
“Bir ismin yankısı bazen insanın kalbine düşen ilk yağmur damlasıdır; sessizdir ama ardından içini büyüten bir fırtına başlar.”
— Ahmet Hamdi Tanpınar
Yusuf.
İsim, Selma’nın zihninde yankılandı.
Y-u-s-u-f.
Sanki o güne kadar boş bir sayfanın en tepesine, koyu mürekkeple atılmış ilk kelimeydi bu.
Ama Selma şaşırmadı. Kalbi daha hızlı atmadı, nefesi daralmadı. Sadece bir kelime yerini bulmuş gibiydi. Zihninde onun adı artık “o çocuk” değil, Yusuf’tu.
Ve bu sade gerçek, gereksiz hayallerin üstünü örten bir battaniye gibiydi.
Gülşah, “Neden bir anda durdun ki?” diye sordu.
Selma bir şey demedi. Sadece omuzlarını silkti.
Yusuf ve Selin, okul kapısına doğru yürüyüp kalabalığa karıştılar. Selin’in yüzünde her zamanki o bilmiş ifade vardı. Ama Selma bu kez onun varlığını umursamadı. Yusuf’un kim olduğu artık biraz daha netleşmişti, ve belirsizliklerin azaldığı her an, içini biraz daha rahatlattı.
Gün, sıradan bir şekilde devam etti.
Dersler, tenefüsler, kantin kalabalığı, tahtaya çıkan öğrenciler, öğretmenin sesinin sınıfa yayılışı…
Hayat normaldi.
Ama artık Selma’nın zihninde bir isim daha vardı.
Ve bu isimle birlikte sorular da çoğalıyordu.
Yusuf kimdi? Neden bu kadar yalnızdı? Selin’le ne ilgisi vardı? Ve en önemlisi: Selma’nın bu soruları sormaya neden hâlâ ihtiyacı vardı?
Dönüş yolunda yürürken kafası yine meşguldü. Fakat bu meşguliyet artık daha tanımlı bir hal almıştı.
Artık bir isim vardı.
Ve bazen, sadece bir isme sahip olmak bile, hikâyenin yönünü değiştirebilirdi.
Hava o sabah erken saatlerde açmıştı. Gri bulutların yerini solgun ama huzurlu bir güneş almıştı. Selma, okul yolunda yürürken ayaklarının daha hafif olduğunu hissetti. Dünkü o ani keşif —o çocuğun adını duyması— tuhaf bir şekilde zihnini berraklaştırmıştı. Yusuf.
İsim artık yabancı değildi. Artık göz ucuyla baktığında ya da kalabalıkta silüetini gördüğünde “kimdi bu?” demeyecekti. Ama yine de... bu, onun hakkında her şeyi bildiği anlamına gelmiyordu. Hâlâ sırlarla örülü bir gölgede duruyordu Yusuf. Selma ise sadece adını öğrenmişti; bir kapının anahtarı belki, ama kapının ardındakiler hâlâ gizemliydi.
O gün, dersler boyunca Yusuf'u görmedi. Belki geç kalmıştı, belki de hiç gelmemişti. Belirsizlik, yeniden kıpırdanmaya başlamıştı içinde. Fakat öğle arasına yaklaştıkça, içindeki merak daha fazla bastırılamaz hale geldi.
“Gülşah, kütüphaneye gideceğim,” dedi bir anda.
Gülşah kaşlarını kaldırdı. “Hani teneffüste kantine inecektik?”
“Sonra inerim. Sadece bir şey bakıp çıkacağım.”
Gülşah hafifçe gülümsedi. “Yani ‘Yusuf’un hayaletini aramaya gidiyorsun.’”
Selma gözlerini devirdi ama cevap vermedi. Gülşah’ın hafif alaycılığına alışmıştı. Üstelik bu sefer yanılmıyordu da.
Kütüphaneye girdiğinde içerisi neredeyse boştu. Raflar hâlâ aynı eski kitap kokusunu taşıyordu. Sessizlik içini hem ürpertiyor hem de garip bir huzur veriyordu. Birkaç adım atıp, geçen gün Yusuf’un oturduğu masaya yöneldi. Boştu. Ama sandalyesi biraz çekilmişti. Biri oturmuş muydu? Yoksa sadece görevliler mi masaları düzeltmişti?
Raflara yöneldi, kitapların sırtlarına göz gezdirirken aslında ne aradığını bilmiyordu. Belki Yusuf’un daha önce okuduğu bir kitabı bulmak… Belki bir ipucu… Belki sadece düşüncelerinden uzaklaşmak.
Biraz sonra masalardan birinde kağıtlarına gömülmüş biri dikkatini çekti. İlk bakışta tanımadı. Ama eğilmiş baş, hızlı yazan el, ince uzun parmaklar…
Birkaç saniye sonra kalbinin hafifçe hızlandığını fark etti. Yusuf.
Oradaydı.
Ve yalnızdı.
Yine yazıyordu.
Ama bu sefer farklıydı bir şeyler. Omuzları daha dikti. Kalemini daha emin tutuyordu. Bakışlarında boşluk değil, bir hedef vardı. Sanki bir iç savaş son bulmuş, yerine kararlı bir sessizlik geçmişti.
Selma bir süre kıpırdamadan onu izledi. Bu defa gizlice değil. Masanın kenarında, sanki bir kararın eşiğinde duran biri gibi.
Sonra aniden Yusuf başını kaldırdı. Göz göze geldiler. Sadece birkaç saniyeliğine. Yusuf’un bakışlarında bir tanıma hissi yoktu ama bir kaçınma da yoktu. Sadece… oradaydı. Selma’nın da orada olduğunu kabul etmiş gibiydi.
Sonra başını yeniden eğdi. Yazmaya devam etti.
Selma iç çekti. Gidip bir şey demedi. Oturmadı. Sadece o anı olduğu gibi içine aldı.
Sonra yavaşça geri döndü ve sessiz adımlarla kütüphaneden çıktı.
Belki bazı şeyler bir günde çözülmezdi.
Ama çözülmek zorunda da değildi.
Bazen sadece bir isimle başlar her şey.
Ve bazen, sadece bakışmak bile yeterdi.
O gün okuldan döndüğümde hava iyice kapanmıştı. Gökyüzü, gri bir perde gibi şehrin üstüne çekilmişti. Eve vardığımda her şey yerli yerindeydi ama bana fazlasıyla yabancı geliyordu.
Annem mutfakta bir şeylerle uğraşıyordu, babam yine oturma odasında televizyon karşısında dalıp gitmişti. Kimse bana “Günün nasıl geçti?” demedi. Belki de her gün sormadıkları gibi… Bu, onlara kızgın olduğum anlamına gelmiyordu. Ama bazen suskunluk, en derin boşluktur. Ve o boşlukta insan sadece kendi sesiyle baş başa kalır.
Odama çekildim. Kapıyı kapatırken içimde derin bir yorgunluk çöktü. Ne bedenim yorgundu ne de günüm ağır geçmişti. Ama içimde öyle çok şey birikmişti ki, taşıyamaz hale gelmiştim.
Masama oturdum, defterimi aldım. Sayfaları çevirdim. Son yazdığım cümle hâlâ oradaydı.
“Sessizlik bazen çok şey anlatır.”
Bugün Yusuf’un gözleri geldi aklıma. O kısa ama derin bakış. Ne tam yabancıydı, ne de tanıdık. Sadece gerçekti. İçimde bir yerlerde o anın yankısı sürüyordu. Belki de tanınmak istemeyen birinin sessizliğinde ben kendimi buluyordum. Belki de bu yüzden gözlerini görmek, kelimelerinden daha çok etkiliyordu beni.
Defterin boş sayfasına kalemimi dokundurdum. Yazmaya başladım:
“Bazen insanlar sana hiçbir şey söylemeden de çok şey anlatabilir.
Bir bakış, bir duruş, bir suskunluk…
Bugün Yusuf’un gözleri bana kim olduğunu anlatmadı. Ama içindeki sessizliği duyumsattı.
Ve o sessizlik, bana benziyor.
Ne zaman içimde bir şeyler konuşsa, dışarıdan suskunlaşırım.
Ne zaman yalnız kalsam, kelimeler içimde yankılanır.
Bazen onun hakkında düşündüğümde, aslında kendimi düşündüğümü fark ediyorum.
Belki de merak ettiğim onun değil, kendi içimde çözmeye çalıştığım bir boşluk.
Ve bu defter…
Bu defter bana ‘kimse dinlemese bile anlatabilirsin’ diyor.”
Bir an yazmayı bıraktım. Kalemi elimde tutmaya devam ettim ama satırlara bakarken gözlerim doldu. Belki yorgunluktan, belki de sadece birilerinin beni anlamasını istemekten…
Pencereden dışarı baktım. Gecenin içinde ince ince yağmur başlamıştı. Damlalar cama vururken, dışarıdaki dünya daha da uzaklaşmış gibiydi. Ama ben bu uzaklıkta garip bir yakınlık hissediyordum.
Bazen dışarıya ait hissetmezsin. Ailene bile yabancı gibi olursun. Ama içindeki o küçük ses, seni terk etmez. Ve o ses, seni sen yapan tek şeydir.
Bugün Yusuf’un adını öğrendim.
Yarın ne olur bilmiyorum.
Ama şu an, bu satırlar bana yetiyor.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
