
"Bazen en karanlık sır, yalnızca bir sessizliğin içinde saklıdır."
— Franz Kafka
Son birkaç gündür Yusuf’un sessizliği bana başka türlü gelmeye başladı.
Eskiden gizemli bulduğum o hâl, şimdi bir perde gibi — ardında ne saklı bilmiyorum, ama içimde büyüyen bir huzursuzluk var.
Bazı insanlar sessizlikleriyle büyüler,
bazılarıysa o sessizlikle insanı boğar.
Kütüphanede onu yine aynı masada gördüm. Defteri önümdeydi, kalemi titremeden satırları çiziyordu. Ama bu kez bir şey farklıydı. Yazdıklarına gözüm istemsizce kaydı.
Sayfanın üstünde şu cümle vardı:
“Hiç kimse gerçeği bilmemeli. Bilen sustu, susan yaşadı.”
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Bu sadece bir söz müydü, yoksa bir itiraf mı? Yusuf başını kaldırdığında gözlerimiz buluştu. Bir anlığına beni fark ettiğini sandım, ama o, defteri kapatıp kalktı ve hiçbir şey olmamış gibi gitti.
O günden sonra davranışlarında küçük değişiklikler fark ettim. Ders çıkışlarında tek başına kalıyor, kimseyle konuşmuyordu.
Bir keresinde, okulun arka tarafındaki eski müzik odasında birine sertçe “Bunu kimseye söylemeyeceksin!” dediğini duydum.
Kapının aralığından baktığımda sadece onun yüzünü görebildim, diğer kişi gölgede kalmıştı.
Yüreğimde bir ağırlık oluştu. Belki yanlış duydum, belki yanlış anladım. Ama o günden sonra Yusuf bana farklı görünmeye başladı. O, hayranlıkla baktığım o gizemli çocuk değildi artık. Gizem, bir anda yerini tehlikeye bırakmıştı.
Yine de içimdeki ses, “Belki sadece kötü bir anına denk geldin,” diyordu.
Ama ne kadar bastırmaya çalışsam da, o söz beynimde yankılanıyordu:
“Hiç kimse gerçeği bilmemeli.”
Evde o gece uyuyamadım.
Pencereden dışarı bakarken kendi kendime fısıldadım:
“Gerçeği öğrenmek bazen özgürleştirmez, sadece yük eder.”
Belki de ben Yusuf’un karanlığını değil, kendi karanlığımı görmüştüm onda.
Ama bir şeyden emindim:
Artık aynı hisleri taşımıyordum. Onu düşününce içim ısınmıyordu.
Sadece sessiz bir korku, ve anlam veremediğim bir mesafe vardı aramızda.
Ertesi gün okula gittiğimde Yusuf yine oradaydı. Ama bu kez o bana baktığında, ben gözlerimi kaçırdım.
Okulda o sabah hava garipti. Koridorda yürürken fısıltılar kulağıma çarpıyordu, ama hiçbir kelimeyi tam seçemiyordum.
Bir gülüş, bir bakış, sonra aniden kesilen konuşmalar…
Sanki her adımım yankılanıyor, ve herkes o yankının ne söylediğini biliyordu — ben hariç.
Sınıfa girdiğimde Gülşah’ın yüzündeki o tuhaf ifade her şeyi belli etti.
“Ne oldu?” dedim.
Kısa bir sessizlikten sonra, dudaklarını ısırıp fısıldadı:
“Selma… şey… seninle Yusuf’un sevgili olduğunuzu söylüyorlar.”
Bir an beynim durdu. Gülüşmeler, fısıldaşmalar, arkamdan dönen bakışlar… Hepsi birden bir uğultu gibi kulaklarımda çınladı.
“Ne?” dedim sadece, nefesim kesilmişti.
“Kim çıkardı bunu?”
“Bilmiyorum… Ama herkes konuşuyor. Hatta bazıları sizi bahçede birlikte görmüş diyor.”
Bir anda elim ayağım buz kesti. Bahçede mi? Kütüphanede mi? Yusuf’la aramızda yaşanan her tesadüf, şimdi yanlış anlamaların birer kanıtı haline gelmişti.
İçimden geçen ilk cümle şuydu:
“Ben hiçbir şey yapmadım.”
Ama işte, insanlar bunu duymak istemez. Onlar duymak istediklerine inanır.
O gün derslerde kalemimi bile tutamadım. Her kıkırtı bana dönük gibiydi. Birinin bakışı omzuma değse, yüreğim titriyordu.
Gülşah beni sakinleştirmeye çalıştı, ama olmuyordu. Bir dedikodu, bir insanın iç sesini bile susturabiliyordu.
Ve ben o sessizliği boğazımda hissediyordum.
Yusuf’la göz göze gelmemeye çalıştım. Ama teneffüste, kalabalığın arasında bir an yüzü bana döndü.
Ne şaşkın, ne de kızgındı.
Sadece… ifadesizdi.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi.
İşte o anda, içimde bir şey koptu.
“Senin yüzünden,” dedim içimden,
“Senin yüzünden herkes bana bakıyor. Senin sessizliğin, beni susturuyor.”
Okul çıkışında eve giderken kulaklarımda o dedikodular dönüyordu.
“Selma Yusuf’la çıkıyormuş.”
“Yok, birlikteymişler zaten.”
“Gülşah bile biliyormuş.”
Yutkundum.
Nefes almak bile ağırdı.
Bir dedikodunun ne kadar kolay yayıldığını,
ama bir gerçeğin ne kadar zor duyulduğunu o gün anladım.
Eve geldiğimde kapıyı sertçe kapattım.
Annem salondan seslendi ama cevap vermedim.
Odama geçip aynaya baktım. Yüzümde bir yorgunluk değil, bir kırgınlık vardı.
Kendime bile yabancı geliyordum.
“Döndün gittin bir hoşça kal demeden…”
Arka planda çalan şarkı yine o şarkıydı.
Bu kez Yusuf’a değil, o dedikodulara söylüyordum içimden:
“Çek git… hayatımdan, ismimden, sesimden.”
Ve sonra kendi kendime fısıldadım:
“İnsan bazen yalnız kalmak istemez, ama bazen de adını yanlış birinin yanında duymamak için her şeyi yakmak ister.”
O gece defterimi açmadım.
Çünkü bazı cümleler, kâğıda bile yazılamayacak kadar kirli hissettiriyordu.
Ertesi gün okulda her şey daha da garipti.
Fısıltılar azalmamış, aksine çoğalmıştı.
Sanki birileri sürekli aynı cümleyi yeniden yazıyor, yeniden söylüyordu:
“Selma’yla Yusuf sevgiliymiş.”
Bir dedikodu, kelimelerin görünmez bir hastalığı gibi yayılıyordu.
Kimse başlatanı bilmiyordu, ama herkes biliyordu.
İronikti.
Gerçeği ararken bile, sahte bir şeyin içinde boğuluyordum.
Sınıfa girdiğimde Gülşah hemen yanıma geldi.
“Selma, bence bu işi biri bilerek yapıyor,” dedi sessizce.
“Kim olabilir ki?”
“Bilmiyorum… Ama sabah Ayşe’nin birkaç kızla konuştuğunu gördüm. Sürekli gülüşüyorlardı.”
İçimden bir buz dalgası geçti.
Ayşe.
O isim artık sadece bir ses değil, içimde yankılanan bir şüpheydi.
Ama emin olamıyordum.
İnsan bazen düşmanını bile suçlamaya cesaret edemiyor, çünkü emin olamamanın ağırlığı daha gerçek geliyor.
Teneffüslerde konuşmaları izledim. Gözlerim, dudakların hareketini takip ediyordu.
“Yusuf” ismini bir kez duydum, “Selma”yı iki kez.
Ama kimse bana bakmıyordu. Sanki ben orada değilmişim gibiydi.
Bir ara, tuvaletin aynasında kendi yansımama baktım. “Ben gerçekten böyle bir şey mi yaptım?” dedim fısıltıyla.
Kendimle bile konuşurken suçluluk hissediyordum.
Biri beni inandırmış gibiydi — olmayan bir şeye.
Öğle arasında, Gülşah’la kütüphaneye kaçtık. “Belki burada sessizlik buluruz,” dedim ama yanılmıştım.
Sessizlik bile içimdeki uğultuyu susturamıyordu.
Masaya oturduk. Gülşah defterini açtı, ama benim aklım yine dışarıdaydı.
“Bunu yayan kim olabilir?” diye düşündüm.
Aynaz olabilir, evet. Ama ya başkası?
Belki Yusuf’un sınıfından biri. Belki de… Yusuf’un kendisi?
O düşünce beynimde yankılandı. Bir an nefesim kesildi.
Hayır, o olamazdı. Ama… neden hiç konuşmamıştı benimle?
Neden hiçbir şey demiyordu? Eğer gerçekten dedikoduysa, neden sessiz kalıyordu?
Birini suçlamaktan çok, birinin sessizliğine yeniliyordum.
Gülşah sessizce bana baktı.
“Selma,” dedi, “bence konuşmalısın. Belki Yusuf’la.”
“Hayır,” dedim hemen.
Söz ağzımdan bir savunma gibi çıktı.
“Ben onunla konuşmak istemiyorum. Ben sadece gerçeği bilmek istiyorum.”
Ama aslında, ikisini de istiyordum.
Hem gerçeği bilmek, hem de onun sessizliğini bozmasını.
O gün eve döndüğümde, ayakkabılarımı çıkarır çıkarmaz odama kaçtım.
Kapıyı kapattım, yatağa oturdum.
Telefonumda birkaç mesaj vardı.
Bazıları açık açık yazmıştı:
“Gerçek mi?”
“Ciddi misin Yusuf’la?”
Bir süre ekrana baktım, sonra hepsini sildim.
Hiçbirine cevap vermedim.
Çünkü bazen açıklamak bile dedikoduyu beslerdi.
Sonra defterimi açtım. Sayfanın en üstüne tek bir cümle yazdım:
“Sessizliğin sesi, bazen iftiradan daha gürdür.”
Ve kalemi yavaşça kapattım.
Kimseye anlatamadığım bir savaşın içindeydim. Ama en kötüsü, düşmanımın yüzünü hâlâ bilmiyordum.
Belki Aynaz'dı.
Belki o kızlardan biri.
Ya da belki... Yusuf’un kendisi.
Ne olursa olsun, bir şeyden emindim:
O sesin sahibini bulacaktım. Çünkü bu defa, susturulmak istemiyordum.
Sabah okula girdiğimde havada garip bir gerginlik vardı.
Koridorda yürürken fısıldaşmalar kulağıma çarpıyordu.
Adım geçti… Yusuf’un da.
İlk başta anlamadım. “Yanlış duydum,” dedim kendi kendime. Ama sonra o fısıltılar çoğaldı, yankı gibi.
“Selma’yla Yusuf sevgiliymiş.”
Birisi öyle dedi, diğeri güldü, bir diğeri sustu ama yüzünde o iğrenç merak vardı.
Kalbim hızla çarpmaya başladı.
Bir anda elimdeki defter titredi, nefesim sıkıştı.
O kadar saçmaydı ki… saçma olamayacak kadar da acıtıcıydı.
Sınıfa girdiğimde herkes bir şekilde bana bakıyordu.
Kimisi direkt, kimisi aynadan.
Bir an bile rahat bırakılmadım.
Yusuf sırasına oturmuştu.
Ne bir gülümseme, ne bir şaşkınlık… sadece sessizlik.
O sessizlik beni delirtmeye başladı.
Niye hiçbir şey demiyordu?
Niye “hayır” bile demiyordu?
O kadar sakin görünüyordu ki, sanki her şeyden haberi var da, benim tepkimi izliyordu.
Ders boyunca arada bir başını kaldırıp baktı.
Ama bana değil…
Sınıfın arkasındaki birine — kim olduğunu tam seçemedim — kısa, anlamlı bir bakış attı. O bakış, içimde bir şeyleri yıktı.
Belki de o söylentiler sadece boş bir dedikodu değildi… belki de kökleri vardı, ben görememiştim.
Teneffüste koridora çıktım, insanların arasından geçerken bir cümle daha duydum:
“Zaten el ele görmüşler geçen hafta.”
Boğazım düğümlendi. Ellerim terledi.
“Kimdi o?” dedim içimden. “Kim başlattı bunu?”
Adını bilmiyordum ama yüzünü hissettim.
Biri vardı — beni izleyen, beni yok etmeye çalışan biri.
Ve o an anladım…
Sessizlik bazen en büyük suç ortaklığıydı.
Teneffüs zili çaldı. Herkes dışarı çıkarken, ben yerimden kalkamadım.
Gözlerim kapıda, Yusuf’un sırtında takılı kaldı.
O çıktı, hiçbir şey demeden.
Sanki bu söylentinin içinde hiç adı geçmemiş gibi, hiçbir şey olmamış gibi.
O an içimden geçen tek cümle şuydu:
“Niye susuyorsun Yusuf?”
Öğle arasında tuvalete gittim; orası okulun en sessiz yeriydi genelde.
Ama o gün değildi.
İçeride iki kız konuşuyordu, sesleri yankılanıyordu.
“Dün Aynaz söylemişti işte, Selma’yla Yusuf sevgiliymiş.”
Bir an nefesim kesildi.
Kapının arkasında donup kaldım.
Aynaz mı?
Aynaz, 12-H’den… uzun siyah saçlı, genelde herkesle iyi geçinen ama kimseyle tam samimi olmayan kız.
Yusuf’un sınıfında.
Birden beynim karma karışık oldu.
Niye o? Neden böyle bir şey uydursun?
Yoksa... bir nedeni mi vardı?
Gün boyu bunu düşündüm.
Aynaz’ın yüzü gözümün önünden gitmedi.
Yusuf’un ona bir şey fısıldadığı bir anı hatırladım — koridorda, kalabalığın içinde, ben onları fark etmeden önce gülümsemişti.
Belki de ben fark etmemiştim ama herkes etmişti.
Belki de o yüzden bu söylenti bu kadar hızlı yayıldı.
Akşam eve geldiğimde aynanın karşısına geçip kendi yüzüme baktım.
Gözlerim kızarmıştı, saçlarım dağınıktı.
“Ben hiçbir şey yapmadım,” dedim sessizce.
Ama içimdeki ses fısıldadı:
“Yusuf da bir şey yapmadı mı, emin misin?”
O an fark ettim — beni üzen söylenti değil, Yusuf’un sessizliğiydi.
Çünkü bazen yalanlardan çok, suskunluklar insanın canını yakıyordu.
O gece, zihnimde tek bir cümle dönüp durdu:
“Gerçeği ondan öğreneceğim.”
Ama yüz yüze değil.
Artık ona güvenemiyordum.
Yüzünü gördüğümde, gözlerindeki o sessizliği okuyamıyordum.
O yüzden başka bir yol bulmalıydım.
Telefonumu elime aldım.
Yeni bir hesap açtım — sahte ama gerçekçi bir hesap.
Profildeki kız, sıradan biriydi: ne fazla güzel, ne fazla dikkat çekici.
Kahverengi saçlı, sade bir fotoğraf buldum.
Adını “Lina Demir” koydum.
Bir an bile tereddüt etmeden “Yusuf K.” yazıp arattım.
Profiline girdiğimde kalbim sıkıştı.
Her zamanki o soğukkanlı hâliyle gülümsüyordu fotoğraflarda.
Paylaşımları azdı ama yorumlar doluydu.
Ve… o yorumların birinde Aynaz vardı.
Kalbim bir anlığına durdu.
Yusuf’un fotoğrafına kalp emojisi bırakmıştı.
Yusuf da beğenmişti.
İçimde bir şey koptu o an.
Ama belli etmedim.
Lina olarak yazmaya başladım:
— Selam, ortak arkadaşlarımız varmış, tanıdık geldi yüzün :)
Cevap hemen geldi.
— Selam :) Evet olabilir, hangi okul?
Bir an durdum. Parmaklarımın ucundaki yazılar, içimdeki kıskançlığın kılıcı gibiydi.
— Sen Çukurova’dasın, değil mi? Bir arkadaşım senden bahsetmişti…
— Hangi arkadaş?
— İsmini hatırlamıyorum ama “çok sessiz bir çocuk ama derin biri” demişti.
Birkaç dakika sessizlik oldu.
O an, kalbimle telefondaki mesaj kutusu aynı ritimde atıyordu.
Sonra cevap geldi:
— Sessiz evet… derin olup olmadığımı bilmem.
Ekrana bakarken içimden “evet, bilmezsin zaten” diye geçirdim.
Ama Lina farklıydı. Lina gülümseyebilirdi.
— Bence öylesin. Herkesin sustuğu yerlerde konuşuyorsun sanki.
Yusuf sadece “:)” gönderdi.
Ne fazla, ne eksik.
Tıpkı onun gibi: hep yarım.
Ama sonra bir şey yazdı.
Bir cümle.
O cümle beni olduğum yere mıhladı:
— Beni en son bu kadar iyi anlayan birini tanımıştım… ama o artık yok.
Ellerim titredi.
Kimden bahsediyordu?
Benden mi?
Yoksa Aynaz’dan mı?
Mesaj kutusuna bakarken, kendimi kaybolmuş hissettim.
Lina güçlüydü.
Ama Selma paramparçaydı.
Telefonu kapattım, yatağa uzandım.
Tavanı izlerken kendi kendime fısıldadım:
“Belki de en sahte hesap, bu açtığım değil… benim yüzümdeki gülümsemedir.”
O gece uyumadım.
Yusuf’la, ya da doğruyu söylemem gerekirse, Lina’nın Yusuf’la konuşmaları zihnimde dönüp durdu.
Bir yanım “yeter artık” diyordu.
Diğer yanım… “biraz daha” diye fısıldıyordu.
Parmaklarım telefona uzandı.
Lina yeniden çevrimiçiydi.
Bir mesaj yazdım:
— Dün gece söylediklerini düşündüm. Bazen insanı en iyi tanıyanlar, en erken kaybolanlar oluyor, değil mi?
Yusuf birkaç dakika sonra cevap verdi:
— Evet. Kaybolurlar. Ya da biz onları kaybederiz.
— Belki de ikisi de aynı şeydir.
— Belki de. Ama bazen, gitmelerine rağmen bir yerde hâlâ varlar. Mesela bir ses, bir koku…
— Bir bakış…
— Evet. Bir bakış.
Ellerim dondu.
Yusuf sanki beni tarif ediyordu.
Benim o sessiz bakışlarımı.
Okulun koridorlarında göz göze gelişlerimizi.
Kalbim atmaya başladı.
Ama durmadım.
Yazdım.
— Peki, o kız hâlâ aklında mı?
Bir süre cevap gelmedi.
Ekrandaki üç küçük nokta gidip geldi, kayboldu, sonra yeniden belirdi.
Kalbim o noktalarla birlikte atıyordu.
Sonra yazdı:
— Bilmiyorum. Unuttuğumu sanıyorum ama bazen bir şey oluyor, her şey geri geliyor.
— Ne mesela?
— Mesela… bir şarkı. Ya da bir ses tonuna benzeyen biri.
Çek git bebeğim…
O an, o şarkı zihnimde yankılandı.
İçimde bir şey düğümlendi.
Sanki o “biri”, bendim.
Ama Lina olmalıydım.
Yine yazdım:
— Peki o kız sana ne yaptı?
— Aslında hiçbir şey yapmadı. Belki de bu yüzden unutamıyorum. Çünkü bazı insanlar hiçbir şey yapmadan da iz bırakır.
Ellerim titredi.
“Bazı insanlar hiçbir şey yapmadan da iz bırakır…”
O ben olamazdım, değil mi?
Belki de Lina’ya değil, bana yazıyordu farkında olmadan.
Ama merak, duygularımdan daha güçlüydü.
Bir adım daha ileri gittim.
— Okulda biriyle adın çıkmış, doğru mu?
— Kimle?
— Bilmem, biriyle sevgili olduğun söyleniyor.
Bir süre sessizlik.
Ekran yine karardı.
Sonra bir mesaj düştü:
— İnsanlar konuşmayı seviyor. Gerçeklerle işleri yok.
— Ama neden susuyorsun o zaman?
— Çünkü bazen sessizlik, gerçeği söylemekten daha çok şey anlatır.
Birden sinirle yazdım:
— Ama sessizlik yanlış anlaşılır!
— Evet. Ama doğru anlaşılmayı beklemek de boşuna. Herkes kendi görmek istediğini görür.
O an Yusuf’un ne kadar tanıdık biri olduğunu fark ettim.
Her kelimesi beni delirtse de…
Aynı anda bana benzediğini hissediyordum.
Telefonu kapatamadım.
Parmaklarım hâlâ ekrandaydı.
Son bir mesaj daha yazdım:
— Peki o söylentideki kız seni seviyorsa?
— O zaman… yanlış anlaşılmak o kadar kötü olmazdı.
Cümleyi okuduğum anda içimden geçen tek şey şu oldu:
Belki de ben yanlış kişi olmaktan korkmuyorum… doğru kişi olamamaktan korkuyorum.
Gece geç olmuştu. Evde herkes uyumuştu ama benim zihnimde uykunun gireceği hiçbir kapı yoktu.
Telefon ekranının ışığı yüzüme vuruyordu.
“Lina” hâlâ çevrimiçiydi.
Yusuf da.
Parmaklarımın ucunda bir titreme vardı.
Bu defa konuşma farklı olacaktı — çünkü bu kez sadece duygularını değil, kim olduğunu da öğrenmek istiyordum.
Yazdım:
— Dün gece söylediklerini düşündüm. Bazı insanlar iz bırakır dedin ya…
— Hm. Evet, dedim.
— Peki o kişi seni tanıyor mu hâlâ?
— Tanıyor. Ama bilmeden.
Cümleyi okurken kalbim sıkıştı.
Bir an durdum.
“Bilmeden tanıyor.”
Bu söz, içimde yankılandı.
Ya gerçekten beni mi kastediyordu?
Devam ettim:
— Onu hâlâ görüyor musun?
— Evet. Her gün.
— O da seni görüyor mu?
— Sanırım. Ama bakmıyor.
— Peki neden konuşmuyorsun onunla?
— Çünkü bazı şeyler söylenince bozulur.
Ellerim ekranın üstünde dondu.
Bütün cümleler Yusuf’un bana olan bakışlarını hatırlattı.
O kısa, sessiz anları.
Sanki her kelimesi beni işaret ediyordu ama açık etmiyordu.
Ama bu kez ben susturmayacaktım onu.
Biraz daha bastırdım.
— İsmini söylemek istemiyorsun ama… okulda mısın hâlâ?
— Evet.
— Son sınıf mı?
— Evet.
— Peki senin hakkında dedikodu çıkaran biri var mıydı?
— Herkesin vardır.
— Aynaz mesela?
Uzun bir sessizlik.
Ekran karardı.
Parmaklarımı sıktım.
Kalbim göğsümde yankılandı.
Sonra geldi o tek kelime:
— Nereden biliyorsun?
Boğazım kurudu.
Ellerim titredi.
Kendimi çabuk toparlayıp yazdım:
— Duydum sadece.
— O, eskiden arkadaşımdı.
— Artık değil mi?
— Hayır. Bazı arkadaşlıklar, sessizlikten daha tehlikelidir.
İçim ürperdi.
Aynaz’la onun arasında gerçekten ne geçmişti?
Neden Yusuf’un adını o ortaya atmıştı?
Belki kıskanmıştı.
Belki Yusuf’un hâlâ birine baktığını fark etmişti — bana.
Devam ettim:
— Peki o kız… sana ne yaptı?
— Onun suçu yoktu. Sadece yanlış kişiye inandı.
— Kimdi o yanlış kişi?
— Ben.
Kalbim bir anlığına durdu sanki.
Ekrana bakarken Yusuf’un sözleri içimde yankılandı.
“Ben.”
Bu noktada artık emin olamıyordum.
Ben mi Lina’ydım, yoksa Lina mı bendim?
Belki de Yusuf, farkında olmadan, Selma’yla konuştuğunu hissetmeye başlamıştı.
Son bir cümle daha yazdım:
— Peki o kız, seni affetmiş midir sence?
— Bilmem. Ama affetmese bile, onun mutlu olmasını isterdim.
Ekrana uzun süre baktım.
Bu cümlede bir ağırlık, bir suçluluk vardı.
Sanki Yusuf bir günah taşıyordu, söyleyemediği bir geçmiş…
Ve ben, sahte bir kimliğin ardında, o geçmişin kapısını aralıyordum.
Ama her aralanan kapı, bir bedel isterdi.
Benimki ise yavaş yavaş kalbim oluyordu.
Yine geç bir saatti.
Telefon elimde, ekran parlıyor. “Lina” olarak yazışmalarımız artık rutin bir hâl almıştı. Yusuf, ilk günlerdeki o temkinli hâlinden biraz sıyrılmış gibiydi. Daha rahat yazıyor, daha çok açılıyordu.
Ama bugün farklıydı.
— Sana bir şey gösterebilir miyim?
— Tabii, neden olmasın.
— Üzerinde çalıştığım bir şey. Henüz bitmedi ama belki anlarsın.
Kısa bir link geldi.
“Dünyanın Çatlakları – Yusuf K.”
Tıkladım.
Bir sayfa açıldı.
Üstte sade bir başlık, altta yoğun, neredeyse akademik bir yazı dili.
Okumaya başladım.
“Yusuf K., 23 Ocak 2007 tarihinde Kilis’in sakin bir ilçesinde dünyaya gözlerini açtı…”
İlk satırlarda hafif bir tebessüm ettim.
Kendi biyografisini mi yazmıştı?
Ama devam ettikçe tebessüm yerini ağır bir rahatsızlığa bıraktı.
Yusuf K., 23 Ocak 2007 tarihinde Kilis’in sakin bir ilçesinde dünyaya gözlerini açtı. Çocukluğunun ilk yıllarını bu küçük sınır kentinde geçirdikten sonra ailesiyle birlikte Adana’ya taşındı. Baba tarafı, Bitlis’in dağlık köylerinden gelen köklü bir geçmişe; anne tarafı ise Bolu’nun serin yaylalarından yükselen bir aile geleneğine dayanır. Her iki tarafın da taşıdığı güçlü karakter ve direnç, Yusuf’un kişiliğinde derin izler bırakmıştır.
Kökleri, vaktiyle Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan kadim bir mirasa uzanır. Bu soy, tarih boyunca göçlerle, savaşlarla, inançlarla yoğrulmuş; Anadolu’nun kültürel mozaiğinde yerini almıştır. Yusuf, bu geçmişin yalnızca bir mirasçısı değil, aynı zamanda anlamını çözmeye çalışan bir gözlemcidir.
Yazıya olan ilgisini erken yaşta keşfeden Yusuf K., kelimelerin gücünü bir sığınak gibi görmeye başladı. Başlarda basit hikâyeler, kısa anılar ve içsel monologlarla yola koyuldu; zamanla kalemini daha derin, daha analitik bir bakışla geliştirdi. İnsan davranışlarını gözlemleyerek psikolojik çözümlemelere yöneldi; çevresindeki insanların sessiz acılarını, iç çatışmalarını ve görünmez yaralarını anlamaya çalıştı.
Yazılarında en belirgin amacı, toplumun gizlemeyi tercih ettiği karanlık gerçekleri ortaya koymaktı. Ona göre insanların kaçtığı, yüz çevirdiği meseleler; insan ruhunun en değerli, en çıplak taraflarını barındırıyordu. Bu nedenle, eserlerinde travmalar, ailevi çöküşler, depresyonun farklı türleri, şizofreni, paranoya, panik bozukluk, fiziksel ve cinsel şiddet, intihar, çocuk istismarı ve zorla evlendirme gibi temaları işlemeden geçmedi. Her bir satırında, gerçekte tanıştığı insanların yaşanmış hikâyelerinin yankısı vardır.
Dil hâkimiyeti konusunda ileri seviyede İngilizce ve Kürtçe; orta düzeyde Almanca, temel düzeyde ise Rusça bilmektedir. Hayatı boyunca adaletsizliklere, iftiralara ve yanlış anlaşılmalara maruz kalmasına rağmen, inandığı yoldan sapmamıştır. Felsefeye duyduğu ilgi, özellikle Sokrates’in düşünce sistemine olan bağlılığıyla şekillenmiştir. Sokratik yöntemi önce kendi iç dünyasına, ardından da çevresindeki bilinçsiz kalabalıklara karşı bir sorgulama aracı olarak görür.
Eleştirel düşünceyi kendine ilke edinen Yusuf K., yazılarında yalnızca hikâyeler anlatmaz; insan zihninin derinliklerine açılan bir pencere aralar. Onun kaleminde karanlık, yalnız bir gölge değil, hakikatin görünmeyen yüzüdür.
(Yazar notu: Bu biyografi gerçek değildir. Yaşanan yerler olsun isim falan olsun ilgilendiği şeyler vs. gerçek değildir. Merakınıza yenilip araştırmaya kalkışmayın kısaca :D )
Kelimeler sertti, keskin.
Yusuf’un hayatından çok, bir tanrı kompleksinin anlatısı gibiydi.
Köklerinden, soyundan, “kadim mirastan” bahsediyordu.
Orta Asya’dan gelen ruhlardan, savaşlardan, karanlıktan...
Kendini neredeyse bir seçilmiş kişi gibi tanımlıyordu.
Gözlerim satırlarda kayıyordu ama kalbim başka bir şeyi hissediyordu:
Soğukluk.
Uzaklık.
Bir tür delilik.
“Yazılarında travmalar, şiddet, istismar, ölüm... Çünkü insanın özü karanlıktır.”
Mideme bir düğüm oturdu.
Kelimeleri fazla rahatsız ediciydi.
Sanki birini anlamaya değil, birini parçalamaya yazılmışlardı.
Her cümlede, Yusuf’un o gizli tarafı biraz daha beliriyordu.
Yazılarında bahsettiği şeyleri sadece gözlemlememiş gibiydi.
Yaşamış gibiydi.
Belki de...
Bir kısmını yaşatmıştı.
Ekranı aşağı kaydırırken ellerim terledi.
Cümlelerin arasında şu satırı gördüm:
“İnsanlar, affetmedikleri yaralarıyla yaşar. Benimkiler hâlâ taze, çünkü affetmedim.”
Yutkundum.
Yüzümde istemsiz bir gerilim oluştu.
Bu Yusuf, o okulda gördüğüm sessiz çocuk muydu gerçekten?
Yoksa içindeki bu karanlık, o sessizliğin nedeni miydi?
Kapatmak istedim ama parmaklarım gitmedi.
Okudukça daha fazla irkildim, ama kopamadım da.
Bir noktada fark ettim — Yusuf’un yazdığı şeyler sadece hikâye değildi.
Bir itiraf gibiydi.
“Gerçekle kurgu arasında çizgi yoktur. Sadece kaçınan insanlar vardır.”
İçimde bir ürperti dolaştı.
Telefonu kapattım.
Ekrandaki ışık sönünce, odanın karanlığı bana doğru aktı sanki.
Kalbim atıyordu.
Tuhaf bir rahatsızlıkla derin bir nefes aldım.
“Ben bu çocuğu merak etmiştim…”
Ama artık başka bir şey hissediyordum.
Soğuk, bulanık bir his.
Tiksintiyle korku arasında bir yerde.
Ama bunu belli edemezdim.
Fake hesap hâlâ Lina’ydı.
Yusuf, hâlâ benim kim olduğumu bilmiyordu.
Kendimi toparlayıp yazdım:
— Etkileyiciymiş. Çok derin şeyler yazmışsın.
— Gerçekler her zaman etkileyicidir.
— İnsan kendini bu kadar açarken korkmuyor mu?
— Ben korkmuyorum. Çünkü ben zaten her şeyimi kaybettim.
O cümledeki donukluk içime işledi.
Artık Yusuf’tan hoşlanmıyordum.
Sadece anlamaya çalışıyordum.
Ama anlamak bile, artık fazla yakıcıydı.
Telefonu kapattım, ekranın yansımasında kendi yüzümle göz göze geldim.
Sanki Yusuf’un değil, benim içimde bir karanlık uyanmıştı.
Ve ilk defa içimden şu cümle geçti:
“Belki de bazı insanlar, anlaşılmak için değil, uzak durulmak için yazılır.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |
