
“İnsanın en uzun yolculuğu, kendi içine yaptığı yolculuktur.”
— Dag Hammarskjöld
Güneş perdelerden süzülüp odama dolduğunda ağır göz kapaklarımı araladım. Gece boyunca düşüncelere dalıp uyuyamamıştım. Çatı katında bulduğum o yarım kalmış sayfalar hâlâ zihnimde dönüp duruyordu. Uyandığımda hissettiğim yorgunluk, uykusuzluktan çok zihnimin taşıdığı yükten kaynaklanıyordu.
Aynanın karşısına geçtiğimde yüzümdeki solgunluğu fark ettim. Bir an için, aynadaki kişiyle aramdaki bağ kopmuş gibiydi. “Ben gerçekten kimim?” diye sordum kendime. Çatı katındaki satırlarda gördüğüm yabancı duygular, sanki içimde sakladığım yaralara dokunmuştu.
Okula gitmek için hazırlanırken evde yine aynı sessizlik vardı. Kahvaltı masasında annem telaşla işe yetişmeye çalışıyor, babam gazetesine gömülüyordu. Sessizce oturup birkaç lokma aldım ama boğazımdan geçmedi. Kimse bana “nasılsın” demedi, yüzüme bakmadı. Evin içinde görünmez bir gölge gibiydim.
Okula vardığımda bahçede kalabalık yavaş yavaş toplanıyordu. Gülşah el sallayarak yanıma geldi. Pazartesiydi; yeni bir başlangıç gibi görünse de benim için günler hep birbirinin kopyasıydı. Yine de Gülşah’ın yanında olmak içimi biraz hafifletiyordu.
Dersler başladığında zihnimi toparlayamadım. Öğretmenin sesi kulağıma geliyordu ama hiçbir şey aklımda kalmıyordu. Kalemim defterin üzerinde duruyor, yazmak yerine küçük daireler çizip duruyordum. Yusuf ön sıralarda oturuyordu; gözlerim farkında olmadan ona kayıyordu. O not alıyor, zaman zaman yanındakiyle fısıldaşıyordu. Bunu fark ettiğimde derin bir nefes aldım ve kendime kızdım: “Neden bu kadar dikkatimi çekiyor?”
Günün sonunda bahçede yürürken sonbaharın serinliği yüzüme çarpıyordu. Çatı katında bulduğum sayfalar, evin sessizliği, Yusuf’un varlığı… Hepsi içimde bir düğüm olmuştu. Yeni bir gün başlamıştı ama o düğüm giderek sıkılaşıyordu.
Okuldan eve yürürken adımlarım ağırdı. Çantamı omzuma bastırırken kendi kendime fısıldadım: “O sayfalarda yazan duygular bana mı ait, yoksa başkasının kırık dökük hayatı mı?”
Eve girdiğimde yine aynı tabloyla karşılaştım. Televizyon sessizce açıktı, babam kanepede uyukluyordu. Annem mutfakta bir şeylerle meşguldü. Kimse benim gelişimi fark etmedi. İçimde ince bir sızı hissettim; görünmezliğim bir kez daha kanıtlanmıştı. Ayakkabılarımı çıkarıp odama yöneldim.
Kitaplarımı masanın üzerine bıraktım ama açmaya niyetim yoktu. Pencereden dışarı baktım; sokak lambaları yeni yanıyordu, gökyüzü koyu laciverde bürünmüştü. “Hayat bazen böyle yarım kalmış sayfalar gibi,” dedim içimden. “Ne yazıldığı belli ama sonu yok. Belki de herkes kendi hikâyesinin yarım kalmış cümlelerinde boğuluyor.”
Uzun süre pencereden dışarı baktım. Ağaçların yaprakları rüzgârda titriyor, sokakta oynayan çocukların sesleri yankılanıyordu. Onların neşesiyle benim sessizliğim arasında sıkışınca içimdeki boşluk büyüdü.
Yatağa uzandım ama uyumak istemiyordum. Uyku, sadece düşüncelerimi susturan kısa bir araydı. Sabah olduğunda her şey yine aynı şekilde karşıma çıkıyordu. Yusuf’un adı aklıma düştü, zihnimde yeniden canlandı. Onun varlığı bende bilmediğim şeyleri tetikliyordu. Ama aynı zamanda o sayfalar da hayatıma gölgeler düşürüyordu.
O gece içimden geçenleri kimseye söylemeden sadece kendime fısıldadım. Yarım kalmış kitap sayfaları gibi, yarım kalmış bir hisle gözlerimi kapadım.
Fakat uyuyamadım. Yatağımda dönüp duruyordum. O sayfalardaki cümleler, Yusuf’un sessizliği, Ayşe’nin gülüşü, ailemin suskunluğu… Hepsi zihnimin ortasında tek bir yumak olmuştu.
“İnsanın kendi içine bakması, aynaya bakmaktan daha korkutucu,” diye düşündüm. “Ayna bana yüzümü gösteriyor ama içimde bir düzen yok.”
Sokrates’in bir sözünü hatırladım:
“Kendi içine bakmayan, dış dünyayı ne kadar görse de kördür.”
Derin bir nefes aldım. Belki de bu yüzden kendimi boşlukta hissediyordum; çünkü kendi içime bakmaya cesaret edemiyordum. O sayfalar bile, aslında başkasının değil kendi ruhumun yankısı gibiydi.
“Ya hayat, başkalarının yarım bıraktığı kitapları tamamlamaktan ibaretse?” dedim kendi kendime. “Ya hepimiz başkalarının eksik cümlelerini kendi hikâyemizle dolduruyorsak?”
Nietzsche’nin sözünü anımsadım:
“İnsanın yaşamak için bir nedeni varsa, her nasıla katlanabilir.”
Peki benim nedenim neydi? Okul mu, ailem mi, Yusuf mu? Yoksa sadece nefes almak mı?
Sorular soruları doğurdu. Belki yaşam, cevap bulmak değil; sadece doğru soruları sorabilmekti. Çünkü cevaplar gelip geçiyordu, ama sorular kalıyordu.
“Eğer bir gün bu dünyadan gideceksem, geriye bırakacağım şey ne olacak?” diye sordum kendime. “Sıradan bir hayat mı, yoksa başkalarının kalbine dokunan küçücük bir iz mi?”
O an, insanların ömürlerini küçük mutluluk kırıntıları için harcadığını düşündüm. Ama çoğu zaman o kırıntılar bile elde edilemiyordu.
Ve son kez fısıldadım:
“Belki de yaşam, kendini aramaktan ibaret. Belki bizler, hiçbir zaman bulamayacağımız bir şeyi ölene dek arayan yolcularız.”
Gözlerim ağırlaştı ama uyku gelmedi. Yatağımdan kalktım, masama oturdum. Günlüğümü açıp yazmaya başladım:
Günlük – Sonsuz Sorgular
Bugün yine uyuyamadım. Yatağa uzansam da zihnim susmuyor. İçimde yarım kalmış cümleler dolaşıyor; Yusuf’un sessizliği, Ayşe’nin kahkahası, annemin sözü, babamın bakışı… Hepsi birbirine dolanıyor.
Belki de en büyük sessizlik, insanın kendi içinde taşıdığıdır. Ayna bana yüzümü gösteriyor ama içimde bir düzen göremiyorum. Orada sadece dağınık düşünceler var.
Sokrates’in bir sözünü hatırladım: “Kendi içine bakmayan, dış dünyayı ne kadar görse de kördür.”
Acaba ben de kör müyüm? Belki de bu yüzden hep eksik hissediyorum.
Birden kendime sordum: Ya hayat dediğimiz şey, başkalarının yarım bıraktığı kitapları tamamlamaktan ibaretse? Belki de hepimiz, birilerinin eksik cümlelerini kendi hikâyemizle dolduruyoruz.
Nietzsche’nin sözü geldi aklıma: “İnsanın yaşamak için bir nedeni varsa, her nasıla katlanabilir.”
Peki, benim nedenim ne? Okul mu? Ailem mi? Yusuf mu? Yoksa sadece nefes almak mı?
Bazen düşünüyorum: Belki de yaşam, cevap bulmak değil. Belki sadece doğru soruları sorabilmek… Çünkü cevaplar gelip geçiyor, ama sorular kalıyor.
Eğer bir gün bu dünyadan gideceksem, geriye bırakacağım şey ne olacak?
Sıradan bir hayat mı?
Yoksa başkalarının kalbine dokunan küçücük bir iz mi?
Sanırım yaşam, kendini aramaktan ibaret. Ve bizler, belki de hiçbir zaman bulamayacağımız bir şeyi ölene dek arayan yolcularız.
Bazen düşünüyorum da, belki de insan, kendi hayatının tek seyircisi. Başkaları gelir, gider, iz bırakır… Ama sonunda sahne boşalır ve perde tek başına kapanır.
İçimde taşıdığım boşluğu hiçbir şey doldurmuyor. Kitaplar, şarkılar, insanlar, aşklar… Hepsi bir süreliğine teselli oluyor. Sonra yine boşluk. Belki de boşluk, aslında yok edilecek değil, kabul edilecek bir şey.
Marcus Aurelius’un dediği gibi: “İnsanın ruhu, düşüncelerinin rengini alır.”
Benim ruhum hangi renkte acaba? Koyu gri mi, sisli beyaz mı? Gününe göre değişiyor belki, ama bir türlü canlı bir renge boyanmıyor.
Hayat bana bazen bir rüya gibi geliyor. Uyanmaya çalışıyorum ama uyanamıyorum. Belki de hiç uyanmak yoktur; belki de ölüm, sadece başka bir uyanıştır.
Kendi kendime sordum: İnsan niye yaşıyor?
Cevap bulamadım.
Ama sonra fark ettim ki, belki de cevap aramak için yaşıyoruz. Çünkü bir cevap bulduğumuz anda yolculuk bitecek, perde kapanacak.
Ve ben o anı istemiyorum. Yolculuğun kendisi, cevaptan daha kıymetli olabilir.
Bugün Yusuf’u düşündüm yine. Onun sessizliği bana ayna oluyor sanki. Konuşmadığı için mi merak ediyorum, yoksa bana kendi içimdeki sessizliği mi hatırlatıyor bilmiyorum. Ama bir şey uyandırıyor. İçimde bastırdığım ne varsa, gözlerinde yankı buluyor gibi.
Belki de hayat, birbirimize tanık olmaktan ibaret.
Ve ben onun tanığı olmak istiyorum.
Defteri kapatmadan önce kendime bir söz verdim:
Bugünden sonra, kendi hikâyemin içinde kaybolmayacağım.
Görmezden gelmeyeceğim, korkmayacağım, susmayacağım.
Bir gün bu cevapsız soruların arasından geçip kendi sesimi bulacağım.
Ve o gün geldiğinde, artık sadece seyirci olmayacağım.
Kendi sahnemin oyuncusu olacağım.
Defteri kapatıp kalemi kenara bıraktım. Parmaklarım hâlâ yazdığım satırların ağırlığını taşıyordu. Kelimeler, zihnimdeki yükleri sırtlanıp sayfalara taşımıştı.
Yatağa uzandım. Odanın sessizliği kalp atışlarıma eşlik ediyordu. Perdelerden içeri giren hafif rüzgâr, odada belli belirsiz bir uğultu bırakıyordu.
Gözlerimi kapattım. Gün boyunca zihnimde dolaşan sorular, felsefi düşünceler ve Yusuf’un gizemli hâlleri sis gibi dağıldı.
“Yarın…” diye fısıldadım kendi kendime. Bu tek kelimeye tutunarak, belki ertesi günün farklı olacağına inanmak istedim.
Düşünceler ağırlaştı, gözlerim kapandı. Kısa süre sonra bilincim sessiz ve bulanık bir karanlığa aktı.
Derin bir uykuya daldım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
