13. Bölüm

Çizgilerin Arasında

Lily
soniamarryrose

“Bazı insanlar kendilerini bulmak için başkasının kelimelerine kaybolur.”
Virginia Woolf

 

Ertesi sabah yine aynı rutinin içine doğuyorum. Yataktan kalkmak, yüzümü yıkamak, aynadaki yorgun gözlerime bakıp derin bir nefes almak… Bunlar hayatımın çizgileri olmuş gibi. Ama o çizgilerin arasında artık başka bir şey var: Yusuf’un adı.

Okulun bahçesine adım attığım anda kalabalığın uğultusu kulaklarıma doluyor. Sanki herkesin bir amacı var, herkes bir yere yetişiyor. Benimse adımlarım yavaş. Gözlerim istemsizce çevreyi tarıyor. Onu görmeyi umuyorum belki de. Ama yok.

Gülşah yanıma geliyor, koluma giriyor. “Bugün çok dalgınsın,” diyor.
“Yok, sadece uykusuzum,” diyorum. Bu cümle artık benim kalkanım oldu. Ne hissettiğimi gizlemek için hep uykusuzum.

Koridorda yürürken 12-H sınıfının önünden geçiyoruz. Kapı aralık. İçeriden kahkahalar, sandalye gıcırtıları geliyor. Tam geçecekken gözüm ilişiyor: Yusuf arka sıralarda, defterine bir şeyler yazıyor. Ders başlamamış, etrafı kalabalık ama o sanki başka bir yerdeymiş gibi.

Bir adım geri kalıyorum. Gülşah fark etmiyor, konuşmaya devam ediyor. Benimse gözlerim o anı yakalıyor: Yusuf kalemiyle kâğıda eğilmiş, dudaklarını hafifçe büzmüş. Çevresinde olan hiçbir şey onun umurunda değil gibi.

Birden öğretmen sınıfa giriyor, kapı kapanıyor. Ben de yürümek zorunda kalıyorum. Ama aklımda takılı kalan tek görüntü o oluyor: Yusuf’un yazan elleri.

Gün boyu dersler akıp gidiyor. Öğretmenlerin sesi arka planda kalıyor. Defterime not alıyorum ama aslında zihnimde tek bir cümle dönüp duruyor: “Ne yazıyordu?”

Teneffüste Gülşah bana bir şeyler anlatıyor, sınıfta kahkahalar atılıyor, ama ben hep bir anı bekliyorum. Belki yine görürüm diye. Belki yazarken yakalanırım diye.

Sonunda gün bitiyor. Servise biniyorum. Camdan dışarı bakarken Yusuf’u bahçede görüyorum. Yanında kimse yok bu kez. Çantasını omzuna atmış, yavaş adımlarla uzaklaşıyor. O an içimde bir şey kıpırdıyor. Onu tanımak istiyorum. Konuşmak değil belki, ama anlamak.

Eve döndüğümde sofrada yine aynı sessizlik. Babamın kaşığın tabağa vurması, annemin ekmek bölmesi… Ve ben, kafamda Yusuf’un gölgesini taşıyorum.

Odama geçince defterimi açıyorum. Kalemim elimde titriyor. Yazıyorum:

“Bazı insanlar yazarken görünmez olur. Sanki satırlara karışır, varlıkları kelimelerde saklanır. Bugün birini öyle gördüm. O satırlarda kim bilir ne gizliydi? Belki de kendimi bulacağım orada.”

Kalemi bırakıyorum. Pencereden karanlığa bakıyorum. Yusuf’un adı dudaklarımda sessizce yankılanıyor. Ve ben biliyorum: Bu merak, artık bir alışkanlığa dönüşüyor.

Eve dönünce içimde garip bir huzursuzluk vardı. Ne sofrada babamın sessizliği, ne annemin yarım cümleleri bu kez beni tutabildi. Yemeği bitirir bitirmez odama geçtim. Ama bu kez odada duramadım. Nedenini bilmediğim bir dürtüyle yukarı, çatı katına çıktım.

Çatı katı bizim evin en unutulmuş köşesiydi. Toz kokusu, yarım kalmış eşyalar, eski valizler… Çocukken korkardım buradan, şimdi ise sanki beni çağırıyordu. El fenerini açıp adım adım ilerledim. Bir sandığın kapağı hafif aralıktı. Eğildim, ellerimle tozu sildim ve kapağı kaldırdım.

İçinden, kenarları sararmış kâğıt desteleri çıktı. İlk başta sıradan eski defterler sandım. Ama sayfaları çevirdikçe fark ettim: Bu bir hikâye. Ama tamamlanmamış. Parça parça yazılmış, kimi sayfaların başı var sonu yok, kimi sadece birkaç cümleyle kalmış.

Bir satırda şunlar yazıyordu:

“Bazı günler, insan yazdığıyla nefes alır. Kelimeler olmazsa, dünya boğar.”

Diğer bir sayfada:

“Onu gördüğümde kalemim elimden düşmedi. Çünkü yazmak, ona bakmanın başka bir yoluydu.”

Sayfalar çok fazlaydı. Kimin yazdığı belli değildi. Ne bir imza, ne de tarih vardı. Ama yazının dili, duygusu… Çok tanıdık geldi bana. Sanki Yusuf’un bugün defterine eğilip yazarken gördüğüm hâlini yeniden yaşıyordum.

Elimdeki sayfaları bir köşeye yığdım. Kalbim hızla çarpıyordu. Belki bu yazılar yıllar öncesine aitti. Belki bambaşka birine. Ama içimde tek bir düşünce vardı: “Ya Yusuf da böyle yazıyorsa? Ya onun kelimeleri de böyle tamamlanmamışsa?”

Bir süre orada oturup sayfaları çevirdim. Cümleler yarım kalsa da bendeki merak tamamdı artık. Yusuf’un yazdığı şeyleri görmek istiyordum. Onun dünyasının kapısını açmak.

Ama bu düşünce beni korkuttu da. Eğer o kapıyı aralarsam, geri dönüş olmayacak gibi hissediyordum.

Sayfaları bir dosya kâğıdına sarıp odama taşıdım. Masama koydum ve lambayı kapattım. Yatağa uzanırken aklımdan geçen tek şey şuydu:

“Benim hikâyem, belki de onun yarım kalan satırlarında saklıdır.”

O gece yatağa uzandım ama gözlerimi kapatamadım. Çatı katından getirdiğim sayfalar, masamda sessizce duruyordu. Sanki beni çağırıyorlardı. Ne kadar gözlerimi kapatsam da, zihnim hep oradaydı.

Dayanamadım. Yatak örtüsünü kenara itip masama oturdum. Lambayı açtığımda odanın içine hafif sarı bir ışık yayıldı. Kâğıtların üzerindeki toz zerrecikleri ışığın içinde uçuşuyordu. Yavaşça ilk sayfayı açtım.

Satırlar aceleyle yazılmış gibiydi. Harfler kimi yerde titriyor, kimi yerde sanki sözcükler yarıda bırakılmıştı. Ama yine de kelimeler güçlüydü.

“Bazen anlatmak istemediğim şeyler vardır. Ama kalem elimdeyken susmak imkânsız olur.”

Okudukça kalbim hızlandı. Bu cümle bana kendi defterimi hatırlattı. Ben de öyle değil miydim? Gün boyunca sustuğum her şeyi, defterime dökmüyor muydum? Belki bu yazılar, yıllar öncesinden kalmış başka birinin yalnızlığıydı. Ama bana çok tanıdık geldi.

Sonraki sayfalarda bir isim yoktu ama birine sesleniliyordu:

“Sen konuşmazken bile, kelimelerin yankısını duyuyorum.”

Bir an Yusuf geldi aklıma. Kütüphanede defterine eğilmiş hâli, sessizliği, bakışlarındaki uzaklık… İçimdeki parça parça düşünceler, bu sayfalarla birleşiyordu. Ama kendime kızdım. Belki de tamamen farklıydı. Belki bu yazılarla onun hiçbir ilgisi yoktu.

Sayfaları çevirmeye devam ettim. Bazıları yarım kalmış cümlelerle doluydu:

“Eğer bir gün…
Belki o zaman…
Ama şimdi değil.”

Böyle yarıda bırakılmış satırlar içimi burktu. Uykusuzluğumun sebebi artık belliydi: Yarım kalan bu satırlar bende de bir eksiklik hissi yaratıyordu. Sanki bir şey tamamlanmalıydı, ama hiçbir zaman tamamlanmamıştı.

Gözlerim yorulmaya başladı ama elim durmadı. Her cümlede sanki Yusuf’un sessiz yüzünü, çabuk kaybolan bakışlarını görüyordum. Birden fark ettim: Merak artık büyüyordu. Onun yazdıklarını görmek, kelimelerine dokunmak istiyordum.

Sabaha karşı saate baktığımda üçü çoktan geçmişti. Perdeyi araladım. Gökyüzü koyu maviydi, sessizdi.

Son kez kâğıtlardan birine eğildim. Orada tek bir cümle vardı:

“Beni anlayan biri olursa, belki tamamlanırım.”

O an içimde garip bir ürperti hissettim. Sayfayı kapatıp yatağa geri döndüm ama uyku yine gelmedi.

Kendi kendime fısıldadım:
“Ben mi tamamlayacağım seni?”

O gece uyku bana uğramadı. Çatı katında bulduğum sayfalar masamda duruyordu, sanki nefes alıyor, beni çağırıyordu. Yorganı üzerime çekmeyi denedim ama zihnim hep o sayfalara kayıyordu. Sonunda kalktım, lambayı açtım ve dosyanın ilk yaprağını elime aldım.

Üstünde bir başlık vardı:

“Dünyadan Uzak”

Ve altında sayfa 1:

Kimlik

Yağmur, şehrin üstüne inen bir örtü gibi düşüyordu. Sokak lambalarının titrek ışıkları damlalarla bulanıyor, asfalt zeminde her adımda yankılanan bir sessizlik uzuyordu. İpek Derin, ince adımlarını hızlandırmadan yürüyordu; sanki her damla onun içindeki fırtınadan kopup gelen bir yankıydı. Saçları omuzlarına yapışmış, çantasında ise hep taşıdığı eski defter vardı. O defter, onun mezarı kadar ağır, kalbi kadar karanlıktı.

Evin kapısından içeri girdiğinde soğuk duvarların arasında annesinin sesi yankılandı.

“Yine geç kaldın, İpek. Herkesin annesiyle vakit geçirdiği bir akşamda sen neredeydin?”

İpek yanıt vermedi. Çantasını bir köşeye bıraktı, ıslak ayakkabılarını çıkardı. Sessizliği, annesinin sorularına karşı en keskin cevabıydı. İçinden geçen tek şey, “Sen zaten bana hiç bakmadın ki…” oldu, ama dudaklarından düşmedi.

Odası her zamanki gibi yarı karanlıktı. Masanın üstünde mumdan kalma bir leke, rüzgarın sızdığı pencere… ve defteri. Defterini açtığında sayfalar, kırık bir aynanın parçaları gibi gözlerine baktı. Kalemi kağıda değdiğinde kelimeler önce titrek bir şiir oldu, sonra sanki kesik bir yaradan akan bir kan gibi yayıldı:

“Yürekte saklı bir ateş bir duruş,
Saf bir kan akar damarda, onurla doluş.
Ne leke taşır geçmiş, ne kirlenir adı
Küllerden taşınır hep, sadelik muradı.”

İpek, kalemi bıraktığında odanın sessizliği üzerine çöktü. Derin nefes aldı, tavana baktı. Duvardan sarkan gölgeler bir mezar taşını andırıyordu.

Telefon çaldı. Annesi sesini yükseltti:

“Psikolog aradı. Yarın gideceksin, haberin olsun. Bu böyle devam edemez.”

İpek’in dudakları kıpırdadı ama ses çıkmadı. Psikolog… beni hangi kelimeyle onaracak ki? diye düşündü. Defterini kapattı, yatağa uzandı. Uykusu, dalgaların kıyıyı dövmesi gibi parçalı geldi; her rüyasında kendini suyun altında gördü. Çığlık atıyor ama ses çıkmıyordu.

Sabah okulda koridorlar yine uğultulu bir panayır gibiydi. Çocukların kahkahaları, onun sessizliğini daha görünür kılıyordu. Yanından geçerken biri alayla fısıldadı:

“Konuşmuyor çünkü ruhu yok.”

Diğeri güldü:

“Belki de defterine gömdü ruhunu.”

İpek’in gözleri bir an onlara değdi. O gözler, denizin dibinde duran taşlar gibi ağırlıktı; içine bakan, kendini kaybolmuş hissediyordu. Ama kimse bakmaya cesaret edemedi.

Dersler bitince annesiyle birlikte psikoloğun odasında buldu kendini. Duvarlarda kitaplar, raflarda düzenli dosyalar… ama tüm düzenin ortasında İpek için yalnızca bir yabancının bakışı vardı. Psikolog, gülümser gibi yaptı:

“İpek, kendini bana nasıl anlatırsın?”

İpek başını eğdi. Elleri dizlerinde kenetlendi. Sessizlik odanın içinde ağırlaştı. Sonunda gözlerini kaldırdı ve dudaklarından şu cümle döküldü:

“Ben kendimi anlatamam. Çünkü ben anlatıldıkça eksiliyorum.”

Psikolog bir şeyler yazdı. Annesi gözlerini devirdi. İpek’in içindeyse dalgalar daha da yükseldi.

Seans bittiğinde hâlen dışarıda yağmur yağıyordu. Şemsiyesi yoktu, istemedi de. Her damla, tenine işledikçe kendini daha gerçek hissediyordu. Sokakta yürürken insanların bakışları üzerine değiyor, ama o yağmurla birlikte saydamlaşıyordu.

Elini çantasındaki deftere götürdü. Parmakları kapağın kenarını yokladı. Kendi kendine fısıldadı:

“Ben buradayım… ama kimse duymuyor.”

Ve yağmur, onun tek sırdaşı olmaya devam etti.

İpek’in ayak sesleri kaldırımda yankılanırken, yağmurun ağırlığı bir tür teselliye dönüşüyordu. Her damla, içindeki sessiz çığlıkların yankısı gibiydi; sanki gökyüzü onun yerine ağlıyordu. Defterine dokunan parmaklarını çekti, çünkü eğer orada, sokak ortasında açarsa, sayfaların içinden taşacak karanlığın şehri de boğacağından korktu.

Bir köşede duran vitrine baktı. Camın arkasında ışıklı bir dünya vardı; kahkahalar, sıcak kahve, kalabalık masalar. İçeri girmedi. O kalabalığın içindeyken daha da yalnız hissedeceğini biliyordu. İnsanların arasında görünmez olmak, tek başına yürümekten çok daha acı vericiydi.

Eve döndüğünde annesinin gözleri yine sorgulayıcı, sesi yine sabırsızdı.

“Üzerin sırılsıklam. İnsan biraz dikkat eder kendine!”

İpek cevap vermedi. Çantasını yatağının yanına koydu, defteri yavaşça çıkardı. Islanmış kapağını elleriyle kurulamaya çalışırken gözleri buğulandı. Defteri açtı; yeni bir sayfa boştu, bembeyaz. Kalemi eline aldığında kelimeler boğazına düğümlendi. Sadece tek bir cümle yazabildi:

“Yağmur beni taşıyor, annem göremiyor.”

Kalemi bıraktı, başını defterin üzerine yasladı. Göz kapaklarının ardında yine su vardı; bu kez bir gölün dibinde, taşların arasında kendini gördü. Kollarını kaldırdı, yüzeye doğru uzandı ama nefesi yoktu.

Bir anda irkilip doğruldu. Nefesi hızlanmıştı. Odaya baktı; masa lambasının solgun ışığıyla gölgeler duvarda kıvrılıyordu. Yatağa oturdu, parmaklarını birbirine kenetledi. Fısıldar gibi kendi kendine konuştu:

“Ben yaşıyor muyum, yoksa sadece yazıyor muyum?”

Ertesi gün okulda defterini yanından ayırmadı. Teneffüslerde kalabalıktan uzak bir köşede oturdu. Çocukların bakışları yine sırtında geziniyordu, fısıltılar kulaklarına çarpıyordu. Ama bu kez onlara bakmadı. Defterini açıp bir satır daha yazdı:

“Beni susturdukça, kelimelerim çoğalıyor.”

O satırla birlikte içindeki yalnızlığın bir parça görünür olduğunu hissetti. Sanki defter, mezar değil; bir çıkış kapısı olabilirdi.

Ama sonra koridorun sonunda annesini gördü. Kadının yüzünde yine o sertlik, yine o sabırsızlık… İpek’in kalemi düştü. İçindeki tüm çıkış yolları bir anda kapanmış gibi oldu.

Yağmur dışarıda hâlâ devam ediyordu. İpek, pencerenin kenarına gidip cama dayandı. Damlalar birbirini kovalıyor, dış dünyayı bulanık bir perde gibi gizliyordu. O an içinden bir düşünce geçti:

“Yağmur durduğunda ben de kaybolacak mıyım?”

Ve İpek, o sorunun cevabını bulmaktan çok korktu.

Sanki kendi beynini terapide işbirliği yapması için ikna etmeye çalışıyordu. Gözlerini kapattığında, tüm korkuları ve karanlıklarıyla yüzleşmek zorundaydı; başka çare yoktu. Derin bir nefes aldı, bileklerini gevşetti ve ayağa kalktı. Her zaman yanında taşıdığı, bir kısmı insan ve hayvanlarla ilgili gözlemlerini, bir kısmı da kendi iç dünyasına yazdığı günlüklerinden birini çekmeceden aldı. Sayfalar sararmış, köşeleri kıvrılmıştı. Parmağı sayfalarda gezinirken, zamanın ağırlığını hissetti.

İpek’in gençliği, bu günlüklerin arasında gizliydi; verimli, parlak ama aynı zamanda kırılgan. Lise başlayana kadar her şey bir şekilde yolundaydı. Sonra… psikolojik durum ortaya çıkmaya başlamıştı. Yıllar öncesinden kalan notları okurken dudaklarında istemsiz bir gülümseme belirdi:

“Bugün okunacaklar: Franz Kafka, Fyador Dostoyevski”

O iki isim, geçmişteki kendisinin dünyayla kurduğu bağın simgesiydi. Okudukça, analiz ettikçe, farkındalığı artmıştı. Kadın haklarını, özgürlüğü, düşünceyi sorgulamayı öğrenmişti. Gözleri tekrar pencereye kaydı; güneş henüz batmamış, bulutlar gökyüzünde bir tablo gibi asılıydı. Günlüğü yerine koydu, bilgisayarının başına geçti. Biraz internette dolaşmanın kimseye zararı yoktu, değil mi?

Bilgisayarın güç tuşuna bastığında, ekranın parlaklığı açıldı ve masaüstünde yılların izleri belirdi: eski dosyalar, açılmayı bekleyen belgeler, unutulmuş notlar… Hepsi zihninin izdüşümü gibiydi; kendi dağınıklığı, dijital bir aynada yankılanıyordu. Fareyi kaydırdı, blog sitesine girdi. Kullanıcı adı “KırıkCam01”. Birkaç yıldır yazıyordu buraya; kelimeleri, düşünceleri, yaraları… Her bir yazı, kendi dünyasının küçük bir parçasıydı.

Son yazısının yanında parlayan rakamı gördü: 665.999 görüntüleme. Dudaklarından hafif bir nefes çıktı: “Vay be… Bu sefer gerçekten de kendimi aştım.” Kelimeler ekranda akıp giderken, başlık dikkatini çekti: “Camdan Bahçeler”. Yazarken hissettiklerini hatırlamak zordu; ilaçların yan etkisi zihnini bulanıklaştırmıştı. Ama birileri ona inanmıştı. Onun gibi gören, düşünen, yazan binlerce insan…

İpek fark etti ki, bu rakamlar gerçekten onu anlayanları mı temsil ediyordu yoksa sadece özentilik peşindeki ergenlerin malzemesi mi? Hep öyleydi, fark etmesen de birileri her zaman özeniyordu. O hiçbir zaman popülerlik kaygısıyla yazmamıştı; yazmak, beynini derli toplu bir hâle getirme çabasıydı sadece. Ama yazılarının yankı uyandırması, onu düşündürüyordu.

Kelimeler kırılmaz bir gerçeklik değildi; insanlar, kendi çarpık algılarına göre büyütüyordu. Adaletin bir illüzyon olduğunu yazmıştı, bazıları bunu öfke manifestosu gibi okumuştu. Oysa gerçek basitti: Adalet sağlanamazdı. Nihai barış, kardeşlik, umut… Bunlar çoktan ölmüştü. Kime göre? Kendine göre, elbette.

Fareyi bıraktı, ellerini masaya yasladı. Bazen dünyaya fazla mı anlam yüklüyordu? Hayır. Sadece gerçekleri görüyordu. Etik çoğu zaman anlamsızdı. Acı, motivasyon kaynağıydı; en azından evde öğrendiği kadarıyla… Ve o daima haklıydı, ya da aklında her şey vardı. En karanlık fikirler, en gülünç inançlar, en sapkın hezeyanlar… İnsan, öyle hissetmeyi seviyordu.

Kendi kendine mırıldandı:

“İnternette neye inanırsan inan, fikirlerin ne kadar aptalca olursa olsun, seni takip edecek birileri mutlaka olur.”

Bu düşünce onu rahatsız etti. İnsanlar neyi kutsarsa kutsasın, neyi reddederse reddetsin, her zaman arkasında bir kalabalık olurdu. Bu, haklılığı kanıtlamazdı. Toplumlar, basit ve süslü kelimelerle, koyun sürüsü gibi güdülebilirdi. Çok basitti. Küçük yaşta çocuklar; doğruyu yanlışı ayırt edemeyecek çağda, algoritmalar ve çıkarcı zümreler tarafından manipüle edilirdi.

Tiksinti yavaşça yükseldi. Ellerini masadan çekti, ekranı son kez inceledi ve kapattı. Oda karardı, birkaç saniyeliğine boşluk oluştu; sanki az önce var olan dünya, bir düğmeye basılarak silinmişti. Ve o an, kendi yansımasına baktı. Gözlerinde bir fırtına, dudaklarında bir sessizlik vardı. Her şey… tüm karmaşasıyla, sadece onda kalmıştı.

İpek Derin’in nefesi derinleşti. Karanlıkta, kendi düşünceleriyle baş başa, sessizliğin içinde bir gölge gibi duruyordu. İçindeki boşluk, yağmur sonrası şehir gibi sessiz ama çığlık doluydu. Ve o, yine yazmak için kalemi eline alacağını biliyordu; çünkü kelimeler, en karanlık gecelerinde bile ona yaşamın bir izini bırakıyordu.

İpek, karanlığın içinde kendi yansımasına baktı; gözleri, tanıdığı dünyadan kopmuş gibi boş ve donuktu. O an, zamanın kendisine tuzak kurduğunu hissetti; saniyeler ağırlaşıyor, nefesi bile ekranın ışığının yokluğunda kayboluyordu. Etrafındaki sessizlik, odadaki nesneleri, kendi bedenini ve hatta düşüncelerini yutuyordu. Kendi yansımasında gördüğü, sadece fiziksel bir suret değildi; yıllardır biriktirdiği yalnızlık, öfke ve korkuların silüetiydi. Göz bebekleri karanlığa karışıyor, dudakları hafifçe titriyor, elleri istemsizce masaya yaslanıyordu. İpek, nefes almayı unutur gibi, sadece bakıyordu. Zaman, kendi içinde katılaşıp donmuştu; geçmişin yankıları, hatıraların gölgeleri ve geleceğin belirsizliği bir noktada birleşmişti.

Ve o noktada, kendiyle göz göze geldi. Sanki dünyayı yeniden başlatma şansı vardı ama bunun bedelini ödeyecek kadar cesur muydu? İçinden fısıldadı:

“Her şey burada… ama ben hâlâ yalnızım.”

Bir süre öyle kaldı; anlık bir boşlukta, kendi yansımasının içinde kaybolmuş, dünyayla bağını yitirmişti. Sonra derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı, sanki karanlık onu yeniden doğuracakmış gibi.

Sayfanın sonuna geldiğimde elim titriyordu. Gözlerimi kaldırdım, odamdaki sessizliğe baktım. “İpek Derin…” dedim fısıltıyla. Kimdi bu kız? Neden bu kadar tanıdık geldi bana?

Çünkü kelimelerinden taşan karanlık, bir yanıyla benim de içimdeydi.

2. sayfayı elime aldığımda aşırı garip hissetmiştim. İlk satırlardan itibaren kelimeler beni içine çekti; sanki yabancı birinin değil de, çok yakından tanıdığım birinin ruhunu okuyordum. Bahçedeki rüzgâr, kuru yapraklar, eski tahta kapının sesi… Gözümün önünde canlanıyordu. İpek’in ayak seslerini bile duyar gibi oldum. Okudukça, onun yalnızlığını hissettim; kendi yalnızlığıma dokunuyordu sanki.

Salıncakların gıcırdayışı bana çocukluğumu hatırlattı. Ama İpek’in tebessümünün hemen ardından gelen o burukluk, kalbime bir taş gibi oturdu. Çünkü onun yalnızlığı oyunların arasına gizlenmişti, benimkisi ise derslerimin, evdeki tartışmaların arasına. Bir şekilde ikimizin yalnızlığı birbirine karışıyordu.

İpek’in defterinden, çizimlerinden bahsettiği an içim ürperdi. Acaba gerçekten bu yazdıkları sadece bir hatırlama mıydı, yoksa hâlâ içinde taşıdığı karanlığın bir dışavurumu muydu? Onun için yalnızlık yaratıcılığın tohumu olmuştu, benim içinse suskunluğun.

Okudukça, bir sahneden diğerine atladım. Köydeki eski ev… sonra okulun kalabalık koridorları… ardından metro durağı. Sanki onun anılarıyla benim günlük hayatım üst üste biniyordu. İpek, sıradan bir öğrencinin ritminde yürümüyor, kendi temposunu çiziyordu. Ben de öyle değil miydim? Hep diğerlerinden daha yavaş ya da daha farklı… Bazen fazlasıyla sessiz.

Ama beni en çok sarsan yer, o çocukla çarpışma anı oldu. Kağıtların havada uçuştuğu, sonra aralarındaki kısa ama yoğun diyalog… Okurken bile içim ürperdi. Çocuğun sözleri hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu: “Ama insanlar bizi izliyor. Sence hangimizin özür dilemesi onların hoşuna gider?” Ne tuhaf bir soru… Sanki bana sorulmuş gibiydi.

Devamında gelen terapi sahnesinde ise boğazım düğümlendi. Sümeyye… onun kaybını anlatış şekli, mektubun varlığı, çizdiği karanlık resimler… içimde ağır bir sis bıraktı. Bir yandan okumaya devam etmek istiyor, bir yandan sayfayı kapatmak istiyordum. Çünkü ne kadar okusam, o kadar çok kendime benzettim.

Profesörle olan konuşması da bana yabancı gelmedi. İpek sertti, duvarlarını yüksek tutuyordu ama aslında içinde fırtınalar kopuyordu. O an anladım ki bu günlük sadece sıradan bir hatıra defteri değildi. Bu, bir insanın ruhunun derinliklerine açılmış bir pencereydi. Ve ben, o pencereye istemeden bakıyordum.

“İnsan bazen aynaya bakar ve gördüğü şeyin kendisi olduğuna inanamaz. Benim için bu her gün tekrar eden bir işkence. Gözlerim, bana yabancı birinin bakışları gibi. Dudaklarım kıpırdıyor ama çıkan sesi tanımıyorum. Belki de ben, çoktan bir başkasının hayatını yaşıyorum.

Psikolog bana kim olduğumu sordu. ‘Anlat’ dedi. Ama ben kimim? Bir isimden mi ibaretim? İpek Derin… Evet, kulağa sıradan geliyor. Ama içimde sıradan olmayan bir uçurum var. Her gün büyüyen, her gece daha da derinleşen.

Defterime yazdıklarımın gerçek olup olmadığını bilmiyorum. Belki bunların hepsi benim hayalim, belki de hayal ettiğim şeyler gerçeğe dönüşüyor. Bazen kelimelerimden korkuyorum. Çünkü her kelime, beni biraz daha içimdeki karanlığa yaklaştırıyor.

Bugün kendime şu soruyu sordum:
‘Ya ben aslında hiç var olmadıysam?’

Çünkü eğer biri beni yok saysa, gerçekten yok olurum. Benim varlığım başkalarının bakışında. Ama onlar bakmazsa? Ben kimim o zaman?”

Defteri kapattığımda parmaklarımın titrediğini fark ettim. Sanki İpek’in kelimeleri kâğıttan değil, doğrudan kalbime akıyordu. Kendi sesimle, kendi içimde yankılanıyordu o cümleler.

“Ya ben aslında hiç var olmadıysam?”

Bu satır beynimde dolaşıp durdu. Pencereden dışarı baktım, şehrin ışıkları birer birer yanarken içimde derin bir karanlık çöktü. Ben kimdim? Selma Çiçek… Sıradan bir lise öğrencisi. Ama bu kadar mıydı gerçekten?

Okulda herkesin gözleri başka şeylere bakıyordu; kıyafetlere, notlara, dedikodulara… Benimse gözlerim hep gölgelerdeydi. Yusuf’un sessizliğinde, İpek’in kelimelerinde, kendi suskunluğumda. Belki de gerçekten, insanlar bakmazsa ben de yoktum.

Bir an çocukluğumu düşündüm. Annemle babamın kavgalarını, yemek masasındaki soğuk sessizlikleri, “dersine çalış” cümlesinin arkasına saklanan sevgisizliği… Beni ben yapan şeyler bunlarsa, o zaman ben kimin hikâyesiyim? Kendimin mi, yoksa onların mı?

İçimde tuhaf bir boşluk vardı. Sanki ben de İpek gibi, varlığımı başkalarının fark etmesine borçluydum. Gülşah olmasa, Yusuf’un adını öğrenmemiş olsam, kim fark ederdi beni?

Defteri yeniden açmak istedim ama korktum. Çünkü oradaki her cümle, bana yeni bir soru bırakıyordu. Ve ben, cevaplardan çok sorularla doluydum artık.

Kendi kendime fısıldadım:
“Belki de ben, sadece başkalarının hikâyesinde yan karakterim.”

Ama sonra Yusuf’un adını hatırladım. 12-H. O an içimde bir şey kıpırdadı. Belki de bu kadar değil. Belki ben de birinin hikâyesinde merkezde olabilirim.

Yine de İpek’in kelimeleri beynimde yankılandı:
“Ben aslında hiç var olmadıysam?”

Uyumak istedim, ama gözlerimi kapattığımda o sorunun cevabını görmekten korktum.

Bölüm : 17.09.2025 21:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...