
“Birinin adını öğrendiğin an, artık ondan kaçamazsın; çünkü o isim, kalbine bir yankı bırakır.”
— Elif Şafak
Sonraki gün okulun bahçesinde Gülşah’la yürürken, havanın serinliğini ve akşamüstünün sakinliğini hissediyordum. Gülşah’la konuşuyor, küçük şeylerden gülüyor, derslerden, sınavlardan bahsediyorduk. O an her şey biraz daha hafif, biraz daha kolaydı.
Tam o sırada gözlerim bahçenin köşesine takıldı. O çocuk… Yanında bir kız vardı. Ve o kız, benim en büyük düşmanımdı. Aynaz.
Bir an kalbim hızla atmaya başladı, ciğerlerim daraldı sanki. Aynaz'ın varlığı, o sessiz düşmanlık, o bakışlar… Hepsi bir anda gözlerimin önünde canlandı. Daha önce Aynaz'la yaşadığım o soğuk gerilim, şimdi çok daha yakın, çok daha gerçekti.
Gülşah fark etti, “Selma, biri mi var?” diye sordu. Ama ben kelimeleri toparlayamadım. Onları izlemeye devam ettim; çocuk, sanki hiç farkında değilmiş gibi sakin, hatta biraz rahat görünüyordu. Aynaz ise yanından ayrılmıyor, sanki onun peşinde bir gölge gibi takip ediyordu.
İçimde bir şeyler kıpırdadı; bu tesadüf değildi. Bir anlamı vardı. Ama ne olduğunu bilmiyordum henüz.
Gülşah’a dönüp “Gitmeliyim,” dedim, sesim biraz titriyordu. “Bir süre yalnız kalmam lazım.”
Adımlarımı hızlandırdım. O an anladım ki, sadece o çocuk değil, onun etrafındaki dünya da karmaşık ve çözülmeyi bekleyen bir sırdı. Ve ben o sırların tam ortasındaydım.
Okulun çıkış zili çaldığında, içimdeki karmaşa daha da büyümüştü. Bahçede gördüğüm o sahne zihnimde tekrar tekrar dönüyordu. O çocuk ve Aynaz… Neden yan yanaydılar? Aralarında ne vardı? Sorular birikmiş, ama cevapları yoktu.
Gülşah’a veda ettim, ama yürürken adımlarım ağırdı, sanki yere zincirlenmiş gibiydim. Kalabalık koridorlarda gözlerimi kaçırıyor, etrafta olup biteni anlamaya çalışıyordum. Ama zihnim her seferinde o ikiliye takılıyordu.
Ev yolunda, kafamda binbir düşünceyle yürüdüm. Akşamın serinliği tenimi ürpertiyordu ama içimdeki huzursuzluk daha da soğuktu. Kendimi dış dünyadan izole edilmiş hissettim. Sanki herkes bir oyunun parçasıydı, ama ben senaryoyu okuyamamış bir figürandım.
Kapıyı açtığımda evin sessizliği beni karşıladı. Aile bireyleri kendi dünyalarında, ben ise kendi düşüncelerimdeydim. Anne mutfaktaydı; bulaşıkları yıkıyor, arada bir iç çekiyordu. Babam televizyonun karşısında sessizce oturuyordu. Kardeşim odasında sessizce kitap okuyordu.
Bir yandan onları görmek beni rahatlatıyordu, diğer yandan aramızdaki mesafe büyüyordu. Evimizdeki sessizlik, hiç konuşulmayan şeylerin ağırlığını taşıyordu. Herkes kendi kabuğundaydı. Ben de kendi dünyama çekilmiş, kimseye ne hissettiğimi tam anlatamıyordum.
O akşam odamın penceresinden dışarı baktım. Gökyüzü kararmış, yıldızlar belirmeye başlamıştı. Kendi içimde kaybolmuş, o karmaşanın içinde bir çıkış yolu arıyordum. Belki de hayatımdaki bu sessizlik, yalnızlık, ve belirsizlik beni daha güçlü kılacaktı. Belki de kendi hikâyemi yazmak, kendi sesimi bulmak için ilk adımı atmam gerekiyordu.
Yavaşça defterimi açtım, kalemi elime aldım. O gece yeniden yazmaya başladım; bu kez sadece gördüklerimi değil, hissettiklerimi de anlatmak istiyordum. Çünkü artık biliyordum ki, bazen kelimeler en büyük güçtü.
O gece, defterimi açıp kalemi elime aldığımda, sayfalar boşluk gibi önümde uzanıyordu. Ama bu kez sadece gördüklerimi değil, yüreğimde hissettiklerimi yazmak istiyordum. Kelimeler, bazen en büyük sığınaktı; onları dizdikçe içimdeki fırtına biraz olsun dinerdi.
“Ailem,” diye başladım yavaşça. “Evimizde sessizlik var. Konuşmuyoruz, ama kelimelerin arasında görünmez duvarlar örülmüş gibi hissediyorum. Anne mutfakta, babam televizyonun karşısında, kardeşim odasında. Hepimiz kendi dünyamızda, birbirimizden uzakta.”
Yazarken, bir yandan da o sessizliğin nedenlerini düşündüm. Belki de yıllar içinde biriken kırgınlıklar, söylenmeyen sözler, unutulmuş anılar sessizliğin temelini oluşturuyordu. Belki de biz, bir arada olsak da, birbirimizi anlamaktan vazgeçmiştik.
Deftere şöyle devam ettim:
“Bugün okulda gördüğüm şey beni şaşırttı. O çocuk ve Selin yan yanaydılar. Aynaz… benim düşmanım. O an, yüreğimde garip bir acı hissettim. Onların arasında ne olduğunu bilmiyorum ama bu, beni derinden etkiledi. Neden birlikteydiler? Ne paylaşıyorlardı?”
Kalemim yavaşladı. Duygularım karışıktı; şaşkınlık, kıskançlık, öfke ve merak birbirine karışıyordu. Ama hepsinin üzerinde bir şey daha vardı: çaresizlik.
“Bu karmaşanın içinde kendimi nasıl konumlandıracağımı bilmiyorum,” diye yazdım. “Onların hikayesine dahil olmak istiyorum, ama aynı zamanda kendi yolumu da bulmak zorundayım. Kendi dünyamda kaybolmak mı daha kolay? Yoksa onların arasında bir yer aramak mı?”
Derin bir nefes aldım. Kalemi bırakıp pencereye yöneldim. Dışarısı karanlıktı, sokak lambalarının sarı ışıkları hafifçe titreşiyordu. İçimdeki karmaşa dışardaki sessizliğe karışıyordu.
“Belki de en doğrusu, kendi hikâyemi yazmaya devam etmek,” diye fısıldadım. “Kendi sesimi bulmak için, önce kendi içimdeki sessizliği dinlemeliyim.”
O gece, defterimde sadece kelimeler değil, umut da vardı. Gelecek günlerin getireceği değişikliklere, karşılaşacağım zorluklara ve büyüme sürecime dair küçük bir ışık.
Daha sonraki gün
Selma, o gün okul çıkışında bahçede Gülşah’la yürürken, Yusuf’u tekrar gördü. Yanında Aynaz vardı. Kalbi biraz hızlandı; ne işleri vardı birlikte diye merak etti. Ama dikkatini çeken başka bir şey daha oldu: Yusuf’un adını, bir başka öğrencinin ağzından duydu.
Bir grup öğrencinin konuştuğu yere biraz yaklaştığında, biri hafif sesle ama herkesin duyabileceği kadar net dedi ki:
“Yusuf’un bu sene 12H sınıfına geçtiğini duydunuz mu? Hani şu sessiz, gizemli çocuk...”
Selma’nın kulakları bir anlık tetiklendi. O ismi daha önce duymamıştı ama şimdi bildiğine göre, gizemli olanın adı Yusuf’tu.
İşte böyle, farkında olmadan adını öğrenmişti. Yusuf… Adı, kafasında dönen karmaşaya yeni bir tuhaflık kattı. Artık onu sadece ‘o çocuk’ olarak değil, ‘Yusuf’ olarak düşünüyordu.
Ve bu, Selma için bir dönüm noktasıydı. Çünkü artık hikayenin içine biraz daha girmişti; adlar, yüzler kadar önemliydi.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
