
“İnsan, her şeye rağmen yaşamaya devam etmeye karar verdiği anda özgürleşir.”
― Albert Camus
Gözkapaklarım, geceyle yüllenmiş bir sis perdesi gibi ağır. Alarmın tiz sesi kulağımda yankılanırken, sanki biri başının içine bir zil koymuş da durmadan çalıyor gibi hissediyorum. Yorganın altında kalmak, sıcağa biraz daha sığınmak istiyorum. Ama evin içindeki hayat çoktan başlamış. Mutfaktan gelen tabak çanak sesleri, çaydanlığın fokurtusu, annemin yere bastığında çıkan tahta gıcırtıları... Gözlerimi zorla aralıyorum.
“Selma! Geç kalacaksın, hadi kalk!” diye sesleniyor annem. Sesinde sabırsızlık var ama alışılmış bir sabırsızlık bu. Yılların alışkanlığı gibi.
Cevap vermiyorum. Zaten yataktan kalktığımda ayak sesimi duyacak ve rahatlayacak. Saate bakıyorum: 07.12. Yedi buçukta çıkmazsam servisi kaçırırım. Her sabah aynı panik, aynı hesaplama.
Kalkıp aynanın karşısına yöneliyorum. Gözlerimin altında bir haftanın değil, sanki bir ömürlük yorgunluk var. 11. sınıf. "Bu sene geleceğini belirleyeceğin yıl," demişlerdi. Geleceğim... O belirsiz, sisli kelime.
Yüzüme soğuk su çarparken içimdeki karışıklığı da temizlemeye çalışıyorum ama su sadece cildimi şokluyor, ruhum yerinde kalıyor.
Mutfakta kahvaltı hazır. Annem çay koymuş, taze ekmek dilimlemiş. Ama gözlerindeki yorgunluk, benimkinden farklı değil. Babam, her zamanki gibi gazeteye gömülmüş, kahvesini karıştırıyor. Kardeşim hâlâ uyuyor. Sanki evin saatleri birbirinden farklı şekilde işliyor.
Ben sütü karıştırırken içimde bir şeyler eksiliyor gibi. Konuşmak istemiyorum. Sessizlik daha güvenli. Annem bu halimi hep anlamazlıktan gelir.
“Ekmeğini bitir, Selma,” diyor.
Başımla onaylıyorum. Sanki ses çıkartmaya korkuyorum. Saat 07.29. Ceketimi alıp kapıya yöneliyorum.
“Kendine dikkat et,” diyor arkamdan annem.
Yine sadece başımla cevap veriyorum. Ama içimden bir ses fısıldıyor: "Dikkat edecek ne kaldı ki?"
Servise yetişiyorum. Aynı suratlar, aynı uykulu güzler. Hiçbirimiz tam uyanmamış gibiyiz. Cam kenarındaki koltuğa oturuyorum. Kulaklıklarımı takıyorum, sevdiğim bir şarkıyı açıyorum. Ezbere bildiğim sözler var ama bu sabah her biri içime batıyor. Sanki şarkı da benim kadar yorgun.
Okula vardığımda kalabalık koridorlar beni karşılıyor. Duvarlardaki panolar, yıllardır değişmeyen uyarı yazıları, soyulmuş boyalar... Her şey tanıdık ama bir o kadar da uzak. 11-H sınıfı. Dil bölümü. Kapıyı açıp içeri giriyorum. Sınıfta yeni yüzler var. Bazıları tanıdık geliyor, bazıları tamamen yabancı. En arkadaki pencereye yakın sıraya oturuyorum.
Sınıf kalabalık ama sessiz. Herkes ne yapacağını bilmiyor gibi.
Ders başlıyor. Edebiyat. Yeni hocamız Esra Hanım, adeta bir sinema perdesinden fırlamış gibi. Uzun boylu, düzgün diksiyonlu, duru bir ses tonuna sahip. “Bu sene birlikte yola çıkıyoruz. Hazır mısınız?” diyor.
Hazır mıyım? Bilmiyorum. Hiç bilmedim.
Gün boyu dersler devam ediyor. Matematik, tarih, Almanca... Her biri kendi içinde ayrı bir savaş gibi. Bazen defterimin kenarına rastgele çizimler yapıyorum. Bulut, bir göz, ya da tanımadığım çiçekler. Her çizgide bir kaçış var sanki.
Teneffüslerde içimdeki yalnızlık daha da büyüyor. Kalabalığın içinde kayboluyorum ama hiç kimse bana çarpmıyor. Görünmez gibiyim. Sessizliğim çok büyük bir duvar gibi çevremi sarıyor. Sözel mi olmalıyım, dil mi? Yoksa bu okulu bırakıp gitsem, biri fark eder mi? Adım anılır mıydı?
Öğle arasında kantine iniyorum. Kalabalık masalar, gülüşen sesler, koşturan ayaklar. Ben sıradan bir ayran alıp okulun arka bahçesine çıkıyorum. Kimsenin uğramadığı bir bank var. Oraya oturuyorum. Defterimi açıp sayfaya yazıyorum:
"Kimi sabahlar sadece devamlılık için kalkıyorum. Kimi zaman adım bile taşımıyor kalbimi. Ama yine de gidiyorum. Yine de yürüyorum, sanki vardığım yerde biri beni bekliyormuş gibi."
Devamı yazıyorum. Kalemim süyrekli hareket ediyor:
"Bazen aynaya bakıp tanıyamadığım bir yüz görüyorum. Gülmeye çalışıyorum, ama gülmem yüzüme değmiyor. Dünyanın gürültüsü, benim içimdeki sessizliği yenemiyor."
Dersler devam ediyor. Almanca öğretmenimiz yeni bir etkinlik yapıyor. Herkes kendini Almanca tanıtacak. Sıra bana geliyor. Kalbim deli gibi atıyor. Ellerim terliyor. Ayağa kalkıyorum:
"Ich heiße Selma. Ich bin siebzehn Jahre alt. Ich wohne in Eskişehir."
Gözler üzerimde. Çok kısa ama çok uzun bir an. Hoca başıyla onaylıyor. Az da olsa rahatlıyorum. Ama boğazımda kelimeler birikiyor. Söylemek istediklerim Almanca da değil, Türkçe de. Sadece bir his. Tarif edilemeyen.
Son dersin zili çalıyor. Okuldan çıkıyoruz. Hava gri. Yağmur sanki her an başlayacak gibi. Servise biniyorum. Gün boyu konuşmadığım kelimeler içimde büyüyor. Gözlerim yolda, düşüncelerim uzaklarda.
Eve geldiğimde odamın kapısını kapatıp yatağa uzanıyorum. Bir gün daha bitti. Sessiz, yavaş, ama bir parçası daha eksilmiş gibi.
Yatağımdan kalktım üzerimdeki okul kıyafetlerini çıkarıp yerine günlük kıyafetlerimi giyiyorum. Kirli kıyafetlerimi banyo sepetine attıktan sonra mutfağa doğru geçiyorum.
Akşam yemeğinde herkes yerli yerinde. Annem, tabaklara yemek koyarken günün yorgunluğunu sesine gizlemeye çalışıyor. Babam hâlâ telefona gömülü. Kardeşim ise ders bahanesiyle odasına kaçmış. Birlikte ama ayrı ayrı yaşıyoruz. Sessizlik, çatal-bıçak sesleriyle bölünüyor.
Ben sadece çorbamı karıştırıyorum. İçimde garip bir boşluk var, sanki bir şeyleri kaçırmışım ama ne olduğunu bilmiyorum. Yemek bitince kimse "ellerine sağlık" demiyor, kimse kimseye bakmıyor. Kalkıp mutfağı topluyorum, annem hiç ses etmiyor. Belki teşekkür edecek, belki etmeyecek. Önemli de değil.
Odamda, masamın başında oturuyorum şimdi. Işık loş, kalem elimde, defter açık. Ama yazamıyorum. Düşünceler birbirine dolanmış iplikler gibi. Her biri başka bir yöne çekiyor beni. Biri geçmişe, biri hayallere, biri hiçliğe...
Telefonum çalıyor. Ekranda tanıdık bir isim yok. Sadece bir numara. Açmıyorum. Uyarı gibi bir şey bu: “Bağlantı kurma, gerek yok.” Zaten kim, neden arar ki beni?
Pencereden dışarı bakıyorum. Sokak lambaları titrek bir ışık veriyor. Karşı apartmanın perdesi aralanıyor bir an, sonra kapanıyor. Herkes kendi hayatının içinde hapsolmuş gibi.
Gece ilerliyor. Ders çalışmam gerekiyor. Ama zihnim dağılıyor. Açık kitapların arasında başka bir evren var sanki; kelimeler orada ama anlamları bende değil. Tarih, formüller, cümle türleri… Hepsi birer ağırlık gibi.
Saat 22.38. Artık dayanamıyorum. Kapatıyorum her şeyi. Yatmak istiyorum ama uykum yok. Yorgunum ama uyuyamayacak kadar da doluyum.
Yorganın altına giriyorum. Gözlerim tavana takılıyor. Her gece aynı düşüncelerle boğuşuyorum. Acaba bir gün biri bana gerçekten “Nasılsın?” diye sorar mı? Gerçekten merak eden bir ses tonuyla. O zaman ne cevap veririm?
“İyiyim,” der miyim? Yoksa “Bilmiyorum,” mu? Belki de sadece susarım. Belki içimden geçenleri anlatmaya başlasam, kimse dinlemez. Ya da herkes dinler ama kimse anlamaz.
Gözlerim yavaşça kapanıyor. Bugün de bitti. Bu defa daha da eksik hissederek. Ama içimde bir yer, hâlâ bir şeylerin değişeceğine inanmak istiyor.
Belki biri bir gün, bankta yazdığım o cümleleri okur.
Belki biri “Selma” derken sadece adımı değil, içimi de duyar.
Belki bir bakış, içimdeki sessizliği deler.
Belki bir gün, bu satırlar sadece bir günlük değil, bir başlangıç olur.
Belki.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
