu adamın kalçası tam şaplaklık.
Tövbeler olsun.
Edepsiz ve artı otuz sekiz düşüncelerimden sıyrılmam için bakışlarımı manzaradan uzaklaştırdım. Bizi bekleyen arabaya bileğime dikkat ederek binerken asıl dikkat etmem gereken yerin aslında belim olduğunu fark ettim. Şimdiye dek hiçbir sorun yokken birden ağrı girmişti ve bu benim hoşuma gitmedi.
Araç hareket ettiğinde kısa da olsa askeri üssü görecek olmanın bir heyecanı yeşerdi içimde. Gözlerime ilk çarpan kocaman olmasıydı. Belirli yerlerde yeşillikler vardı. Arkamızda kalan bina buranın hastanesiydi, şu an önünden geçtiğimiz ve sağ tarafımda kalan yer mühimmat deposu. Göründüğü kadarıyla epey büyüktü, bu da demek oluyor ki çok fazla birlik vardı burada. Kafamı sola çevirdiğimde küçük bir karakol çarptı gözüme.
Biraz daha ilerlediğimizde bir karakol daha ve iki otopark görmüştüm. Dakikalar içerisinde de durduğumuzda önünde durduğumuz karakola baktım. Öncekine oranla daha büyük görünüyordu.
Omuzumdan yana baktığımda adını bilmediğim adamın kapısını açıp indiğini ve ileride duran askere doğru yürüdüğünü gördüm. Geniş omuzları ve çok iri olan bedeni süzmeye başladığımı fark ettiğimde destur çektim kendime. Kendine gel kızım, adamı süzme. Hem benim dikkatimi yaşlılar çekmiyordu.
Ona bakmayı kesip kendi kapımı açtım ve bileğime dikkat ederek araçtan indim. Biraz yüksek olması beni zorlasa da dayanamayacağım bir acı değildi.
Ayağımda bir terlik, altımda gri pijama, üstümde siyah bir sporcu atleti ve çuval giymişim hissi yaratarak baldırlarıma kadar gelen kamuflaj ceketle şehirden çıktım üsse kombinini yaşatıyordum.
Alık alık etrafa bakınırken neden buraya geldiğimizi sorguluyordum ama herhangi bir cevap bulmak zordu. Fark etmediğim kaldırımla ayağım takılırken sağ tarafımdaki askerin kolumu tutmasıyla yere düşüşüm yavaşladı ama bileğimdeki ağrı tekrardan gün yüzüne çıktı.
Acıyla inlerken yavaşça doğruldum ve kolumu tutan askerden destek alarak sargılı bileğime baktım. "İyi misin?"
Çelik bakışlı adamın yanıma geldiğini gördüm. "Evet, iyiyim," dedim acı yüzünden yüzüm buruşurken. Yanımdaki askerden destek alarak tekrardan adım atarak yürümeye çalıştığımda bileğimdeki ağrı yeniden kendini gösterdi. Dişlerimi sıkarak acıyı yok saymaya çalıştım ama imkansız bir şeydi bu.
"Yardımcı olayım," diyerek beni kucağına almak için yeltenen askeri reddedecektim ki bir şey dememe gerek kalmadan aniden geri çekildi. Yüzüne baktığımda o adama bakıyordu. İstemsizce bakışlarım ona döndüğünde kaşlarını çatarak dimdik askerin gözlerine bakıyordu. Ellerini arkasında birleştirmişti. "Sandalyeyi getir oğlum," dedi, yüzüne tezat şekilde düşen sakin sesiyle.
Asker baş selamı verip arabaya yöneldi ve kapısını açıp arka tarafını kontrol etti. O sırada kolondan destek alarak bekliyordum. Asker birkaç saniye içinde kızararak bir komutanına bir de aracın içine bakmaya başladı. Yavaşça kapıyı kapatırken bize doğru geldi ve komutanın karşısına geçip hazır ol da durdu. "Almamışız komutanım."
Bakışlarım hızlıca onu bulduğunda askere aynı şekilde baktığını gördüm. Kendisinden birkaç adım uzak duran askeri eliyle yanına çağırdı. Asker iki adımda komutanına yaklaştığında elini genç çocuğun omuzuyla boynunun arasını tuttu ve daha da kendine çekti. Kaşlarım istemsizce çatılırken izlemeye devam ettim. "Almadınız," dedi, başını sallarken.
Askerin esmer olan ten rengi daha da koyulaşmaya başlamıştı. Eliyle omuzuna baskı yaptığını anladığımda kaşlarım daha da çatıldı. Araya girmek istiyordum ama bir komutanın işine karışmak kadar yürek yememiştim. Yedim de o kadarını yemedim.
"Sen şimdi gidiyorsun ve o sandalyeyi alıp geliyorsun," dedi sakince. "Emredersiniz komutanım." Asker sesini yüksek çıkarmaya çalışsa da omuzundaki ağrı yüzünden istediği gibi olmamış ve can çekişir gibi çıkmıştı. İçim acıdı. Yüzüm şefkatle yumuşarken benden küçük olduğuna emin olduğum askere baktım.
Elini çektiğinde asker baş selamı verip arabaya yöneldi. "Yürüyerek aslanım," dedi. Bakışlarım şaşkınlıkla komutana döndüğünde askerinde aynı şaşkınlıkla ona baktığını gördüm. Bizim arabayla 20 dakikada geldiğimiz yolu asker yürüyerek gidecek ve sonra gelecekti. Elinde o ağır sandalyeyle ve bu soğukta.
"Ben iyiyim, gerek yok aslında," dedim. Havası kaçan balon gibi çıkan sesim beni daha da şaşkınlığa uğrattı. Neydi şimdi bu?
"Marş marş." Çocuk komut almış gibi koşar adımlarla yanımızdan uzaklaşmaya başladığında kaşlarım tekrardan çatıldı. "İyiydim, kendi dikkatsizliğim yüzünden düşüyordum." Sesim şimdi daha net çıkıyordu ve o çocuğu savunmak istedim.
"Sen dikkatsiz olabilirsin ama o olamaz," dedi sakinlikle. "Neden? Gerek yoktu aslında.. Bu soğukta o kadar yolu koşarak gidip gelecek." Kaşlarım kendiliğinden daha da çatıldığında bu sefer bedenini bana çevirdi. "Şimdi ki dikkatsizliği onu sadece hasta eder ama, bir sonrakisi canından edebilir. Aynı anda birden fazla şeyi düşünebilmeli, dikkatsiz olduğunda başına neler geleceğini tahmin etmeli."
Sandalyeyi almamasına değil de dikkatsiz olmasına karşın böyle bir ceza vermişti. Aslında onu düşünüyordu. Yine de hızlı adımlarla yürüyen askerin arkasından bakarak ona üzülmemi bastıramıyordum.
Yere çevirdiğim bakışlarımı karşımdaki adama çevirdiğinde dikkatle beni izliyordu. "Bazı dikkatsizliklerin cezası olmaz," dedi gözlerimin içine bakarak. "Çünkü cezasını çekecek asker son dikkatsizliğini yapmıştır."
Kalbimin sıkıştığını hissettim. Sertçe yutkunurken başımı salladım. Bazı anılar gözlerimin önünden film şeridi gibi geçip giderken gözlerimi birkaç saniye kapattım.
Gözlerimi açarak karşımdaki adama baktım. Daha iyiydim. Gözlerim acılarını belli etmiyordu şimdi. Bana doğru bir adım attı. "Yürüyebilecek misin?" Ayağıma bakıp bakışlarımı yüzüne çıkardım. "Kaplumbağa gibi yürümeme kızmayacaksan eğer yürürüm." Direkt sen diyerek konuştuğumu fark ettiğimde bir şey demesini bekledim ama o pek önemsemiş görünmüyordu. "Eşlik ederim," dedi eliyle içeriyi gösterip bana yolu açarken.
"Teşekkür ederim." Yavaş adımlarla içeriye girdiğimde elimi duvara koyarak destek aldım. Ayağımı sürüyerek yürüyordum ve şu anda bir kaplumbağadan daha yavaştım. Bana destek olmuyor ama herhangi bir durumda müdahale edeceğini bakışlarıyla belli ediyordu. Bana bakmıyordu ama üstümde bakışlarını hissediyordum.
Birkaç adım atıp bekliyor ve ayağımdaki ağrının geçmesi için dinleniyor sonra tekrardan yürümeye başlıyordum. Bu süre de hiçbir şekilde konuşmuyor, ben durduğumda bekliyor ve sonra benimle birlikte yürümeye devam ediyordu. Ama bu süre zarfında asla bana bakmıyor, ellerini arkasında birleştirmiş ve dümdüz karşıya bakarak yanımda yürüyordu.
Aksamalarım yüzünden yanlışlıkla ayağımın üstüne bastığımda dengemi kaybettim ve tam düşeceğim anda beni dirseğimden tuttu. Kaşlarımı çattığımda sıkıntıyla ofladım. "Dokunabilir miyim?" Yüzüne baktığımda bana baktığını gördüm. Anlamadığım için kaşlarımı çattığımda bir an nereye diyecektim ama ağzımı son anda tutmayı başarabildim. "Destek için beline dokunabilir miyim?"
Başımı belli belirsiz salladığımda dirseğimdeki elini çekerek belime yerleştirdi ve saniyeler içinde beni kavrayıp bedenine yasladı. Haber verilmeden yapılan ani dokunuşlar insanı kaskatı ederdi, haber verilenler ise gererdi. Ben şu an ikisini de yaşıyordum. Eli belimi sıkıca kavrayarak adımlarımı sağlamlaştırmak adına bana yardımcı oluyordu.
Yardımıyla uzun koridoru bitirdiğimizde bir kapıyı açmış ve içeri girmiştik. Odaya girdiğim de ilk dikkat ettiğimde üstümdeki ceketten aldığım kokunun aynısı bu odada olmasıydı. Birkaç saniye odayı gözledim. Düzeni kurulmuş bir masa, üstünde bir bilgisayar ve evraklar vardı. Köşede duran telefonun önünde büyük harflerle yazılı bir isim vardı.
Yüzbaşı Demir Özçelik.
Gözlerimi etrafta dolaştırdım. Tertipli, düzenli bir odaydı. Ve daha önce denk gelmediğim kendine has bir kokusu vardı odanın. Göz ucuyla ona baktığımda odayı dikizlediğimi görmemesine mutlu oldum.
Beni deri bir koltuğa yavaşça oturturken ellerimi koltuğa yaslayıp iyice kuruldum. Rahatlığımdan emin olarak doğrulduğunda ellerini cebine koydu ve bana tepeden baktı. Ona bakabilmek başımı epey geriye atmıştım. Boyun devrilsin, pü.
Tövbe Allah'ım.
Oturur pozisyondayken onun karın hizasının bir tık altınageliyordum ve bu rahatsız etmişti. Kısa birisi değildim fakat bu adamın yanında uzun bile kısa kalırdı.
"Aç mısın?" Sorusuyla şimdiye dek sinyal vermeyen karnım zil çalmaya başladı. Başımı salladım. "Biraz," dedim mırıldanarak. Benden uzaklaşıp masasına doğru gittiğinde telefonun başında durup ahizeyi kaldırdı. "Tost mu, döner mi?"
İkisi de?
Aç bir ayı olduğumu bilmesine gerek olmadığını düşünerek tebessüm ettim. "Tost lütfen," dedim, "sade tost," diye devam ettim. "Çay?" Dedi, soru sorarcasına. ÇAY! Allah'ım çok şükür. Şu anda bir demlik çayı lıkır lıkır içebilirdim. Başımı onu onaylayarak salladım.
Sigara ve çay aşığı olarak şu an mutluluktan kendimi bir sağ tarafa bir sol tarafa vurarak çırpınabilirdim. İçimde konfetiler patlıyordu ama dışımdan sadece boş şekilde etrafı izliyordum.
Gözüm masanın arkasında kalan geniş terasa çarptığında kaşlarımı kaldırdım. Bedeninden tam olarak göremesem de büyük ve geniş bir terastı. Üstü kapalıydı ve tam ortada bir soba vardı.
Hafifçe yana doğru eğilmiş arkasındaki ferahlatıcı yere bakarken üstümde beni izleyen bakışları hissederek gözlerimi bana bakan açık kahve harelere çevirdim.
Siparişi vermiş ve ahizeyi yerine koyuyordu. Boğazımı temizleyerek bedenimi doğrulttum ve arkama yaslandım. "Dışarıda oturmak istersen eğer soba var, üşümezsin." Gözlerimin parladığını ben hissedebiliyordum, peki o görebiliyor muydu, bilmiyorum. Gözlerinde herhangi bir şey bulamıyordum. Derinlerine inip orada neler olup bittiğini görüp öğrenmek istesem de her seferinde taştan öte demir bir duvarla karşılaşıyordum.
İsmi gibi.
Yüzünde zerre mimik yoktu. Psikoloji öğrencisi olmam bazen işime yarıyordu; insanları çözmemde ve onlarla rahat iletişim kurmamı sağlıyordu ama karşımdaki adamda diğerlerinin aksine bunu gerçekleştiremiyordum. Mimiksiz.
"Olur," dedim, heyecanla ve yerimden ayaklandım. Ani kalkışımla o da bana doğru hızlıca yürümeye başladı. "Yavaş," dedi, onu beklememi ister gibi. Gülümseyerek ellerimi iki yana salladım yardım etmesini istemediğim için. "Tek başıma hareket edebilirim, bacağım kopmadı sonuçta. İyiyim." Her ne kadar itiraz etsem de bu onu durmamıştı. "Az önce kaplumbağa yavaşlığında yürüyordun, tekrardan düşersen yılan gibi sürünmeye başlayacaksın."
Cümlesiyle hafifçe kalktığım koltukta duraksayıp kaşlarımı çattım ve yüksek ihtimalle bozulmuş suratımı ona göstermekten çekinmeyerek başımı kaldırarak yüzüne baktım. Boyu kaç bu adamın? "Bir şey demeyeceğin konusunda anlaşmıştık hani? Eşlik ederim, demiştin," dedim, hafif bozulmanın verdiği ses tonuyla.
"Laf etmiyorum, bileğini tekrardan zorlarsan yılan gibi sürüneceğinin farkındalığını yaşatıyorum sana," dedi çok biliyormuş gibi. Dudağımın kenarını kaldırıp üç numaralı sen çok biliyorsun bakışımı attım.
Tamamen ayaklandığımda yavaş adımlarla yürümeye başladım. Bu sefer sormak yerine elini tekrardan belime koyunca irkilsem bile ses etmeden ilerledim. Teras kapısını açarak dışarıya çıktığımızda konuşmaya devam etti. "Malum, sen kendi canını önemsemeyip bir dal sigara için camdan tüm bedenini sarkıtmış insansın."
Heh! Ben de ne zaman o olaya laf atacak diye bekliyordum. "Ne yapsaydım?" Dedim, rahat sandalyelerden bir tanesine otururken. "Sigara diye kendimi duvardan duvara mı vursaydım?"
Kaşlarını kaldırıp gördün mü der gibi baktı. "Canını önemsemediğini söylemiştim." Tam ağzımı açıp cevap vereceğim sırada odanın kapısı çalındı. "Gel." Gür sesiyle bağırdığında kapının ardındaki kişi duymuş olacak ki kapıyı açıp içeri girdi.
Sesi bağırınca gür çıkıyordu ve bu insanda istemsizce bir korku bırakıyordu. O ayakta durmuş kapıya bakarken yandan profilini izledim. Saçları üç numara kesimdi ama yeni yeni çıkmaya başlamıştı. Yüzündeki sert ifadenin en önemli etkeni saçları olduğunu düşündüm. Gözleri zeytin iriliğinde ve kirpikleri de gür duruyordu. Kemikli bir yüze sahipti. Burnu ise bir erkeğe göre çok güzeldi. Küçük değildi, hatta hafif bir kemeri vardı. Ona sertlikle birlikte karizmatik bir hava katıyordu.
Önümdeki masaya koyulan üç tane tostla birlikte dikkatim dağılırken saniyelik servis yapan er askere baktım. Bakışlarım tekrardan onun yüzünü bulduğunda aynı şekilde bana baktığını gördüm.
Ben onu izlerken o bana bakıyordu ve ben onu izlemeye o kadar çok odaklanmıştım ki beni izlediğini fark etmemiştim? Acaba daha ne kadar rezil olabilirdim Allah'ım?
Sana bakan kişi bakışlarını kaçırmadan sakın ilk kaçıran sen olma, sözü kulaklarımda uğuldamaya başladığında ona kulak verdim ve direkt gözlerine bakmaya devam ettim.
Siktir. Kaçırmıyor.
Siktir. Hala bakıyor.
E ama sikerler. Kim böyle bir saçmalığı ciddiye alıp yapardı ki?
Ben?
Bakışlarımı ondan hızlıca çekip önümdeki tabaklara odaklandım. Üç tostun, iki ince belli çay bardağının olduğu masayı izledim. Asker elindeki demlikteki bardakları doldurduktan sonra yanan sobanın üstüne bıraktı ve selam vererek odadan çıktı.
Neden üç tost?
Birkaç saniye hiçbir hareketlilik olmadı ve ben hala izlendiğimi hissediyordum. Daha fazla bakmaması için kendimi sobanın içine atmama ramak kala hareketlendi ve karşımdaki sandalyeye yerleşti.
"Afiyet olsun."
"Afiyet olsun."
Aynı anda konuşmamız bakışlarımızın birleşmesine sebep olurken başımı sağ ol dercesine salladım. Aynı hareketi ardımdan o da tekrar edince tost tabağını önüme çektim ve omuzlarımı dikleştirerek sessizce fısıldadım.
Elime tostu alırken sargıda olan parmaklarıma dikkat ettim. Tostumdan bir parça alırken eriyen kaşarın ağzıma yayılmasıyla bir an gözlerimi kapatıp aşk yaşamak istedim. Bu isteği bir köşeye atıp Demir'e baktığımda onun da beni izlediğini gördüm. Boğazımı temizleme hissiyatıyla doldum.
Gözlerimi ondan uzaklaştırmış ve yemeğime odaklanmayı seçmiştim. Zaten o da ben konuştuktan sonra bir şey demeyip tostunu yemişti. Ondan önce tostumu bitirmiş olmanın utancını yaşadım bir an. Bence o yavaş yiyordu, hızlı yiyen ben değildim asla. Ben kibar kibar yedim, ayılığımı göstermedim.
Karnımın hala aç olduğunu hissediyordum ve ortada boş boş duran tost bana adeta beni ye diye bakıyordu. Hayır, onu yiyemezdim. İki tabak ve üç tost vardı. Demek oluyordu ki o tost onundu. Ayrıca benimki kaşarlıyken o iki tost karışıktı. Keşke ben de ağzım kokar düşüncesine girmeyip karışık alsaydım.
Bana bakmadan tabaktaki tostu alıp benim önüme koyduğunda şaşkın şaşkın yüzüne baktım. "Ben doydum," dedim hızlıca. Tostunun son lokmasını da ağzına atarak peçeteyle dudaklarını sildi. Çayından yudumlarken arkasına rahatça yaslandı. "Sen tostu ye, ben de sana sigara ısmarlayayım." Gözleriyle tostu işaret etti. "Yemezsen sigarayı unut." Şaşkınlıkla yüzüne bakmaya devam ettim. Beni sigarayla tehdit ediyordu? Beni? Beni beni.
"Tost yemem için sigarayla tehdit edileceğim hiç aklıma gelmezdi." Konuşurken tostu elime alarak yemeye başladım. "Bir bu şekilde tehdit edilmediğim kalmıştı," diye kendi kendime mırıldandım.
Söylediğim şeyin farkına varırken bakışlarımı tosttan ayırıp karşımdaki adama baktım. Yine kaşlarını çatarak bakıyordu. Düzgün bakmayı bilmiyor muydu acaba? "Başka hangi şekillerde tehdit edildin?" Sorusuyla duraksadım. Evet Ayşılcığım, beynin olarak bana müsaade.
Omuz silktim. "Ders notları falan filan," diye mırıldandım. Tosttan bir parça daha koparttıktan sonra dilimi dudaklarımda dolaştırdım. Demir'in bakışları gözlerimden dudaklarıma kaydığında dilimle dudağımın kenarını temizliyordum. Dilimi içeri hızlıca çekerken ondan kaçtığımı fazlaca belli etmiştim.
Yeniden göz göze geldiğimizde bakışlarımı ondan çekip tostu sakince yemeye devam ettim. Arada çayımdan yudumlayarak içimi ısıtıyordum. İçeceksiz yemek yiyemiyordum o yüzden şu anda çay-tost ikilisi aşırı hoşuma gidiyordu.
Çayımın son yudumunu da içtikten sonra tamamen doymuş bir şekilde arkama yaslandım. Elimi biraz da olsa çıkan göbeğimin üstüne yerleştirip keyifle gülümsedim. Şimdi sigaradaydı. Demir'e baktığımda çayının son yudumunu da içip altlığa koyduğunu gördüm. Yavaşça yerimden kalkarken bakışlarının bana döndüğünü fark ettim ama dönüp de bakmadım. Sobanın üstündeki demliği alarak masaya yaklaştım ve boş olan bardağını doldurdum. Kendi bardağımı da doldurarak demliği hafiften sönmeye başlayan sobanın üstüne koydum. Yeniden kendi yerime geçtiğimde hevesle yüzüne baktım. Söz konusu sigara olunca asla gurur yapmazdım. Kimse kusuruma bakmasındı.
Tek bacağını uzatıp elini pantolonunun cebine atıp sigara paketini çıkarttı. Kapağını açtığında salladı ve bir dalın kendini feda ederek öne çıkmasını sağladı. Çıkarttığı dalı paketin içinden alarak iki dudağımın arasına yerleştirdim. Yakmadığım halde kokusunu almak beni mayıştırırken tüm istediğim şu anda bu sigarayı keyifle içmekti. Kendine de bir dalı aynı şekilde çıkarttıktan sonra dudaklarının arasına aldı ve elindeki çakmakla yaktı. Bana uzattığında elinden çakmağı aldım ve baş parmağımla taşına bastırdım. Saniyesinde parmağım ağrırken gözlerimin önüne parçalanmış yüz belirdi. Gözlerimi kapatarak yan tarafa doğru döndüğümde o görüntünün gözümün önünden gitmesini bekledim. Sertçe yutkunurken derin bir nefes aldım. Midem bulanmaya başladığında yediğim her şey midemden çıkmak için can attı.
Parmaklarımda bir dokunuş hissederken gözlerimi açarak elin sahibine baktım. Elimden usulca çakmağı aldı ve ateşleyerek ateşin yanmasını sağladı. Gözlerim midem bulandığı için dolarken yanan ateşe dudaklarımın arasındaki sigarayı yaklaştırdım. Ateşe değen sigara anında yanarken içime derin bir nefes çekerek yanan ateşi tutuşturdum.
Parmaklarımın arasına aldığım sigardan derin bir nefes daha çekerken ciğerlerim bayram etti. Beni zehirleyen ama bir yandan da keyiflendiren sigaranın gri dumanını dışarıya bıraktım.
"Psikoloji okuyormuşsun." Bu bir soru değildi. Bildiğini belli ediyordu. "Neden psikoloji?" Kaşlarımı kaldırarak ona baktığımda birkaç saniye düşündüm. Doğruyu söylemeli miydim ona? "İnsanları manipüle etmek için," dedim, dürüstçe. Bu sefer onun kaşları havalandığında omuz silktim. "Ayrıca insanları daha iyi anlamak için. Çok karmaşık varlıklarız, birisine baktığımda sürekli olarak o kişiyi okuma isteğiyle doluyordum. Böylelikle onlarla ufacık bile olsa nasıl konuşmam gerektiğini anlayacaktım." Sigaranın dumanını içime çektikten birkaç saniye sonra onu özgür bıraktım.
Yüzünden biraz da olsa şaşkınlık görebilmek beni güldürmüştü. "Çok mu dürüst oldum?"
Başını omuzuna doğru yatırdığında dişlerinin arasından sesli bir nefes aldı. "Tuhaf ama güzel bir bakış açısı," dedi. "Yani," dedim, "bence herkes biraz da olsa karşısındaki kişiyi merak ediyor ve anlamak istiyordur."
Başını sallamakla yetindi ve birkaç saniye sessizleşti. "Peki ben," dedi. "Beni çözmeye çalıştın mı?" Çalıştım mı? Bunun cevabını ben de bilmiyordum. Aslında şu an burada neden olduğumu dahi bilmiyordum. Burada olmamam ve bu masadan, hatta bu yerden koşarak uzaklaşmam gerekiyordu.
İçimde hiç beklemediğim anda kopan fırtına beni dumura uğratırken gözlerini benden ayırmayan adama baktım. Sakinleşmeyi ve o fırtınanın içimdeki her şeyi yerle bir edip uzaklaşmasını bekledim. "Çalıştım ama çözemedim," dedim yüzümü buruştururken.
Doğruydu. Çözmeye çalışmış ama çözememiştim. Ne zaman onu anlamaya çalışsam bir şekilde geri püskürtülüyordum. Onu toplasam üç ya da dört kez, birkaç dakika görmüştüm ve o anlarda da hep nasıl bir karaktere sahip olduğunu anlamaya çalışmıştım.
"Neden?"
"Rengini hiç belli etmiyorsun da ondan. Kendimi Alacakaranlık'taki Edward gibi hissediyorum. O da herkesin düşüncelerini okuyabiliyordu ama Bella'nınkini okuyamıyordu. Sinir bozucu."
Hiç beklemediğim bir şey yapmış ve seslice gülmüştü. Hayır, kahkaha değildi, tebessüm hiç değildi ama kendine hayran bıraktıran bıraktırdığı kesindi.
Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken ben de onun gibi güldüm. "Gülebiliyormuşsun," dedim. Dudakları şimdi bir tebessüme ev sahipliği yapıyordu. "Gülebiliyormuşum?" Başımı salladım gülerken. "Bak sen şu işe," dedi bu sefer dişlerini göstererek güldüğünde. "Gülmeye yarar kaslarını aldırdığını düşünmüştüm." Abartma Ayşıl. "Neden?" Alt dudağımı bilmem dercesine büktüm. "Sürekli kaşların çatılı dolaşıyorsun ondan sanırım."
Sigara izmaritini arkaya doğru uzanıp sobanın içine attı. "Ayşıl," dedi, bana döndüğü vakit. "Beni toplasan birkaç saat bile etmeyecek dakikalarda gördün."
"Evet. Buna rağmen hiç gülmediğini düşündürdün bana," dedim hızlıca. "Ben mi düşündürdüm?" Ne yazık ki, evet der gibi başımı salladım. "Yaşın kaç?" Bu soruyu beklemiyor olacak ki bana hayretle baktı. "Beren otuzlu yaşların sonunda olduğunu söylemişti yanlış hatırlamıyorsam."
Tek kaşını kaldırarak bana baktı. "Ama genç görünüyorsun, endişe etme." Gülümseyerek kollarımı masaya yerleştirip yüzüne bakmaya devam ettim. "Otuz bir," dediğinde kaşlarımı çattım. Sanırım tam olarak duyamamıştım. "Kırk bir?" Dedim doğruluğundan emin olmak ister gibi.
"Otuz bir."
"Elli bir?"
"Ayşıl. Otuz bir." Yüzümdeki ifade anında donuklaşırken doğrulup ona değişik bir şeymiş gibi baktım. "Ben yanlış hatırlıyormuşum demek ki." Mırıltı şeklinde konuşurken birden boğazını temizledi.
"Nasıl hissediyorsun?" Az önce yüzünde bulunan gülümsemenin yerini bilinmezlik kaplamıştı. Sanırım bu bedenimle değil de, ruhumla ilgili bir sorduydu.
Dudaklarımda zoraki olduğunu fark etmesini istemediğim bir gülümseme peydah olurken hafifçe omuz silktim. "İyiden hallice. Yani... nasıl olunabilirse işte." Söyleyecek hiçbir şeyim yoktu aslında. Unutmak istediğim görüntüler vardı gözlerimin önünde ve ben onları konuşmak istemiyordum.
"O gün için Beren ile konuştuk ama senin de bildiklerini, gördüklerini anlatman lazım," dediğinde çay bardağında olan bakışlarımı hızlıca yüzüne çevirdim. Onda bir şeyler ararken gözlerim hafiften kısılmıştı. Ela gözlerinin derinlerine ulaşmak istiyordum. Oralarda bir yerde olmalıydım çünkü, bunu emindim.
Buna nasıl emin oluyordum bilmiyorum fakat tek istediğim kafamın içinde dönüp dolaşan sorulara cevap bulmaktı. Öyle ya; o cevaplar onda olmayabilirdi lakin yine de ümit etmiştim.
Derin bakışlarıma karşılık gözleri kısılırken hareket etmeden beni izliyordu. Dudaklarımda bir gülümseme oluştuğunda bakışları dudaklarıma saliselik bir şekilde kaysa da yeniden gözlerime odaklandı.
Merhaba.
Merhaba Kahramanım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |