6. Bölüm

Bilinmeyen kişiye inatlaşırken

Lily
soniamarryrose

“Sessizlik iki insan arasında söylenmemiş her şeyi taşır.”
Rainer Maria Rilke

 

Öğleden sonra boyunca kafamda tek bir soru dönüp duruyor.
O çocuk kimdi? Neden hiçbir şey demedi? Görmezden gelmesi bilinçli miydi, yoksa beni gerçekten fark etmedi mi?

Derslere dönüyorum ama aklım orada kalıyor. Defterime yazmam gereken notlar yerine, zihnimde onun silueti dolaşıyor. Siyah montu, omzuma çarptığı anın soğukluğu, gözlerinin içindeki boşluk… Her şey çok net. Belki de o kadar net olduğu için bu kadar garip.

Teneffüste Gülşah’la yan yana otururken sormayı düşünüyorum: "Okulda siyah montlu, uzun boylu biri var mı?" Ama garip görünmek istemiyorum. Hem ne diyeceğim? "Bugün kütüphanede birine çarptım, beni yok saydı. Merak ediyorum..." diye mi anlatacağım?

Yine de dayanamıyorum.

"Gülşah," diyorum yavaşça, "sen okulda çok kişiyi tanırsın. Böyle... siyah montlu, uzun boylu, biraz da solgun biri var mı?"

Bana şaşkınlıkla bakıyor.
"Hmm… Siyah montlu? Yani herkes giyiyor olabilir. Daha net bir şey söyleyebilir misin?"

"Bu sabah kütüphanede gördüm. Yanlışlıkla çarptım ama... hiç tepki vermedi. Yüzü de çok boştu. Sanki... başka bir yerde gibiydi."

Gülşah biraz düşünüyor.
"Belki 11. sınıflardandır. Ya da hazırlıklardan. Bilmiyorum. Ama çok umursamaz biri gibi mi geldi?"

"Hayır," diyorum hemen. "Umursamaz değil. Daha çok... yorgun gibi. Yani, bilmiyorum, tuhaftı."

Gülşah omuz silkiyor. "İstersen birlikte bakarız. Belki koridorda yine görürüz."

İçim biraz rahatlıyor. Ama aynı zamanda, çocukla tekrar karşılaşma fikri midemde ince bir düğüm bırakıyor.

Ertesi gün, dersler bitince kütüphaneye tekrar iniyorum.
Kitabı iade etmek bahanesiyle gözlerim etrafı tarıyor. Masaların arasında geziyorum. Ama yok. O çocuk yok.

Rafların arasında dolaşırken, acaba hep bu saatte mi gelir diye düşünüyorum. Belki sabahları... Belki haftada sadece bir gün... Belki de o gün rastlantıydı.

Ama içimde bir his var. Onu yine göreceğim.

Çünkü bazı karşılaşmalar rastlantı değildir. Ve bazı çarpışmalar… sadece fiziksel değildir. İçimizde de bir şeyleri sarsar.

Kitaplığın gölgesinde dururken içimden bir cümle geçiyor:
"Beni görmeyen biri, beni neden bu kadar düşündürüyor?"

Defterimi açıp yazıyorum.
Kelimeler, sanki o çocuğun sessizliğinden kaçıp bana sığınıyor.

Ertesi gün yine kütüphanedeyim.
Aslında kitap iade etmeme gerek yoktu ama bahaneye ihtiyacım vardı. İçimde garip bir inat, bir merak… Ve biraz da öfke.

Masaların arasından geçerken etrafı tarıyorum. Kalbim nedensiz bir şekilde hızlanıyor. Onu görüp görmeyeceğimi bilmiyorum. Belki yine yoktur. Belki ben bu ilgiyi kendi içimde büyütüyorumdur.

Ama orada. Aynı siyah mont, aynı duruş. Bir masanın köşesinde, defterine bir şeyler karalıyor. Başını kaldırmadan yazıyor, sanki etrafta hiç kimse yokmuş gibi.

Bir an duraksıyorum. Kalbim hem daha hızlı hem de daha anlamsız atıyor. Sonra adımlarım beni ona doğru götürüyor. Bu sefer bilinçliyim. Bu sefer onun farkına varmasını istiyorum.

Yanından geçerken, bile bile omuz atıyorum.
"Ah, pardon," diyorum ama bu kez ses tonumda hafif bir alay var.

O ise başını bile kaldırmıyor. Ne bir bakış, ne bir mimik. Sadece yazmaya devam ediyor.

İçimde bir şey geriliyor.
"İkinci kez oldu bu," diye mırıldanıyorum kendi kendime. "Bu kadar da görmezden gelinmez ki."

Sırtımda bir ateş gibi büyüyen utançla birlikte uzaklaşıyorum. Ama bu kez sadece utanmıyorum, sinirleniyorum da. Sanki bir duvara konuşmuşum gibi. Sanki biri beni bilerek silmiş gibi.

Kütüphanenin en arka rafına gidip gelişigüzel bir kitap çekiyorum. Sayfalarını çevirmiyorum bile. Gözüm hâlâ onun masasında. Arada bakıyorum, ama hiç kıpırdamıyor. Orada oturan biri değil de, bir taş gibi. Soğuk, hareketsiz.

"Bu çocuk kim?"
Sadece kim olduğunu değil, nasıl biri olduğunu da anlamaya çalışıyorum. Bir insan bu kadar... ilgisiz olabilir mi? Yoksa bu bir maske mi?

Defterimi çıkarıyorum. Yazmaya başlıyorum, kelimeler elimden taşar gibi:

“Bazı insanlar, seni tanımıyorken bile sinirini bozar. Çünkü varlıklarıyla yoklukları arasında ince bir çizgi vardır. Ve sen, o çizgide takılıp kalırsın.”

Bu sefer yazarken elim titriyor. Çünkü bu yazdığım cümlede ilk kez biri var. Gerçek biri. Ve belki de bu defter, artık sadece bana ait olmayacak kadar dolu.

Ertesi gün okulda hava daha da kasvetli.
Güne gri başlamanın verdiği yorgunlukla sınıfta zaman geçmiyor. Öğle arası geldiğinde içimde tuhaf bir kararlılıkla kütüphaneye yöneliyorum. Onu bir kez daha görmek istiyorum. Belki bu sefer... ne bileyim, en azından bir mimik alırım.

Kütüphaneye girdiğimde gözüm hemen onu arıyor. Aynı masa. Aynı oturuş. Siyah montunun yakası yine dik. Kafasını eğmiş, bir şeyler okuyor bu kez.

Yanından geçerken ona tekrar çarpmıyorum. Ama dikkatle yaklaşıp birkaç masa ötesine oturuyorum. Kitabı açıyorum ama satırları göremiyorum. Gözüm onun el hareketlerinde, nefes alış verişinde. Bir şey bekliyorum. Tepki. Fark ediliş. Ne olduğu bile önemli değil. Sadece... bir şey.

Ama o hiç kıpırdamıyor. Sessiz. İnatla dünyasını kapalı tutuyor.

Tam ayağa kalkıp gitmeyi düşünürken, çocuk ansızın defterini kapatıyor. Yavaşça başını kaldırıyor. Gözleri bir anlığa gözlerime takılıyor. Bakışında hâlâ o boşluk var... ama bu kez bir farkla.

Montunun cebine uzanıyor. Elinde küçük, yıpranmış bir kitapla ayağa kalkıyor. Kitabın kapağını aralayıp içinden bir şey çıkarıyor. Katlanmış, küçücük bir kâğıt.

Masadan ayrılmadan önce o kâğıdı usulca, benim oturduğum masaya doğru bırakıyor. Göz göze gelmeden, tek kelime etmeden. Ve çıkıp gidiyor.

Donup kalıyorum. Kalbim hızlı hızlı atıyor. Elim terli. Kâğıda uzanıyorum. Küçük, yırtık kenarlı bir not bu. Titreyen parmaklarımla açıyorum:

“Bazen insanlar çarpmadan önce çoktan çarpılmış olur.”

Ne demek bu? Kim neye çarpılmış? O mu? Ben mi?
Sanki içimi görmüş gibi. Sanki suskunluğumu okumuş. Yoksa sadece rastgele mi yazdı bunu? Herkese yazabileceği türden bir cümle mi? Ama hayır. Göz göze geldik. Ve bıraktı. Sessizce. Bilerek.

Durağa vardığımda otobüs çoktan gelmiş oluyor. Koşmuyorum. Bilerek kaçırıyorum. Sırtımı durağın demirine yaslayıp derin bir nefes alıyorum. Soğuk havayla birlikte düşüncelerim boğazıma takılıyor. Gözlerim yolda ama zihnim hâlâ onun masasında. O boş bakışta. O notta.

İkinci otobüs geldiğinde içeri adım atıyorum. Cam kenarındaki koltuğa oturuyorum. Camdan dışarı bakarken yansıyan suretime gözüm takılıyor. Bu sabahki Selma ile şu anki aynı kişi değil. Az önceki o kâğıt... sanki bir şeyleri yerinden oynattı.
İçimde biri uyanıyor gibi. Ya da biri zaten uyanıktı da, nihayet sesi duyuldu.

Eve girdiğimde salon loş.
Annem mutfakta. Tabakların sesi, tencerenin fokurtusu.
“Geldim,” diyorum. Cevap kısa: “Hoş geldin.”
Sesi yorgun. Göz göze gelmiyoruz bile.

Odama geçiyorum. Ceketimi çıkarıp sırt üstü yatağa uzanıyorum. Tavanın sessizliğine bakarken, kâğıdı cebimden çıkarıp masama koyuyorum.
Bir an gözüm aynadaki yansıma ile buluşuyor. Aynadaki kız bakıyor bana.
“Neye çarptın sen?” der gibi.

Sonra annem sesleniyor:
“Selma, sofraya gel!”

Masanın başında herkes aynı yerinde. Babam telefonuna gömülmüş. Annem göz ucuyla yorgun bir dikkatle beni süzüyor. “Üstünü çıkarmadın mı hâlâ?” diyor.
Başımı sallıyorum. Sanki bedenim burada ama zihnim hâlâ okulda, kütüphanede, o cümlede asılı.

Yemek bitiyor. Sessizliğin içine sadece çatalların sesi karışıyor. Kimse gününün nasıl geçtiğini sormuyor. Ben de anlatmıyorum.
Bir şey söyleyecek oluyorum ama boğazımda düğümleniyor.
Küçük bir kelime bile fazla gelebilir şu an.
Ben sustukça ev daha da kalabalıklaşıyor.

Gece olunca defterimi açıyorum.
Yine yazıyorum.

“Bugün biri sustu ama ben duyabildim.
Belki de bazı sessizlikler, çığlıktan daha gürültülüdür.”

Kalemim elimde titriyor.
Bugün onun suskunluğu bana ayna oldu.
Ve ben artık sadece defterime değil, başka birinin varlığına da yazmak istiyorum.
Kim olduğunu bilmeden.
Henüz anlamadan.

Ama hissetmeye başlayarak.

 

Bölüm : 08.06.2025 21:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...