
“Bazen insan, başkalarının sessizliğinde değil; kendi sessizliğinde büyür.”
— Rainer Maria Rilke
O gece, defterime yazdıktan sonra kalemi bıraktım ve garip bir dinginlik çöktü üzerime. Sanki o cümlelerin zihnimde dönüp durmasına izin vermemeliydim. Bırakmalıydım.
Bazen düşünmek, en çok yoran şeydir. O yazıya o kadar kaptırmıştım ki kendimi, diğer her şeyi unutuyordum. Ama o gece, bilerek onu düşünmemeye karar verdim.
Gözlerimi kapattım, kafamı yastığa gömdüm ve tamamen başka şeylere odaklandım. Yarın okulda ne giyeceğimi düşündüm, kahvaltıda annemin hazırladığı menüyü hayal ettim. Hafifçe pencerenin dışındaki yağmurun ritmine kulak verdim.
Düşüncelerim o an için onun cümleleriyle değil, kendi küçük dünyamın sıradan ama sıcak detaylarıyla doldu. Çünkü bazen insanın kendisini yormaması gerekir. Bazen, sessizliğin içinde boğulmamak için kendi içine çekilmek gerekir.
Sabaha kadar gözlerimi kapatıp kendi dünyamda dolandım. O yazının taşıdığı ağırlığı yavaşça bırakmaya başladım.
Belki de en doğrusu buydu. Bazen bir şeyleri anlamaya çalışmayı bırakmak, sadece yaşamak gerekirdi.
Ve o gece, ben, Selma, düşünmeyi bir süreliğine bıraktım. Daha derinlere dalmadan, yüzeyde kalmaya karar verdim.
Sabah uyandığımda, başımı yastıktan güçlükle kaldırdım. Gözlerim hala uykuya direniyordu ama zaman akıp gidiyordu. Alışkanlıkla pencereye doğru baktım; dışarısı hâlâ bulutluydu, hafif bir rüzgâr camı titretiyordu. Yağmur başlamadan önce evden çıkmam gerekirdi.
Okul yolunda kafamda yine o çocuk vardı. Ama şimdi onu düşünmemeye çalışıyordum. Kendime sürekli “Boş ver, önemli değil,” dedim. Yine de istemsizce gözlerim kalabalık arasında onu arıyordu. Belki bir tesadüf, belki kader.
Okula girdiğimde her şey olağan gibiydi. Kalabalık koridor, aceleyle koşan öğrenciler, sınıflara dağılma telaşı… Ama içimde o çocuğun varlığı sanki küçük bir gölge gibi dolaşıyordu.
Dersler başladığında, dikkatimi vermeye çalıştım. Ama kafamda hep başka düşünceler vardı. Öğle arası gelip çatınca, kütüphaneye gitmek için sabırsızlanıyordum. Orada, o sessizliğin içinde bir şeyler bulabilirdim belki.
Kütüphaneye adımımı attığımda, raftan kitap seçerken arkamdan hafif bir ses geldi. Döndüm, ama o çocuk yoktu. Gözlerimi etrafa gezdirdim, bir köşede masasında oturuyordu. Daha önce fark etmediğim bir hareketle, kağıtlarını düzenliyordu. Ellerindeki titreme küçük ama dikkat çekiciydi. Sanki içeride bir fırtına vardı ama dışa vuramıyordu.
Gözlerimi ona diktim ama bu kez kendimi düşüncelerimden kurtarmaya çalıştım. İzlemekle düşünmek arasındaki ince çizgiyi aştığımı fark ettim.
“Bu onun hayatı,” dedim kendi kendime. “Benim değil.”
Ve o anda, kendi dünyama, kendi hayatıma geri döndüm.
Belki de bazen, birinin hikâyesini öğrenmek değil, kendi hikâyemizin sayfalarını çevirmek gerekiyordu.
Kendi adımlarımı atmak, kendi sesimi bulmak.
O çocuk bir sırdı. Ve sırlar, herkesin çözmeye çalıştığı bilmeceler değildi belki.
Benim bilmecem, kendimdi.
O gün, o küçük kütüphane köşesinde, yeni bir başlangıcın kıvılcımı yandı.
Kütüphaneden çıkarken, dışarının gri tonları biraz olsun yumuşamıştı. Yağmur başlamamıştı, ama havadaki nem ağırlaşmıştı. Nefesimi derin aldım, ciğerlerimi taze hava doldurdu. Bugün farklıydı; içimde, her zamankinden daha keskin bir farkındalık vardı. Kendimi bir adım geride tutmak, dünyayı daha net görmek istiyordum.
Okulun kalabalığı arasında yürürken, arkadaşlarımın sesleri uzaklaşmış gibiydi. Konuşmalar, gülüşmeler hep bir fon müziği gibi kulağımda çınlıyordu, ama ben kendi iç sesime odaklandım. Sanki uzun zamandır sustuğum bir kısmım konuşmaya başlamıştı.
Eve dönerken, yoldaki taşlara bakakaldım bir an. Ne zaman bu kadar büyümüş, ne zaman bu kadar kendi dünyama çekilmiştim? Sorular durmadan zihnime çarpıyordu. Ama bugün onları cevaplamak istemedim. Onları bir kenara bıraktım.
Kapıdan içeri girdiğimde, evin o alışık olduğum sessizliği hemen sarıp sarmaladı beni. Sadece seslerin yokluğu değil, aramızdaki görünmez duvarların kalınlaşmasıydı bu sessizlik. Anlaşılan, ne annemle ne babamla gerçekten konuşmak kolaydı artık. Herkes kendi dünyasına çekilmiş, duvarların ardında sessiz bir savaş veriyordu.
Annem mutfakta tek başına bulaşıkları yıkıyordu. Ellerini sudan çıkarıp yüzüne götürdüğünde, gözlerinin içi bile gülmüyordu. O bakışlarda, yılların yorgunluğu ve söylenmemiş sözlerin ağırlığı vardı. Sanki evin tüm yükü omuzlarındaydı ama bunu dile getirmeye hiç niyeti yoktu. Yanına gidip “Anne, nasıl geçti günün?” demek istedim ama sesi kesik, yorgunluğu ağır kelimeleri boğazıma düğümledi.
Babam ise oturma odasında koltuğa yaslanmış, uzaktan haber kanalının sesine kulak veriyordu ama aslında dinlemiyordu. Televizyonun önünde duran kupasında soğumuş bir kahve vardı. Kaşlarını çatarak ekrana bakıyor gibi görünüyordu ama düşünceleri bambaşka yerlerdeydi. Bazen aramızda kısa bir göz teması kuruluyordu ama bu bakışlar, uzun konuşmaların yerini hiç doldurmuyordu. Sanki yıllar geçtikçe konuşmak zorlaştı; kelimelerle aramıza duvarlar örüldü.
Kardeşim odasında ders çalışıyordu. Kapısından gelen kalem tıklamaları bile evde yankılanıyordu; o tıklamalar belki onun da içine kapandığını, belki kendi yalnızlığını yaşadığını gösteriyordu. Arada koridorda karşılaşınca birbirimize zoraki bir selam verdik, kelimeler ağırdan alınıyordu, sanki ne söylesek karşılığını bulamayacak gibiydi.
Yemek masasında hepimiz kendi dünyamızda, kendi düşüncelerimize dalmış haldeydik. Annem genellikle yemekle meşgul, babam gazeteye göz gezdiriyor, kardeşim de tabaklarına dalmıştı. Konuşmalar sadece “Yemek nasıl?” ya da “Okul nasıldı?” gibi kısa ve yüzeysel cümlelerle sınırlıydı. Oysa bazen insan sadece “Bugün seni dinlemek istiyorum” demek istiyordu. Ama kimse cesaret edemiyordu.
Bir keresinde annemle yan yana otururken, ellerim titreyerek “Anne, biraz konuşabilir miyiz?” dedim. Gözleri doldu, sonra derin bir nefes aldı. “Elimden gelen bu kadar, canım,” dedi sadece. O an anladım, onun da içinde fırtınalar kopuyordu ama nasıl söze dökeceğini bilmiyordu.
Kendi odamda, pencereden dışarıya bakarken, dışarıdaki gri gökyüzüyle içimdeki karanlık birleşiyordu. Kendimi yalnız hissetmekten daha çok, evde bile yalnız kalmış gibi hissediyordum. Bazen aile bireyleriyle aynı evde olmak, farklı dünyaların insanları olmak gibi geliyordu. Yan yana ama çok uzakta.
Bazen geceleri uyuyamaz, annemin mutfakta geç saatlere kadar ışığı açık bırakıp sessizce bir şeylerle uğraşmasını işitirdim. Babamın derin nefeslerini, odasında televizyonun açık kaldığını duyurdum. Bu sessizlik, evin her köşesine sinmiş, herkesi biraz daha yoruyor, biraz daha kırıyordu.
İçimden “Keşke biri baksaydı bana, ne hissettiğimi görseydi,” diye geçirdim. Ama biliyordum ki, bazen insanın en çok ihtiyaç duyduğu şey, sadece biraz sabır ve sessizlikti. Herkes kendi savaşını veriyordu; herkes kendi yolunda yürüyordu. Ve ben de kendi savaşımı vermek zorundaydım.
O an anladım ki, aile sadece kan bağı değil; bazen yürekten de bağlanmayı gerektiriyordu. Ve o bağı kuvvetlendirmek için önce kendimle barışmam gerekiyordu.
O gece, yatağıma uzandığımda sessizliği yumuşatan tek şey, kendi kalbimin ritmi oldu. Kendi sesimi duymak, bazen en büyük teselliydi. Belki de önce kendimi anlamalı, kendimle barışmalıydım.
Evdeki sessizlik bazen o kadar derindi ki, sanki duvarlar konuşmayı unutmuştu. Anlatacak sözcükler kaybolmuş, duygular kalbimizin en derin köşelerine hapsolmuş gibiydi. Bu sessizlik, bazen rahatlatıcı olsa da çoğunlukla boğucu ve ağırdı. Kendimi evin içinde bir misafir gibi hissediyordum; varlığımı kimse fark etmiyor, kimse bana dokunmuyordu.
Annem, gün boyunca yorulmuş, yüzündeki çizgiler daha da derinleşmişti. Akşam yemeği hazırlarken arada bir duruyor, derin bir nefes alıyor, sonra devam ediyordu. Yanına yaklaşmaya çekiniyordum; çünkü sanki onun içindeki fırtınayı anlamak için doğru kelimeleri bilmiyordum. Birkaç kez “Anne, konuşabilir miyiz?” dedim ama cevabı hep sessizlik ya da kısa, yorgun bir “Sonra” oldu. Sonrası hiç gelmedi.
Babam evde olsa da yanımızda yok gibiydi. Televizyonun önünde oturup, gazetesine göz gezdirirken aslında hiç bakmıyordu. Arada bir derin bir nefes alıp, başını ellerinin arasına koyuyordu. Evdeki hava ağırlaşmış, kelimeler boğulmuştu. Babamla aramızda söylenmeyen bir mesafe vardı; sanki birlikte yaşamak yetmiyordu, bir de birbirimizi anlamak gerekiyordu.
Kardeşim kendi odasında ders çalışırken, bazen kapısından duyduğum kalem sesi bile bana uzak bir hayatın yankısı gibi geliyordu. O da yalnızdı; belki benzer hislerle, benzer kırgınlıklarla kendi küçük dünyasında hapsolmuştu.
Bazen düşünüyorum da, aile dediğimiz şey sadece birlikte olmak değilmiş. Konuşabilmek, dertleşebilmek, paylaşabilmekmiş aslında. Bizde ise yıllar boyunca konuşulmamış kelimeler, birikmiş kırgınlıklar vardı. Onları açmaya kimse cesaret edemiyordu. Herkes kendi içine kapanıyor, yalnızlaşıyordu.
Odamda tek başıma, pencereden dışarı bakarken, içimdeki yalnızlık ve dışardaki sessizlik birbiriyle yarışıyordu. Dışarıdaki gri bulutlar, içimdeki karanlığın yansıması gibiydi. Ama bir yandan da, o karanlığın içinde kendi ışığımı arıyordum. Kendi sesimi bulmaya çalışıyordum.
Gece yatağıma uzandığımda, bazen annemin geç vakit mutfakta ışığı açık bırakıp sessizce bir şeylerle uğraşmasını duyuyordum. Bu küçük sesler, aslında evin içinde saklı kalan hikâyelerin birer parçasıydı. Herkesin bir derdi, bir yükü vardı ama bunu paylaşmak zordu.
Bu sessizlik ve yalnızlık, beni bazen korkutuyor, bazen de güçlendiriyordu. İçimde büyüyen duyguların farkına varmamı sağlıyordu. Belki de büyümek, sadece dışarıdaki dünyayı tanımak değil; kendi içindeki dünyayla yüzleşmekti.
Ve ben, bu sessiz evde, kendi hikâyemi yazmaya karar verdim. Kendi ışığımı bulmak için adımlar atmaya…
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
